8 Mayıs 2014 Perşembe

SOSYALİZM Mİ RADİKAL DEMOKRASİ Mİ



SOSYALİZM Mİ RADİKAL DEMOKRASİ Mİ
Akseymen kardeşim,
Bu böyle olmayacak, chatleşerek sonuca varmamız zor; en iyisi ben sana kapsamlı bir cevap yazayım, böylece birbirimizi daha açıklıkla anlamanın yolunu açmış oluruz; en nihayet yaptığımız bir kompozisyon yarışması olmadığına ve solun güçsüzlüğünü aşmaya yönelik tartışmanın prototipi olduğuna göre, itiraz noktaları da böylece daha açıklıkla ortaya çıkmış olur ve daha anlaşılır biçimde eleştirel ve ilerletici itirazlar yapabilirsin!

Evet, ben seni çok iyi anladım ve senin kişisel yaklaşımlarınla ilgili konuşmuyorum ama konuştuklarımın kıymet-i harbiyesine pek itibar etmediğin görülüyor ki bu bir fetiş yaklaşımın içinden çıkamadığını gösteriyor!

Başka yerlerde yazdıklarını okuyorum; söz gelimi oralarda "proletarya diktatörlüğü"ne vurgu yapıyorsun ama aynı zamanda da bunu dışlayan bir "demokratik" komün kavramının önünde eğiliyorsun; bunun, senin içinde bulunduğun bir çelişkinin ifadesi olmadığını düşünüyorum; bu, olsa olsa, ABD emperyalizminin kırk yıldır güttüğü politika olarak “Büyük Kürdistan” projesi ile senkronize olduğu gün geçtikçe daha net görülmeye başlayan ve kökleri çok eskiye dayanan ama sanki daha çok yakın zamandaki ardılları tarafından canlandırılan “hakiki” sosyalizmin Öcalan’ca ortaya konulmuş hali olan ”demokratik” komün’ ütopyasına (üstelik Ulusların Kendi kaderlerini tayin hakkı gereği de diyemeyeceğim) bir şekilde biat etmeye mahkûm olduğun içindir!
Ve “demokratik” zincirin şimdilik son halkası olan HDP'den çıkamaman da bu nedenledir; dediğin gibi, oyunu verirsin, gerisine karışmazsın; yani HDP nedir, necidir, sorgulamazsın ama kim bilir belki bir zaman gelecek ÖDP gibi HDP üzerine de sayısız eleştiriler ortaya konulacak, hükümler verilecektir; ama şimdi, mevsim ve resmi politika HDP yönündedir, şimdi bütün devlet çemberi içindeki medya, HDP için sevinç puntoları atıyor; hep "demokrasi" aşkına!

Ama dedim ya, dün ÖDP ne ise bugün HDP odur; Truva atıdır; kimin Truva atı olduğuna karar veremiyorsan verdiğim linki oku ve varsa itirazın yap; haksızlık gördü isen çekinme ne gerekiyorsa yaz ama HDP'yi fetişleştirerek bir yere varamazsınız; Duran Kalkan’ın ÖDP üzerinden gözdağı vermesi de bu fetişi canlı tutmak içindir!

HDP’ye kendileri bile inanmıyorlar ki, herhalde senin de gözünden kaçmamıştır, HDP’den aday olan S.S. Önder beyefendi, kendisine, dolayısıyla HDP’ye oy vermemiş, başka yerde başkasına oy vermiştir!
Elbette kendine göre mantığı vardır ama beni ilgilendirmiyor; ben aslolana bakarım!
Ama bu, aynı zamanda bir aceleciliği ve bir de çaresizliği yansıtıyor!
Akseymen kardeş, iyi niyetli olmadığını, en azından prensip olarak düşünmüyorum, dolayısıyla buradan hareketle samimi olarak konuşuyorum; ifadelerin ile genç bir profil veriyorsun; ama elbette yanılıyor olabilirim, ancak yine de belirtmeliyim ki, bu gün ve hatta çok uzun zamandır, Türkiye'de en büyük sektör solu bırakanlardan oluşmaktadır.

Bu, solun içinde cirit atan gizli sağ demektir; devlet kapısının bütün sol alanlara çift taraflı açılması demektir; daha kötüdür demek istiyorum; bir bataklıktır ve onları solda görmek demek, bataklığa sol alanları teslim etmek demektir!
Dün ÖDP bu sektöre yataklık yapıyordu ve şimdi sırada HDP var, hepsi budur ve bunu anlamak o kadar zor değildir!
Ne ki HDP projesi, belli ki biraz daha geniş çaplıdır.

Peki, bunlar manyak mı ki, sol olmadıkları halde solda dolaşsınlar diyebilirsin ve zaten bu düşünce en kötü ve bir tuzak düşüncedir; evet manyak değiller ama sol hâlâ en büyük onur olduğu için, solu bırakanların çoğu soldan ayrılmıyorlar; üstelik solda görünmek solcu olmanın risklerini taşımıyor ve en önemlisi birçok çıkarı beraberinde getiriyor.

Ve 12 Eylül rejiminin kendisini toparlar toparlamaz yaptığı en başarılı işlerden biri budur; yani solu bırakanların solda görünmelerini özendirip duruyor!

Havuç-sopa taktiğini artık herkes biliyor ve artık bu da aşılmıştır, sola bütün kapılar, bütün sığınaklar kapatılıp, tek bir kapı, devlet kapısı açık bırakılınca, kimseyi teşvik etmeye gerek kalmıyor, devlet kapısında ikbal gören sol kaçkınları, bu kapıdan girip kendini kanıtlayarak, solda görünmeye ve çıkarlarından yararlanmaya hak kazanıyor!

İşte artık bu kapı, belli ki, HDP oluyor!

Onca demokrasi festivalleri, kültür festivalleri, ödül törenleri ne için yapıldı, yapılıyor sanıyorsun?

Örnek olsun, Latife Tekin, TKP üyesidir ve artık bir "akademi" işletmecisidir; Türkiye’nin sayılı tekelleri kol kanat gererek hizmetlerinin karşılığını "demokrasi" ve "kültür" aşkına Latife Tekin’e ödemişlerdir!

Başka örnekler de var ve çoktur; işte hiç beklenmeyen bir zamanda aniden tornistan yapanların halet-i ruhiyesinin kıymet-i harbiyesi budur.

Bunların çoğu, Kürt yükselişi korkutucu boyutlarda yükselişe geçtiğinde, Kürtlerin yanına yaklaşmazken, Kürt politikası resmi politika ile örtüşmeye başladığında hemencecik Kürt sever olmuşlardır!

Kürkçü’yü düşün, geçmişte Kuruçeşme turlarında Dev-yol ile TKP’den kalan kadroları birleştirmek için mesai harcıyordu ve Kürtlerin yanına bile yaklaşmıyordu; Ayrıca Murat Belge'nin yanından ayrılmıyordu; ÖDP macerasından sonra Bianet'e
kapaklandığını ve Emperyalist tekellerin fonlarından beslenen bu internet sitesinde demokrasicilik ve zaman zaman da sosyalistçilik oynuyordu! Fonlardan pek de gocunur bir hali yoktu.

Sermayeyle savaş halindeki bir alana veya örgütlenmeye, sermaye neden sermaye akıtır ki? Ama siz bunu sormazsınız, oyunuzu verip, gerisine karışmazsınız; böylece solda görünenler, solu bertaraf etmeye devam ederler!

Ancak bu, fetiş yaklaşanlara yakışan bir yaklaşımdır! Böylece Kürkçügiller otomatik bir fetiş haline gelir; böylece de bir dokunulmazlık zırhına bürünür! Yani eleştiriden ve sorgulamadan muaf hale getirilmiş olur demek istiyorum!
Kürkçü, tam "hayat bizi sosyalizme çağırıyor" demişti ki, bir gördük, meğer Öcalan çağırıyormuş! Ne oldu o hayatın çağırdığı sosyalizme bilmiyorum ama galiba çağıran "demokratik" sosyalizm imiş ki, o bildim bileli, hatta bilmediğim zamanlarda bile çağırıp dururdu ama kimsenin gitmediğini biliyoruz!
Bu söylem, aslında Türkiye'de ilk Mehmet Ali Aybar tarafından ve "güleryüzlü" sosyalizm olarak kullanılmıştı da hepimiz gülmüştük; Eminim Öcalan dahi küçümseyerek gülmüştür!
Şimdi Öcalan'ın, sosyalizmi "demokratize" ederek "radikal demokrasi" ye indirgemesi, herhalde tarihin cilvesi olsa gerektir!
Şimdi bazıları gene kara çalmaktan söz edecektir, varsın etsinler ama bu bir kaçışın ifadesidir; çünkü dediklerim kara çalmak değil, olanı biteni anlatmaktır!

HDP çatı partisi imiş, çatı partisi lokomotif olur, lokomotif BDP ise veya BDP'den transfer olan kadrolar ise, HDP’nin neresi çatı oluyor?
HDP bu anlamda Kürkçü için hiç yabancı değildir; çünkü Kürkçü hep "birleşmek" için çırpınmıştır! Peki, ne oldu, onca "birleşmek"le nereye varıldı? Yoksa HDP'yi bu "birleşme"lerin birikimi mi saymalıyız?
Bu “birleşme” düşüncesi bir fetiştir Türkiye'de ve sonuçta birleşe birleşe küçülmüş ve Hemingway’in balığına dönmüştür sol!

Ve fetişin devam ettiğini görüyoruz; şimdi bu ayine ÖDP çağırıyor! Belki de HDP karşısında yerini kaybetmek istemiyordur!

Bunları söylerken, ÖDP ve HDP içinde olan bitenleri derinlemesine göremediği için iyi niyetli güdülerle ve hatta sosyalizan düşüncelerle bile bulunanlar olabilir ki onları bu söylediklerimden ayırıyorum ama bilsinler ki sözlerim daha çok onlaradır!

Bütün bu birleşme ayinleri, sonuçta, geride hep bir umutsuzluk ve güvensizlik, hem de artırarak, bırakarak sona ermiştir!

Umut ve güvenin olmadığı yerde hep "birleşme" tutkusu hâkim oluyor!

Kürtler ise onca zaman ulusların kendi kaderini tayin noktasında takılı kaldılar; bunu çok önemsediler; hatta fetişleştirdiler ve çok tekrarlayarak içini boşalttılar; şimdi kimse bundan söz etmiyor; Öcalan zaman zaman değinse de, anlattığının başka şey olduğunu açıkça söylüyor!

En sonu bu ilkenin içerdiği asıl hedeften yani ulusal-devlet hedefinden vazgeçtiklerini açık ve net ifadelerle müjdelediler ki bunu HDP’ye borçluyuz; bu da, bütün sol sektörü HDP’ye katma konusundaki telaşı açıklıyor!
Bir kavram, (bizimki UKKTH’dır) sakız misli çiğnenirse, eninde sonunda bir şekilde tükürmek ve fırlatıp atmak zorunda kalınıyor; böyle olmuştur! Ama yüz bin kez ifade ettik ki bu ilke bir teori değildi; sadece bir pratiğin ifadesi idi; bu pratik, her yere ve her zamana uyan bir teori katına çıkarılınca, sakız misli olmaktan kurtulamadı ve sonunda çiğneyenlere saman tadı vermeye başladı, sonra da tükürülüp atıldı!

Diğer yandan, ÖDP nezdindeki birleşme telaşını fetiş bir şekilde taşıyan ve yansıtan sola ben hâlâ şaşırıyorum; bugün solun güçsüzlüğünden başka kaybedecek neyi kaldı ki ve öyleyse yapılacak şey "birleşme" ayinlerinde bayrak göstermek veya flama taşımak değildir; sol kendini, özünü büyük ama belki de çok büyük bir tartışılmaya açmalıdır; bundan korkulmamalıdır; güçsüzlüğünün kaynağını ve nedenini ancak bu büyük tartışma ile bulabilir ve tartışmaya sıfırdan başlamayacaklar, başlangıçlarında hâlâ en devrimci ve en bilimsel teori var; üstelik en temel önermeleri, pratiğin sınamasından geçmiş ve doğrulanmış olan bir teoridir; tartışma bunun üzerinden, bu teori ile tartışarak değil, onunla kavga ederek değil, bu teorinin aynasında güçsüzlüğün kaynağını bulmak için olmalıdır!

Sol bunu başaramazsa, güçsüzlüğünü kaybetmeme pahasına onurunu da pusulasını da kaybedecektir; artık suçu kullanmasını bilemediği pusulasının üzerine atabilir ve teori ile bol bol kavgaya tutuşarak, bunu varlık nedeni sayabilir! Ama bu onu, devlet kapısından başka yere götürmeyecektir ve devlet kapısı; en çok da “devlet” olgu ve kavramına sol adına cenk açanlara, ardına kadar açıktır!
İşte "soykırım"dı, "demokratik" idi, "demokrasi" idi bunlar hep bu büyük tartışmayı yapmadan, güçsüzlüğün kaynağına inmeden ve güçsüzlüğe karşı ayağa dikilmeden birleşme ayinlerine mahkûm etmek içindir! Bu tutmazsa, Duran Kalkan veya başka bir yönetici peşmergenin tehditleri hazırdır!
Sözün özü, bu gün Kürt ulusal kurtuluşu, güçsüzlüğünün sınırındadır; ulusal kurtuluş mücadelesinden vazgeçmiş olması bunun yansımasıdır; HDP dâhil, "demokratik" komün dâhil, "KCK" dâhil ve Duran Kalkanların sık sık, Öcalan’ın arada bir ve son zamanlarda daha fazla asarız keseriz deyip, ama biz barış istiyoruz yollu ekleyerek tehdit etmeleri, çözüm beklemedikleri bir sürece fetiş yaklaşmaları, bütün bu girişim ve hamleler hep bir güçsüzlüğün dışa vurumudur! Tıpatıp olmasa da Çarlık Rusyasında kendini gösteren “devrimci” gömlekli “ultimatomcular”ı anımsatıyor!

İyi bakın bakalım bu girişimler, Kürt halkına güvenmeyi ve dayanmayı mı, yoksa Kürt halkının kendilerine güvenmesini sağlamayı mı ifade ediyor!

Dayatılan fetişin karakteri, Kürt halkına inanmayı ve güvenmeyi içermiyor; Kürt halkını, PKK’ye, o olmazsa KCK’ye, o olmazsa "Kongra-Gele’ye, o da olmazsa BDP’ye, o olmazsa diye de HDP sıranın sonuna konmuştur, fetiş bir yaklaşımla inanmaya ve güvenmeye yönlendirmektedir!

Kürt halkı da, kurtuluş özlemi çeken diğer bütün halklar gibi, örgütüne güvenmek istiyor ve daha önce ağasını, beyini, şeyhini “önder” gören Kürt halkı, sonunda örgütüne güvenmeyi öğrenmiş ve sahip çıkmıştı; ama geçen zaman bunu tersine çevirmiş ki, Kürt halkının önüne sürekli yeni örgüt ve yapılar ve en başta da önderlik örgütü çıkarılmaktadır; hatta bir devlet yapılanması bile bir örgüt misli sunulmaktadır!

İşte bütün bunlar ve ek olarak tartışmaktan kaçmaları, eleştiriye tahammül edememeleri, ayrı ayrı ve hepsi birden bir güçsüzlüğün yansımalarıdır; belki bizler bunu geç görebildik ve hâlâ göremeyen ama daha çok görmek istemeyen pek fazladır, ama bunu, bu hareketi milim milim takip eden ve çaresizliğini çareye çevirmek için bir çıkış kapısı olarak gören emperyalist odaklar, çoktandır görüyorlar ve bundan güven duyuyorlar!

Ancak buna rağmen, adımlarını emin atıyorlarsa, sağlam yere ve sağlam ayaklarla basıyorlarsa, bu toplumsal-sınıfsal hareketlenmenin, ne şekilde uç vereceğini, hangi yönden hamle yapacağını, Kürtlerin bu güçsüzlüğünü güce dönüştürüp dönüştüremeyeceğini ve en önemlisi de Kürt halkının örgütüne olan güvenin devam edip edemeyeceğini kestiremedikleri içindir!


Oysa emperyalistler de güçsüzlüklerinin zirvesindedirler ve güçlerini Kürt kapısında görüyorlar, bu kapıyı sıkı tutuyorlar; çünkü hem Kürtlere ve hem de “Kürt sorunu”na ihtiyaçları var; ama biliyoruz ki bütün bunlar tek bir düz hatta ilerlemiyor; eşitsiz gelişme diye bir şey var ve henüz en tam ifadesiyle çözümlenmiş bir kavram ve olgu olmasa da, önemli ipuçları verdiği kesin!

Bu anlamda, Kürtlerle bir ileri iki geri tangosu oynanırken; Suriye'de tam ileri tangosunun oynandığı ve Irak'da atı alanların Üsküdar’ı geçtiği ama hâlâ yerlerine alışamadıkları anlaşılıyor; İran'da ise daha farklı bir sessiz sıkışma olduğu açıktır; öte yandan dünyanın ezici çoğunluğu hem sosyalizme ve hem de onun biliimsel teorisine açlık-susuzluk yaşadığını, henüz adını koyamasalar da, gösteren işaretler veriyor!

Öyle olmasa, bütün sinsi planlar, sosyalizmi rezil rüsva etme yönünde, o tutmazsa, sermayenin istediği renge büründürme yönünde, örnek olsun dinsel alanla sosyalizm alanını kaynaştırmak yönünde, İslami sosyalizmi, mezhep sosyalizmini, ünlü eski ve yeni " hakiki" sosyalizmi; Avrupa-sosyalizmini her yerde ve her zaman dayatmak yönünde sinsi çabalara girişilmezdi!

Bununla birlikte Amerika’nın yüz binlerce paralı askerinin Arap çöllerine yığılmasına gerek olmazdı; bunlar bedava olmuyor, hepsi parasal bir yük ve hatta eşikte bir ekonomik kriz varsa, bunu tetikleyici veya başka türlü ekonomik politik ve toplumsal krizlere neden olabiliyor!
Buna rağmen bu bölgede aynı politikalar sürdürülüyorsa, ortada duran lokmanın son derece büyük ve vazgeçilemez olduğunu düşünmek zorundayız; öyleyse, Kürt hareketinin tornistan yapmasının ve işi bir “demokratik” komün ile sol renkte gösterme çabasının ve en sonu ulus-devlet’den vazgeçildiğinin ilan edilmesinin, “demokratik” ön ekli modernite- özerklik-komün-sosyalizm kavramları türetilmesinin ve bütün bunları, emperyalizmin ve tekellerin sessizlikle karşılamasının, bir taraftan “metalaşma ve kâra dayalı ekonomiden, kullanım değerine ve paylaşıma dayalı komünal ekonomiye geçişi sağlamak”tan söz edilirken, diğer taraftan yerli ve yabancı sermayeye yatırım yapmak üzere çağrılar yapılmasının kıymet-i harbiyesini burada aramak gerekmektedir.
Bu çabalar, sermayenin hizmetinde olmanın ifadesi olmasa idi, sermaye bu çabaları, hilkat garibesi ve daha çok sermayenin çıkarına olan sosyalizm düşleri olarak görmeyeceği için, önünü açmaz, karakterine ve korkusuna uygun olarak en sert önlemlerle önünü kapatırdı!

Bu kadar yeter ve bunlar, kara çalmak için değil, gerçeklere dikkat çekmek içindir ama daha çok gerçeklere karşı kayıtsız kalanlar ile gerçeklere susuzlukla koşanları ayırmak, tasnif etmek ve tarihe kaydetmek içindir!

Bütün bu girişimlerin temel amacının, sınıftan ve sınıf mücadelesinden dolayısıyla bunun kaçınılmaz olarak varacağı senin de önemsediğin anlaşılan proletarya diktatörlüğü durağından ki, bunun da bir devlet olduğunu ama en başat amacının kendisini ortadan kaldırmak olduğunu biliyoruz, uzaklaştırmak olduğu açıktır!

Bu amaç doğrultusunda ilerleyen “hakiki” sosyalizm düşlerini taşıyan gemidekilerin hepsi tornadan çıkmış misli aynı düşünceyi taşımıyorlar elbette ama temel amaç bilimsel sosyalizmden kaçış olunca, farklılıkların zenginlik sayılması kaçınılmaz olmaktadır.

Kimi "demokratik" komün der; kimi "aşama"lı devrim der; kimi de başka bir şey der ama içinde oldukları geminin yönü neresi ise, yüzleri oraya dönüktür! Çünkü gemi bir yere varmak için değil, bir yerden kaçmak için okyanusun ortasında dolaşıp durmaktadır ve herkesi kendisinin kaçtığı şeyden kaçmaya çağırmaktadır! Sonunda bu çağrıya katılanların, ya gemide hapis kalacaklarının, ya da gemi ile birlikte okyanusta yok olacaklarının anlaşılması pek zor olmasa gerektir!
Peki, kaçış mümkün müdür?
Olmadığını kendi gözlerimizle görüyoruz ve nihai zafere kadar bu kaçış için çırpınışların olacağını da tarih aracıyla anlayabiliyoruz!
Oysa hem emek sürecinin belirleyiciliği; hem sınıf mücadelesinin tarihin ve toplumsal ilerlemenin motoru olduğu ve hem de sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu şeklindeki düşünceler, teorik önermeler olmaktan çıkmış; pratiğin doğrulamasıyla artık geçerli bir pratik haline gelmiştir!
Tarihin lokomotifi sınıf mücadelesi olmaya devam ettiği içindir ki, bu gün hâlâ gelişmiş ya da gelişmemiş bütün ülkelerin odağında sınıf mücadelesini köreltmenin politikaları geliştirilmektedir!

Sadece bu da değil ama buna bağlı olarak emek süreçleri hâlâ belirleyici olduğu içindir ki, bu gün hâlâ Türkiye’de ve dünyada sermayenin bütün kaygıları, kaynağını emek süreçlerinde bulmaktadır!

Sermaye eğer kaygılarını emek süreçlerinde bulmasaydı, onca zamandır yüz binlerce Amerikan askeri Arap çöllerine yığılmazdı!

Ve Marx, sınıflar mücadelesinin eninde sonunda, zorunlu olarak işçi sınıfının iktidarı ile sonuçlanacağını söylerken, yani sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu söylerken, bir teoriyi dillendiriyordu ve son derece haklı olduğu, Sovyet sosyalizmi deneyimi sayesinde pratik olarak doğrulanmıştır; daha net ve daha cesurca ifade edersek, kapitalizmi restore eden reel sosyalizm örneğinin sağladığı büyük derslerle birlikte Marx’ın bu teorisi de pratik olarak doğrulanmıştır.

Özcesi, Marx sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu ileri sürdüğü zaman bunun pratik kanıtları yoktu ve o gün de bugüne kadar da kapitalistler hep bu öcüden korktular ve artık Sovyet sosyalizmi bunu çürütülemez biçimde doğrulamış olduğu için, Sovyet sosyalizminin yıkılmış olduğu bir zamanda sermayenin hâlâ ve artan oranda süren korkusu, sosyalizm düşüncesinin DNA’ları ile oynayarak, ortaya sadece kendisinin çıkarına işleyecek hilkat garibesi “sosyalizm” modelleri geliştirmeye çalışmakta ve geliştirenleri teşvik etmektedir!

Bunu unutanların, buna inanmayanların, buna üzülenlerin, yani dejenere olmuş kapitalist yolcuların, haliyle bin bir bahane ile kapitalizmde kalmanın soldan ve sağdan envai çeşit formülünü üretmeleri şaşırtıcı değildir!

Öyleyse ne sınıftan, ne de sınıf mücadelesinden kaçış mümkün olmayacaktır ve haliyle sosyalizmden de kurtuluş yoktur ki bunun ancak ve ancak, kendisini de, iktidar aracını da ortadan kaldırmaya en yatkın sınıf olan işçi sınıfı tarafından kurulup insanlığın ellerine teslim edene kadar da korunup, geliştirileceğini, kapitalizmi restore eden reel sosyalizm örneğinin sağladığı büyük derslerle birlikte görmüş durumdayız!

İşte bu nedenle proletarya diktatörlüğü ile "demokratik" komün, zaman zaman Öcalan'ın ağzından kaçırdığı veya söylemek zorunda kaldığı "demokratik" sosyalizm, yan yana duramaz! Ne arkadaş olabilir, ne kaynaşabilir, ne de birbiri ile barış içinde yan yana yaşayabilir!

Olsa olsa savaş içinde bir arada yaşayabilir ve eninde sonunda savaşı proletarya diktatörlüğü kazanır!
Proletarya diktatörlüğünün kaçınılmazlığına veya sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğuna ve dahi işçi sınıfının hâlâ devrimci-öncü sınıf olduğuna ve de sınıf mücadelesinin değiştirici dönüştürücü gücüne inanılıyorsa; bunlarla taban tabana zıt ve gerçeklerle ilgisi olmayan zorlama teori ve söylemlere inanmak mümkün değildir; ikisine birden inanmak ise bir hilkat garibesinin doğumuna razı olmak demektir!
Bu hilkat garibesi ile yeni bir dünyanın kurulmasının mümkün olmadığı açıktır; mümkün olsa idi, işte o zaman hepimiz görürdük emperyalizmin ve tekelci düzenlerin koparttığı kıyametleri!
Bitirirken şunu da belirtmeliyim ki bu sınıftan kaçış ameliyesinin, en sonunda vardığı noktada, işçi sınıfının yerini, sınıfsal ilişkilere ya da belirli toplumsal ilişkilere göre değil, daha çok söylem esasına göre kurulmuş “halk ittifakı”, sosyalizmin yerini ise “radikal demokrasi” denilen bir şeyin aldığı apaçık görülmektedir!
Bu ise son tahlilde sınıf mücadelesinin ağırlık merkezine “özerk” ideolojik söylemlerin konması demektir; böylece sınıf mücadelesinin, büyük ölçüde,“özerk” bir fikir jimnastiği biçiminde görünmesi kolaylaştırılmış olmaktadır; böylesi bir mücadelede, her sınıfın özerk entelektüel sözcüleri, sınıflar üstü ideolojik öğeler üzerinde, halat çekme yarışı gibi bir yarışa giriştiklerini ve hangi sınıfın entelektüellerinin, bu öğeleri, kendi çıkarları doğrultusunda en inandırıcı şekilde yeniden tanımlamayı başarırsa, zaferi o sınıfın kazanmış olacağını düşünebiliriz!
Burada bitiriyorum ve böylece oldukça önemli bir açıklığa ulaşmış olduğumuza inanıyorum ki, bu açıklıktan açık yüreklilikle geleceğe bakan ve aklı da yüreği de kendine ait olan, yani bir doğmaya esir düşmemiş olan herkesin, Öcalan’ın her tarafından “demokratik” şurubu damlayan düşlerinin varmaya çalıştığı noktanın da bu düşleri anlatışındaki “özerk” entelektüel söyleminin de aynı olduğunu görebilecektir!
Öte yandan biraz zahmet edip araştıran herkes bulup, görecektir ki, şimdi dağ taş bu “özerk” entelektüel söylemlerle çalkalanmaktadır ve sosyalizmin indirgendiği “ radikal demokrasi”nin erdemleri anlatılmaktadır!
Saygı ve sevgi ile ama daha çok aklına mukayyet olarak kalman dileğiyle

Fikret Uzun
06 Mayıs 2014

Hiç yorum yok: