2 Mayıs 2014 Cuma

KOMÜN DERSLERİ 1



I.
KOMÜN- SİYASAL ZOR MU EKONOMİK KOŞULLAR MI VE EGEMENLİK İLİŞKİLERİNİN DOĞUŞU


Kürt Aktivistlerin, fetişleştirerek tutturdukları “komün” türkülerini duyan da Kürt coğrafyasına sosyalizm yağmış sanacak. Gerçi buna S.S.Önder, bir zamanlar Hakkar Aşireti’nin toprağı olan Hakkari’nin dağlarına, mezralarına, oralarda yaşayan halkların aklına fikrine, kaderine, NUR yağmış da buradan doğan gün, tüm Kürt coğrafyasını aydınlata aydınlata, ferahlata ferahlata, kaderini değiştire değiştire yayılıyor sanacak…

Böylece cümle âlem,“komün”ü sosyalizme yeğleyerek, hem sosyalizmi aşacak ve hem de mutluluktan havalara uçacak.

Bu, sonunda ABD emperyalizminin politikalarına eklemlenmeyi politika sayan Kürt aktivistleri için taktik ve/veya stratejik hamle sayılabilir, bunun kendi çıkarları için doğru bir yol olduğuna inanabilirler; bunu köylü kurnazlığı da sayabilirler, bu onların sorunu ve niyetidir!

Ama bunun doğru bir politika olmadığını; Kürt halkının yükselişini tetikleyen ve hatta sıçratan politikaların tümüyle reddi anlamında olan bu politikaların, bir teslimiyet politikası olduğunu göstermek de benim hakkım ve görevimdir!

Daha açık ifadeyle, gelip gelip, bir karanlığın içine girerek, aydınlığın ışığını taşıyan noktaların bir bir karartıldığının üstünü örtmek için önünde eğildikleri ve Kürt halkını da biat etmeye zorladıkları bu sihirli ve fetiş sözcükle,”komün”le, Kürtlerin ve önderlerinin, bütün Kürt coğrafyalarına sosyalizm yağdığı algısını yaratmak istediklerini göstermek de benim hakkım ve görevimdir.
Diğer yandan, bu sihirli sözcük, “demokratik komün”, her gün aşırı dozda haykırılarak, üzerinden yüksek atlama yapılıp aşılacağı aşılanan sosyalizmin, sihirli sözcük olarak kullanılan bu “demokratik komün”den değil ama Paris Komünü anlamındaki komünden farkı olmadığını, hatta ta kendisi olduğunu da belirtmek benim görevimdir.

Dolayısıyla komün’ün bir devletsiz, bir sınıfsız, bir kendi kendine yönetim olmadığını; tam tersine, devletli olduğu, biri bastırılmış olan birbirine karşıt iki sınıfın olduğu, egemenliğin eski egemen sınıfı bastıran sınıfın elinde olduğu ama mekanizmasında bastırılan sınıftan da bireylerin yer aldığı merkezi bir yönetim olduğu ve bu haliyle en tam demokrasiyi ve kapitalizmden sosyalizme geçiş evresini ifade ettiği açıktır!

Diğer yandan komün, insanoğlunun son türküsü değildir; komün insanoğlunun son türkülerine geçiş köprüsüdür veya kapısıdır; o nedenle bu kapının, bu köprünün, insanoğlunun yepyeni türkülerine bulaşmaması, onların seyrini engellememesi için her tarafından pislik akan, çürümüş, kokuşmuş bir sömürü ve zulüm imparatorluğuna kapatılması gerekirken ve ayakta kalabilmek için her türlü sinsi ve zalimane yöntemlere başvurarak, insanoğlunu topyekün köleleştirmek için ölçüsüz bir ideolojik, psikolojik ve fiziksel saldırı içinde olduğu, tarihte eşine rastlanan örneklerinden kat be kat fazla şiddet ve korku içeren yöntemlerle saldırdığı ve “zor” aygıtını her geçen gün daha da katılaştırarak mekanize ettiği, dünyaya yaydığı bir zamanda, insanoğlunun son türkülerine geçebilmesini güvence altına alacak şekilde, dünya imparatorluğu kurma hayaline kapılmış olduğu apaçık belli olan zalimin ölçüsüz “zor”una karşı durabilecek şekilde bir “zor” mekanizmasına kesinlikle ve zorunlu olarak sahip olması gerekirken, ”komün” sözcüğüne sihirli anlamlar yüklemek zulüm ve sömürü imparatorluğunun elini kuvvetlendirmek demektir!

Yani öyle biraz Bakunin’den, biraz Blanki’den, biraz Lenin’den alıp, Marx’ı ıskartaya çıkarmakla komüne geçmek mümkün olmuyor; dahası komüne geçmek, komünün maddi koşulları oluşmadan komün biriktirmekle de olmuyor demek istiyorum; bu, ancak pusulasını şaşırmış Fizik “profesörleri”nin, fiziği alet ederek, “ol dedi oldu” zırvalarına bilimsel bir ton vermesi mislidir!

Komünistlere gelince,“komün”ü sosyalizmin önüne, hatta kapitalizmin tam orta yerine koyarken, ona bu haliyle sosyalist bir ton vermek için “yolumuz Parisli Komünarların yoludur” yollu haykırarak, biraz Blankici, biraz Bakuninci takılan ama gerçekte reformizmin dümen suyuna girmiş olan ve Blankiciler gibi, Komün’ün her hareketi önünde saygıyla eğilen Kürt aktivistlerinin tersine, Paris Komün’ü ne kadar değerliyse, yanlışlarını ve özel koşullarını incelemeden ona dayanmanın ne kadar uygunsuz olduğunu düşünürler.

Sosyalist devrime gerek duymadan, sosyalizmi aşarak ve bir deccal misli tasvir ettikleri “kapitalist modernite” nin bu günkü çürümüş, kokuşmuş, can çekişen, bozuk yapısı içinde, kitleleri ve hatta yönetici sınıfları bile “demokratize” eden yoğun bir “bilinçlendirme” furyası ile aşiret geleneğine bağlı bir “demokratik komün”e geçilerek, Kürtler yanında Türklerin de, hem “demokratik ulus” olacaklarını ve hem de kurtulmuş olacaklarını gören ve gösteren Kürt aktivistleri, böylece, deccal misli tasvir ettikleri ama “demokratikleştirerek” tımar edeceklerine inandıkları “kapitalist modernite” ye uygun bir sınıra hapsetmeye çalıştıkları sınıf mücadelesinin, zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, dolayısıyla proletarya diktatörlüğü düşüncesini daha 5 Mayıs 1852 tarihinde, yani Paris Komünü’nden yıllar önce, Weydemeyer’e yazdığı mektubunda ortaya koymuş olan ve bu diktatörlüğün kendisinin, sadece ve sadece, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişi oluşturduğunu ortaya koyan Marx’ı aştıklarına inanmaktadırlar ve bunu hepimize inandırmak istemektedirler!

Oysa komün, tamı tamına bir proletarya diktatörlüğüdür ve tamı tamına proletaryanın merkezi devletidir; işte Marx’ta kalarak ama onu burjuvazi için kabul edilir kılarak devrim kapısından dönmenin en temel sapma noktası tam da burada kendini göstermektedir; burası sınıf mücadelesi ile proletarya diktatörlüğü arasına Çin Seddi koyma noktasıdır.

Bu hallere düşen, yani sınıf mücadelesi ile proletarya diktatörlüğü arasında kaçınılmaz bir bağ olduğunu ve bu bağın önemini anlamayan “komünist”lerin sonuca varamamalarından hareketle bu başarısızlığı, Sovyet sosyalizmine ve oradan da Marxizm-Leninizm’e mal etme kurnazlığına sarılmak ise tam bir bulanıklıktır!

Evet, Sovyet sosyalizminde proletarya diktatörlüğünün işletilememiş olması yıkılışın nedenlerinden biridir ama belirleyeni değildir, belirleyeni tümüyle ekonomik alt yapıdan gelmektedir; yani küçük işletmelerin önüne set çekmeyip, serbestçe gelişmesine izin verilmesi ve bunun doğal sonucu olarak, bu gelişerek büyüyen kapitalizmin, pusuda bekleyen ve sosyalizmi hiç benimsememiş ve kapitalizmden ümidini hiç kesmemiş kapitalist yolcular ile buluşması, Sovyet sosyalizmini yıkıma götüren yolu açmıştır; ondan sonrası, Gorbaçov olmasa da başka bir kapitalist yolcu tarafından da kotarılabilirdi ve bu Gorbaçov’un eliyle tamamlanmıştır!

Bunu, proletarya diktatörlüğü de, yani proletaryanın siyasal “zor”u da engelleyemezdi; çünkü bu ekonomik yöndeki gelişmenin boyutlarına, ne denli sert olursa olsun karşı duracak bir siyasal “zor” artık söz konusu olamazdı!

Kim bilir, belki de bunu görüp, büyük bir komünist kıyımını önlemek üzere yeraltına çekilen Komünist partisi, o nedenle ilkeli çizgisini koruyarak bugün Rus federasyonunda azımsanmayacak bir yer tutmaktadır!

Bugün bile, Sovyet sosyalizminin yıkılışından hiçbir ders çıkarmayarak, daha doğrusu Sovyet sosyalizminin yıkılışından daha iyi bir sosyalizm beklerken, kapitalizme razı olduklarından bihaber, “oh olsun” bedduasını okuyarak, kâh Blankicilik elbisesinin, kâh Troçkist elbisesinin içine girip, ya da Proudhonu veya Bakunini tekrarlayarak hala Anti Sovyetizmde ısrar edenlerin ağzında, “komün” sözcüğü komik kaçmakta ve iki yüzlülüklerini ele vermektedir!

Tabii burada bu ardıllık gömleği içindeki anti-sovyetik anti- komünistler, işin kolayını bulmuşlardır; Sovyet sosyalizmine bir bürokratik sınıfın diktatörlüğünü yakıştırarak bütün ekonomik yasaları atlayıp, siyasetin iktisattan önce geldiği fikrinin bulanıklığı içinde, suçluyu icat etmişler, böylece de, ekonomik yapının belirleyiciliğini atlamaları bir yana, proletarya diktatörlüğünün işletilmemesi suçunu da görmezden gelmelerini örtebilmişlerdir!

Kapitalizm koşullarında, kapitalizmin “zor” mekanizmasının faşist baskısı altında “komün” fikri, herhalde kaynağını Dühring’te bulduğumuz, Dühringvari iktisat’a dayanıyor olsa gerek; buna göre, kapitalist üretim biçimi tamamen iyidir ve varlığını sürdürebilir ama kapitalist bölüşüm biçimi beş para etmez ve üretim biçimine dokunmadan ortadan kalkması yeter!

Oysa siyasal zor, bu anlamda proletarya diktatörlüğü, araçtan başka bir şey değildir, oysa ekonomik çıkarın erek olduğu açıktır. Ve erek, bu ereğe ulaşmak için kullanılan araçtan ne denli “daha temel” ise, ilişkinin ekonomik yanı, tarihte, siyasal yanından o denli daha temeldir.

Diğer yandan, insanın köle hizmetine koşulmasını, hatta ücretli emek biçimi altında açıklamak için bile, işin içine ne zoru sokabiliriz, ne de zorun üzerine kurulu mülkiyeti.

Eğer “siyasal durumlar ekonomik durumun belirleyici nedeni” olsaydı, modern burjuvazinin feodalizme karşı savaşım içinde gelişmemiş olması ama feodalizmin dünyaya kendi isteğiyle getirilmiş şımarık çocuğu olması gerekirdi.

Ve eğer burjuvalar, çürümüş, kokuşmuş, can çekişen düzenlerini ölümden kurtarmak için, bin bir çeşit sinsi yöntemle güçlendirdiklerini sandıkları “zor” aygıtlarının ve bununla birlikte ideolojik, politik ve psikolojik baskılarının şiddetini artırıyorlarsa, Engels’in ifadesiyle, böyle yapmakla sadece Dühring'in, ”siyasal koşulların ekonomik durumun belirleyici nedeni olduğu" yolundaki kuruntusunun kurbanları olduklarını tanıtlamış olmaktadırlar.

Oysa şimdinin büyük büyük zenginleri, sahip oldukları hiçbir “zor” mekanizması ile yani “ne siyasal zor”ları ile ne de tankları topları, füzeleri ve zindanları ile ekonomik durum ve onun kaçınılmaz evrimini dönüştürmeye, dünyanın buhar makinesinin ve onun tarafından harekete getirilmiş modern maşinizmin, dünya ticaretinin ve banka ve kredinin bu günkü gelişmesinin ekonomik ereklerinden kurtarmaya yetenekli değildir.

Bununla birlikte, biz biliyoruz ki, zor, tarihte devrimci bir rol de oynamıştır; Marx'ın ifadesine göre, zor, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesidir; toplumsal hareketin, sayesinde donmuş ve ölmüş biçimleri alt ettiği ve parçaladığı alettir.

Asıl sorun, sınıfların ve egemenlik ilişkilerinin doğuşunu açıklamaktır ve görülen o ki, Dühringliğe soyunmuş olduğu anlaşılan Öcalan’ın da bu iş için siyasal zor’dan başka bir sözcüğü olmadığı anlaşılmaktadır; ama bilimin çok sözü vardır ve siyasal zorun bu işe yetmediğini göstermektedir.

Öyleyse Engels’in anlatımı ile hatırlatalım.

Bunlar, yani egemenlik ilişkileri, iki farklı yoldan doğmuşlardır.

İnsanlar, ilk olarak hayvanlar âleminden nasıl çıkarlarsa, - dar anlamda -tarihe öyle girerler: henüz yarı-hayvan, kaba, daha doğa güçleri karşısında güçsüz, henüz kendi öz güçlerinin cahili; sonuç olarak, hayvanlar kadar yoksul ve ancak onlar kadar üretken.

O zaman varoluş koşullarında belli bir eşitlik ve aile başkanları için bile ,toplumsal konumda bir türlü eşitlik, hiç değilse, daha sonraki uygarlaşmış halkların doğal tarımsal topluluklarında da devam eden bir toplumsal sınıflar yokluğu egemen olur.

Bu toplulukların her birinde, baştan beri, korunması topluluğun denetimi altında da olsa, bireylere düşen bazı ortak çıkarlar vardır: anlaşmazlıkların yargılanması; bazı bireylerin yetkilerinin dışına çıkmasının önlenmesi; suların gözetimi; dinsel görevler. Bu tür görevlendirmeler, ilkel topluluklarda her zaman bulunur. Bu bireylerin, belli bir erklik ile donatılmış bulundukları ve devlet erkliğinin öncüllerini temsil ettikleri kolayca anlaşılır.

Yavaş yavaş üretim güçleri artar; daha yoğun bir nüfus, daha büyük topluluklar biçiminde kümelenmesi bir kez daha yeni bir işbölümüne, ortak çıkarları korumak ve karşıt çıkarlara karşı savunmak üzere organlar kurulmasına neden olan çeşitli topluluklar arasında, şurada ortak, burada karşıt çıkarlar yaratır.

Daha o zamandan, tüm grubun ortak çıkarlarının temsilcisi olarak ayrı ayrı her topluluk karşısında, hatta bazen onunla karşıtlık içinde, özel bir duruma sahip bulunan bu organlar, ya her şeyin doğaya göre olup bittiği bir dünyada hemen hemen kendi başına kurulan bir görev kalıtımı, ya da öbür gruplarla çatışmaların artması ölçüsünde bunlardan vaz geçmenin artan olanaksızlığı sonucu, az zamanda daha da büyük bir özerklik kazanırlar.

Toplum karşısında bu özerkliğe geçişle birlikte, toplumsal görev, zamanla toplum üzerinde egemenliğe yükselir ve durumun elverişli olduğu yerde, topluluğun ilkel hizmetkarı yavaş yavaş efendi haline dönüşür ve bu efendi, koşullara göre, Doğu despotu ya da satrapı, Yunanlılardaki hanedan, kelt, klan başkanı vb. görünümünü alır!

Bunların hepsi, ekonomik durumun gelişme düzeyine bağlıdır ve elbette bunda siyasal zorun da etkisi vardır ama burada, önce toplumsal nitelikte iktisadi bir göreve dayanan siyasal zor, ilkel toplulukların dağılmasının toplum üyelerini özel üreticiler durumuna dönüştürdüğü, yani onları ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine daha da yabancı kıldığı ölçüde artarak etki gösterir ve son tahlilde bu etki ekonomik durumun ereklerine bağlı olarak vardır!

İran ya da, Hindistan’da ortaya çıkan, ya da batan despotik iktidarların sayısı ne olursa olsun, bunların her biri, her şeyden önce, o bölgede her türlü ekimin kendisine bağlı bulunduğu vadilerin sulanması işinin genel girişimcisi olduğunu çok iyi biliyordu.

Hindistan'da bunu görmemek,”aydın” İngilizlere nasip oldu; sulama kanallarının ve alavere havuzlarının yıkılmasına seyirci kaldılar ve en sonu, üst üste yinelenen açlıklarla, Hindistan’da egemenliklerine hiç olmazsa öncellerinin egemenliğine eşit bir törellik vermeye yetenekli tek işi savsaklamış bulunduklarını keşfettiler.

Ama bu sınıfların oluşmasının yanı sıra, bir başka sınıfın oluşması daha meydana geliyordu.
Tarımsal aile içindeki doğal işbölümü, belirli bir gönenç düzeyinde, aileye bir ya da birçok yabancı emek-gücü sokulmasına olanak verdi. Bu durum, özellikle, toprağın eski ortaklaşa mülkiyetinin yıkılmış olduğu, ya da en azından eski ortaklaşa ekimin yerini toprak parçalarının aileler tarafından, sırayla bireysel ekimin almış bulunduğu ülkelerde görüldü.

Üretim insan emek - gücünün artık kendi yalın bakımı için zorunlu olandan çoğunu üretebileceği derecede gelişmişti; daha çok emek - gücü, geçindirme aracı, daha çok bu güçleri çalıştırma aracı vardı: emek - gücü bir değer kazandı. Ama ilişkin bulunulan topluluk ve içinde yaşanılan birlik, kullanmaya hazır, artı (fazla) emek-gücü sağlamıyordu. Buna karşılık, bu emek-güçlerini savaş sağlıyordu ve savaş yan yana birçok topluluk gruplarının zamandaş varlığı kadar eski bir şeydi.

O zamana kadar, savaş tutsaklarının ne yapılacağı bilinmiyor, bunun sonucu onlar düpedüz öldürülüyorlardı: daha da eski bir tarihte, onları yiyorlardı. Ama artık erişilmiş bulunan "iktisadi durum" düzeyinde, bu savaş tutsakları bir değer kazanıyorlardı; bunun sonucu yaşamları bağışlandı ve emeklerinden yararlanıldı.

Zor, işte böylece, iktisadi durumun hizmetine koşuldu.

Böylece kölelik bulunmuştu.

Fikret Uzun
29 Nisan 2014

Hiç yorum yok: