8 Mayıs 2014 Perşembe

eski yeni hakiki sosyalizm 2



II MANİFESTONUN AYNASINDAN ÖCALAN’IN “DEMOKRATİK KOMÜN” DÜŞÜNE DAMLAYAN GERİCİ DÜŞ DAMLALARI
Bu konuların, bugün, yani Manifestonun yazımından 167 yıl, Paris Komün’ünden 143 yıl Ekim Devrimi ile kurulan proletaryanın iktidarından 97 yıl ve yetmiş yıl yaşayan Sovyet sosyalizminin yıkılışından 25 yıl sonra yeniden gündeme gelmesi ve harmanlaştırılmış bir şekilde, şimdiye kadarki bütün toplumların tarihinin, sınıf savaşımları tarihi olduğu; yani özgür insan ile kölenin, patrisyen ile plebin, bey ile serfin, lonca ustası ile kalfanın, tek sözcükle, ezen ile ezilenin birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmiş oldukları, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüş oldukları gerçeğinin inkârı bir yana, üzeri de örtülerek, manifestonun 167 yıl önceki deyişiyle yarı yakınma, yarı hiciv; yarı geçmişin yankısı; yarı geleceğin tehdidi; bazen acı, nükteli ve keskin eleştirisiyle burjuvaziyi tam yüreğinden vurarak; ama modern tarihin gidişini kavramakta tam bir beceriksizlik gösterdiğinden, etkisi bakımından hep gülünç duruma düşerek ortaya çıkan “gerici sosyalizm” düşlerinin yeniden kafamıza kakılması tarihin yeni bir cilvesi olmalıdır.
Bunu, ağırlıklı olarak ve aniden Etienne Cabet'in 1842 yılında kaleme aldığı ütopik romanından düşünsel ve yazınsal tarihe düşerek ütopik kalmaya en baştan mahkûm olan bir “İkaryen Komün”ü misli ortaya çıkıveren ve Öcalan eli mahsulü olarak görülen “Demokratik Ulus”, “demokratik Modernite”, ” Demokratik Komün” ve “demokratik özerklik” icat ya da keşiflerine borçluyuz!
İşte bu gerici sosyalizm düşlerinden birisi olan feodal sosyalizm düşünden ve diğer düşlerden Öcalan’ın düşlerine düşenlerin, “demokratik” ön ekleri ile piyasaya sürülerek yaşatılmak istenmesi, bu günkü emperyalist kapitalizmin, korkmuyormuş gibi yapsa da, üzerinde dolaşan hayalete hâlâ duyduğu korkusundan kurtarılmasına yönelik olması açısından son derece vahim bir acıklı güldürüdür!
Ol tarihte ve Manifesto’ya kaydedildiği biçimiyle, tarihsel konumları yüzünden, modern burjuva toplumuna karşı kitapçıklar yazmak, Fransız ve İngiliz aristokrasisinin mesleği haline gelmişti; Haziran 1830 Fransız devriminde ve İngiliz reform hareketinde, nefret ettikleri sonradan görmeler karşısında bir kez daha yenik düşmüşlerdi ve o günden sonra, ciddi bir siyasal savaşım, tamamıyla, söz konusu olmaktan çıkmış, geriye yalnızca yazınsal bir savaş olanağı kalmıştı.
Ama yazın alanında bile restorasyon döneminin eski çığlıklarını atmak artık olanaksızdı. Böylece aristokrasi, öcünü, yeni efendisine hicivler düzerek ve kulağına da yaklaşmakta olan felâket konusunda uğursuz kehanetler fısıldayarak almıştı.
Feodal sosyalizm ortaya işte böyle çıkmıştı; yarı yakınma, yarı hiciv; yarı geçmişin yankısı; yarı geleceğin tehdidi; bazen acı, nükteli ve keskin eleştirisiyle burjuvaziyi tam yüreğinden vurarak; ama modern tarihin gidişini kavramakta tam bir beceriksizlik gösterdiğinden etkisi bakımından hep gülünç düşerek…
Halkı kendi ardına toplayabilmek için, aristokrasi, bayrak niyetine, önde proleter sadaka torbasını dalgalandırmıştı; ama halk, onun peşine her takılışında kıçındaki eski feodal hanedan armasını görüp, yüksek perdeden aşağılayıcı kahkahalarla onu terk etmişti.
Fransız Meşruiyetçilerin (Lejimistler-1792'de devrilen Bourbon'ların yandaşları, büyük toprak soyluluğu ile yüksek din adamları katmanının çıkarlarını temsil edenler); ve "Genç İngiltere"nin bir kesimi bu sahneleri pek güzel oynadılar. Kendi sömürü biçimlerinin burjuvazininkinden farklı olduğuna işaret ederken, feodaller, çok farklı ve artık eskimiş durum ve koşullar altında sömürüde bulunduklarını unutmuşlardı; kendi iktidarları sırasında modern proletaryanın hiçbir zaman var olmadığını gösterirken, modern burjuvazinin kendi toplum biçimlerinin zorunlu ürünü olduğunu unutuyorlar.
Kaldı ki, eleştirilerinin gerici niteliğini o denli az gizliyorlardı ki, burjuvaziye karşı yönelttikleri başlıca suçlama, burjuva rejim altında eski toplum düzenini yerle bir edecek bir sınıfın gelişmekte olduğundan ibaret kalıyordu.
Burjuvaziyi, bir proletarya yaratmaktan çok, devrimci bir proletarya yaratmakla suçluyorlar, dolayısıyla, siyasal uygulamada, işçi sınıfına karşı alınan bütün zor önlemlerine katılıyorlardı ve günlük yaşamda da, bütün tumturaklı sözlerine karşın, sanayi ağacından düşen altın elmaları toplamak ve doğruluğu, sevgiyi ve onuru, yün, şeker pancarı ve içki ticareti ile trampa etmek için her şeye boyun eğiyorlardı.
Papaz nasıl hep toprak beyi ile el ele olmuşsa, kilise sosyalizmi de siz bunu İslami sosyalizm olarak da kabul edebilirsiniz, feodal sosyalizm ile hep el ele olmuştu.
Hıristiyan zahitliğine (kulluğuna) sosyalist bir renk vermekten daha kolay şey yoktu ki S.S. Önder’in Nurculukla sosyalizme nur akıtmaya ve devrimcisizleştirilen Kürt halkının, ”inanıyorum öyleyse doğru söylüyor” doğmasının yönetim ilkesi olmasına yönelik olarak İslam zahitliğine sosyalist bir ton vermeye çalışması oldukça öğretici olmalıdır!
Hıristiyan sosyalizmi, rahibin aristokratın kin dolu kıskançlığını takdis ettiği kutsal sudan başka bir şey değildi.
İşte 150 yıldan daha fazla bir zaman önceki “Sosyalist ve Komünist Yazın” ile düşlerde yaşatılan ve şimdi de Öcalan’ın güvercinin suçsuzluğu ile yılanın kurnazlığını birleştirerek icat ettiği “demokratik” ü-topyalarının içine damlaya damlaya biriktiği de anlaşılan feodal sosyalizmin içeriği budur.
Peki ya küçük burjuva sosyalizmi?
Bu düşüncenin de feodal sosyalizm düşünden geri kalan ya da daha doğru ifadesiyle ileri götüren bir yanı yoktu.
Yine Manifesto’ya kaydedildiği üzere, ol zaman, feodal aristokrasi, burjuvazi tarafından yıkılan, modern burjuva toplumu ortamında varlık koşulları sınırlanan ve yok edilen tek sınıf değildi.
Ortaçağ kentlileri ve küçük mülk sahibi köylüler, modern burjuvazinin habercileriydiler.
Sınaî ve ticari bakımdan çok az gelişmiş ülkelerde, bu iki sınıf, doğmakta olan burjuvaziyle yan yana bitkisel yaşamlarını hâlâ sürdürüyorlardı.
Modern uygarlığın tam olarak gelişmiş olduğu ülkelerde, proletarya ile burjuvazi arasında durmadan yalpalayan ve burjuva toplumunun tamamlayıcı bir parçası olarak kendisini durmadan yenileyen yeni bir küçük-burjuva sınıfı oluşmuştur.
Ne var ki, bu sınıfın tek tek üyeleri, rekabet yüzünden, durmadan proletaryanın arasına fırlatılıp atılıyorlar ve modern sanayi geliştikçe, bunlar, modern toplumun bağımsız bir kesimi olarak tamamıyla yok olacakları ve manüfaktürdeki, tarımdaki ve ticaretteki yerlerinin denetçiler, kâhyalar ve tezgâhtarlar tarafından alınacağı anın yaklaşmakta olduğunu da görüyorlardı.

Nüfusun yarısından çok daha fazlasını köylülerin oluşturduğu Fransa gibi ülkelerde, burjuvaziye karşı proletaryanın yanında yer alan yazarların, burjuva rejimini eleştirirken, köylünün ve küçük-burjuvanın ölçütlerini kullanmaları ve işçi sınıfını bu ara sınıfların bakış açısından savunmaları doğaldı.

İşte küçük-burjuva sosyalizmi de böyle doğmuştu.

Yalnızca Fransa'da değil, İngiltere’de de bu okulun başı olan Sismondi’nin, modern üretim koşulları içerisindeki çelişkileri derin bir kavrayışla en küçük ayrıntılarına dek tahlil etmesine, iktisatçıların ikiyüzlü mazeretlerini apaçık ortaya sermesine, makinelerin ve işbölümünün, sermayenin ve toprağın birkaç elde yoğunlaşmasının, aşırı üretimin ve bunalımların yıkıcı etkilerini yadsınamaz biçimde tanıtlamasına; küçük-burjuvanın ve köylünün kaçınılmaz yıkılışına, proletaryanın yoksulluğuna, üretimdeki anarşiye, servet dağılımındaki aşikâr eşitsizliklere, uluslar arasındaki sınaî yok etme savaşına, eski ahlâki bağların, eski aile ilişkilerinin, eski milliyetlerin çözülüşüne işaret etmiş olmasına karşın, sosyalizmin bu biçimi, kesin amaçları bakımından, ya eski üretim ve değişim araçlarını ve bunlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmeyi ya da modern üretim ve değişim araçlarını, bu araçlar tarafından parçalanmış bulunan ve parçalanmaları kaçınılmaz olan eski mülkiyet ilişkileri çerçevesi içerisinde tutmayı arzuluyordu.
Yani her iki durumda da, hem gerici ve hem de ütopyacı idi.
Sonunda sosyalizmin bu biçimi, inatçı tarihsel olgular kendi kendini aldatmanın tüm uyuşturucu etkilerini dağıttığında, pek kötü bir melankoli nöbeti içerisinde son bulmuştu.
Eminim, küçük-burjuva sosyalizminden de, Öcalan’ın “demokratik” u-topyalarına, damla damla da olsa, bir şeyler aktığı görülüyordur.
Ve sırada Alman Sosyalizmi ya da Hakiki Sosyalizm var; hani şu yeniden canlandırılan ve Öcalan’ın düşlerine de fazlasıyla damlayan “yeni” “hakiki” sosyalist düşlerin öncülleri!
İktidardaki burjuvazinin baskısı altında ortaya çıkmış bulunan ve bu iktidara karşı savaşımın yazınsal ifadesi olan Fransa'daki sosyalist ve komünist yazın, Almanya'ya, bu ülkedeki burjuvazinin feodal mutlakıyete karşı savaşımına henüz başlamış olduğu bir sırada girmişti; Alman filozofları, sözde-filozoflar ve beaux esprits (nüktedanlar veya güzel söz düşkünleri), bu yazına dört elle sarıldılar; ne var ki, bu yazıların Fransa'dan Almanya'ya göçmeleri sırasında, Fransa'daki toplumsal koşulların da bunlarla birlikte göçmediğini unuttular.
Bu Fransız yazını, Almanya'nın toplumsal koşullarıyla temasa geldiğinde bütün o anki pratik önemini yitirdi ve salt yazınsal bir yön aldı.
Böylece, 18. yüzyıl Alman filozofları için, birinci Fransız Devriminin istemleri, genel olarak Kant’ın "Pratik Us"unun istemlerinin ötesinde bir şey değillerdi ve devrimci Fransız burjuvazisinin iradesinin dile getirilişi, onların gözüne, Saf İrade'nin, olması gereken İrade'nin, hakiki İnsan İradesi'nin yasaları olarak gözüktü.
Alman literati'sinin işi, yeni Fransız düşüncelerini kendi eski felsefi bilinçlerine uyumlu hale getirmekten ya da daha doğrusu, Fransız düşüncelerini, kendi felsefi bakış açılarını terk etmeksizin kendilerine mal etmekten ibaretti. Bu mal ediş, bir yabancı dil nasıl edinilirse öyle olmuştu, yani çeviri ile.
Eski puta tapıcılığın klâsik yapıtlarının yazılı olduğu elyazmalarının üzerine, keşişlerin nasıl katolik azizlerin aptalca yaşamlarını yazdıkları bilinir; işte Alman literati'si de, laik Fransız yazınına bunun tersini yapmıştı.
Bunlar, Fransızca asıllarının altına kendi felsefi saçmalıklarını yazmışlardı. Örneğin paranın iktisadi işlevleri konusundaki Fransız eleştirisinin altına, "İnsanlığın Yabancılaşması"nı yazdılar, ve burjuva devleti konusundaki Fransız eleştirisinin altına da, "Genel Kategorisinin Tahtından İndirilişi"ni yazdılar, vb. Fransız tarihsel eleştirilerinin altına bu felsefi sözleri koymayı, "Eylem Felsefesi", "Hakiki Sosyalizm", "Alman Sosyalizminin Bilimi", "Sosyalizmin Felsefi Temeli", vb., olarak kutsadılar.
Şimdi Öcalan’ın “kapitalist modernite”nin altına “demokratik modernite” yi “sosyalizm”in altına da “demokratik sosyalizm”i veya “Paris Komünü” nün altına ”demokratik komün”ü yazması ve bunları kutsamayanların yaftalara boğulması nasıl da benzerlik taşımaktadır!
Fransız sosyalist ve komünist yazını, böylece, tamamıyla iğdiş edilmişti ve şimdi bu iş Öcalan ve tilmizleri tarafından ve üstelik “ya barbarlık ya sosyalizm” nidaları eşliğinde bir güzel kotarılmaktadır!
Hani, “dili olsa da konuşsa” deriz ya, aslında tam da bu misli konuşmaya hazır olan Manifesto, 167 yıl öncesinin esintileri ile ne de güzel dillendiriyor, bu gün aniden keşfedilen çok uzun bir zaman öncenin gerici ve tarihin gerisinde kalmış düşlerine aşkla bağlı olanların ü-topyalarını!
Ve Alman'ın ellerinde bu, nasıl ki bir sınıfın bir başka sınıfla savaşımını ifade etmekten çıktıysa, bu gün de Öcalan’ın ve tilmizlerinin ellerinde sınıf savaşımının ruhuna fatiha duaları ile dolaşmaları, nasıl da acıklı bir komediye dönüşmektedir!
Öcalan’ın oradan buradan esinlenerek icad ettiği “yeni”nin de "yenisi" “hakiki sosyalizm”inin, Kürt halkının hakiki gereksinmelerini değil, kendi düşlerindeki “Hakikat”in gereksinmelerini; Kürt işçi ve emekçilerinin sınıfsal çıkarlarını değil, insan doğası'nın, hiçbir sınıfa ait olmayan, hiçbir gerçekliği ve bu anlamda “hakikat payı” bulunmayan, yalnızca felsefi fantezinin puslu dünyasında varolan genel olarak insanın çıkarlarını temsil ettiğini görmek, ne kadar yürek burkutan bir acıklı güldürü olarak karşımıza dikilmiştir!
Beceriksizce hazırlanmış okul ödevini böyle gösterişle ciddiye alan ve kötü malını böylesine şarlatanca göklere çıkartan bu Alman sosyalizmi, bu arada, bilgiççe masumiyetini yavaş yavaş yitirmişti.
Alman'ın özellikle de Prusya burjuvazisinin, feodal aristokrasiye ve mutlak monarşiye karşı verdiği savaş, bir başka deyişle liberal hareket, daha ciddileşmişti.
Böylece, siyasal hareketin karşısına sosyalist istemlerle çıkması, liberalizme karşı, temsili hükümete karşı, burjuva rekabetine karşı, burjuva basın özgürlüğüne, burjuva hukukuna, burjuva özgürlüğüne ve eşitliğine karşı geleneksel bedduaları savurması ve yığınlara bu burjuva hareketiyle kazanacak hiçbir şeyleri olmayıp her şeylerini yitireceklerini vaaz etmesi için, "Hakiki" sosyalizme çoktandır beklediği fırsat verilmişti.
Peki, Öcalan’ın “modernite”ye dair ne varsa hepsine karşı bütün beddualarını, modernitenin “demokratik” olması aşkına sıralayıp savunması, hiçbir gerçekliği ve “hakikat payı” bulunmayan “yeni”nin de "yenisi" ve elbette tekelci düzenlerin gözdesi “hakiki sosyalizm”e alan açmak için değilse ne içindir?
Alman sosyalizmi, budalaca yankısı olduğu Fransız eleştirisinin, tekabül ettiği iktisadi yaşam koşullarıyla birlikte, modern burjuva toplumun varlığını ve buna uyarlanmış bir siyasal yapıyı, gerçekleştirilmeleri Almanya'da henüz süren savaşımın esas hedefi olan şeyleri öngördüğünü, tam da gerekli olduğu anda unutuvermişti.
Alman sosyalizmi, papazlardan, profesörlerden, taşra soylularından ve bürokratlardan oluşan yandaşları ile birlikte mutlakiyetçi hükümetler için, kendilerini tehdit eden burjuvaziye karşı sevinçle karşılanan bir korkuluk hizmeti görmüştü.
Alman sosyalizmi, bu aynı hükümetlerin Alman işçi sınıfı ayaklanmalarına tam da o sırada yutturdukları kamçı ve kurşun haplarının ardından verilen ağız tatlandırıcı bir şey oldu.
Bu "Hakiki" sosyalizm, hükümetlerin elinde böylece, Alman burjuvazisine karşı bir silah haline gelmekle birlikte, aynı zamanda doğrudan doğruya gerici bir çıkarı, Alman dar kafalılarının çıkarını da temsil ediyordu.
Almanya'da, 16. yüzyılın bir kalıntısı olan ve o zamandan beri çeşitli biçimler altında tekrar tekrar ortaya çıkıp duran küçük-burjuva sınıfı, mevcut durumun gerçek toplumsal temeliydi; bu sınıfın korunması, Almanya'daki mevcut durumun korunması demekti.
Burjuvazinin sınaî ve siyasal egemenliği, bir yandan sermaye yoğunlaşması sonucu, öte yandan da devrimci bir proletaryanın doğuşu sonucu, onu kesin bir yıkım ile tehdit ediyordu.
"Hakiki" sosyalizm, bu iki kuşu bir taşla vurabilirmiş gibi göründü. Bir salgın gibi yayıldı.
Ve şimdi Öcalan ve tilmizlerinin, kim bilir hangi diyarların, hangi tarihin gerisinde kalmış düşlerin fısıldamasını kurtarıcı olarak görüp, bilimsel sosyalizme giden yolların genişletilmesi için, tüm kötü huylarının ve ününün varlığı yadsınmamış olmasına, hatta önemle vurgulanmış olmasına karşın, ahırından bile yararlanmak gerektiğine, sosyalist iktidarın üzerinden yükselebileceği en everişli alan olarak vurgu yapılarak ifade edilmiş olan demokratik cumhuriyet ile birlikte, devrimci proletaryanın misyonuna ve elbette iktidarına cenk açmaları ve yerine “yeni”nin de yenisi bir uyduruk “hakiki sosyalizm”i belagat çiçekleriyle süsleyerek önümüze koymaları, yemezsek kafamıza kakmaları, bize “Manifesto’nun dili olsa da konuşsa” dedirtiyor ve işte şimdi bu nedenle açıyoruz, hem de “Manifesto günceldir” diye ortalıkta gezip, sayfalarında ne taşıdığından bile bihaber dolaşanları utandırırcasına, manifestonun sayfalarını!
Çünkü Manifesto, zamanının “hakiki sosyalizm”inin bir taşla iki kuşu nasıl vurduğunu anlattığı gibi, belagat çiçekleriyle süslenmiş, gönül bulandırıcı duygusallıkla sırsıklam, spekülatif örümcek ağlarından dokunmuş kisvenin, Alman sosyalistlerinin bir deri bir kemik kalmış zavallı "ölümsüz hakikatler"ini sarıp sarmaladıkları görülmemiş bolluktaki bu kisvenin, böyle bir halk arasında kendi mallarının sürümünü artırmaya yaramış olduğunu anlaşılır biçimde anlatıyordu.
Manifesto’nun anlattıklarına göre, Alman sosyalizmi de, kendi görevinin küçük-burjuva darkafalının abartmalı temsilcisi olmak olduğunu gittikçe daha çok kabullenmiş ve Alman ulusunu örnek ulus ve küçük Alman darkafalısını da örnek insan ilân etmiş ve böylece de bu örnek, insanın bütün alçakça bayağılıklarına, gerçek niteliğinin tam tersine, gizli, yüce sosyalist bir anlam vermişti ve hatta işi komünizmin "vahşice yıkıcı" eğilimine doğrudan karşı çıkmaya ve bütün sınıf savaşımlarını tepeden ve tarafsız bir küçümsemeyle karşıladığını ilân etmeye dek vardırmıştı.
Pek az istisna dışında, Almanya'da 1847 yılında piyasaya sürülen bütün sözde sosyalist ve komünist yayınlar, bu bayağı ve sinir bozucu yazın alanına girmişlerdi.
İşte Manifesto’nun 167 yıl önce ortaya çıkarak, ol zaman nesnel yaşamın üzerindeki ve bu nesnellikten hangi yöne ilerlediği görülen gerçekliklerin hakikat payını sayfalarına döktüğü gibi, biz de bu gün nesnel yaşamının üzerindeki rotası değişmeyen gerçekleri, akıl taşıyanların gözlerinin önüne sererek, bu gerçeklere hücum eden bütün etmenlerin ve bu arada öne çıkan Öcalan’ın ve tilmizlerinin zorlama olduğu belli olan, belki de ısmarlama desek daha doğru olan düşlerinin nasıl da gerici ve tarihin gerisinde olduğunu, Manifesto’yu dillendirerek göstermeye çalışıyoruz; başarılı olup olmadığımızı elbette ki tarihin mantığı ve pratiğin doğrulayıcılığı ile sınamak mümkün olacaktır!
Manifestonun aynasına çarparak damlayan düşler ile Öcalan’ın “hakikat”inden damlayan düşlerin ne denli benzeştiği açıklıkla görülmektedir.
Yukarıda da Manifesto’yu dillendirerek hatırlattığım gibi, tam da hiçbir gerçekliği ve “hakikat payı” bulunmayan, yalnızca felsefi fantezilerin puslu dünyasından süzülen düş damlaları olduğu görülmektedir.
Böylece de, Öcalan’ın, Kürtleri örnek ulus ve Kürt insanını örnek insan yaptığı, ”hakiki” ve bir o kadar da “demokratik sosyalizm”ine, 167 yıl önceki “Hakiki sosyalizm”den de damlalar damladığını görmemiz için bu hatırlatma da eminim yerinde olmuştur.
Ama elbette şimdilik ancak akıl taşıyanlar, daha doğrusu aklına sahip çıkanlar görebilmektedir!
Sosyalizm dışı düşüncelere çoktan yelken açmış ya da zaten ezelden beri aynı yelkenin içinde olanların görmesini zaten beklemiyoruz!
Dahası, Öcalan ve tilmizlerinin, hem en “hakiki sosyalizm” bizimki diyerek, kökleri tarihin gerisinin de gerisinde olan ve hâlâ gerici renk taşıyan düşlerinden damlayanları akıllarına daha kolay akıtabilmek için, bir halkın, bu anlamda insanın hem kahraman hem hain olduğu gerçeğinden uzaklaşarak, bu gerçek niteliğinin tam tersine, Kürt halkına ve insanına hiçbir gerçekliği olmayan bir “hakikat payı” anlamında “yüce sosyalist” bir anlam verip, asıl verilmesi gereken devrimciliği ise kilit altına koymaları ve hatta işi Sovyet sosyalizmi nezdindeki işçi sınıfının iktidarının "vahşice yıkıcı" eğilimine doğrudan karşı çıkmaya ve bütün sınıf savaşımlarını tepeden ve tarafsız bir küçümsemeyle karşıladıklarını ilân etmeye dek vardırmalarının, Manifesto’nun aynasına tutarak sayfalarına damlattığı düşlerden farklı olmadığı görülmektedir!
Ve eminin okuyucu tarafından, Öcalan’ın, her tarafından “demokratik” şurubu damlayan “komün”ün de, 167 yıl önce yıkılmanın eşiğinde olan mutlakiyetçi hükümetler için, kendilerini tehdit eden burjuvaziye karşı sevinçle karşılanan bir korkuluk hizmeti görmüş olan “hakiki sosyalizm” misli, bir taraftan ABD emperyalizminin milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmine ABD emperyalizminin sevinçle karşıladığı bir sol ton verirken; diğer taraftan Türkiye’nin akıllı- uslu durmayan Kürt-Türk işçi ve emekçilerine, gençlerine, kadınlarına devrimcilerine ve devrimci-demokratlarına 12 Eylül rejiminin yutturduğu kamçı ve biber gazı haplarının ardından verilen bir ağız tatlandırıcı olarak tarihsel bir işlev görmekte olduğu bu vesile ile görülebilecektir!
Öyleyse tekrarlamak gerekir ki okuyucunun gözünden kaçmaması garantilenmiş olsun, Öcalan’ın yüce düşüncesinden damlayan küçük, muttarid, muhteriz damlalarla birikmiş “demokratik komün” ütopyası da, tıpkı “hakiki sosyalizm” misli, Kürt halkının hakiki gereksinmelerini değil, Öcalan’ın, yüce düşüncesinden damlayarak biriken “hakikat”inin gereksinmelerini; Kürt işçilerinin, emekçilerin çıkarlarını değil, insan doğası'nın, hiçbir sınıfa ait olmayan, hiçbir gerçekliği bulunmayan, yalnızca felsefi fantezinin puslu dünyasında var olan genel olarak insanın ve daha çok da egemenlerin üyesi olan insanın çıkarlarını temsil etmektedir.
Ne var ki, 1848 devrim fırtınası, bu kılıksız eğilimi silip süpürmüş ve kahramanlarının da sosyalizm ile daha fazla uğraşma heveslerini kırdığı gibi şimdinin kahramanlarının da heveslerini kıracak mevsim rüzgârları, çoktan esmeye ve şiddetlenme eğiliminin işaretlerini vermeye başlamıştır!
Sosyalizm ile sosyalizm adına uğraşan sosyalizm kaçkınlarının, eninde sonunda dillerinin tutulup, heveslerinin paramparça olduğunu, tarih bize göstermiştir; ancak bunlardan yeterince ders alınmadığı için, her zaman yeni heveslilerin türediğini ve bu döngünün nihai zafere kadar tekerrür etmesine şaşırmadığımızı bu vesile ile bir kez daha hatırlatmış oluyoruz!
Fikret Uzun 5 Mayıs 2014

Hiç yorum yok: