3 Mayıs 2014 Cumartesi

komün dersleri 2



II.
KÖLELİK-ÖCALAN VE HELEN UYGARLIĞI VE MODERNİTE VE ZORUN İKTİSADİ EVRİM KARŞISINDA OYNADIĞI ROLE DEVAM

Kölelik kısa zamanda, gelişmesi eski topluluğu aşan bütün halklarda egemen üretim biçimi ama aynı zamanda, bu halkların başlıca çöküş nedenlerinden de biri durumuna geldi. Tarım ile sanayi arasında oldukça geniş ölçüdeki bir işbölümünü ve sonradan, eski dünyanın doruğunu Helenizm’i, olanaklı kılan tek şey kölelik oldu.

Kölelik olmasaydı, Yunan Devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı. Helenizm ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modern Avrupa da olmazdı. Bizim tüm iktisadi, sosyal ve entelektüel evrimimizin, köleliğin genel olarak kabul edilmiş bulunduğu ölçüde zorunlu da olduğu bir durumu ön koşul olarak koştuğunu, hiç bir zaman unutmamalıyız.

Bu anlamda şöyle diyebiliriz: eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı.

Kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı, mesela Öcalan’ın yaptığı gibi, ücretli köleliğin ifadesi olan “kapitalist modernite” ye karşı, genel formüllerle savaşa girişmek ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak, pek para etmez.

Ne yazık ki, böyle yapmakla herkesin bildiği bir şeyden, yani bu eski kurumların artık bizim bu günkü koşullarımıza ve bu koşulların bizde belirlediği duygulara uygun düşmediğinden başka hiç bir şey anlatılmaz.

Ama bu da bize, bu kurumların doğuş biçimi, varlık nedenleri ve tarihte oynadıkları rol üzerine hiçbir şey öğretmez.

Ve eğer bu sorun üzerine eğilirsek, bazı aklı evveller köleliğe methiye düzdüğümü bile düşünüp, bütün lanetleri üzerime yağdırabilirler ama ne kadar çelişik ve ne kadar aykırı görünürse görünsün, o zamanki koşullar içinde, köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorunda kalacağımız açıktır.

İnsanlığın hayvandan başladığı ve barbarlıktan kurtulmak için, barbar, hemen hemen hayvansal araçlara gereksinme duyduğu saptanmış bir gerçektir.

Eski topluluklar (comunite), varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Hindistan'dan Rusya'ya kadar, binlerce yıldan beri, en kaba devlet biçiminin, Doğu despotluğunun temellerini oluştururlar.

Ancak bu toplulukların dağıldığı yerlerdedir ki halklar, kendilerini geçmişlerdir ve ilk iktisadi ilerlemeleri de, üretimin köle çalışması aracıyla artması ve gelişmesi olmuştur.

Sonuç açıktır: insan çalışması henüz zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artı sağlayacak kadar üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın kol emeği sağlayan yığınlar ile kendini, çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıdaki ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü temeline dayanacak, güçlendirilmiş bir iş bölümü sayesinde olanaklıydı.

Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de köleliğin ta kendisi idi.

Eski dünyanın, özellikle de Yunan dünyasının önertileri nedeniyle, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu bir toplumun ileriye doğru gidişi, ancak kölelik biçimi altında gerçekleşebilirdi.

Hatta köleler için bile, bu bir ilerleme oldu; köleler yığınının içinden çıktığı savaş tutsakları, hiç değilse şimdi yaşamlarını kurtarıyorlardı, oysa eskiden onları öldürüyorlar ve daha eskiden kebap yapıyorlardı.

Bu güne kadar, sömüren ve sömürülen, egemen ve ezilen sınıflar arasındaki bütün tarihsel çelişkiler, açıklanmalarını, insan emeğinin bu nispeten az gelişmiş üretkenliğinde bulurlar.

Fiilen çalışan nüfus, gerekli-emeği ile kendisine, artık toplumun ortak işlerine (emeğin yükseltilmesi, devlet işleri, hukuksal sorunlar, sanat, bilim vb.) bakmak için zaman kalmayacak kadar çok uğraşmak zorunda kaldığı sürece, her zaman bu işlere bakabilecek, fiili çalışmadan kurtulmuş özel bir sınıf gerekti; ama bu durum, o sınıfı kendi yararına, emekçi yığınlara gitgide daha ağır bir çalışma yükü yüklemekten de alıkoymadı.

Sadece üretici güçlerin büyük sanayi tarafından ulaşılan son derece büyük artışı, emeğin toplumun istisnasız bütün üyeleri üzerinde dağıtılmasını ve böylece herkesin çalışma zamanının, herkese toplumun genel işlerine (pratik olduğu kadar teorik tüm işlere) katılmak için yeteri kadar zaman kalacak biçimde sınırlandırılmasını sağlar.

Demek ki, her türlü egemen ve sömürücü sınıf, ancak şimdi gereksiz, hatta toplumsal gelişme için engel durumuna gelmiştir ve "dolaysız zor" kullanmakta ne kadar usta olursa olsun ancak şimdi acımasızca ortadan kaldırılacaktır.

Buna göre, eğer Bay Dühring (ve ardılları) Helenizm’e kölelik üzerine kurulu olduğu için burun kıvırırsa, Yunanlıları, buhar makineleri ve elektrikli telgrafları olmamakla eleştirmek kadar haklı olurlar.

Hayret ki, “kapitalist modernite”ye lanetler yağdıran Öcalan, Yunanlı Yargıçlara gönderdiği mektubunda, Helen uygarlığının, kendini Avrupa uygarlığının beşiği olarak değerlendirmesinde gerçek payı olduğunu kabul etmektedir; hatta Helen uygarlığının bir gerçek olduğunu ve ne küçümsenmesi, ne inkâr edilmesi ne de abartılması gerektiğini söylemektedir.

Eğer, bizim modern ücretlilik kulluğumuzun, köleliğin biraz değişmiş ve yumuşamış bir kalıntısından başka şey olmadığı ve kendi başına (Yani modern toplumun iktisadi yasaları tarafından) açıklanmadığı ileri sürülürse, bu, ya ücretliliğin kölelik olarak kulluk ve sınıf egemenliği biçimlerinden biri olduğu anlamına gelir ki, bunu bilmeyecek çocuk yoktur,ya da yanlıştır.

Çünkü biz, ücretliliğin ilkel biçimi olan yamyamlığın, şimdi her yerde saptanan yumuşamış bir biçimi olarak açıklandığını söylemekle de bir o kadar doğru söylemiş oluruz.

Öyleyse zorun tarihte iktisadi evrim karşısında oynadığı rol açıktır; ilkin, her siyasal zor, önce toplumsal nitelikte iktisadi bir göreve dayanır ve ilkel toplulukların dağılmasının toplum üyelerini özel üreticiler durumuna dönüştürdüğü ölçüde yani, onları ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine daha da yabancı kıldığı ölçüde artar.

Burada, yeri geldiği için, bir parantez açarak Öcalan’ın Helenizm’e dair yazdığı mektuba değinmek istiyorum.

Öcalan’ın, muhtemelen Yunanlı yargıçları etkilemek için gönderdiği ve bu günün insanının okumaya alışık olmadığı denli “uzun” olan mektubunda, Helen uygarlığı üzerine uzun uzun çözümlemeler ve hatırlatmalar yaptığının altını çizmek ve kimi ifadelerinden örnekler vermek istiyorum; eminim oldukça açıklayıcı olacaktır ve konumuzla da ilgilidir!

Öcalan’ın, bu mektubunda Helen uygarlığını yüksek tuttuğu belli oluyor. Şöyle diyor:

“Helen uygarlığı, özünde Ortadoğu kaynaklı, hem neolitik köy tarım devriminin hem de kent devriminin Avrupa kıtasına taşınmasında aracı bir halka rolündedir. M.Ö 7000'lerde Anadolu üzerinde neolitik çağla tanışır.

Henüz Helenler olarak şekillenmeden önce, genelde olduğu gibi, bir Akdeniz neolitik süreci bu yarımadada da yaşanır. M.Ö 2000'lerde ise meşhur Troya örneğinde gördüğümüz gibi, kent uygarlığı da buraya taşınmaya başlar. Troya, aslında Sümer kaynaklı Mezopotamya uygarlığının Hurriler ve Hititler kanalıyla Avrupa kıtasına taşınmasının boğazdaki kapısı durumundadır.

Büyük önemini bu özelliğinden almaktadır. New York ABD için nasıl bir rol oynamışsa, Floransa Avrupa Rönesans'ı için neyi ifade ediyorsa, M.Ö 2000'lerden itibaren Troya da Yunan yarımadası ve giderek tüm Avrupa kıtası için o rolü oynamaktadır. Binlerce yıllık uygarlık değerlerini Batı'ya taşımaktadır. Bir nevi ışık saçmakta, zenginliği temsil etmektedir.”

Bu kadar değil, Öcalan, Helen uygarlığına dair anlatımlarında, “M.Ö 2000'lerde, harekete geçen 'Kuzey kavimler göçü’nden söz etmekte ve bu göçlerin, üst barbarlık aşamasındaki kavim, kabile saldırıları olduğunu ve sonuçta kent uygarlığı içinde eriyerek Çin, Hint, İran, Hitit ve en batıdaki uç olarak Helen uygarlıkları biçiminde yeni bir tarihsel sürece katkıda bulunduklarını; bir nevi taze 'barbarizm' kanıyla eski kent uygarlığının dev bir sentezi olarak, yazılı tarihe geçişin en temel adımlarından biri olduğunu” da İfade etmektedir.

Öcalan, yüksek tuttuğu Helen uygarlığının önünün kesilmesine de değiniyor ve bunu anlatırken, “Med işbirlikçiliği”ni öne çıkarmayı ihmal etmiyor ki, Pers İmparatorluğu kurulana dek, bütün İranlılar “Med” olarak adlandırılmıştır.

Şöyle diyor; ” Helenleri Doğu'da durduran güçler, öncelikle Asurlular, Urartu, Med ve Pers İmparatorluklarıdır; Asıl durdurma rolünü ise Med hükümdarı Keyaksar oynamış, M.Ö 585'te yapılan savaşla Kızılırmak kıyılarında bir sınır hat oluşturmuştur. Heredot Tarihi'nde en çok Medlerden bahsedilir. Persler silik kalır.

Nasıl günümüzün bir ABD işbirlikçiliği varsa, o dönemde de Helenlerde Med’cilik, Med işbirlikçiliği, en gözde bir kavramdır. Med işbirlikçiliğine özenmek bir modadır. Temel politika Med işbirlikçileri ve karşıtları biçiminde bir ayrım göstermektedir. Med sonrası Pers imparatorluk aşamasında bu ayrım daha da gelişir ve tüm yaşamı etkisi altına alır.”

PKK’nin yurt dışından yayın yaptığı TV sinin adı da MED TV idi ki bu ironik bir durum arz etmektedir! Kürtlerin televizyonunun adı, MED adı, İranidir ve tarihte, Öcalan’ın anlatımı ile bu günkü Amerikan işbirlikçiliği ile özdeş tutulmakta olan bir imparatorluğun adıdır!

Daha önce hatırlatmış olmalıyım ama gözden kaçıranlar için bir daha hatırlatayım ki, tarihte ilk Kürt devleti, Mehabad da Farsça idi ve Mehabad Kürt Cumhuriyetinin kuruluşunu ilan ederken, Kadı Muhammed’in sırtında Sovyet üniforması bulunuyordu!

Öcalan şöyle devam ediyor:

“Helenler, tarihte çok övülen klasik Atina hamlesinde gelişme kaydederler. Atina merkezli sentezleşme, gerçekten bir orijin olmayı başarır. Sadece 'karma bir yargılanma yeri' değil, yaratıcı bir sentez oluşturma merkezidir. Filozoflarıyla, sanat ve siyaset adamlarıyla çığır açan bir uygarlık söz konusudur. Altın çağını M.Ö 600-300 arasında yaşayan bu uygarlık, günümüz uygarlığının temel bir bileşenidir.”

Öcalan’ın, Helenleri anlatırken yansıtmaya çalıştığı tarih bilincine ve bilgisine hayran olmamak elde değil; Yunanlı yargıçlar da eminim hayran kalmışlardır ama ne yapsın zavallılar, onların da Yunanistan’ın Kapitalist Modernite”sinin çarklarının kıskası altında ellerinden bir şey gelmemiştir.

Evet, Öcalan’ın hayranlık uyandıran tarih “bilinci” ve bilgisi, iş kapitalist Modernite” ye gelince tıkanmış görülüyor; bu noktada tarihi durdurduğu ve gelişmeyi Helen uygarlığına ve devamındaki Roma ve Bizans medeniyetlerine gömdüğü ve bütün günahları “kapitalist modernite”nin siyasal zoruna, dolayısıyla devletin varlığına yüklediği, bu anlamda Dünhring’leşiverdiği görülüyor ki bu durumda, bunun, Öcalan’ın varmak istediği yer ile bağlı olduğunu düşünmek durumundayız!

Öcalan, Helenizm’i anlatmaya şöyle devam ediyor ki, burası daha da ilgi çekicidir, biraz uzun ama Öcalanist’lerin, önderlerinin bu uzun ifadelerini okurken sıkılmayacaklarını umuyorum!

“Anadolu'da uygarlık ağırlıklı olarak Bergama Krallığı altında yaşamını sürdürür. Selefkoslar ağırlıklarını Mezopotamya'da merkezileştiren daha da geniş ve derinlikli bir İskender sonrası dönemi de oluştururlar. Tarihte Helenizm'in bu dönemi, M.Ö 30'dan M.S. 250'lere kadar, özellikle kültürel alan başta olmak üzere, Doğu-Batı sentezinin en görkemli çağıdır. Köleci uygarlığın en son yaratıcı gücüdür. Köleci Roma da özünde bu ruhu ve anlam gücünü temsil eder. Latinlerin bu döneme katkısı şekli olmaktan öteye gitmez. Büyük Roma ve Bizans İmparatorluklarının (yaklaşık M.Ö 500-M.S. l450) Helenizm tarihindeki yerleri bir katkıdan ziyade, bu Doğu-Batı sentezini büyük bir iştahla yemedir.

Doğunun zenginlik alanlarında, sınırsız istilalarla insanlık üzerinde en büyük baskı ve sömürü mekanizmalarını geliştirme, bu dönemin çarpıcı özelliğidir. Hıristiyanlık ve Müslümanlık biçimindeki çıkışlar, özünde Doğu uygarlığının ideolojik, politik ve askeri olarak Batı’ya kayan Roma ve Bizans üstünlüğüne karşı bir başkaldırı, kurtuluş ve barış hareketidir.

Helen uygarlığının doğuş merkezi, Atina Sitesidir. Atina bir kent olmanın ötesinde, bir devlet biçimi ve kültürel yaşam tarzıdır. İçte Isparta, dışta Persepolis merkezli devlete karşı kendine özgü bir biçimde mücadele etmiştir. Köleci sınıfın en gelişkin demokrasi silahını kullanmıştır. Sonuçta bu silah, tüm Helen kentlerine karşı olduğu kadar, Doğu kentlerine karşı da üstünlük elde etmiş, köleci uygarlığın en olgun ve yaratıcı biçimlerinden birisi olmasını sağlamıştır. İnsanlık zihniyetinde, binlerce yıl egemen olan mitolojik ve dinsel düşünce tarzından, felsefi düşünce tarzına geçilmesine belirleyici bir katkıda bulunmuştur.”

Evet, Helen uygarlığını yüksek tutan Öcalan’ın, Köleci uygarlığı da ve bu arada Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın, Batı’ya kayan Roma ve Bizans üstünlüğüne karşı başkaldırılarını da yüksek tuttuğu görülmektedir!

Peki, biz ne diyoruz ki bizden çok önce Marxizm’in kurucuları da söylemiştir ve bize oradan gelmiştir demek istiyorum; eski kölelik olmasaydı modern sosyalizm olmazdı.

Öyleyse, yukarda da ifade ettiğim gibi, kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı, mesela Öcalan’ın yaptığı gibi, ücretli köleliğin ifadesi olan “kapitalist modernite” ye karşı genel formüllerle savaşa girişmek ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak, pek para etmez.

Son olarak, Öcalan’ın şu ilginç çözümlemesini de aktararak, parantezi kapatmak istiyorum:

“Atina demokrasisinin bir yüzü Sokrates, Platon, Aristo ve Perikles iken, diğer yüzü sayısız demagog ve sinsi yalancılardan ibaret oluyor. Helen kültüründeki bu çelişkili karakterin bütün Batı kültürünün temelinde de yattığı belirtilebilir. Doğru söylemek Doğu kültürünün temel bir özelliği iken, yalan ve demagoji Batı kültüründe bunun zıddı olarak yansıma bulmaktadır (sanırım, yalan ve demagojinin Batı kültürünün temel özelliği olduğunu söylemek istiyor F.U.) Diyalektik gelişmenin diğer bir cilvesi! Doğru, kendi zıddını (yani yalan’ı) yaratarak gelişir. Bu gerçeğin de derininde yatan, Helen kültürünün dayandığı zengin kültür mirasıdır.”

Evet, Öcalan Doğu kültürünün “doğrucu”, Batı kültürünün ise “yalancı ve demogog” olduğunu vurgularken, diyalektiğe de gönderme yapmış ama diyalektiğinin Hegel’i aştığını bile söylemek mümkün değildir ki bu da Marx’ı aşmaktan söz eden birinin ağzında diyalektikten söz etmenin komik kaçtığını gösteriyor; Öcalan’ın Marx’ı aşıp vardığı yerde Hegel’in diyalektiği var. Dolayısıyla da, tümüyle ekonomik etmenin belirleyiciliğine bağlı olarak tarih sahnesine çıkan ama Öcalan’a göre bir “siyasal zor un ürünü” olan kapitalist moderniteyi, siyasal zorun egemenliğine sokarak, “demokratik modernite” haline getirebileceği hayalini kurması kaçınılmaz oluyor.

Yani “kapitalist modernite” ile “demokratik modernite”nin özünün bir ve aynı olduğunu göz ardı etmesi bir yana, ekonomik yapının gelişmesine tabi olarak tarih sahnesine çıkan modernitenin zaten çıktığı anda ve sadece o zaman demokratik olduğunu ama yine ekonomik yapının gelişmesi sonucu bu demokratikliğinden iz kalmadığını, yani modernitenin de, tıpkı Helen uygarlığı gibi, iktisadi evrimin, istisnasız ve acımasız kendi yolunu açmasının bir sonucu olduğunu yadsıyor!

Oysa kapitalist modernite tarihte bir andır ve o an itibarı ile tıpkı Helen Uygarlığı gibi, bir gelişmeyi, bir ilerlemeyi ifade etmektedir. Sonrası, gördüğümüz gibi, çürüme ve kokuşma ve de buradan akan pisliğin bütün toplumları sarmasıdır!

Ama Helen uygarlığında iyilikler dünyasının bütün renklerini gören Öcalan, bunu göremiyor, görmek istemiyor! Bu çürümüşlükten, bu kokuşmuşluktan akan pisliklerden bağımsız, bu çürümüşlüğün tam ortasında, Kürt halkını “demokratize” ederek, “kapitalist modernite”yi de, küresel kapitalizmi de ehlileştireceğini hayal ediyor ki ham hayal olduğunu kendisinin de bildiğini düşünmek eğilimindeyim, çünkü çürüyen, can çekişen kapitalizmin bir yüzü nasyonalizm olan gericiliğinin ve milliyetçiliğinin, diğer yüzü ile yani kozmopolitizm ile korelâsyon kurmayı politika saydığı için, bile bile bu ham hayalin peşinden sürükleniyor!

Bu da Öcalan’ı, sosyalizmin ataları olan Ütopyacıların da gerisine düşürüyor ki, kapitalist moderniteyi, dolayısıyla devlet’i ve haliyle ulus-devleti, önce bunlara boğazına kadar batmış ve artık çürümenin, kokuşmanın, can çekişmenin son evrelerinde yaşayan bir erk ile müzakereler yoluyla ve bir anlamda Öcalan’ın bütün dünyanın gelmiş geçmiş bütün günahlarını yüklediği bir “kapitalist modernite” içinde, yasalar çerçevesinde gerçekleştirilen “reformlar” sonucu verilen bir “özerklik” ile “demokratik” modernite yapmaktan ve bunu önce Kürtlere, sonra bölgeye, en sonu bütün dünyaya yaymaktan ve böylece dünyayı Kürtlerin ve tabii Öcalan’ın kurtarmasından söz etmekten kendini alamıyor!

Böylece parantezi kapatıyorum ve kaldığım yerden devam ediyorum ve kapatmadan önce son bir noktayı daha vurgulamak istiyorum.

Öcalan, aynı mektubunda,“ Tüm halklar, daha uygarlığın şafak vaktinde, yükselen efendi despot sınıfın bu yalanlı, demagojili, işkenceli ve katliamlı toplum yönetimini ve sömürü tarzlarını iliklerine kadar yaşamış olarak günümüze gelebilmişlerdir.” derken, Hindistan'dan Rusya'ya kadar, binlerce yıldan beri en kaba devlet biçimi olan Doğu despotluğunun temellerini, varlıklarını sürdürdükleri her yerde, eski toplulukların (comunite), yani ilkel komünlerin oluşturduğundan bihaber görünmektedir.

Kaldığım yer, zorun tarihte iktisadi evrim karşısında oynadığı rol idi ve birincisi, her siyasal zorun, önce toplumsal nitelikte iktisadi bir göreve dayandığını ve ilkel toplulukların dağılmasının, toplum üyelerini özel üreticiler durumuna dönüştürdüğü ölçüde, yani onları ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine daha da yabancı kıldığı ölçüde arttığını hatırlatmıştım. İkinci olarak, toplumdan bağımsız kılındıktan, hizmetkâr durumundan efendi durumuna geldikten sonra, siyasal zor, iki yönde etkili olabilir.
Ya normal iktisadi evrim yönünde; bu durumda, ikisi arasında bir çatışma yoktur, iktisadi evrim hızlanır. Ya da, zor, iktisadi evrime karşı çıkar ve bu durumda, bir kaç istisna dışında, iktisadi evrim karşısında her zaman yenik düşer.

Bu bir kaç istisna, barbar fatihlerin, örnek olsun, Hıristiyanların Mağriplilerin yüksek derecede gelişmiş tarım ve bahçıvanlıklarının dayandığı sulama yapıtlarının büyük kısmını yakıp, yıktıkları gibi, bir ülke halkının kökünü kazıdıkları ya da kovdukları ve ne yapacaklarını bilemedikleri üretici güçleri kırıp geçirdikleri, ya da berbat ettikleri yalıtık fetih olaylarıdır.

Daha kaba bir halk tarafından her fetih, açıkça iktisadi gelişmeyi sarsar ve birçok üretici gücü ortadan kaldırır. Ama sürekli fetih olaylarının büyük çoğunluğunda daha kaba olan fatih, fetihten çıktığı biçimiyle, daha yüksek "iktisadi durum"a ayak uymaya zorlanır ki Helen uygarlığını anlatırken, Öcalan’ın da bu durumu atlamadığı görülmektedir, fatih, fethedilen halk tarafından özümlenir ve çoğu kez onun dilini bile benimsemek zorunda kalır.

Daha kaba bir halk tarafından her fetih, açıkça iktisadi gelişmeyi sarsar ve birçok üretici gücü ortadan kaldırır. Ama sürekli fetih olaylarının büyük çoğunluğunda daha kaba olan fatih, fetihten çıktığı biçimiyle, daha yüksek "iktisadi durum"a ayak uymaya zorlanır ki Helen uygarlığını anlatırken, Öcalan’ın da bu durumu atlamadığı görülmektedir, fatih, fethedilen halk tarafından özümlenir ve çoğu kez onun dilini bile benimsemek zorunda kalır.

İktisadi evrim, istisnasız ve acımasız kendi yolunu açar, bunun en çarpıcı örneği:

Büyük Fransız Devrimi'dir ve arkasından Ekim Devrim’i geliyor!

Eğer bay Dühring'in öğretisine (ve ardıllarının inatçı savunularına) göre, belirli bir ülkenin iktisadi durumu ve onunla birlikte iktisadi düzeni sadece siyasal zora bağlı olsaydı,1848'den sonra, Friedrich Wilhelm IV'ün, "görkemli bir ordu" ya sahip olmasına karşın, ülkesinde ortaçağ loncalarını ve öbür romantik düşkünlüklerini, o sıralarda gelişmekte bulunan demiryolları, buhar makineleri ve büyük sanayi üzerine aşılamayı neden başaramadığı; ya da, daha da güçlü olan Rusya imparatorunun, Batı Avrupa "iktisadi durum"undan durmadan ödünç almaksızın, sadece borçlarını ödemekte değil ama kendi "zor"unu ayakta tutmakta bile neden yeteneksiz kaldığı hiç ama hiç anlaşılamazdı.

Fikret Uzun
29-Nisan-2014

Hiç yorum yok: