13 Mayıs 2014 Salı

POPÜLİZM İLE HALKÇILIK AYNI ŞEY DEĞİL DEMEMİŞ MİYDİK 3 (son)



“Proletarya partisi dine özel bir anlam yüklemez yani ne onunla savaşır ne onunla uzlaşır
onu ortaya çıkaran asıl güçler ile savaşır.
Bu Marks'ta da Lenin'de de böyledir.
Gerçek Bolşevikler de buna göre tutum alır.
Biz ancak yığınların inancı üzerindeki baskıları kaldırmak için mücadele ederiz. Dini inancından kaynaklı ezilenlere özgürlük deriz.
Ama bu dini alıp bayraklaştıralım ya da ondan yararlanalım anlamında olamaz. Buna oportünizm denir. Devrimcilik değil.
Ortadoğu toplumu Müslümandır. O zaman biz de Müslümanlara göre bir program ile kitlelerin karşısına çıkalım demek din ve mezhep baskısı altında olanların hakkını çiğnemektir.”
Ekim_Arat'ı kutluyorum ve teşekkür ediyorum; çok net ve sade ve de en az cümle ile açıklamış ve pek doğrudur!
İşte bu! dedim ve durdum!

Dün okumuştum ve yerinde idi, Ekim_Arat, Lenin'den uzunca bir alıntı aktarmıştı; aklımdan geçmişti, Ekim boş birisi değil, Lenin’i anında bulup çıkarıp buraya aktarıyorsa, buraya aktardıklarının büyük bir bölümü aklında olmalıydı; bekliyordum ve işte Ekim_Arat aklındakileri özetlemiş ve çok güzel özetlemiş; ama ne benim o uzun uzun yazdıklarımı ne de Ekim_Arat'ın aktardığı bu rafine bilgileri kimsenin iplediği yoktur; sanki kompozisyon ya da güzel konuşma sanatı üzerine bir yarışmadayız ve Sosyalist Forum, Forum değil, "podyum"; yazıların geçit yaptığını görüyoruz ve izleyenler podyumun etrafına dizilmiş, kendi aralarında içkilerini veya çaylarını yudumlarken konuşuyor amma ve lakin podyumda salına salına geçen mektupları bütün endamıyla göremiyorlar, duyamıyorlar!

Bazılarına ise daha podyumun kapısında belirdiği anda sırtlarını dönüp, neredeyse gözlerini yumarak, ellerindeki içkiyi ya da çayı, kahveyi her neyse, fondip yapıyorlar ve dişlerini sıkarak, gene mi o! diye kızgın kızgın mırıldanıyorlar.

Bazılarına ise, işte idolüm, işte podyumların en kral mektubu, ne dese altına imza atarım yollu kadeh kaldırıyorlar ve kim bilir belki de gözlerinden iki damla sevinç ve heyecan gözyaşı da yanaklarına doğru süzülüyor olabilir!

Oysa mesele bu mu, meselenin özü bu mu, bu ise, sağ olsun, Turgut_Fatsa arkadaştan aldım, aklıma getirdi demek istiyorum, ortalığı, sözü podyuma getirdiğimize göre, podyuma, belagat çiçekleri ile donatılmış eciş-bücüş mektupların salınmasına da şaşırmamak ve hatta en çok bunlara kadeh kaldırılmasına hayret etmemek gerekir!

Malzeme bu demek istiyorum; inanıyorum öyleyse doğru söylüyor doğmasına teslim olmanın yansımasıdır!

Bu,“inandıklarım,’taş olsa inan’ dedilerse inanırım” anlamımdadır ve bunu açıkça söyleyenler de olmuştur; önder taşı gösterse ona oy veririm diyenler olmuştu ki, bu Menderes'e kadar uzanan bir hikâyedir ve elbette Hitleri de unutmuyoruz; ortaya ceketlerini koyanlara oy verilen bir dünyada yaşıyoruz; bu, cellât getirseler koysalar ona da oy veririm demektir; öyleyse, konumuz burada laf yarıştırmak olunca, elbette önümüze salata koysalar beğenirim ve ne güzel anlatıyor diye önünde eğilirim yaklaşımına dikkatle eğilmek gerekmektedir!

Peki, neden böyle?

Bu uzun hikâye ve zaman zaman anlatıyorum ama kıssadan hisseler bir biri ile yarıştığından içinden kimse kendisine uygun hisse bulamıyor; ama şudur; diğer bütün etmenler ki, emperyalizmin beyin yıkama yöntemlerinden, medyanın günde 24 saat beyinleri iğfal etme ameliyelerine kadar ve dahi, hep vurguladığım gibi sol içinde cirit atıp, sol gevezeliklerini belagat çiçekleri ile donatmadıkları zamanlarda Marx ve Engels’i, yetmezse Lenin’i, modası geçmiş sayıp, ne kadar dejenere olmuş Marxizm kaçkını varsa onları ve dillerini ve öğretilmiş düşüncelerini model yapmaya çalışan tekellerin ideolojik tetikçilerine kadar hepsi bir yana, dini bir yönetim aracı ki çok ucuzdur, olarak en başa koymak; ayrıntısı da var, fabrikadan sınıfı kovup, Öcalan'ın şimdi bunu da yüksek tuttuğunu anladığımız ümmeti koymak ve haliyle "inanıyorum öyleyse doğrudur" doğmasını beyinlere kolaylıkla kakmak içindir ki böyle olunca bilim-milim, bilimsel düşünce, teorik bakış, yedi kat yerin dibindedir ama podyum, hiçbir zaman laf salatalarından, uyduruk ve biraz da belagat şekeri ile tadlandırılan saman tadındaki çorbaların resmigeçit yapmasından kurtulamaz!

Böyle olunca da, herkes sınıftan ve sınıf mücadelesinden hiç çekinmeden söz eder amma ve lakin ortada sınıfın da sınıf mücadelesinin de olmadığını düşünerek, ne yüce bir söylemle kendilerini onurlandırdıklarını düşünerek yastığa koydukları başlarının üzerindeki o iki cin gibi gözlerini huzurla kapatırlar!

Oysa akıl taşıyanlar için bu kadar tantanaya hiç gerek yoktur ve ben "geldiler geldiler..." derken, hadi kadeh kaldıranları anladık, ya diğerleri, o kadeh kaldıranlardan önemli oranda ayrı düşenler, "...bir karanlığın içine girdiler" diye tamamlaması gerekirken, neden bu gerçeğe gözlerini, kulaklarını kapatırlar?

Hadi bunu geçtik, peki ya yüreklerini, onu nasıl kapatabiliyorlar! Öyleyse yüreksiz olduklarını da mı düşünmeliyiz?

Burada söz konusu olan, ağa olmuş, şeyh olmuş, işbirlikçi burjuva olmuş, maraba olmuş, işçi olmuş, işsiz olmuş, aydın olmuş, devrimci olmuş, devrimci-demokrat olmuş, karşı-devrimci olmuş, ilerici olmuş, gerici olmuş, Amerikancı olmuş, bu toprakları ve halklarını seven olmuş, UKKTH'ndan ve bunun içeriğinden uzaklaşan olmuş, buna sıkı sıkıya sarılan olmuş vb... fark görmeksizin, sırf Kürt olduğu için hepsini birden ve aynı çorba kâsesine koyarak yürekten içimize sindirmek midir?

Bunu yapamadığımız için mi, içimize sindiremediğimiz için mi kızıyoruz?

Bunun için mi Kürt halkını bir karanlığın içine sürüklediklerini görmüyoruz?

Filmin sonunu, ilerici Kürtler ve ilerici Türklerin birliği ile gerici Kürt ve gerici Türk ittifakının mücadelesinin -ama öyle böyle değil, örnek olsun, sözlerinin şiddetindeki titreşim bile podyumlarda belagat çiçekleri ile bezenmiş yalanlara kadeh kaldıranların kadehlerini tuzla buz edecektir-  belirleyeceğini söyledik diye mi bütün bu tantana?

Bunun için mi eller çabuk tutuluyor ve gerici Türk-Kürt ittifakına hortumla su basıp söndürüleceğine, kova kova ateş taşıyıp canlandırılıyor, kor haline döndürülmeye çalışılıyor?
Buna dikkat çekmek mi ulusalcılıktır, Kürt düşmanlığıdır, devrim kaçkınlığıdır yoksa buna gözlerini kapamak mı asıl Kürt düşmanlığı ve hatta ilkel milliyetçiliğin esiri olmak ve dahi devrim düşmanı olmaktır; hangisi ey yürek taşıyanlar, aklınız ve yüreğiniz hangisini sindiriyor?

Din mi?

Arat arkadaşımız özetlemiş, hassas bir olgudur, bir mayın tarlasında yürür gibi hassaslık ister'

Şükran duygularımı yansıtmak niyetine, ben de ekliyorum ki aklın yolu birdir ve aynı yere aynı yerden bakan ama aklındakilerle bakan herkesin aklıdır söz konusu olan, aşırı hesaplaşma, din alanında örgütlenen tarikatların ve tarikatçıların alan bulmasına ve genişletmesine yarar ve öyle olduğunu görüyoruz!

Alanları hiç bu kadar genişlememişti!

Aşırı uzlaşma ise, akıl alanının daralmasına ve dolayısıyla tarikat ve tarikatçıların örgütlenmesinin önünü açmaya yarar, yaramıştır!

Sovyet sosyalizminde de bu yanlış net olarak kendini göstermiştir ve yanlıştan dönmek fayda etmemiştir; bu gün Sovyet bloğundan saçılan parçaların, hem gerici ve hem de milliyetçi bir sıçrama ile emperyalizme köle işbirlikçiler haline geldiklerini hepimiz görüyoruz!

Bir şey daha var; Fransız devriminin öncesi ve sonrası ile birlikte burjuvazinin, kendi sınıf görüşüne uygun, kendi öz ideolojisine sahip olacak kadar kuvvetlendiği bir zamanda, dinle ancak kendisi için bir engel olduğu ölçüde ilgilenerek kendi büyük, kesin devrimini yaptığını ama eskinin yerine yeni bir din koymaktan kaçındığını ve bununla birlikte, ne zaman ki, diğer sınıflar üzerindeki, özellikle de proletaryanın üzerindeki egemenliğini pekiştirdi, o andan itibaren, din ve tanrı fikrinden, burjuva düzenin korunmasının ideolojik kuvveti olarak, Marks'ın deyimiyle, halkın afyonu olarak yararlandığını hatırlatmak istiyorum!

Buradan hareket ederek akıl yürütmek o kadar zor mu?

Yani, ne aydın din adamı, ne de açık görüşlü İslamiyetin mümkün olabileceğini idrak etmek o kadar zor mu?

Bunun yine yeniden, din alanının genişlemesine yaramaktan başka bir işlevi olmayacağını anlamak zor mu?

Diğer yandan, Türkiye’de kamu işlerine dini, yani İslamı egemen kılmanın tarihi çok önce olmakla beraber, bunun, 12 Eylül faşist darbesi ile hızlandırıldığını ve sonunda en tam ifadesiyle dini egemen kılacak kadroların keşfedildiğini ve Türk Silahlı Kuvvetleri eliyle Türkiye’nin İslamlaştırıldığını görmek de mi zor?

Hadi görülmüyor, ama bas bas bağırılırken, bu gerçekler haykırılırken kulaklar da mı duymuyor?

Ayrıca, dinselleştirmenin Sınıfsal olduğunu da biliyoruz ve önce iç dinamiklerinin harekete geçtiğini kabul etmek durumundayız; bunu görmenin de pek zor olmadığı açıktır!

Öyleyse din’e vurgunun da veya din’i de özgürlükler alanına, mazlumlar kategorisine katarak, dolayısıyla kendi halinde dindar yurttaşlar üzerinden, tarikatlar ve şeyhler eliyle gericiliğin aynasında hırçınlaştırılan dincilerin de mazlum halklar kategorisine sokulmasının da, “resmi politika” dinamizminin içinde olduğunu görmemek pek kolay olmasa gerektir!

Bir öğretici gerçek daha var; herkes sözde sosyalizme- sınıfsız bir dünyaya, dolayısıyla bu dünyanın insanına vurgu ile dolaşıyor ama Türkiye’ye karanlığın, “Komünizmle Mücadele Dernekleri “ içinden geldiğini hiç aklına getirmiyor!

Ve bu karanlığın siyasete atılmış olduğunun; Fethullah Gülen dâhil, bu karanlığın birçok önderinin bu karanlıkla büyümüş ve karanlığı daha artırarak ilerlemiş olduklarını sonunda buraya kadar geldiklerini ve artık pek çok yerde tepemizde olduklarının kimse ayırdında değilmiş gibi görünüyor!

En sonu, apaçık değil mi, eğer kafasında bizim bilmediğimiz ve emperyalizmin diğer hepsini kapatıp, sadece kendi politikası anlamında, kendisinin açık bıraktığı köprüden geçilmesini dayattığı için, bu köprüden geçene kadar, Kürt halkının mutluluğuna yönelik olarak bize söyleyemeyeceği bir köylü kurnazlığı yoksa ki olmadığı çok net görünüyor, Öcalan ya ne dediğini ve ne yaptığını hiç bilmiyor, ya da uzun hapislik yıllarının değiştirici, dönüştürücü gücüne yenik düşmüş ve resmi politikayı, resmi politikadan çok daha fazla yüksek tutuyor ve ısrarcısı oluyor!

Öyleyse, öteden beri, Kürt coğrafyasındaki tarikat dinamiğine ve hatta ortada ne denli büyük paraların döndüğüne ve Hizbullah sorununun Kürtlerin başına sarılmış bir devlet politikası olduğuna dikkat çeken Öcalan’ın bu gerçeğin üzerinden atlayıp, din üzerinden popülizm yaparak Kürtleri devrimcisizleştirme amacından başka bir şeye hizmet etmeyen İslam açılımını devrimci tonda resmetmenin bir anlamı ve gereği var mıdır?

Üstelik Öcalan’ın söylediklerinin sırf Müslüman Kürtleri tavlamak için olduğu ama son derece saçma ve hiçbir maddi karşılığı olmayan, tarih bilincinden ve bilgisinden uzak ifadeler olduğu da görülüyor!
Örnek olsun, şu ifadeye bakıp da bir yaşımıza daha girdik diyen yok mu?
İngiliz İmparatorluğu, ulus- devletçiliği İslam ümmetini parçalamak için icad etmiş ve başat ideolojisi olan milliyetçiliği, çok bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına, beynine ve rahmine yerleştirmiş; sanki Çinlileri afyona alıştırdıkları gibi, İslam ümmetini de ulus-devletçiliğe alıştırmış İngilizler ve alıştırmasalardı kapitalizm olmayacaktı; bu ne demek? Öyleyse Suudi Arabistan’ı ve o tür prenslikleri, ulus-devlet olmadıklarından hareketle ve Amerika’nın gönüllü kölesi olduklarını da görmezden gelerek, otoriterliklerine hatta karanlık birer
diktatörlük olduklarına bakmadan yüksek mi tutmalıyız!

Dahası var, konuşlanması doludizgin süren 12 Eylül rejiminin dine dayalı faşist diktatörlüğünü ne yapacağız?

Böyle ajitasyon mu olur, propaganda mı olur? Hem gerçeklerle taban tabana zıt ve hem de gülünç ifadeler değil mi bunlar?

Akıl taşıyan ve akılla gören arkadaşlar, daha önce de vurgulu biçimde hatırlattım, bir daha vurgulamak istiyorum:

Halkçı olmak, popülizm değildir!
Kürt ulusal hareketi, çıkışında halkçı olduğunu ve popülist olmayan bir konumda olduğunu, ezilen Kürt halkının değerlerinden bir bölümünü yitirmiş olduğu saptaması ile göstermişti.
Bu saptamasına bağlı kalarak, Kürt halkının yitirilen değerlerini yerine koyarak, Kürt halkına yeni bir biçim ve yükseliş vermek, Kürt halkını yeni bir teori ve inanç ile donatmak, kısaca Kürt halkını değiştirerek devrimcileştirmektir “halkçılık”.
Halka yeni bir biçim ve yükseliş vermek, devrimcileştirmeyi anlatıyor. Halkı yeni bir teori, inanç ve kavramlar demetiyle donatmaktan geçiyor. Dolayısıyla devrimcinin işi, halkı değiştirmek ve değiştirirken zenginleştirmektir.
Demek ki, popülizm ile devrimcilik, birbirinin zıddı iki yoldur.
Popülizm, halkın mutlak saf olduğunu kabul ediyor, değiştirmeyi ve zenginleştirmeyi hedeflemiyor.
Devrim yürüyüşünün önündeki en önemli tuzaklardan birisi popülizmdir. Bunun karşıtı ise, halkların bozulabileceğini kabul etmektir; halklar, sadece gerçektirler, hem hain, hem kahramandırlar, hem bozulmuş, hem de yücedirler.
Halkçılık bunu kabul etmeyle başlıyor ve halkı devrimci yönde değiştirme ile devam ediyor ve halkın yükselişi ile birlikte halkçılık da yükseliyor ve kalıbını parçalayarak devrimciliğinin zirvesine çıkıyor!
Bütün bunlar, daha önceki, kendi aklı ve bilinci ile düşündüğü ve konuştuğu zamanlarda Öcalan’ın da inandıkları ve söyledikleridir!
Devrimcisizleştirmenin popülizm içinde olduğunu ve Kürt halkını devrimci düşüncelerle donatmanın halkçılık olduğunu kendisinin de bildiğine emin olduğumuz, en azından anlatımlarında bunun işaretlerini verdiğini bildiğimiz Öcalan’ın mesajı, hem bu popülizmi ve hem de devrimcisizleştirmenin nasıl bir şey olduğunu daha doğrusu vardığı noktayı apaçık gösteriyor;
Öyleyse, Öcalan’ın karanlığı pek sevdiğini, daha doğrusu karanlıktan pek fazla medet beklediğini de düşünmek zorundayız!
Bir kere düşüncelerimize girdi ise gerçekleri söylemek boynumuzun borcudur ve sözümüzün özü işte budur ki bu, devrimcileştirmenin de boynumuzun borcu olduğunun ifadesidir!
Ve demek ki halkçı devrimcilerin görevi, devrimcisizleştirmenin karşısında durmaktır!
Bu anlamda HDP, karanlığın bu tarafa doğru yayılmasının ve hem devrimcileri tavlamanın ve hem de devrimcisizleştirmenin üzerini örtmenin aracı olarak görünmektedir.

Altan Tan ile Ertuğrul Kürkçü arasındaki dinsel söz düellosu ise, bunun tez elden gerçekleşmesinin istendiğinin işaretleridir!

Türkiye’nin devrimcileri için ezilen, sömürülen yoksulluğun pençesinde inletilen ve potansiyel köle ve büyük devletlerin tetikçisi olarak görülen Kürtlerin yanındadır; onların yanında imiş görünüp, düşmanları ile bir olan, birlik olan işbirlikçi Kürtler, ağalar, beyler ve şıhlar sırf Kürt oldukları için devrimcilerin sevmek zorunda oldukları Kürtler değildir; tam tersine, Türkiye’nin devrimcileri ki onları Kürkçülerle kimse karıştırmamalıdır, bu işbirlikçi Kürtleri, Türkiye’nin tekelci kapitalistleri ile büyük büyük zenginleri ile bir ve aynı görmektedirler, ve onlara nasıl bakıyorlarsa bu işbirlikçileri de, Öcalan’ın deyişiyle her türlü kötülüğün içine girebilecek Kürtleri de öyle görmektedirler!
Öcalan, bütün günahları“kapitalist modernite”de ararken, yanı başındaki bu İşbirlikçi Kürtlerin nasıl bir günah çukuruna doğru yol aldıklarını ve bunu Öcalan’ın açılımları ile daha da büyüttüklerini görmüyor mu?
Öcalan, o şimdiden ünlendirdiği “demokratik komün” ünün ekonomik işleyişinin, metalaşma ve kâra dayalı ekonomi ile değil, kullanım değerine ve paylaşıma dayalı, yani artı-değer üretmeyen bir biçimde olacağını söylerken, acep bu işbirlikçi Kürtlerin şimdiye kadar el koydukları artı-değerlerle yaratılan zenginlerini milat sayarak mı onları da “demokratik komün”ünün içinde bağrına basarak, “bunlar da benim Kürdüm” diyerek mi demokratikleştirecektir!
Bu asalaklardan kurtulmadıktan sonra, binlerce kez “kapitalist modernite”ye lanetler yağdırsa ne faydası olabilir ve “komün” nereye ve ne kadar demokratikleştirilerek götürülebilir?
Sonunda, yani "komün" daireyi tamamlar tamamlamaz, gene başa dönüleceğini, Öcalan görmek istemiyorsa da, akıl taşıyan devrimciler neden göremiyor?
Öyleyse mesele “demokratik” İslam Kongresi üzerine lehte ya da aleyhte nutuklar atmak değildir; mesele iş artık buralara dayandığına göre, bu vesile ile artık silkinip kendine gelmektir; yani mesele, bir devrimci hareketin ve hem de içinden, hatta en tepesinden düşmanlarına teslim edilmenin canhıraş çabalarını görmek gerektiğidir!
Gerisi podyumda salınan belagat çiçekleri ile süslenmiş güzel lafların geçididir!
Bir şey daha eklemeliyim ve başka yerde de aktardım, Öcalan ve tilmizleri, eminim kabul etmeyecekler ama dünyanın kalbinin ve hızlı hızlı attığı bu coğrafyada, Türkiye devriminin “öz”ü, tarihsel zorunluluk anlamında, sosyalist olmak durumundadır; ancak özünde halkçı devrim temeli vardır.
Öyleyse, bu topraklarda Türkiye devrimini üstlenen bir örgütlenmenin, gelip gelip bir karanlığın içine giren "PKK" vesayetinde olması sakıncalıdır.
Ayrıca, vesayet yoluyla yapmak başkadır, ortak yapmak bambaşkadır.

Bu kadar ve bitirirken, Ekim_Arat arkadaşa şükranlarımı bir kez daha hatırlatarak, bu ifadelerimin, şükran borcumu ödemenin bir aracı olduğunu belirtmek istiyorum!

Ve bir aforizma gibi sözle bitiriyorum; dine devrimci bakış, din adına mı yoksa devrim adına mı olmalıdır? Diye soruyorum; yani muhteremler hangisini kastediyorlar, karar vermelidirler demek istiyorum!

Açık yüreklilikle karar verdiklerinde Kürt sorununa da neyin, kimin adına yaklaşıldığı önemli oranda netleşmiş olacaktır, ekliyorum!

Sevgi ve saygı ile…

Fikret Uzun
13 Mayıs 2014

Hiç yorum yok: