12 Mayıs 2014 Pazartesi

POPÜLİZM İLE HALKÇILIK AYNI ŞEY DEĞİL DEMEMİŞ MİYDİK 1



POPÜLİZM İLE HALKÇILIK AYNI ŞEY DEĞİL DEMEMİŞ MİYDİK 1

DEVRİMCİSİZLEŞTİRME HAMLELERİ DEVAM MI EDİYOR

İslam’ın ümmet anlayışının öz olarak ulus-devletçilikle bağdaşmadığını belirten Öcalan, kendi buyurduğu “demokratik İslam Kongresi”ni toplayan mümin kardeşlerine gönderdiği mesajına, İngiliz İmparatorluğu’nun, ulus- devletçiliği İslam ümmetini parçalamak için icad etmiş olduğunu ve başat ideolojisi olan milliyetçiliği çok bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına beynine ve rahmine yerleştirmiş olduğunu vurgulayarak başlamış!

İslam’ın hem dili hem de felsefesi sayesinde önemli bir evrensellik kazandığına vurgu yapan Öcalan, genelde tüm canlılara özelde insana özgü topluluklara İslam evrenselliğinin özünde yatan adil ve özgürce yaklaşımları uygulamalıyız, yani, kul hakkı yememeliyiz ve karıncayı ezmemeliyiz diyerek devam etmiş!

Sonra da lafı Hizbullah ve El Kaide’ye getirerek, Bu iki akımın, esasında kapitalist hiçleştirmenin İslam ümmetinin başına bela ettikleri güncel faşizm olduklarını vurguladıktan sonra, otoriter laikçi ve milliyetçi faşizmin dünün ve bugünün halen acımasızca uygulanan devletçi faşizmi iken, sözde daha güncel ve radikal dinciliğin faşizmi de bu adı geçen akım ve partiler eliyle olmakta olduğunu vurgulamış ve bir de vaatte bulunmuş:

Kürdistan'daki özgürlük hareketi asla ne bu otoriter laikçi milliyetçi ne de radikal dinci geçinen iki ana merkezli sapkınlığa düşmeyecek ve fırsat tanımayacaktır.

Bunları ifade ettikten sonra Öcalan,”Ateist, komünist, materyalist gibi kavramların Batı’nın icad ettiği kavramlar “olduğunu ve bu kavramların peşinden gidenlere “kavram kölesi” demenin daha uygun düştüğünü de ekledikten sonra, ”İslam'ın dindarı ve ateisti olmaz” demiş ve “bütün mümin kardeşlerini, paylaşmaya, iradeleşmeye, eyleme çağırarak, toplumsal esinin adil, özgür adı olan Allah'ın birliğine davetle birlikte güven olmalarını dileyerek, kongreyi selamlayıp, mesajını bitirmiş"

Öcalan’ın sarf ettiği bu ifadelerin propagandif ve ajitatif olduğu ortada; Kürt Müslümanlara onların hoşuna gidecek laflar etmesi, politikanın özü gereği, yani güç biriktirmek üzere Müslümanları Hizbullah ve El Kaide’nin etkilerinden yalıtlamak üzere olabilir ama sarf ettiği ifadeler de üslubu da, Kürt coğrafyasındaki, neredeyse tamamı, içlerinde Fetullah Gülen’in tarikatı da olan çeşitli tarikatlar eliyle dinsel bir alana hapsedilmiş, kendi özel işi sayarak değil, başka ifadeyle Allah ile kendi arasındaki bir durum olarak değil, tarikatların yönermeleri ve buyrukları çerçevesinde dinsel vecibelerini yerine getiren, Öcalan’ın kendisi ile birlikte temsil ettiği hareketi de özdeşleştirdiğinin işaretlerini verdiği Müslüman Kürt halkına yöneliktir; dolayısıyla buradan, kolay kolay, Öcalan’a bir güç olarak pek iş çıkmayacağı, çünkü bu kitlenin ağırlıklı olarak tarikatların etkisinde oldukları açıktır!

Öte yandan Öcalan, onca lafı sıralarken, aynı zamanda tarihe de not düştüğünün ayırdında değilse, ya da bunu önemsemiyorsa, tarihe kaydetmek üzere sormak gerekir ki, onca feylesofça ifadesi olan, tarihsel gelişmeye yönelik çeşitli çözümlemeler yapan ve buna önem verdiğinin işaretlerini veren Öcalan’ın, bu mesajı son derece manidardır; buram buram kuyrukçuluk kokmaktadır ki bir yaşıma daha girdim dedirtecek türdendir!

HDP nezdinde sosyalizm niyetine “radikal demokrasi”ye, Kürt Halkının kurtuluşu nezdinde “sosyalizm” den de yüksek tuttuğu “demokratik komün”e, 1 Mayıs geldiğinde, işçi sınıfı ve sosyalizme vurgu yapan Öcalan’ın şimdi de Müslüman Kürtlerin Müslümanlığını okşayarak, kurmayı planladığını ilan ettiği Kürt toplumuna, yüksek tuttuğunun vurgusunu özellikle dile getirdiği İslam evrenselliğinin özünde yatan adil ve özgürce yaklaşımları uygulamaktan söz etmesi bu güne kadar dediklerimizi teyit eder mahiyette bir açıklık yaratmakla birlikte, bu anlamda, yani dediklerimizi teyit etmesi açısından başkası beklenemezdi ve bu açıdan bir tutarlılığa sahip olduğu yadsınamaz!

Ama Öcalan’ın, sırasının gelmesini bile beklemeden, toplanmasını buyurarak sıralamaya soktuğu, “Demokratik İslam Kongresi” ne gönderdiği mesajda (şimdi devlet medyasının sevincini ve heyecanını daha da artırdığını kimse görmemezlik edemez), her tarafı tarikatlarla sarılmış ki bu iddia benim uydurduğum bir şey değildir, bizzat Öcalan tarafından ortaya konulmuş iddiadır, müslüman cemaatine, “materyalist”i ve “komünist”i, “ateist” olduklarını da çağrıştıracak şekilde sıralayarak Batı’nın, yani kapitalizmin icad ettiği kavramlar olarak ve hatta bu kavramların peşinden gidenlerin “kavram kölesi” olduğunu, “İslam’ın dindarı ve ateisti olmaz” şeklindeki gülünç ifadeyi de ekleyerek tanıtlaması eşliğinde müslüman Kürtlerin Müslümanlıklarını okşayarak, dolayısıyla Müslümanlığı yüksek tutuğunu ve hatta kuracağı toplumun yönetim ilkeleri arasında en yüksek yeri kaplayacağının işaretlerini vermesi, çizmeyi aşmak misli tarif edebileceğimiz bir yörüngeye girildiğinin ve hızlı adımlarla ilerlendiğinin artık kabul edilmesini gerektirmektedir!

Devletin de, ulus’un ve ulus-devletin de, dolayısıyla “kapitalist modernite”nin de ve hatta “komün”ün de, hatta ve hatta “demokrasi”nin de, bununla birlikte UKKTH ilkesinin de kavramsal olarak, nesnel, tarihsel ve güncel olarak ne olduklarını, neye benzediklerini ve dosta düşmana ne ifade ettiklerini, bazılarını rahatsız edecek denli epey bir cümle sarf ederek aktarmıştım; bu nedenle tekrar etmeyi düşünmüyorum, ancak Öcalan’ın bir taraftan ortaya sırf İslami kümelenmelere ittifak kapısı açmaya bir mantıklı zemin yaratmak için, ortaya bir “kavram köleliği” iddiası atarken, kendisinin, her tarafından “demokratik” şurubu akıtarak ortaya attığı kavramlarının “kölesi” olduğunu görmediğini hatırlatmak istiyorum; dolayısıyla kavramlarla fazla oynanınca, nesnelliğinden ve sınıfsallığından dolayısıyla tarihselliğinden ayrılınca, ortaya nasıl ucube lakırdılar çıktığını gösterme hak, sorumluluk ve görevimi yerine getirmek için bir miktar cümle kurmak istiyorum!

Öcalan “mümin kardeşlerine” gönderdiği mesajında, öteden beri bir canavar olarak gösterdiği Ulus-devlet yanında Laisizmi, de bu canavarın bir keskin dişi olarak, soyut ve öznel bir çaba ile nesnelliğinden, sınıfsallığından ve tarihselliğinden ayırarak Müslüman Kürtlerle birlikte bizim de önümüze koymuş, öyleyse üzerinde durmadan ve başlamışken konuyu biraz daha derinlemesine açmadan olmaz!

Ama önce, bir yere veya akıllara not edilmesi için, birkaç düşünsel vurgu yapmak istiyorum ki özgün düşüncelerim değildir; daha önce de söylenmiş olan ve aklımda duran düşüncelerdir, ancak hatırlatmanın tam zamanıdır:

Devrimden çoktan vazgeçtikleri anlaşılan ama Kürt popülizmi söz konusu olduğunda, dalından düşen her yaprağın çıkardığı sesten “devrim” sonucu çıkaran Öcalan ve tilmizleri, eminim kabul etmeyecekler ama dünyanın kalbinin ve hızlı hızlı attığı bu coğrafyada, Türkiye devriminin “öz”ü, tarihsel zorunluluk anlamında, sosyalist olmak durumundadır; ancak özünde halkçı devrim temeli vardır.

İkinci vurgum; Türkiye devrimini üstlenen bir örgütlenmenin, gelip gelip bir karanlığın içine giren PKK vesayetinde olması sakıncalıdır.

Ayrıca, vesayet yoluyla yapmak başkadır, ortak yapmak bambaşkadır.

Eğer Türkiye devrimci süreci, örgüt şovenizmi, kısırlık, Türkiye’nin bitmişliği ve kokuşmuşluğunun yansıması nedenleriyle örgütünü bulamazsa, buraya PKK’nin uzanması kaçınılmaz olabilecektir; antiparantez, HDP’yi bu temelde almak yerindedir!

Üçüncü vurgum; ulusal kurtuluş savaşı, bir öznel kurgunun ürünü olmamakla birlikte, iç savaş değildir; ancak zaman zaman ve çoğu zaman iç savaş ile çakışmaktadır!

İç savaşta aynı ulus kimliğinin iki yana ayrılması söz konusu oluyor; fakat iki yana ayrılmak, ulusal kurtuluş savaşlarında da görülüyor. Şimdi bu coğrafyada Kürt devrimci mücadelesi ile iç savaş birbirinin içine girme işaretleri veriyor!

Dördüncü vurgum; toplum ideolojisiz yönetilemiyor; buradan hareketle Öcalan’ın bir ideolojisi var mı ve hangisidir net olarak ortaya konmalıdır; “gerici” ve “hakiki” sosyalizm midir? İslam mıdır? Burjuva demokrasisi midir? Radikal demokrasi midir? Yoksa bilimsel sosyalizm midir? Yoksa fetişizm midir? Netleştirilmesi gerekmektedir.

Ve beşinci vurgum, biraz tekrar da içeriyor; Marx ve Engels devleti iyi yazamamış olabilir, Lenin de yeterli gelmemiş olabilir; en azından bizim anlayabileceğimiz biçimde yazamamış olabilirler, yani devleti bu kadar bilimsel anlatmak, hâlâ fazla geliyor olabilir; ama bu, Marxizm-Leninizmi ıskartaya çıkarmayı gerektirmez.

Devlet Türkiye’de, zindana düşmüş, işkence görmüş, hatta cop yemiş, biber gazı yutmuş herkes için o kadar karışık değildir; Kürt halkı için ise çok daha az karışıktır; Kürtler için devlet, zulümdür, kandır, esarettir, zindandır, deccaldır, hayvandır, canavardır ve bu ölçüde soyuttur!

Ancak, bu soyutluk, somutun zenginliğini yansıtmıyor, Devlet’i en tam ifadesiyle anlatmıyor ve bu soyutluk, derindekini vermiyor; vermeyince de soyut bir devlet kavramı ile kavga edilmiş olup, somut olanı ile yani içinde yaşadığımız ile her türlü birlikteliği sürdürmek, her türlü mikrobuna ve her türlü beklentiye açık olmak kolaylaşıyor!

Doğrudur, devleti bir canavar sayabiliriz, ama başlangıçta yavrudur ve canavar da olsa bütün yavrular sevimlidir; başlangıçta bütün ulusal-demokratik hareketler sevimlidir ve hepsinin devlet olma amaçları vardır!

Ancak devlet olmak, devleti ortadan kaldırmayı amaçlamadığı ölçüde, böyle bir perspektiften uzak olduğu sürece sevimsizdir ve en azgın canavara dönüşmesi kaçınılmazdır; yavru-hayvan devlet, kendini ortadan kaldırmayı amaçlamadığı sürece, kan içerek canavarlaşır!

Benzer diğerleri gibi, Türkiye Cumhuriyetinin devleti de kan emerek büyümüştür; 12 Eylül rejimi bu canavarca büyümede bir aşamadır; Türkiye solunu kolayca ezerken, Kürt’lere sınıf kini yanında ırkçı kin ile saldırmıştır; 12 Eylül rejimi, Türkiye’nin devletinin yenmeyi ve kendine güvenmeyi öğrendiği ve gücünün sınırsız olduğunu düşünmeye başladığı bir dönemdir ve hâlâ sürdüğünü ve bu güveni hâlâ taşıdığını görüyoruz!

Soyut bir “ulus-devlet” canavarı söylemi tutturmak, Kürt halkı için karışık olmayan ama o ölçüde soyut ve muğlâk olan,”trafik canavarı” veya “enflasyon canavarı” misli resmedilen “ulus-devlet” canavarı soyutluğunun üzerine yatarak Kürt halkına hem popülizm yapmak ve hem de onu devrimcisizleştirme işini kolaylaştırmak demektir!

Öcalan’ın bunda ölçüsü olmadığını ve cahil olmakla suçlanması ihtimaline bile aldırış etmeden, sırf İslam’a güzelleme yapmak için, ümmeti ulus kategorisinden üstün tuttuğunu göstermesiyle görebiliyoruz!

Vurgularım bu kadar!

Böylece, bir taraftan sosyalizme ve işçi sınıfına yüksek perdeden söylevlerde bulunan; ama diğer yandan İslam’a ve Müslümanlara filozofça sevgilerini gönderen; dahası, ateizmi saymıyorum, komünizmin ve materyalizmin, bir Batı icadı, aynı anlama gelmek üzere bir kapitalist modernite icadı olduğunu, peşinden gidenlerin de “kavram kölesi” olduğunu ilan ederek, hem sosyalizmin ve haliyle işçi sınıfının ve hem de bütün mazlum halkların ve şimdi de mazlum olarak nitelediği İslam’ın en adil, özgür ve demokratik geleneklerini temsil ettiklerini ifade eden Öcalan, bugün ABD emperyalizmi nezdinde, tekeller nezdinde dolayısıyla 12 Eylül faşist rejiminin nezdinde ifadesini bulan ve bizzat kendisinin icat ettiği “kapitalist modernite” kavramında ifadesini bulan tekelci düzen tarafından dayatılan resmi politikanın içinde değilse ve kafasının içinde bilmediğimiz bir köylü kurnazlığı taşımıyorsa, ya ne dediğini bilmediğini ya da dediklerinin kendisine ait olmadığını düşünmek zorunda olduğumuzu göstermiş bulunuyorum!
Diğer taraftan, Öcalan’ın mesajında söylediği tek doğru, İslam’ın mekânlarında ve halklarında İslam’ın bütün değerlerinin neredeyse onulmaz bir biçimde tahrip edilmiş olmasıdır ki 12 Eylül ile birlikte bir taraftan aşırı bir İslamlaştırma ve diğer taraftan İslam’ın bozulması çabalarının hepimiz farkındayız; buna şunu da eklemek gerekir ki, “mesyanizm” eksenli olarak, üç büyük dinin birbirine yakınlaştırılmaları olgusu da bariz olarak kendisini göstermektedir!

Öyleyse üç büyük dinin, tek ve daha baskın bir dinle yakınlaştırılmaya, hatta içinde eritilmeye çalışıldığını düşünmek zorundayız; bunun, emperyalist ABD’nin ve daha çok bütün emperyalist sistemin üstünde olan emperyalist düzeneğin, yani devasa paraların hükümdarlığının, Yenidünya Düzeni adını verdiği küresel imparatorluk özlemlerinin içinde olduğu artık bir sır değildir!

Bu ise, parasal ya da sınıfsal hiç fark etmez, ezmeyi ve sömürmeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olan ve ezdikleri ve sömürdüklerini bir böcek misli gören egemenlerin, yani büyük büyük zenginlerin, zenginliklerini ancak ve ancak sömürdükleri sınıfları ve halkları kırbaçlı bir köleliğe mahkûm ederek koruyabilecekleri gerçeğinden hareketle, bunun en ucuz ve en kolay ikna edici yöntemi ve aracı olan dine bütünüyle sarılmaları ve bunu en başat yönetim aracı olarak uygulamaları ihtiyacının tekeller açısından kaçınılmaz olduğunu göstermektedir!

Bu gerçekliğin ışığında, kaba materyalistlerin ve elbette Dühring kafalıların pek sevdiği aşırı hesaplaşma ile din alanında örgütlenen tarikatların ve tarikatçıların alan bulması ve alan genişletmesi sonucunun doğduğunu ve sosyalizm ile Müslümanlığı kardeşleştirmek hatta yer yer özdeşleştirmek meraklısı olan “demokratik” ve “hümanist” sosyalistlerin pek sevdiği aşırı uzlaşmanın, akıl alanının daralmasına neden olduğu ve dolayısıyla yine tarikat ve tarikatçıların örgütlenmesinin önünü açtığı unutulmamalıdır!

Buradan hareketle de, ne “aydın din adamı”, ne de “açık görüşlü İslamiyet” mümkündür! Bunun, din alanının genişlemesine yaramaktan başka bir işlevi olmaz.

Şüphesiz, tanrı fikrinin, dinsel duyguların ve dinin varlığı, bir olgudur ve bu olgu, elbette bir açıklama gerektirir.

Bu, akılcı bir açıklama olacaksa, tanrı da, din de insanlara dair bir olaydır; tanrısal olan, insanın yarattığı bir şeydir; insan, tanrısal olanın yarattığı bir şey değildir.

Tanrı fikri, metafizik, salt çözümlenemez çelişkiler haline gelen bütün çelişkileri bir tek demet halinde özetlemek, bir araya yığmak ve yoğunlaştırmaktan başka bir şey değildir.

Böylece dinin, diyalektik materyalist bilim alanının tam karşıtı, uzlaşmazı olduğu kendiliğinden anlaşılıyor.

Diyalektik materyalist bilim, gerçeğin çelişkilerini, tersyüz etmeden, aslına sadık kalarak, yabancı, hayali, gerçek olmayan bir şey katmadan açıklar.

Fransız devriminin öncesi ve sonrası ile birlikte burjuvazi, kendi sınıf görüşüne uygun kendi öz ideolojisine sahip olacak kadar kuvvetlendiği bir zamanda, dinle ancak kendisi için bir engel olduğu ölçüde ilgilenerek kendi büyük, kesin devrimini yaptı ama eskinin yerine yeni bir din koymaktan kaçındı.

Ancak ne zaman ki burjuvazi diğer sınıflar üzerindeki, özellikle de proletaryanın üzerindeki egemenliğini pekiştirdi, o andan itibaren, din ve tanrı fikrinden, burjuva düzenin korunmasının ideolojik kuvveti olarak, Marx'ın deyimiyle, halkın afyonu olarak yararlanmıştır.

Öcalan’ın ifadesiyle “ kapitalist modernite”, yani tekelci düzen, emperyalist kapitalizm, bugün kendi sınıf baskılarını sonsuzlaştırmak, ben ucuz disiplini sağlamak yani karşıt sınıfları gönüllü bir uzlaşmaya en ucuz yöntemle ikna etmek için, kitleleri edilgenliğe, eylemsizliğe, tevekküle, yumuşak başlılığa, mutsuzluğunu kadere bağlamak için, dine daha fazla muhtaç iken, gene Öcalan’ın ifadesiyle Laikliğin ulus-devlet ile birlikte, “kapitalist modernite” ile birlikte en canavar deccal olması her halde akılla izah edilebilecek bir şey değildir!

Öte yandan Türkiye’de, mazlum olanlar, Müslüman ya da başka bir dine mensup olmalarından bağımsız olarak, Müslüman veya Hıristiyan halklar olabilir ve öyledir ama İslam, Türkiye’de hiçbir zaman mazlum olmamıştır!

Ayrıca, birisi, daha önce Marx’ın Bauer’e anlatmak zorunda kaldığı gibi, Öcalan’a anlatmalıdır ki, Öcalan da, devlet dinden, dini uygar toplum çerçevesinde kendi kendine bırakarak, kendini devlet dininden kurtararak kurtuluyorsa, bireyin de dinden, ona karşı artık bir kamu işi karşısındaymış gibi davranarak değil ama onu kendi özel işi sayarak, siyasal olarak kurtulduğunu ve işte bunun laiklik olduğunu anlayabilsin!

Özgür insan niteliğinin klasik tanınmasının, kendisini evrensel insan hakları adı verilen şeyin içinde bulduğu bir şey olduğu da anlatılmalıdır ki böylece, özgür insan nitelinin tanınmasının, bencil burjuva bireyin ve onun toplumsal durumunun içeriğini, burjuva yaşamın içeriğini oluşturan tinsel ve maddi öğelerin gemsiz hareketinin tanınmasından başka bir şey olmadıklarını; öyleyse insan haklarının insanı dinden kurtarmadığını ama ona din özgürlüğü sağladığını; onu mülkiyetten kurtarmadığını ama ona mülkiyet özgürlüğü sağladığını; onu yaşamını az ya da çok temiz bir biçimde kazanma zorunluğundan kurtarmadığını ama tersine ona girişim özgürlüğü sağladığını da anlayabilsin!

Böylece de, modern devlet tarafından insan haklarının tanınmasının, ilkçağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından başka bir anlama gelmediğini; yani ilkçağ devletinin doğal temelinin kölelik olduğunu, modern devletin doğal temelinin burjuva toplum, burjuva toplum insanı, yani ötekine özel çıkar ve bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağ ile bağlanmış bulunmayan bağımsız insan, çıkara dönük emeğin, kendi öz bencil gereksinmesi ile ötekinin bencil gereksinmesine köleliği olduğunu anlayabilsin!

Dahası bu hakları modern devletin yaratmadığını; kendi öz evrimi ile eski siyasal engelleri aşmaya götürülen burjuva toplumun ürünü olan modern devlet, kendi başına, insan haklarını ilan ederek, kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan başka bir şey yapmadığını da anlamış olabilsin!

Fikret Uzun
12 Mayıs 2014

Hiç yorum yok: