13 Mayıs 2014 Salı

POPÜLİZM İLE HALKÇILIK AYNI ŞEY DEĞİL DEMEMİŞ MİYDİK 2





POPÜLİZM İLE HALKÇILIK AYNI ŞEY DEĞİL DEMEMİŞ MİYDİK 2
II.

LAİK DÜZEN Mİ ÜMMET DÜZENİ Mİ

Öcalan mesajında otoriter laikçiliği dolayısıyla laikliği de yerden yere vurmuş; peki öyleyse nedir Laisizm?

Öncelikle laisizm kavramına yaklaşımın net olmadığını ve içinde olanların da, dışında olanların da laisizm’i bir kavram olarak pek bilmediğinin ortada olduğunu hatırlatmalıyım. İçinde olan hemen herkes, laisizmi, çeşitli dinlerin ve tarikatların, bir arada ve barış içinde yaşaması olarak anlıyor olduğu bir hali var.
Bilenleri ve bu hali taşımayanları ayırıyorum.
Laisizmi dinsel gericiliğin egemenliği karşısında engel olarak görenler, bu nedenle de dışında yer alanlar ise, onu din düşmanı, inanç ve vicdan özgürlüğünü kısıtlayan ve/veya yasaklayan bir yaklaşım olarak gösterirler.
Bu gün İslam’ın yanında, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de yayılma savaşı içinde olduğu açıkça görülürken, laisizmi, sadece dinlerin birbirine saygılı konumu olarak almak, cahillerin ve ikiyüzlülerin işidir!
Oysa laisizmin özü, kamu işlerine aklı egemen kılmaktır. Laisizmin temeli, toplum yaşamını akıl ilkeleri üzerine kurmaktır. Bu haliyle laisizm, hem felsefi ve hem de ekonomik bir akımdır.
Dolayısıyla din temelli politik partilerin laik düzende yeri olmaması son derece akla yatkındır.
Din temelli partinin veya tarikatların devlet iktidarına egemen olması durumunda veya din temelli devlet düzeninde laisizme yer olmayacağı da açıktır.
Bunun tersi de doğrudur; yani Laisizmi ilke edinmiş bir toplumsal yapıda, din ve dinsel inançlar ve düşünceler yasak olmamakla birlikte, dinsel gericiliğin egemenliğine, bu amaçla örgütlenmesine yer yoktur.
Yani Laisizm din düşmanlığı değildir; dahası, dinsel gericiliğin egemenliği riskine karşı dini yasaklamak hiç değildir!
Laisizm kavramı doğru biliniyor mu imiş tartışması için bu küçük hatırlatmanın yeteceğine inanıyorum.
Laiklik, embriyon halinde solculuk ve sosyalistlik demektir. Millicilik de aynıdır ve ikisinden birden korkmak, solculuktan korkmaktır!
Korkanlar en başta emperyalistler ve tekeller, büyük büyük zenginler, onların bilumum işbirlikçileri ve özellikle de onların ideolojik tetikçiliğini yapan sahtekâr “sol/sosyalist” gömlekli aktörlerdir!
Ve korkmakta haklılar; ancak solun laiklikten ve millici olmaktan korkması yersizdir, akıl tutulması değilse, egemen sınıfların politik programlarına biat etmiş olmalarının yansımasıdır!
Buradan hareketle ve çoktan defteri dürülmüş olan ve yeni duruma uydurulmaya çalışılan Kemalizm’den korkunun canlı tutuluyor olması ve bu anlamda asıl mücadele edilmesi gereken olgunun ve bu olgu ile bağlı kavramların üzerinin örtülmesi çabalarının hâlâ ve yenileri de eklenen “ideolojik tetikçiler”in yoğun çabaları ile devam etmesi nedeniyle Kemalizm’de laikliğe ve aydınlanmaya vurgu ile millicilik’e yapılan vurguyu hatırlatmak yerinde olacaktır!
Millicilik, milli petrol, milli ilaç sanayi, üslerden arınmış bir Türkiye, milli sanayileşme ve kalkınma olarak anlatılmaktadır. Sanayileşme kalkınma ile özdeşti ve bağımsız olabilmek için vazgeçilmezdi ve Coca Cola , “yarısı zehirdir” sloganı ile reddediliyordu; milli değildi ve içilmemesi isteniyordu. Milli sanayi ise ancak kamu işletmeleri ile yapılabilirdi.
Tarif nettir, aydınlanma ve kamu işletmeleri eliyle milli kalkınma, sosyalizme giden yoldur. Kemalist “devletçilik” ve “halkçılık”, Türkiye’de sosyalizmin ön tarihidirler.
İşte şimdi, dost-düşman, devrimcisi karşı devrimcisi, yoksulu zengini, ezileni zalimi, sömürüleni sömüreni hemen herkesin sahip çıktığı, ilgi ve sevgi gösterdiği Deniz Gezmişler de böyle yoğrulmuşlardı.
Egemen sınıfların Denizlerden korkmaları, kendi sınıflarını bile sarmış olan bu ilgi ve sevgiden korktukları anlamına gelmekte ve asıl korkularının laiklik ve millicilik olduğunu göstermektedir!
Şimdi ve epeydir, bu korkunun, bir uluslararası resmi politika olarak, bütün dünyanın, artık mahkûm edildikleri mevcut durumlarına sebep olduğu açıkça görülen politikalarla yönetilmek istemediklerinin işaretlerini veren ezici çoğunluğuna ve daha çok ABD-AB emperyalizminin post modern renkli ekonomik-ideolojik- politik hegemonyasının eşliğinde, Yeni Dünya Düzeni Projesinin önündeki engelleri temizlemek üzere dayattığı bir korku olduğu, çok net olarak görülmektedir!
Oysa tümüyle nesnel olana bağlı olarak kavramlaştırılan ve politika haline getirilen bu olgu ve kavramların, günümüzde kavramlaştırılan, daha doğru bir anlatımla ifade etmek gerekirse, ekonomik ilişkilerden ve toplumsal sınıfların bu ilişkilerden bağımsız olmayan savaşımından tamamen özerk bir öznel yaklaşıma veya iradeye bağlı olarak kavramlaştırılan ve çok kez “milliyetçilik” ile hatta “ırkçılık” ile özdeşleştirilerek vurgusu artırılan “ulusalcılık” ile ilgisi yoktur!
Ama karşıtlık, “devletçilik”, “halkçılık”, “millicilik” olgu ve kavramlarının, tüm nesnelliklerinden bağımsızlaştırılarak, bu “ulusalcılık”ın içine sokulması üzerinden inşa edilmektedir ki son tahlilde bu karşıtlık, aydınlanmaya ve nesnel bir dinamizm ile kurulmuş yapı ve kurumlara karşı ve elbette “postmodern” bir eğilimin içinde olarak inşa edilmiştir!
Bu anlamda, şimdi büyük büyük sermayenin ve kuyruğundakilerin, korkularını irticaya sarılarak gidermek istemeleri tesadüf değildir!
İşte hiçbir düşünsel ve politik yakınlığı olmayanların bile taraftar oldukları, hatta yer yer abartarak yüksek tutmayı bir politika haline getirdikleri Gezi direnişlerinde vücut bulan halk isyanına biber gazıyla ve mermi ile uygulanan devlet terörü, bu korkunun yansımasıdır ve gençliğin de halkın da sürü kalmasını istediklerini açığa vurmaktadır ama yeterince sürüleştiremedikleri için pek kızgındırlar ve saldırılarındaki ölçüsüzlük bu kızgınlığın yansımasıdır!
Diğer yandan, resmi politikanın içinde olanların bile, bu direnişi ve halkın katılımını abartılı biçimde yüksek tutup, aynı fotoğrafın içinde görünmek istemeleri de, Türkiye’de epeyden beri var olan vurgun yemiş solcuların ve hiçbir zaman solcu olmamış sahtekârların oluşturduğu “sol sektör”de “solcu” gömleği ile kalabilmenin diyetidir!
İşin tuhaf yanı, epeydir, kendilerine Denizlerin, Mahirlerin çizgisini ve yiğitliğini, halkçılığını bayrak edinen grup ve grupçukların da laiklik ve millicilikten ve hatta aydınlanmadan korkuyor olmalarıdır!
Ve akıl tutulması ne kadar ileri seviyededir ki, “NATO’ya Hayır” sloganı atanların bile, laiklik ve millicilikten korktuklarını, en azından reddettiklerini görebiliyoruz; oysa “NATO’ya Hayır” sloganı “millici” olmanın ifadesidir!

Ancak artık çok net görülüyor,Türkiye’de çok derin bir laisizmin, iktisadi, politik ve felsefi temeli vardır ve toplum eskisinden çok fazla laisize haldedir!
Bugün “vatanszılık”a vurgu yaparken, bu vurguyu kuvvetlendirmek ve kabul edilir kılmak için, Kâbelerinin “insan”, vatanlarının ise “dünya” olduğu önermesini öne çıkaranların, aslında ne demek istediklerini tam olarak bilmedikleri; daha doğrusu, bu söylemle  “ne sınıf, ne millet, ne milliyet, ne mülkiyet ve sadece insan” dediklerinin farkında olmadıkları; yani sınıfsız-sınıf kavgasız, milletsiz-ulusal kavgasız, mülkiyetsiz- mülk için kavgasız ve tekâmül etmiş insanlık için uğraş veren yeni insanın tarih sahnesine çıkmasına
yönelik bir vurgu olduğunun farkında olmadıkları apaçık görülmektedir; çünkü bu otomatiklik kazanmış politik yaklaşım, tümüyle öğretilmiş bir resmi politikanın savunulmasına hüküm giymiş olmayı yansıtmaktadır!
Vurgulu bir şekilde yurdun, yurttaşlığın, milliciliğin ve laikliğin karşısına koydukları bu önerme, aslında pratik hümanizmin gerçekleşmiş olduğu bir dünyaya vurgudur ki bu dünyada artık ulusal, sınıfsal farklılıklar olmayacaktır; tarihsel ve toplumsal gelişmenin öznesi ve bu anlamda lokomotifi, bu günün insanından çok çok farklı olan ve tırnak içinde değil, tamı tamına yeni olan, yani tekâmül etmiş insan olan insan olacaktır ki işte o zaman merkez insan, yurt da dünya olacaktır!
Öte yandan “tek devlet, tek millet ve tek bayrak” önermesine, ulusların, milliyetlerin, insanın tekâmül etmesi yönündeki gelişmenin lehine, zor yoluyla değil ama özgürce asimilasyonuna ve en sonu ortadan kalkmasına dayalı bir eğilimle karşı çıkılmamaktadır!
Tam tersine, böyle yüzlercesine alan açıp, açılmış alanları tanıyıp, farklılıklarını zenginlik olarak görüp, bunları sonsuza kadar canlı ve kalıcı tutmaya dayalı eğilimlerce karşı çıkılmakta ve bu anlamda, bu karşıtlık, yukarda altını çizdiğim “öğretilmiş resmi politikalar”a biat etmiş olmanın içinde olmaktadır!


Oysa bir paradoks gibi görünse de, devletsiz, sınıfsız, ulussuz, mülksüz ve mülk için kavgasız bir dünya özlemi, son tahlilde, bugün hem ezilen ve sömürülen sınıfların özlemidir ve hem de ezen ve sömüren egemen sınıfların özlemidir!

Dolayısıyla “tek devlet, tek millet, tek bayrak” vurgusunun “zırva” olması ile olmaması yönünde ki eğilimlerin, ezenlerin mi ezilenlerin mi duyduğu özlemi yansıtıp yansıtmadığının sağlaması çok kolaydır.

Birincisi, bu eğilim ve olgunun,”tek devlet, tek millet, tek bayrak”, sınıfsal-toplumsal bağlamından kopuk bir öznel politika ya da “söylem” ile tarih sahnesine çıkmadığı gerçeğine ve ikincisi tümüyle üretim ilişkilerinin, tarihsel-sınıfsal-toplumsal gelişme içinde bir yerde zorunlu olarak ortaya çıkardığı bir eğilim ve olgu olduğu gerçeğine yaklaşımdır!

Dünyanın bu günlere, barbarlıkların, barbarlıkla alt edilmesiyle geldiğini hepimiz biliyoruz; öyleyse, bugünkü dünyada, barbarlık şiddetini artırarak devam ettiğine göre, “ya barbarlık ya sosyalizm” söylemi de iki yönlü bir sınıfsal eğilimi yansıtmaktadır; çünkü geldiğimiz noktada, barbarlık yok olmamış ve tam tersine daha da şiddetlenerek, karşısında konumlanan ve en güzel dünyanın özlemini taşıyan bir barbarlığı yaratmakta ve bu en güzel dünya için kavgaya zorlamaktadır!

İşte resmi politikanın sahipleri ve kuyrukçuları, bir taraftan ulusal nihilizme ve diğer taraftan sosyalizme ve beraberinde, içine din özgürlüğünü de kattıkları soyut bir özgürlüğe vurgu yapıp, bu temelde ideolojiler üretmesi ve yayması, hatta dayatması, sınıfların ve ulusların var olduğu, sömürünün ve ezginin katmerleşerek devam ettiği, dolayısıyla kavganın ve adaletin temelinde hâlâ mülkün, yani “vatan”ın olduğu bir dünyanın kalıcılığı içinde, “sınıfsız”, “milletsiz”,  “mülksüz” ve “mülk için kavgasız” bir dünyayı kabul ettirmek üzere, “sosyalizm”i, barbarlığa karşı barbarlık göstererek değil, barbarlığa karşı henüz o tekamüliyete erişmemiş insanlardan, hâlâ sınıf ve ulus olan insanlardan, insanca ve elbette barbarlığın egemen olduğu bir dünyanın kalıcılığı içinde kurması özlemini beklemekte ve bunun için bütün ideolojik –politik araçlarını seferber etmekte ve hegemonyalarını bu temelde kurmakta, geliştirmektedirler!

Demek ki, “tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemi de, “ya barbarlık, ya sosyalizm” söylemi de, sınıf ve sınıf mücadelesi gerçeğinin yansıması olan söylemler olduğu halde, sınıflar üstü birer özerk
söylem haline indirgeyenlerin de söylemi olmakta ve iki uç eğilimin
özlemleri aynı ifadelerde ama zıt biçimde yansımaktadır!


Yani bu söylemlerde ezilen ve sömürülen sınıfların özleminin yansıması başkadır; ezen ve sömüren sınıfların özleminin yansıması bambaşkadır; birbirine taban tabana zıtlığı ifade etmektedir!

Bir taraf, gerçek anlamda sınıfın, ulusun ve devletin ve sömürünün gerçekten var olmadığı bir dünyayı- ki pratik hümanizmdir- özlemektedir ve bu söylemlerdeki özlemlerinin, onları bu dünyaya yaklaştıracağını duyumsamaktadır; diğer taraf ise, bu söylemlerle sınıftan, ulustan ve devletten kaçışı dayatarak, barbarlık potansiyellerinin ve güdülerinin en yüksek ve azgın olduğu bir zamanda, sınıfaşırı, ulusaşırı ve devletaşırı ve dünya çapında örgütlenmiş bir toplumda sömürüyü, her bakımdan riskli görülen barbarlığa gerek kalmayacak şekilde kalıcı kılma ve daha da artırma özlemini yansıtmakta ve aynı zamanda gizlemektedir!

Bu konuda ideolojik tetikçileri ile ne kadar övünseler azdır!

SEKÜLARİZM

Diğer bir konu olan ve laisizmden Çin duvarı ile ayrılmayan sekülerizme de aşina olmadığımızı kabul etmeliyiz ki tariflere bakılırsa, sanki sekülerizm ile laisizm arasında Çin duvarı vardır; oysa ikisi iç içedir ve laiklik ile sekülerizm kavramları, Türkçede sıklıkla eşanlamlı kullanılır. Fransız sekülerizmi olarak da anılan laiklik kavramı, daha kapsamlı olan sekülerizm hareketinin bir parçasıdır.

Sekülerizm, din merkezli veyahut dinî öğeleri sosyal, hukukî ve siyasî anlamda tayin edici kılan bir yaklaşımın tersine, bunları sosyal, hukukî ve siyasî kümeden ayıran bir yaklaşımı tanımlar.

Fransızca sözlükte, seculariser sözcüğünün karşılığı, dinsel nitelikten ayırmak, cismanileştirmek olarak verilmektedir ve aynı şekilde secularite ya da seculier, papaz bağımsızlığı anlamındadır ve aynı zamanda da, dünya hayatından pay alan, bir tarikata veya manastıra bağlı olmayan, dünya hayatı yaşayan, laik, cismani anlamlarını vermektedir.

Seküler, ruhani olmayan, yani dünyevi olan demektir; seküler kelimesi, dünyevi olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz önünde tutulması demektir.

Sekülerizm, din merkezli veyahut dinî öğeleri sosyal, hukukî ve siyasî anlamda tayin edici kılan bir yaklaşımın tersine, bunları sosyal, hukukî ve siyasî kümeden ayıran bir yaklaşımı tanımlar. Çok geniş bir terim olan sekülerizm, içinde birçok farklı akım, tür ve teori barındırır.

Devam eden anlatımlarımızla daha da netleşecektir ki laiklik de, sekülerizm de, modernite ile var olan ama Öcalan’ın tekellerin düzenini anlattığı “kapitalist modernite”si ile ortadan kaldırılan olgulardır!

Ayrıca dinselleştirmenin kapsamlı ve sistemli bir operasyonel iş olması da, aynı anlama gelmek üzere İslamizasyon da tekeller düzeninin ihtiyaçlarının içindedir; öyleyse laiklikten ve sekülerizmden kurtulmak, tekelci düzenlerin, aynı anlama gelmek üzere, Öcalan’ın “kapitalist modernite”sinin ihtiyacı ve amacıdır!

Öyleyse bir taraftan “kapitalist modernite”ye en ahlaksal ve yüce nefretle şimşekler yağdırıp, çözümün adresini “demokratik modernite” olarak işaret etmek, diğer taraftan laikliğe tıpkı tekelci düzenlerin hışmı ile saldırmak pek yaman bir çelişkidir!

İSLAMİZASYONUN TARİHÇESİ

Diğer yandan, Türkiye’de kamu işlerine dini, yani İslamı egemen kılmanın tarihi çok öncedir ama bunun, 12 Eylül faşist darbesi ile hızlandırıldığı ve sonunda en tam ifadesiyle dini egemen kılacak kadroların bulunduğu ve Türkiye’yi İslamlaştıranların Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu da biliyoruz!
Ayrıca, İslamizasyonun Sınıfsal olduğunu da biliyoruz ve önce iç dinamiklerinin harekete geçtiğini kabul etmek durumundayız.
Öyleyse din’e vurgu da veya din’i de özgürlükler alanına, dolayısıyla dindar yurttaşları da mazlum halklar kategorisine sokmak da, yukarda altını çizdiğim “resmi politika” dinamizminin içindedir!
Bir öğretici gerçek daha var; Türkiye’ye karanlık, “Komünizmle Mücadele Dernekleri “ içinden gelmektedir ve karanlığın siyasete atılması kanlı Pazar iledir; Fethullah Gülen dâhil, birçok önderi, bu karanlıkla büyümüş ve karanlığı artırarak ilerlemişler ve artık pek çok yerde tepemizdedirler!
12 Eylül faşist cuntası, TİB’i 1983 yılında kurdu; Cuntanın ayaklarını yere bastığı tarihtir.
TİB, Genelkurmay genel Sekreterliğine bağlı olarak gizli bir kararname ile kurulmuştur. Adındaki “Toplumla ilişkiler”, TİB’in, toplumu İslamlaştırma amacının işaretiydi. DİTİB ise bir yıl sonra kuruldu, yurtdışında, Almanya’da faaliyet gösterdiler. Aralarında Tahir Tamer Kumkale’nin de bulunduğu subaylar DİTİB’de toplantılar yaptılar ve “yıkıcı” ve “bölücü” akımları anlattılar; halkı DİTİB (Diyanet İşleri Türk İslam Birliği) şemsiyesi altında camilerde toplanmaya çağırdılar. 12 Eylül Cuntası’nın oluşturduğu Danışma Meclisinde de sivil uzantıları vardı. Danışma Meclisi’ne cunta kontenjanından atanan Ertuğrul Zekai Ökte, MGK danışmanı idi; TİB’i kurmayı da üstlendi. Türk Tarihi Dergisini 1965’ten itibaren aralıklarla çıkaran kişidir. TİB’in önde gelen subaylarından ve Diyanetin başdanışmanı olan Oğuz Kalelioğlu, Kıbrıstadır, parti kurmuştur ve görünüşe göre milliyetçidir. Kıbrıs Adalet Partisinin başkanlığını yapmıştır. Tahir T. Kumkale ise, Fatih Üniversitesinde “Atatürkçülük” dersi vermekte idi. Albay Altan Ateş, TGRT’nin başında idi ve hepsinin, başından beri tarikatların içinde olduğu anlaşılmaktadır.
Demek ki bizdeki tarikatların birer siyasi devlet teşekkülü oldukları anlaşılmaktadır ve içlerindeki en büyüğü olan DİTİB, doğrudan devlet eliyle kurulmuştur.
Avrupa’daki Türk vatandaşlarını İslamize etmek için kurulmuş olan İslam Kültür Merkezleri, Türk ve Suudi görevlilerce ortak yönetilmekteydiler ve yapılan protokol gereği, Türk büyükelçileri ikinci başkan olmaktadır.
Özetle İslamizasyon ortak bir projedir ve Türkiye’de “İslami İktidarın” en büyük destekçisinin, en fazla “demokrasi”ye sahip olduğu ve birazını Türkiye’ye akıtacağı düşünülen AB olması hiç şaşırtıcı olmamaktadır.
12 Eylül’de Turgut Özal’ı buldular; tarikatçıydı ve halkı düşkünleştirme işini o üstlendi. Toplumla ilişki kurmak için, MEB’i de TİB’in emrine verdiler; TİB, MEB’i tarikatlara açtı; artık, tarikatların en örgütlü oldukları alanlardan biridir.
Düşkünleştirme mi?
İngiliz Sanayi Devrimi, köylüleri topraklarından uzaklaştırmış, kitleler halinde, büyük şehirlerin atölyelerine doğru göçe zorlamıştı. Bir iş bulma şansına sahip olan özgür insanlar şanslıydı, bulamayanlar açlığın insafına terk edildi.
Ancak, öylesine kalabalıktılar ki, yeni gelişmekte olan piyasa, hepsine iş bulamayacağını anladı. Böylece, 1795’te “Speenhamland” adı verilen bir düşkünler yasası çıkarıldı. Yasa uyarınca, bir iş bulamayanlar Kilise’ye sığınacak, Kilise bu düşkünlere bir öğün yemek ve yatacak bir yer sağlayacaktı.
Fakat bir iş bulabilen yoksullar da aldıkları ücretle ancak bu kadarına sahip olabiliyorlardı. Haliyle yoksul çalışanlar da gönüllü olarak düşkün olmaya başladı. Kiliseye sığınmak, ücretli bir işe sahip olmaktan daha iyiydi.
İşte düşkünleştirmenin ve “hayır”ın, “hak”ın önüne geçmesinin özeti budur!

İngiltere’de sendikal hareketin ortaya çıkması ancak düşkünler yasasının kaldırılmasıyla mümkün olmuştur. Hayır ise, sadece profesyonel düşkünler üretmiştir. Profesyonel düşkün, dilencidir, bütün refleksi, dağıtılan hayır’dan daha çok pay almaya yöneliktir.

Sınıfın sınıf olması için önce sadakadan kurtulması gerekir.

Düşkünler Yasası’nı takip eden iki yüz yıl, yardımın “hayır” olmaktan çıkarılıp “hak”a dönüştürülmesi mücadelesi ile geçti. Ekim Devrimi ile başlayan 20. Yüzyılın başında ise, işçi sınıfının, “yardım” değil, her şeyi talep edebileceği anlaşılmıştı. Böylece yardımlar “hayır” olmaktan çıkıp “hak”a dönüştü.
Sonra, sosyalist sistem çözüldü, kapitalist dünyada üç yüz yıl öncesinin, yoksul yardımlarını bir yük olarak gören vahşi anlayışı hortladı.
Kapitalist sistem açlığın kırbacını yeniden kuşanmıştı.
İşte düşkünleştirmenin kıymet-i harbiyesi budur ve geldiği nokta burasıdır ve de artık buradayız.
Diğer yandan,1997 yılı İslamizasyon açısından ikinci milat oldu; TİB’in teorisyeni E.Z. Ökte, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi’ni yeniden çıkarmaya karar verdi ve “Yeniden Müdafaa-i Hukuk” kapağıyla yayınlandı.
Emekli General Mahmut Boğuşlu’nun, “din tehlikesini önlemek için herkesi dindar yapma” önerisi de bu tarihtedir.
Aynı yıl 28 Şubat kararları açıklandı, Sonra adında Müdafaa-i hukuk, Kuvva – i milliye, Atatürkçülük olan pek çok yeni örgüt ortaya çıktı. Çıkış noktaları, “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi”dir. Ancak 28 Şubat artık karşılıksızdı; İslamizasyon tamamlanmıştı ve ne TSK’de, ne de bürokraside laik bırakılmıştı.
Böylece Laisizm silahsızlandırılmıştı ve kendisini koruyacak bir ordudan yoksundu; ancak, buna karşın laikliğin toplumsal bir tabanı olduğu da ortaya çıkmıştı.
Dinsellik, eninde –sonunda öğrenme kabiliyetini tüketmek ise, İslamizasyon, eninde- sonunda Türkiye’de insanı bozma operasyonudur. Sınıfsaldır ve bilinci bozarak, fabrika düzeninde sükûnet peşindedir, sağlamıştır demek istiyorum!
Öyleyse, İslamizasyon, kolay yönetim ve diktatoryal rejim için taban yaratma işidir; bilgisiz ve tabi insan imalatı demek mümkündür ve artık buradayız ve burada feodaliteyi görmek kolaylaşmaktadır!
Devlet var, ancak ulus-devlet yoktur ve sınırlar zayıflamaktadır; tavan var fakat taban yoktur ve istenmemektedir.
İşte İslamizasyon budur ve bir tabansızlaştırma işidir; feodalite ve tekelci düzen tabansızdır öyleyse İslamizasyona muhtaç olmaları anlaşılır bir durumdur!
Huizinga’nın tespitiyle, feodalite döneminde, şövalye düzeni ile tarikatlar birbirinden ayrılamıyordu ve artık fabrikalarla tarikatları birleştirmek İlamizasyonun olmazsa olmazlarındandır.
Demek ki, devletin tekelleştiği, tekellerin devlet olduğu bir düzene, feodalite demek zorundayız; feodalite parsellenmiş devlet biçimidir.
İşte önümüzde kapitalizm yerine böyle bir model var ve en sağcısından en “solcu”suna, herkes bu modele uyum sağlamak için çırpınıp durmaktadır.
Demek ki orta çağ ve feodalite bize çok daha yakındır ve önümüzdeki model olmaktadırlar ve anlamamızı kolaylaştırmaktadırlar. Öyleyse, tembellik, düşünememe, tabansızlık, parsellenmiş devlet ve şiddet ile konspirasyon feodalite’yi tarif etmektedir.
Bu tarifler, sağcısının solcusunun, dindarının dinsizinin, açığının kapalısının, Kürdünün Türkünün içine girdiği resmi politikaların mantığını anlamaya yetiyor!

Fikret Uzun

12 Mayıs 2014

Hiç yorum yok: