18 Haziran 2014 Çarşamba

YAKLAŞAN KATASTROF



YAKLAŞAN KATASTROF

Bugün tarih olağanüstü bir sıkışıklık yaşamaktadır, genleşmiştir; böyle zamanlar, tarihin hızlandığı zamanlardır; olağanüstü insanlar, olağanüstü eylemler, olağanüstü eserler, olağanüstü kararlar, olağanüstü çıkışlar bu dönemde artar, âdeta fışkırır.

Tarihte gördük, en çok aklımızda kalanlar ve sanki dün olmuş gibidir, Japonların tattırdığı yenilgi ile yenilebilir olduğu tescillenen Rus çarlığının egemenliği sarsılmaya başlamış ve çoğunlukta olanların azınlık, azınlıkta olanların ise çoğunluk olduğu ve Rusya halklarının, üstelik Çarı tanrı yarısı gören cahil halkların ezici çoğunluğunun gözü, kulağı ve gür sesi olmuş, tümüyle ekonomik taleplerle ve kendiliğinden rengi ağır basan kitlelerin öfkesinin şaha kalkışı ile bütünleşmiş ve önüne geçmiş, böylece 1905 Şubat burjuva devrimi patlak vermişti; neticede çarın egemenliği iyiden iyiye sarsılmış, burjuvazi öne geçmiş, işçiler ve emekçiler ve elbette onlara fener olanlar yenilmiş ama Rusya halkları, bir kere dizüstü durumundan ayağa kalkması gerektiğini ve bunu yapabildiklerini görmüşler, böylece bu yenilgiden hem ders çıkarmışlar, hem de, onca yenilgi sonrası baskılara ve Rusyanın halkları üzerindeki egemenliği artırıcı reformlara, gericiliğin akıl bozucu etkilerine ve kitlelerin örgütlenmelerine yönelik yasaklamalara rağmen, güç biriktirmişler, kime, neye inanacakları konusunda önemli oranda netleşmişlerdir; tek eksik, politik bilinçtir ve bu anlamda çoğu kez, bugün Türkiye’de faaliyette olan benzerleri misli, yani hem solda görünüp, hatta gerçek sol ile aynı karede ve hatta aynı partide kendini gösteren ama gerçekte burjuva devrimciliği sınırını aşamayan ve giderek buna teslim olan, o zaman ki adları ile Menşeviklerin etkisinde kalmışlar ama eninde sonunda bu etkiden kurtularak 1905 burjuva devriminden ve yenilgisinden yalnızca 10 yıl sonra Bolşeviklerin doğruluğu konusunda ve özellikle Lenin’in olağanüstü politik aktörlüğü konusunda, tümüyle netleşerek Rusya’nın işçi sınıfı ve emekçi halkları Ekim sosyalist devriminin tam zamanında gerçekleşmesi için hiç ikircim göstermeden Lenin’in önderliğinde koşulsuz toplanmışlardır.

Bu sonuç, Çarı devirip, proletarya önderliğindeki halk ayaklanması ile demokratik bir cumhuriyet kurmak amacıyla patlak veren 1905 Şubat devriminin biriktirdiği sonuçtur ve 1905 devriminin biriktirdiği veya tetiklediği sadece bu sonuç değildir; bu sonuçtan çok önce ve gene burjuva sınırlarda ama Rusya işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlı olarak, Rusya’da köylü hareketinin politik olarak patlak vermesi ve Rusya’nın ezilen halkları arasında ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselmesi bir yana, bütün Orta Asya’nın harekete geçmesi var; Türkiye, İran ve Çin devrimleri 1905 Rusya devriminin harekete geçirdiği sonuçlardır.

Öyleyse, Türkiye bir 1905 öncesini mi yaşıyor, yoksa tarihin dümeni o tarafa mı kırılmak istenmektedir?

Öyleyse, Türkiye’nin devrimleri bu güne hiçbir şey biriktirmemiş midir?

1905 devriminin hemen öncesinde, cahil, okuma yazma bilmeyen ataerkil bir papazın peşinden sürüklenen dindar, cahil, imparatorluk yanlısı işçilerden söz ediliyor; ortada tarihe kaydedilmiş bir dilekçe var; büyük burjuvaziye yani egemen sınıfa, binlerce bağ ile bağlı olan, tekellerin ayrıcalıklarını ve karlarını zorun bütün araçlarıyla korumaya kararlı, büyük toprak sahiplerinin başı olan çar babalarına sunulacak olan ve patronlarını şikâyet eden bir dilekçe.

Ve gene tıpkı bugünkü gibi, zamanın sosyalist olduklarını iddia eden ve gerçekte ise sadece burjuva lafazanlığının şampiyonları olanlar ve onların “sosyalist “liğinin, yani bugünün sahte sol gömleklileri ile ahmak solcuları, bu barışçıl dilekçeyi yüksek tutuyorlardı ve bu tür dilekçelerle kanlı çarı demokratik reformlar için harekete geçirmenin mümkün olabileceğini düşünüyorlar, düşündürtüyorlardı.

Ancak, buna rağmen ve ama son derece kanlı ve tarihe kalın harflerle kaydedilmiş olan bir acı deneyimin korkutucu etkilerine rağmen ve daha çok bu etki nedeniyle, devrim öncesinin cahil, dindar ve imparatorluk yanlısı ama dürüst işçilerin politik bilince uyanmalarının önüne geçilemiyordu. Ve elbette, bu noktadan itibaren azınlıkta olan ve hatta çoğunlukta olanlarca yani cahil işçilere kuyrukçuluk yapan, çara patronları şikâyet eden dilekçeden demokrasi bekleyen reformistlerce dalga bile geçilen devrimci partileri, en başta da devrimci sosyal-demokratlar, aniden binler oldu ve milyonlarca proleterin önderi durumuna geldiler. Ve proleter mücadele,100 milyon köylü kitlesi içinde bir mayalanma yarattı, hatta kısmen devrimci bir hareket doğurdu. Birkaç ay öncesine kadar, reformistlere göre,”devrimci bir halkı olmayan” 130 milyonluk dev Rusya, kendini devrimin içinde buldu; uyuyan Rusya, devrimci proletaryanın ve devrimci halkın Rusya’sına dönüştü.

Lenin, bu geçişin en önemli aracının “kitle grevi” olduğunu ve 1905 Devrimi’nin özelliğinin, tam da, sosyal içeriği itibarı ile; doğrudan hedeflediğinin ve doğrudan, kendi öz gücüyle elde edebildiği şeyler, demokratik cumhuriyet, sekiz saatlik iş günü, soyluların muazzam büyük toprak mülkiyetine el konulması( ki tüm bunlar, Büyük Fransız Burjuva Devriminin 1792/93 yıllarında büyük ölçüde gerçekleştirdiği önlemlerdi)itibarı ile “burjuva-demokratik” ; mücadele araçları itibarı ile “proleter” bir devrim olduğunda yatmakta olduğunu kaydetmiştir.

1905 Devrimi, ancak ekonomik mücadelenin, ancak durumlarını derhal, doğrudan düzeltmek için verdikleri mücadelenin, sömürülen kitlenin en geri kesimlerini uyandırabileceği, onlara gerçek bir eğitim verdiği ve – bir devrim döneminde- birkaç ay içinde onlardan bir politik savaşçılar birliği oluşturduğunu açıkça gösterdi.
“Bunun için, elbette işçi sınıfının ileri kıtalarının, sınıf mücadelesinden, - reformistlerin işçilere sık sık yaptıkları gibi – küçük bir üst tabakanın çıkarları için mücadeleyi değil, bilakis proleterlerin gerçekten sömürülen çoğunluğunun öncüsü olarak ortaya çıkmasını,1905 yılında Rusya’da olduğu ve hiç kuşkusuz Avrupa’da yaklaşan Proleter devrimde olması gerektiği ve olacağı gibi, bizzat bu çoğunluğu mücadeleye çekmesi gerektiğini anlaması gerekli idi.” (LENİN-1905 Devrimi Üzerine Konferans- 22 Ocak 1917 Zürih)

1905 Devrimi ve hem Lenin tarafından, hem de henüz oportünizmin saflarına katılmamış olan Kautsky’nin öngördüğü gibi,1905 devriminin ardından gelen Ekim devrimi ve de Türkiye, İran ve Çin’in devrimleri çok geride kaldı; ancak şimdi, tıpkı Leninin de işaret ettiği gibi, bir taraftan, “büyük” kapitalist ülkeler dâhil, tüm dünyada bir tarihsel geriye sürüklenişin telaşı ve kaygıları yaşanırken, diğer yandan çeşitli ekonomik-demokratik içerikli hareketlenmeler, hatta yer yer ayaklanmalar ile egemenlerin uykusu kaçarken, proletaryanın ileri kıtaları dâhil, işçi ve emekçi kitleler ile onların politik bilinçli öncülerinin çerçevesinde bir mezar sessizliği görünümünün yanıltıcı etkilerinin yaşanması, bambaşka bir pratiği geliştirerek yaklaşan katastrof finalin ve onu çabuklaştırmaya da, onu boğmaya da gebe olabilecek gelişmelerin göz ardı edilmesine gerekçe yapılmamalıdır.

Nasıl ki, öncesinde Japonya’ya yenilgisi söz konusu olan ve reformistlerin, tıpkı Japon yenilgisinin yarattığı bilinç misli, cahil ve aynı oranda dindar olan ve de cahil ve sahtekâr bir papazın peşinden çarın adaletinden medet umacak denli kör olan işçilerin, tarihe kanlı harflerle kaydedilen bir acı deneyimin sağladığı eylemli bir bilinç ile o zamana kadar embriyon halde olan devrimci partilerin ve en başta devrimci sosyal-demokrasinin ve onları takip eden milyonlarca işçinin kendilerini içinde bulan, çarlık Rusya’sında patlak veren 1905 devrimi, hem bir dizi devrimi canlandırmış ve hem de yenilgisine rağmen, bağrında Ekim devrimini biriktirmiştir; şimdi de, tarihin yaşadığı olağanüstü sıkışıklık, genleşme, tarihin olağanüstü hızlı akışı, pek yakında, aslında hâlihazırda var olan, olağanüstü insanların, olağanüstü eylemlerin, olağanüstü eserlerin, olağanüstü kararların, olağanüstü çıkışların artacağının, fışkıracağının işaretlerini vermektedir.


Ve bu işaretleri görmemizi engelleyen etmenler, son derece öznel ve anlamayan, araştırmayan, yargılamayan, öğrenmeyen, yeteneksiz, zekâsı gerilemiş, nesneleşmiş “özne”lerin çabalarının yarattığı suni etmenlerdir ki buna karşılık, aklı yerinde olanların ise hiçbir müdahalede bulunmadığı, hatta bu etmenlerin farkına varmak için aklına başvurmadığı görülmektedir.

En ucuz ve en kolay sağlanan disiplin olan din bu körlüğü yaratan en önemli etmenlerdendir ki bunu, 12 Eylül faşizminin bugün hala rejimin gözdesi olan akıllı, uslu yüksek komutanları deklare etmektedir ve yöneten sınıfların en önemli ve başat konsensüsüdür, bu nedenle din yoksa artık majesteleri ayakta kalamaz; bu en ucuz disiplin, İtaati, uyumu, baş eğmeyi sağlıyor, ezber ile birlikte, yargılamanın, soru sormanın, muhakemenin, öğrenmenin önünü kesiyor ve kesmiştir.

İşte Türkiye’nin hafızasını kazıyan, aklını gerileten ve hani sormuştum, ”Türkiyenin devrimcilerinin bıraktığı hiçbir birikim yok mudur ?“diye, işte bu birikime içerilmiş eylemli bilincin karşısına konulan, bu ucuz disiplindir. Artık hepimiz biliyoruz ve “İslamlaştırma” diyoruz, arkasından, Öcalan’ın da olumladığı anlaşılan Osmanlılaştırma geliyor ki Öcalan’ın bilincin karşısına konulan İslamlaştırmaya da itirazı olmadığı anlaşılmaktadır ve her ikisi de daha gelmeden “papaz Gapon”larını biriktirmiştir.

Öte yandan, Mısır’da olanlarla, yani önce ABD nin kol kanat gerdiği, sonra ise kafese tıkılmasına ve öyle yargılanmasına meydan verdiği devlet başkanı Mübarek ile Mısır’ın Türkiye’den çok önce, kafestekilerce yönetildiğini öğrendik; dahası kafese girmek istemeyenlerin, ya öldürüldüğünü, ya da düşürülmeye çalışıldığını öğrenmiş olduk; dolayısıyla devir,”kafesteki yönetimler “devridir diyoruz; kafes sonradan ortaya çıkmaktadır ama biz şimdiden görebiliyoruz ve buradayız.

Ve Mübarek sonrası yerine getirilen CIA ajanı veya ABD muhibbi Mursi’nin henüz koltuğuna tam alışamadan halkın isyanını depreştirmesi ve devrilmesi ile birlikte yükselen tepkiler, dünyanın egemen sınıflarının ve işbirlikçilerinin bin yıllık silah olan dine yeniden ve hararetle sarıldıklarını ve dahi yarım akıllı solcuların dincileştirme önünde secdeye vardıklarını açıklıkla gördük!

Topyekün cahilleştirme önünde eğildiğimizin resmidir!


Artık buradayız ve aynı yerde, kimilerine göre, masada otopside olduğu; kimilerine göre, sahipsiz orta yerde durduğu; kimilerine göre ise, en fazla sahip çıkanların, bu anlamda "dost"larının, ABD ve stratejik ortaklığındakiler olduğu söylenen; ya da kimilerine göre, “ ABD'den dostluk beklemenin kurtuluş getirmeyeceğini " söyleyenleri, suçlu ve hatta ırkçı, ya da, en hafifi ile Kürt düşmanı ilan edenlerin çok daha fazla bu soruna takmış oldukları söylenen Kürt meselesi var.

Kürt meselesi mi?

ABD emperyalizminin çözümünün, başka bir ifadeyle ABD'nin ve AB emperyalizminin Kürt "sorun”unu, Kürtlerin kurtuluşunun çözümü olarak, yani kaderlerini özgürce tayin etmelerinin yegâne yolu ve olanağı olarak dayatılan ve hiç bir zaman çözülmesi istenmeyen "mesele"dir.

Çözüm mü?

Bunun için Kürtlerin, en azından emekçi Kürtlerin,hatta ilerici-devrimci Kürtlerin düşüncesi sorulmamaktadır; sadece öğretilmiş düşünceler ve istemler dayatılmakta ve buna,"ulusların kendi kaderini özgürce tayin etme hakkı" diyerek ortalıkta dolaşılmaktadır; Kürt emekçilerinin refahı hiçbir zaman "çözümleri"nin içinde yoktur; Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin ittifakı, Kürtlere dayatılan bu çözümün en belirgin renklerindendir.

Bu çözümün, "demokratik" olduğunda karar kılmayı, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını desteklemek saymayı, propaganda etmeyi devrimcilik sanan ahmak "sol" ise, sahtekârları ise hiç saymıyorum, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin, hem de ABD emperyalizminin himayesindeki, Türkiyenin egemenlerinin desteğindeki ittifakını engellemekten kaçınmak yanında, görmezden gelmeyi de devrimcilik saymakta ve “Türk ilericiliği ile Kürt ilericiliğinin birlikteliğini korumak” hiç mi hiç umurlarında olmamaktadır.


Bu "çözüm"de, Kürtlere ne ekonomik ne de siyasal özgürlük vardır!
Peki, öyleyse ne var?

Türkiye’nin bölünmesi-bölüşülmesi temel ilkedir ve bunun içinde Kürtlere özgürlük de demokrasi de, kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrılma hakkı, yani bir yurt yoktur, aksine Türkiye'nin bütün emekçi halklarına en şiddetlisinden diktatörlük ve yanında bir de kırbaçlı kölelik var ve emekçi Kürtler bundan vareste değildir.

Peki, bölünenleri bölüşenler kimlerdir? Yoksa bu bir primitif akümülasyon olayı mıdır?

Öncelikle bölüşenlerin bölenler olduğunun altını çizmek gerekir! Bölenlerin, bölüşmek için böldükleri uzun zamandır herkesin bildiği bir sır idi ve artık bir sır olmadığı herkesçe anlaşılmıştır.

Herkes derken “mesele” ile ilgili olanları kastediyorum!

Bu bölme ve bölüşme operasyonunun tam da bir primitif akümülasyon dinamiği olduğu apaçık ortadadır!

Velhasıl Kürt “meselesi” tam da bu bölme-bölüşme operasyonunun merkezindedir; hatta bu operasyonun asıl mantığını ve politikasını gizlemek ve dahi kabul edilebilir bir mantık çerçevesinde taban yaratmak için önemli bir araçtır!

Bunlar olurken Türkiye’de en çok tırmanan ve konuşlanan şeriata dayalı bir faşizm olmuştur; bu, koyu bir dinselleşme ve atbaşı fakirleşme ve elbette laisizmden büsbütün kopma ile elele olmuştur!
Bu tırmanışta siyasal islam partileşirken faşistler İslamlaştılar!
“Sosyalistler” ise önce devrimci-demokrat, sonra demokrat ve en sonu mürteci oldular!

Hepsi devlet politikasıdır! Sınıfsaldır demek istiyorum. Bu, hiçbir şeyin tesadüf olmadığı anlamındadır! Bu, fabrikaya ümmiyi koyup, sınıfı kovmak demektir; ümmet toplumunun embriyon halini fabrikalarda başlatmak çok akıllıca olmaktadır ve artık yarım akıllı veya öyle görünen sahtekâr solcular, ümmet toplumunu sosyalizm ile özdeşleştirmekte sakınca görmemektedirler!

Ahmak solcular ise şimdilik bu yarım akıllı solculara inanmakla kendilerini var etmektedirler.

Velhasıl Türkiye artık tekkelere ya da dergâhlara ve elbette yarım akıllı yeni mürteci eski solcuların bilgeliklerine teslim edilmiştir!
Ermeni meselesinin ısıtılması ve “hepimiz ermeniyiz” sloganı da bu devlet politikası içindedir ve tesadüf değildir!

Ancak asıl gerçek başkadır ve Ermeni kıyımı elbette vardır ancak planlayıcıları bu gün bölme ve bölüşme yani primitif akümülasyon operasyonunun içinde olanlardır ve “hepimiz ermeniyiz” tertibinin de mihmandarlarıdır!

Bu meselenin bir başka gerçeği de Ermenilerin bütün güzel kızlarını, tarlaları ve konaklarını Kürt şeflerinin almış olmalarıdır! İsrail oğulları ile akraba olan Kürt şefleri Ermenilerle de akraba olmuşlardır; ama önemli yanı burası değildir; Kürtler, Ermeni kızları ile el koydukları zenginliklerinden kopmak yerine Sevr ile Türklere mahkûm olmayı tercih etmişleridir, önemli nokta budur!

Ve bu noktada Kürt usulü primitif akümülasyon var! Kürtlerin çoğunluğu Sevr’i tehdit olarak gördüler, zamansız buldular ve katılmadılar; bu noktada, Sevr’e dayanarak patlayan Koçgiri İsyanı var ve karşısında “Pontus Ayaklanması” yer alıyor ve bu tarihte, Kürtler değil, Trabzon’da Pontus Rum’ları kırıldı ve o müthiş zenginlikleri mübadillerimize dağıtıldı!

Primitif akümülatörler, mübadiller ve Kürtlerdir; hepsi, dışında kalanlar dâhil, AKP’de birleştiler! Kürt halkı bunun dışındadır ve primitif akümülasyondan onlara bir şey düşmemiştir!

Türkiye’de primitif akümülasyon devreleri çoktur; Ermeni kıyımı ilkidir; ikincisi Rumlar ile sabetaistlerin mübadelesidir; üçüncüsü Varlık Vergisi; dördüncüsü 6-7 Eylül pogromu ve beşincisi “özelleştirme” operasyonudur ki hala sürdüğünü biliyoruz!
Primitif akümülasyon, başkalarına ait zenginliklere zor yoluyla el koymayı veya el değiştirtmeyi anlatıyor!

Daha detaylı öğrenmek isteyenlerin Kapital’e bakmaları gerekecektir ki uzunca ve ayrı bir bölüm olarak mevcuttur!

Bunlara kör olanlar, Türkiye gerçeğini ve dolayısıyla Kürt gerçeğini ve dahi Ermeni gerçeğini kavrayamazlar ve kavrayamadıklarını görüyoruz!

Örnek olsun, ünlüleri dâhil, anarşistler, Proudhon’un “mülkiyet hırsızlıktır” önermesine aşkla olmasa da bağlıdırlar ama Türkiye’nin primitif akümülasyon devrelerini ve içeriğini görmekten uzaktırlar!
ABD emperyalizminin “Büyük Kürdistan “ politikası bir primitif akümülasyon projesidir! Hızla ilerlediler ve bu politikaya yalnızca Kürt halkını katamadılar!

Katmak için Öcalan rol beklemektedir;belki de rolü almıştır!
Bunlar olurken ve neredeyse biterken, Türkiye’nin bütün emekçileri, despot bir rejime gönüllü olarak köle olan büyük sermayedarlara köle yapıldılar! Artık plütokrasinin köleci devletinin zamanıdır!
Ancak böyle Mısır’da her hücresinden şeriat akıtan Mursi ve Müslüman Kardeşleri yıkan halkın ayaklanmasını diktatörlük olarak görürken, Türkiye’deki dine dayalı faşist diktatörlükte “ileri demokrasi “ bulmak mümkün olabilirdi ve olmuştur; ancak bu, mısırda diktatörlük görüp, Türkiye’de “ileri demokrasi” görmek, en büyük hainliktir!

AKP kendi kendine kurulmadı, bir devlet partisi olarak kuruldu! Bu nedenle CHP de, MHP de ve devlet kapısına çöreklenmiş devşirme solcular da, kendi çocukları gibi baktılar, koruyup, kolladırlar; Kürtlerin de bu koruma, kollama içinde olduğunu söyleyebiliriz!
Yüksek komutanlar, TÜSİAD, CHP, çok aradılar, buldular ve çağırdılar ve sonra sımsıkı sarıldılar ki artık git deseler de kimseyi inandıramıyorlar! İnanılan, “AKP kalsın RTE gitsin” olmaktadır ki bu da mümkün olmuyor, çünkü başka bir tane ve çıraklık döneminde olanını bulamıyorlar.

Çok emek vermişlerdi; Tayyip Erdoğan’ın milletvekili olması imkânsızdı CHP lideri Baykal, ne kadar övünse azdır, “demokrasi” aşkına ve anayasa ve yasaları çiğneyerek, bu imkânsızlığı kaldırmada payanda olmuş ve RTE, Türkiye’nin başbakanı yapılmıştır; kendileri büyütmüştür ve çoktandır karar verildi ancak kolay vazgeçemiyorlar!

Gerçeklerden korkarak, hurafelere sahip çıkarak demokratik veya sosyalist cumhuriyeti kuramayız! Bu ancak ve ancak en ileri teorinin peşinde koşarak ve onu yakalayarak ona sahip çıkarak mümkün olur!
İnsanın görmesini sağlayan aklı ve ulusal onurudur!

Mahir Çayan ayırmıştı,”maksimalist” ve “minimalist” diyordu ve 1993 yılından itibaren, Çillerin gökten paraşütle indiği zamandır, maksimalist eğilimlerin ortadan kaldırılması ve silinmesi hedef alınmıştır!

En büyük silici, AKP’dir; AKP, bizleri yetiştiren ve yoğuranların can düşmanıdır; aslında sadece can düşmanıdır ve emekçileri, yer altı ve üstü zenginliklerini tüketmek için vardır!

Karşı-devrim mi arıyoruz? AKP, Türkiye’yi Tanzimat öncesine çekmek için var; işte karşı-devrim buradadır!

AKP, Türkiye’nin büyük zenginlerinin en çok istediği ve gözdesidir ve AKP’siz hala yapamamaktadırlar; RTE olmazsa AKP’nin ayakta duramayacağına inanmakta ve gitmesine izin vermemektedirler!
Bu zenginler ise, bütün emekçileri köle bildiler ve artık üstünde tepiniyorlar!

Ancak köle isyanları yakındır; bunun anlamı barbarlığın barbarlıkla yıkılması olacaktır; tarihten biliyoruz, henüz katastrof final gerçekleşmemiştir ve o zamana kadar bu böyle olacaktır!

Sonrası barbarlığın ortadan kalkması ve insanlığın fışkırmasıdır!
Bütün bunlar, Ortadoğu’yu ABD –İsrail lehine stabilize etmek içindir ve Ortadoğu, dün Osmanlı İmparatorluğu dediğimiz coğrafyadır; yani Osmanlı mülküne şimdi Ortadoğu diyoruz! Demek ki Büyük Ortadoğu, Osmanlı İmparatorluğu olmaktadır!

Püf noktası, uzun süren bir istikrar, sulh, sükûnet dönemidir; demek ki aranan, Ortadoğu’da bir stabilizatördür; “Osmanlı” parola ve “Osmanizasyon” yol açan bir proje olmaktadır!

Osmanizasyon mu? BOP-BİP projesinin içindedir!

Bu bir cehalet, kayıtsızlık ve miskinlik demektir ve yüz yıllar boyunca bu bölgede istikrar ve huzur böyle sağlanmıştır!

Burjuva tarihçiler, Osmanlının çöküşünü, modern, demokratik bir ülke olmak istemesine bağlamaktadırlar ve işte ders buradadır, ders çıkarılmıştır demek istiyorum; şimdi, Orta Doğu’da kadim Osmanlı mülkünün üzerinde bir stabilizatör aranmakta ve bir devlet, bir modernite kesinlikle reddedilmektedir; cehalet ve miskinlik yetmektedir; etnik ya da tarikat türünden bir cemaat ya da ümmet toplumu pek yeterlidir!

Öyleyse son derece organize olmuş bir tiyatro ile bu yolda “ilerlemek” ve Kürt halkını da “ilerletmek” yerindedir; en son “Demokratik” İslam Konferansı toplamak, yolu açmak içindir ve Veysi Sarısözen’in “ümmet toplumu” nu sosyalizm ile özdeşleştirmesi, bu yolu açma töreninde kurdele kesme mislidir Ve ardından sıcağı sıcağına CHP’nin MHP’den rol alarak veya çalarak eski İslam Konferansı Başkanı, Mehmet Akif’in can dostu İhsan Efendi’nin oğlu, El-Ezher Üniversitesinde tedris görmüş, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanlığına aday göstermesi ve HDP’nin suflörünü kaybetmiş tiyatrocu misli CHP milletvekillerinden birine cumhurbaşkanı adaylığı teklifi götürmesi, olmazsa diye Demirtaş’ın adaylık için tetikte beklemesi ve bu işin de altından Derviş’in çıkması organize işlerin boyutunu ve rengini göstermeye yetiyor!

Demek ki aranan Tanzimat öncesi bir Osmanlı İmparatorluğudur ve işte büyük resim, bütün ağaçları kapsayan orman buradadır; ancak ağaçlara bakıp ormanı göremeyenler, tek bir rengine takılıp büyük resmin tamamını göremeyenler, kaçınılmazlıkla bu gerçekliği de görememektedirler!

İşte karşı devrim budur ve Tanzimat öncesine dönmek içindir!
Osmanlıcı bir aileden gelen ve çizgi olarak RTE’den pek bir farkı olmayan Ekmeleddin İhsanoğlunun CHP-MHP mutabakatı ile aday gösterilmesi, Osmanlıcılık rüyasının devam ettiğinin ve CHP ve MHP’nin de bu rüyanın içinde olduğunun açık göstergesidir!
Kapitalist moderniteden kaçıp demokratik moderniteye sığınmak da bu karşı devrimin içinde olanların veya olmaya aday olduğunu gösterenlerin yakalandığı devekuşu sendromudur!

Bir yerlerini örtseler, başka yerleri açık kalmaktadır ve vahim olan açık kalan yerlerin de ısrarla görülmemesidir!

Ancak, diyalektiktir, bir yerde karşı-devrim varsa devrim kapıdadır ki bu katastrof finale kadar böyledir ama artık katastrof final de yakınımızdadır!

Boşuna demiyoruz ya barbarlık ya sosyalizm; ikisinin arasına ister komün olsun, ister demokratik modernite olsun, hangi tampon konulursa konulsun, artık dikiş tutmaz ve patlayacaktır!

Çünkü ya barbarlık, ya da sosyalizm söz konusudur; ya sosyalizm ya da Tanzimat öncesi; ya devrim ya da karşı-devrim; aradaki tamponlar artık kimsenin işine yaramaz ve emekçi halk bu tamponlardan bir şey anlamaz; ya devrimden ya da karşı-devrimden anlar ve bilinç ve örgütlülük düzeyine göre, ya karşı devrime savrulur, ya da devrime sımsıkı sarılarak onu kendi devrimi yapar ve sonuna kadar sahip çıkar!

ABD emperyalizminin temkinli, İsrail’in hırçın aceleciliği ve AB’nin başka alternatiflere göz kırpması bu patlamayı duyumsamalarındandır!

Başka acele edenler de var ve her gün deşifre ettiklerimiz onlardır ve artık çok daha fazla kralın çıplaklığındadırlar!

Bu gerçeklerden korkanlar ise burnumuzun dibindedir ve ona buna yafta fırlatmakla zevahiri kurtaracaklarını zannetmektedirler!
Devrim mi? Ayağa kalkmaktır ve şimdi yeniden doğmak ve yeniden insan olmak anlamındadır!

Fikret Uzun

18 Hzrn 2014

Hiç yorum yok: