27 Haziran 2014 Cuma

ÖCALAN GEÇ KALMIŞ KROPOTKİN Mİ 1



BORGA kardeş,

Tek doğrun “Hem asli, hem de nitelikli bir soru sormuş” olduğumu itiraf etmen! Gerisi yarım doğru ve temelden yanlış, zorlama lafızlar!

Evet, sorduğum sorunun son derece nitelikli olduğu açık; ama cevap verememişsin; cevap yerine Öcalan propagandası yapmışsın ve sanki nitelikli bulduğun bu soruyu doğuran teorik formülasyon ile benzeşen Öcalan’a ait de böyle bir formülasyon olduğunu iddia etmişsin!

Eskiler atma recep din kardeşiyiz derlerdi; Bugün ise buna kuru sıkı atmak denir herhalde!

Bu ne kurnazlık BORGA, bravo kurnazlıkta da aşmışsın! Gene hileye başvurmuşsun!

Öyleyse, gerçeklerin farkındasın ve bile isteye böyle kurnazlıklarla üzerini örtmeyi misyon bellemişsin!

Kendi açtığın Blanki meselesinde sorduklarımı ve iddia ettiklerimi geçiştirmen bir yana, bu asli ve nitelikli bulduğun soruya cevap vermek yerine ters yüz edip, deyim yerindeyse, aleyhimde delil misli kullanmışsın!

Buna Öcalan, senin “halk savunması + devleti çözme süreci” olarak isimlendirdiğin bizim de kafamıza kaktığın bir “teorik formülasyon” ile cevap veriyormuş muş!

Sevsinler!

Bu formülasyonu nerede söylemiş? Bu formülasyonda ne demiş? Yazdıklarının neresindedir? Bu yok!

Sen bize Öcalan’ın bu teoriyi nerede hangi ifade ile formüle etmiş onu göster, biz karar verelim, öyle mi demiş, başka türlü mü demiş?

Gösteremezsin çünkü gösterecek bir şeyin yok, kendi yorumunu Öcalan’ın formülasyonu olarak sunuyorsun ama bu BORGA’ca bir demagojidir ve hiledir!

Sorsam, halk savunması ve devleti çözme süreci tek başına ne anlama geliyor, birlikte ne anlama geliyor? Bu barbarlığı barbarlıkla yıkmak mıdır? Diye, cevabın yoktur ama demogojin ve hilelerin gene cebindedir!

Ayrıca, bununla da kendinizi ele veriyorsun, bu ifaden bile, formülasyon bu ise, “maksat TC’nin çözülmesidir”; bunu “biz devlet istemiyoruz” ilanı ile birilikte okuduğumuzda, kimse kusura bakmasın, ortada bir UKKTH için mücadele görünmüyor!

TC’nin çözülmesi, ABD-AB emperyalizminin gönlündeki en temel hayallerden biridir ve bütün gelişmeler, dönüp dolaşıp, Türkiye’de TC’ yi çözüp, parçalamak ve bir Osmanik-İslamik Cumhuriyet kurmak çabalarından vazgeçilmediğini gösteriyor ki, bu artık eskisinden de zor bir çaba olmuştur, ama işte görülüyor ve itiraf ediyorsunuz ki “bir köylü kurnazlığı olabilir” çekincemi hep yapmıştım, TC’yi çözüp, yerine bir Kürt devleti kurmaktan söz etmiyorsanız ve bununla birlikte ABD-İsrail’in “Büyük Kürdistan” hayalinden vazgeçmediği gerçeğini göz ardı etmezsek, bütün yollar, Öcalan’ın felsefi notları ile öne çıkardığı hatta dayattığı politikalarının, bu emperyalist politikanın içinde olduğu gerçeğine çıkıyor!

Benim formülasyonumun buna çıkmadığı netlikle görülmektedir! Aksine bu gerçeği açığa çıkaran bir formülasyondur!

Dünya, bugün barbarlığın, çürümüş, pislik akan küresel zulüm ve sömürü hükümdarlığının hüküm sürdüğü bir bütünsel alandır; bu alanda ve bu kokuşmuş pislik akan koşullarda, insan diyebileceğimiz insanın, fazlası da değil, aydınlanma çağı ile birlikte fışkırmış insan da yeter, ortaya çıkması ve kendini biriktirmesi ve fışkırarak bütün bu pislikleri aşıp bu kokuşmuş, pislik akıtan dünyayı bütün pisliklerinden arındırıp, güzellikle, insanlıkla bezemesi mümkün değildir.

İnsanlığın olmadığı ve barbarlığın hüküm sürdüğü bir alanda, barbarlığa bir itiraz olmadan, onu ortadan kaldırmadan, insanlık biriktirmek de, insanlığı fışkırtmak da mümkün değildir! Dünyanın hükümdarı olan barbarlar buna, izin vermez. Bu nedenle de daha da çok barbarlaşırlar!

Demek ki dün olduğu gibi dünyanın barbarları bu gün de barbarlıkla yenilecek, barbarlıkla yeryüzünden silinecek ve barbarlığın izleri kalmadığında ancak o zaman insanlık fışkıracaktır!

Sen bunu çok net anlamışsın ve lafı dolandırarak, tepesi üstü getirmen bir yana, bir de benim bu dediğimin tam da Öcalan’ın teorik formülasyonuna uyduğunu söylüyorsun; neredeyse, yani az biraz daha pişkinlik etsen, formülü Öcalan’ın ağzından aldığımı söyleyeceksin!

Hayır, BORGA, benim dediklerimle Öcalan’ın dedikleri arasında hiçbir paralellik de, özdeşlik de yoktur!

Öcalan’ın formülasyonları, baştan aşağı, benim sorduğum sorunun cevabının temelden zıttıdır!

Ben, barbarlığın içinden insanlığın fışkırması için adamakıllı dünyayı sarsan bir altüst oluşun gerçekleşmesinin gerektiğine vurgu yapıyorum ve topu birden yeryüzünden kazınana kadar barbarlara karşı barbarlığın elden bırakılmaması gerektiğine işaret ediyorum; bu da barbarlığın barbarlıkla alt edilmesidir; siz ise, barbarlığın içinden insanlığın fışkırması bir yana, bu insanı biriktirerek, her hangi bir altüst oluşa gerek olmadan insanlık düzeninin, ya da sana göre yeni bir ahlak düzeninin inşa edileceğini iddia ediyorsunuz!

Yani Öcalan, barbarlığın hüküm sürdüğü koşullarda, bataklık kurbağalarıyla bataklık çiçeklerini çiftleştirip, barbarlığın temellerine de dokunmadan, bataklığa da, kurbağalarına da, çiçeklerine de dokunmadan velhasıl çürümüş, pislik akıtan kanallarını kurutmadan, bu çürümüşlüğün, bu pisliğin, debelendikçe içine çeken bu bataklığın içinde, bataklık kurbağalarıyla, bataklık çiçekleriyle birlikte yani yoksullukta ve kölelikte eşitlik ve özgürlük yaşayan bir “insanlığın” fışkırmasından söz ediyor!

Öyleyse ufukta gerçekten fışkıran bir insanlık yoktur! Tam tersine insanlıktan daha çok uzaklaşan bir insanlığı çoğaltmak hedef alınmıştır!

Ve gene kendisinin işaretiyle üzerine vazife alıp, lafı Öcalan’ın ağzından alarak, Öcalan’ın bu işaret ettiği “insanlığın” ümmet toplumuna denk düştüğünü, hem de bunun sosyalist toplum ile özdeş olduğunu ifade edecek şekilde pervasızlaşarak anlatanlar var!

Herkes görevinin başındadır ve yüzleri dünyanın barbarlarının en barbar hükümdarına dönüktür!

Öcalan, TKP kaçkını Veysi Sarısözen’in dediğini,“bilimsel” olarak “demokratik bilimsel sosyalizm” diye tarif ediyordu ki artık bir açıklığa ermiş durumdayız; bilimi din âlimlerinin, sosyalizmi de demokrasi dininin ellerine teslim ettik mi ve sınıfı da “ümmi”leştirdik mi al sana “bilimsel demokratik sosyalizm” ve eşittir “demokratik modern ümmet toplumu!”

İşte Öcalan’ın neredeyse bıktıran düzeyde kullandığı “ demokratik” ekleri, tarih öncesinin insanını hedeflediğini ve tarih öncesi bu insanlarla yine tarih öncesi ilkel ve sonunda despotizmi ve sınıflı toplumu dolayısıyla bir sınıfın başka bir sınıfı egemenlik altına alma aracı olan devleti ve elbette sınıflar arasındaki kavgayı, yani bu güne kadar süregelen sınıf mücadelesini tarih sahnesine çıkaran aşiret komünlerini hedeflediği ve bunun tepeden inme bir “doğal” önder ile tamamlandığını, hepimizin gözleri önünde cereyan eden olayları, bir sessiz siyah/beyaz eski çağ filmini devamlı matine dinamiğinde izler gibi, izliyoruz!

Esas çocuk, bu devamlı matine dinamiğinde birbiri ardına döndürülen bütün filmlerde var ve farklı konuları ve olayları yansıtsa da hep aynı esas çocuktur ve bu Öcalan’dır!

Bütün matinelerde ve suarelerde bu esas çocuklu filmler döndürülür ve hep altından bir şerit misli alt yazılar geçer; filmleri peşisıra izleyenler, matinelerden veya suarelerden dışarı çıkar çıkmaz bir birlerine filmi anlatmaya ve “öyle demedi”, “böyle dedi” diye tartışmalar yapmaya başlar ama ne rejisörü, ne senaristi, ne de bu filmlerin diğer aktörlerini hesaba katmazlar!

BORGA kardeş,

4-5 yıl önce de hapsedildiğimiz illüzyon içinde bu tür filmleri izlerken,”Avukatlar İmralı’ya gitmiş, “acaba Öcalan ne dedi? ” diye merakla beklerken, birden, izlediğimiz filmin altındaki şeritte Öcalan’ın 'Marx'ı İngiltere besledi, Lenin kapitalizme hizmet etti' sözlerini görmüştük!


Yalansa hepimiz avukatların yalancısıydık ama kimse yalanlamamıştı da avukatlar yalancı damgası yemekten kurtulmuşlardı!

Öcalan şöyle haber göndermişti ve o saat bütün matinelerde ve suarelerde bu alt yazılar ve sadece onlar izlenir oldu; daha önce izlenen filmler ve alt yazıları o saat unutuldu, matinelerin dışında hep bunlar konuşulur oldu!

“Ben savunmalarımda devletin çözüm olmadığını tarihsel toplumsal temelde anlattım, açımladım. K. Marks, Lenin, Mao bunlar da devleti iyi tahlil edememişlerdir. İngiltere K. Marks'a kucak açıyordu, onlar tarafından besleniyordu, Almanya'ya karşı kullanma amacındaydı. K.Marks İngiliz ajanıdır demiyorum ama objektif olarak İngiliz politikalarına hizmet etmiştir. Alman sosyalistleri, komünistleri Marks'ı bu yüzden sevmezlerdi. O nedenle komünizm yerine Almanya'da milliyetçilik gelişmiştir. Hitler faşizmi deniliyor ama kapitalist modernite faşizmin ta kendisidir. Lenin, 'sosyalist devlet' üzerine kafa yoruyordu. Proudhon, Kropotkin ve Bakunin bunlar devleti daha iyi tahlil etmişlerdi. Hatta Kropotkin, Lenin'e karşı çıkarak 'sen diktatörlüğü getiriyorsun, demokrasiyi yok ediyorsun' diye karşı çıkmıştı. Lenin de ona 'bunamış' diyordu. Ama sonuçta Sovyetler birliği yıkıldı, Çin bugünkü krizde kapitalizmi ayakta tutan ülkedir. Dolayısıyla Kropotkin haklı çıktı. Öncesinde Sovyetler Birliği de objektif olarak kapitalizme hizmet etmiştir. Devletin sosyalisti olmaz. Sosyalist devlet de olmaz. Baskının, sömürünün, zorbalığın kaynağı devlettir. Devlet tümüyle de kötüdür demiyorum. İyi yanları da var; demokratik devlet, hukuk devleti olursa. “

Geç kalmış Tomas More misli bu topraklara inmiş olan dahi birey Öcalan, aslında indikten sonra da gecikmiş bir peygamber misli görünüyordu!

Çünkü ilk indiğinde söylediklerinden ve yaptıklarından kopmuş bambaşka bir dünyayı tarif ediyordu; az biraz da filozof olmuştu!

Ama ne tesadüf, özet olarak avukatların diline veya filmin alt yazısına yerleştirilen ve artık bambaşka bir dünyayı anlatacağının ve inşa edeceğinin, ettireceğinin habercisi olan sözleri, dünyanın hükümdarlığının beklentilerine ve bu temelde gedikler açarak soyunanların sözlerine pek uygun görünüyordu!

ABD emperyalizmi yıllar yılı Öcalan’a Talabani ile veya başka aracılarla şu Marx’ı ve Lenin’i bırakın oturup konuşalım anlaşalım yollu haber gönderiyordu ve Öcalan sonunda Lenin’i de Marx’ı da bıraktığını müjdelemiş olmuyor muydu? Ölü de olsalar, ABD emperyalizmini pek sevindirecek tarihi aktörleri referans göstermiyor muydu? Ve dahi, en sonu “devlet mi, bizden uzak olsun!” bize “demokratik” özerklik yeter demiyor muydu?

Şimdi de "Medine sözleşmesi"ne ve "demokratik" İslam Konferansına gönderme yapmıyor mu?

Ve giderek aynı sözlerin, neredeyse birbirlerinin fotokopisi misli üst üste çakıştığını gördük ve hâlâ görüyoruz; artık film başka türlü dönüyor ama alt yazılar hep aynıdır!

Ve hiç kimse sormadı, bu sözlerden ve bu değişimden en çok kimler sevinç duydu diye!

Ve ben Kürtleri devrimcisizleştirerek bir yere varılmaz, halkçı temelden uzaklaşıp, popülist politikalar izleyerek, zafer kazanılmaz, insanlık fışkırtılmaz, sadece kuyrukçuluk yapılır dediğimde “Kürt düşmanı” yaftaları üzerime yağdı!

Şimdi Öcalan geç kalmış bir Kropotkin, Bakunin, hatta sadık izleyicileri biraz zorlarsa Blanki bile olabilir, rolündedir; öyleyse Lenin’i, Marx ve Engels’i yerin dibine batırıp, Sovyet sosyalizmi’ni tü kaka yapıp, bir taraftan ulusal nihilizmin bataklığından medet umarken, diğer taraftan birinci savaşta “anavatan savunucusu” rolünü üstlenenleri kendi bedeninde canlandırmaya çalışması şaşırtıcı olmamalıdır; eşyanın tabiatına pek uygundur! Ve bütün bunlar Kürt halkını sevindirecek şeyler değildir; sadece dünyanın hükümdarı olmak ve bütün halkları bir ortaçağ karanlığında köleleştirmek için sabırsızlanan emperyalist ABD ve işbirlikçilerini,bilumum suç ortaklarını sevindirir!

Ve sen BORGA birader, hâlâ Blanqui konusunda dediklerim dediktir diyerek, “Mazlumların tarihi, zalımların kanları ile yıkanmadıkça elle tutulur hale gelmeyecek.” Diye ekliyor ve “Ne var ki Blanqui bu kadar derine gömülebilmiş değil. O yüzden biraz toprağı kazımak yeterlidir. O işlem bittiğinde görürüz” Diyorsun; ama kazımaya nedense korkar gibisin ve benim yaptığım kazıdan da Spitzer’in kastettiklerinden de pek hoşnut olmadığın anlaşılıyor!

BORGA kardeş, bana da kazdırsan, bir başkasına da kazdırsan bir şey değişmez, sen bile bin kez kazsan gerçekler değişmez, isterse yedi kat yerin dibine batırılsın, gerçek, bütün gerçekliği ile orada öylece durur ve kim dışarı çıkarırsa çıkarsın, o yine aynı gerçektir ama bu gün ve Öcalan’ın felsefi dokunuşlarında da olduğu gibi, bu gerçekliğin sadece “hakikati” değiştirilebilir ve yine de bunda bile “hakikat” uzmanlarının başarılı olmadığı görülmektedir!

“Hakikat” ,“demokratik” şurubu ile çalkalanmış ağızlarda gerçek olmaz, bilimsel bakış taşıyanların akılları ile bakarak gördükleri gerçeğin, akıldakilerle ve bilime dayalı olarak çözümlenmesi ile ortaya konulan hakikattir, gerçeği gerçeğe en yakın olarak ifade eden!

BORGA kardeş, sen bütün yalan yanlış ifadeleri birbiri ile çiftleştirip, envai çeşit hile yaparak gerçekleri dünyaya hükümdar olmakta karlı olanları sevindirecek “hakikat”lere çevirsen de mesela “Blanquide sosyalizm + komünizm olarak formüle edilen şey, Marksda Proletarya Diktası + Komünizmin ilk evresi (sosyalizm diye buna diyen de var) + Komünizmin ikinci evresi olarak yapılmış bir formülasyondur.” Desen de gerçek bu değildir, hakikat de bu değildir!

Blanki ile Marx’ın ve Engels’in arasındaki fark ve elbette Lenin arasındaki fark senin bu uyduruk cümlene sığmaz!

Blanquizm, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesini savunur; buna karşılık Sovyetler, halkın çoğunluğunun doğrudan örgütüdür.

Anarşizm, burjuvazinin egemenliğinden proletaryanın egemenliğine geçiş dönemi için devletin ve devlet erkinin yadsınmasıdır, Blanki’nin de yadsıdığını biliyorsun. Lenin ve Bolşevikler, bu dönemde kesinkes devletin, Paris Komünü deneyimi ile uyum içindeki, bir devletin zorunluluğunu savunurlar. Bu anlamda Blanquizm de anarşizm de bir bataklıktır ve Kropotkin de bir bataklık zebanisidir.

Şimdi ve Stalin’in aktarmasıyla dinleyelim, esas çocuk Kropotkindir ve şöyle der:

"Engels'in ve ayrıca Kautsky'nin görüşüne göre, Marx, diğer şeyler yanında, materyalist kavrayışı keşfederek insanlığa büyük bir hizmette bulunmuştur. Bu doğru mudur? Sanmıyoruz, çünkü biliyoruz ki, ... toplumsal mekanizmanın coğrafi, iklimsel ve tektürsel, kozmik, antropolojik ve biyolojik koşullar aracılığıyla harekete geçirildiği görüşüne taraftar olan bütün tarihçilerin, bilginler ve filozofların hepsi materyalisttirler.”( Kropotkin-Bilim ve Anarşi )

Stalin, ”Böylece bundan, MÖ. 384-322 de yaşamış, Yunan filozofu, formel mantığın kurucusu, ve ansiklopedik dehaya sahip bir bilgin olan, Marx’ın "antikçağın en büyük düşünürü " olarak nitelendirdiği düşüncelerindeki birçok materyalist unsurlara ve eğilimlere rağmen, esas olarak bir idealist olan Aristoteles’in ‘materyalizmi’ ile Marx'ın ve Moleschott'un ‘materyalizmi’ arasında hiçbir fark olmadığı sonucu çıkar!” der ve şöyle devam eder:

“Bu da eleştiri oluyor sözde! Ve bilgileri bu düzeyde olan insanlar, bilimi yeniden yaratmayı kafalarına koymuşlar! Gerçekten de yerinde bir sözdür şu: "Eskicinin börek pişirmeye başlaması, kötü bir alamettir!..."

Başkası da var, Stalin, şöyle devam ediyor:

“Devam edelim. Bizim ‘ünlü’ anarşistlerimiz, bir yerlerden, Marx'ın materyalizminin bir ‘mide teorisi’ olduğunu duymuşlar ve onun için ‘Feuerbach'ın görüşüne göre, insan yediğinden ibarettir. Bu formül, Marx ve Engels üzerinde bir büyü etkisi yaratmıştı.’ Ve Marx, ‘esas ve birincil şeyin, iktisadi ilişkiler, üretim ilişkileri olduğu ...’ sonucunu buradan çıkarmıştı diyerek, biz Marksistlere saldırıyorlar. Ve sonra da, anarşistler, felsefi bir havayla bize öğüt vermeye başlıyorlar: ‘Bu [toplumsal yaşamın [J. St.] amacına ulaşmanın tek aracının yemek yeme ve iktisadi üretim olduğunu söylemek hata olacaktır, ... Eğer ideoloji esas olarak birci bir biçimde, yemek yeme ile ve iktisadi koşullarla belirlenseydi, bazı oburlar deha olurdu.’ Diyorlar “(Nobati-sayı/6)

Stalin, “Marx ve Engels'in materyalizmini çürütmenin ne kadar kolay olduğunu görüyorsunuz! Sokakta genç bir öğrenciden Marx ve Engels hakkında biraz dedikodu dinlemek yetiyor, marksizm "eleştiricisi" ününü kazanmak için, Nobati gibi bir gazetenin sütunlarında felsefi bir kendine güven havası içinde, bu sokak dedikodularını tekrarlamak yetiyor. “ dedikten sonra, anarşistleri sert bir şekilde ve cehaletleri ile alay ederek şöyle paylıyor:

“Ama söyleyin bana baylar, nerede, ne zaman, hangi gezegende ve hangi Marx'ın "yemek yeme, ideolojiyi belirler." dediğini duydunuz? Neden iddianızı desteklemek için Marx'ın yapıtlarından bir tek cümle, bir tek sözcük aktaramıyorsunuz? Gerçekten de, Marx, insanların iktisadi koşullarının, onların bilinçlerini, ideolojilerini belirlediğini söylemiştir, ama yemek yeme ile iktisadi koşulların aynı şey olduğunu size kim söyledi? Gerçekten bilmiyor musunuz ki, yemek yeme gibi fizyolojik bir olgu, insanların iktisadi koşulları gibi sosyolojik bir olgudan esas olarak farklıdır? Diyelim, bu iki farklı şeyi karıştırdığı için, genç bir öğrenci bağışlanabilir; ama nasıl oluyor da, siz, ‘sosyal-demokrasiyi alt edenler’, ‘bilimi yeniden yaratanlar’, genç bir öğrencinin hatalarını, böyle dikkatsizce tekrarlıyorsunuz? “

Bu kadar yeter ve bugün Kropotkin’i tekrarlama heveslisi olanların, Kropotkin’i canlandırmaya, model yapmaya ve Marx-Engels ve Lenin’i Kropotkin ile ıskartaya çıkartmaya çalışması, velhasıl Kropotkin olmaya heveslenmesindeki kıymet-i harbiye böylece ortaya çıkmıyor mu?

Ama hayır! Yetmedi, dahası da var, “Anarşistlerin görüşüne göre, ‘diyalektik metafiziktir’, ve onlar, ‘bilimi metafizikten, felsefeyi ilahiyattan kurtarmak istediklerine göre", diyalektik yöntemi reddetmektedirler.

Ah bu anarşistler! ‘Kendi günahları için başkasına kabahat bulmak’ diye bir deyim vardır. Diyalektik, metafiziğe karşı mücadele içinde olgunlaşmış ve bu mücadele içinde ün kazanmıştır; ama anarşistlere göre ‘diyalektik metafiziktir! ‘ “(Nobati- sayı 3 ve 9/ ayrıca Kropotkin, Bilim ve anarşi)

Stalin bunları da ekliyor!

BORGA kardeş, Ekim devriminden sonra Kolçak’ın ve İngiliz burjuvazisinin net olarak ajanı haline gelmiş olan Çaykovski liderliğindeki ilk devrimci grubun bir üyesi olarak anarşizmin teorisyeni olan Kropotkin birinci savaşta Almanya’ya karşı anavatan savunucusu ve Kerenski hükümetinin sadık bir hizmetkârı olmuştur.

Bir taraftan anavatan savunucularına bütün melanetleri yüklerken, diğer taraftan Kropotkin’e sarılmanız akla uygun mudur? Bu çelişki sizi hiç mi rahatsız etmiyor? Çoktan tarih önünde yanlışlığı ve bilimdışılığı kanıtlanmış anarşizmden feyz alacaksanız, ondaki devrimcilik, devrimci ruh yeter; siz bu ruhtan kilometrelerce uzağa kaçıp, halkı da bundan uzaklaştırarak, anarşizmin hurafelerini dayatırsanız, eninde sonunda su kaçırırsınız; hiçbir inandırıcılığınız kalmaz! Kalmıyor!

Sadece ” inanıyorum öyleyse ‘hakikati’ söylüyordur” doğmasına hapsettiğiniz insanları ve devrimcisizleştirerek yarattığınız “önderlik” ideolojisine tutsak ettiğiniz Kürt halkını ve ne yaparsak yapalım ahmaklıktan kurtaramadığımız sahte sol gömlekli azap zebanilerinde hâlâ sol gören vurgun yemiş sosyalistleri inandırabilirsiniz!

İşte bu nedenle fabrikalardan, tarlalardan, yoksul emekçilerin ortamlarından sınıf bilinci kovulup, yerine tarikat bilinci yerleştirilmiş ve bunu hepiniz hep bir ağızdan “özgürlük” ve “mazlumun hakkını savunmak” olarak o “inanıyorum öyleyse ‘hakikat”i söylüyor” doğmasına hapsolmuş insanların kafasına kaktınız, kakmaya devam ediyorsunuz!

Bütün bunlar, hepsi birden, devrimlerin ya burjuva ya da proleter olduğunu bir kez daha hatırlamamıza vesile oluyor.

Çarlığı devirip burjuva devrimi gerçekleştirecek bir zafer söz konusu olduğu sürece, burjuva devrimciler veya burjuva sosyalistler, ne uğruna savaştıklarını bildikleri için enerjileri ve hevesleri tamdı; saflarından, Kropotkin gibi önder kişiler çıkarabilmişlerdi. Ama devrimleri gerçekleşip, artık bir proleter devrimi zorlama zamanı geldiğinde, bütün bu devrimci yönleri, onların en zayıf noktaları haline gelir; sıradan burjuva karşı-devrimcilerden çok daha tehlikeli olurlar; çünkü enerjilerini, yeteneklerini, komplo alışkanlıklarını, kitlelerle olan bağlarını işçi sınıfına karşı yöneltirler; bunu hatırlıyoruz ve bunun altın kıymetinde bir hatırlama olduğunu bir kez daha görüp anlamış oluyoruz.

Öcalan’ın şimdi Marxizm Leninizm’in kurucularını yerin dibine batırıp bizzat tarihin yerin dibine batırdığı aktörleri tarih sahnesine çıkarmak istemesi, karşı devrime göz kırpmak değil ise nedir?

Bu bir kez daha hatırlayarak anlamış olduklarımız, Öcalan’ın gelip, gelip üzerine basarak durduğu yerin mahiyetini gözler önüne sermek açısından son derece netleştirici açıklıklar taşıyor; varsın Öcalan, savrulduğu felsefi ütopyasına dayanak oluşturmaya çalışsın, biz Kropotkin’in nasıl bir model olduğunu çok iyi biliyoruz.

Evet, bu tür devrimcilerin zamanlarına uygun kahramanlıklarını, devrimci hareketlerin gelişmesi yönündeki katkılarını yadsımıyoruz, aksine yüceltiyoruz; ancak, bunlarla proleter devrimcileri hep ayırıyoruz; çarlığa karşı savaşım söz konusu olduğunda proleter devrimciler bunlarla cephe kurup, omuz omuza savaşabilirler ama proleter devrim vakti gelip çattığında, proleter devrimci mücadele, kitleleri fethetmeye başladığında, işçi sınıfını etkileme hedefi ortaya çıktığında, proleter devrimcilerin yolları bunlardan, hem de kesinkes ayrılır.

Bu andan itibaren de proleter devrimciler ile burjuva devrimciler arasında, önce ideolojik – teorik, sonra da politik-pratik bir mücadele, son derece sert bir savaşım sürer.

Örnek olsun kendilerini sosyalist olarak tanımlayan Narodnikler, Rusya’nın gelişmesinin, küçük ve ilkel sanayiden sosyalizme geçilebileceğini gösterdiğini savunuyorlardı. Dahası Narodniklerin büyük bir bölümü, Rusya’daki kır topluluklarını, mir’leri, komünizmin çekirdek hali olarak görüyorlardı; fabrika aşamasından, büyük kent sanayi, servetin yoğunlaşması ve bir proleter sınıfın oluşması evresinden geçmeksizin Rusya’nın doğrudan, hiçbir geçiş dönemi olmadan, kır komünlerinde temsilini bulan komünist hücrelere dayanan bir sosyalist örgütlenmeye geçebileceğini savunuyorlardı.

İşte Öcalan’ın “demokratik komün” ,”demokratik modernite” ,”demokratik ulus”, ”demokratik özerklik” sayıklamasına kaynaklık eden ütopik felsefesini dayandırdığı ilkel temel budur ve Kropotkin hatırlatması ile sağladığı bu açıklık, akıl taşıyanlar için, başka ifadeyle kendi aklına mukayyet olanlar için altın kıymetinde olmalıdır!

Bir kez daha altını çizeyim, Öcalan, geç gelmiş ve geç geldikten sonra da geç kalmış bir Tomas More, bir Bakunin, bir Blanki rolünü üstlenecekse onun bileceği iştir ama bunun için Marxizmin Leninizmin kurucularını yerin dibine batırıp, Marxizmi aştığını iddia etmesi onun inandırıcılığını artırmaz; aksine ne denli gerilediğini ve ne yaparsa yapsın gene de Marxizm-Leninizm’e muhtaç olduğunu gösterir; bununla birlikte, bu haleti ruhiyesi, Marxizm-Leninizmin kurucularına fırlattığından çok daha az ok fırlattığı Kemal paşa’yı hatırlatır; yani Marxizm-Leninizm ve elbette sosyalizm savunulacaksa bunu geç gelmiş dahi birey rolü ile kendisinin yapacağını anlattığını gösterir!

K. Marks, Lenin, Mao (Engels’i unutmuş) devleti iyi tahlil edememişlermiş ama Proudhon, Kropotkin ve Bakunin devleti daha iyi tahlil etmişlermiş; ama eminim Öcalan onlardan da iyi tahlil ettiğine inanıyordur! Ve elbette siz Öcalan’ın deyimiyle Öcalan’dan çok Öcalancı olanlar, Öcalan öksürse nezle olduğunuzdan, ondan da fazla Öcalancı olarak, bunu daha da iyi yaptığınıza inanıyorsunuzdur!

Ancak kafasının ve kafanızın çok karışmış olduğu apaçık ortadadır; çünkü Marx, Engels ve Lenin devleti yadsımadan, hatta tarihsel bir zorunluluk olduğunu göstererek tahlil etmişler ve son derece önemli açıklıklar getirmişlerdir.

Proudhon, Bakunin ve Kropotkin ise devleti tahlil etmemişler, sadece yadsımışlardır. Ve şimdi Öcalan da bunu yaparak politik puan toplamanın hesaplarını yapmaktadır!

Diğer yandan Marx’a ve Lenin’e dair komiklikleri bir yana, Sovyetlerin yıkılmasını, Kropotkin’in haklılığına, dolayısıyla belagat çiçekleriyle süslediği “ilkel aşiret Komünü”nün bugünün nesnel gerçekliği olduğuna dayanak yapması, Öcalan’ın geldiği noktadaki çaresizliğini göstermek açısından son derece önem taşımaktadır!

Oysa Sovyet sosyalizminin çözülmesinde ve yıkılmasında, diğer önemli ve belirleyici etmenler bir yana, Marx, Engels ve en sonu Lenin’in yapmış olduğu devlet çözümlemesinden uzaklaşılmış olmasının, proletarya diktatörlüğünün gereklerine uyulmamış olmasının önemli payı olduğu ve bunun Paris Komününde de görüldüğü gerçeğini ne senin, ne de Öcalan’ın kurguladığı “hakikat”ler örtemez!

Paris komünü de Sovyet sosyalizmi de, Blanqui’de sosyalizm + komünizm olarak formüle edilen şey değildir!

Engels’in dediği gibi, Paris Komününe iyi bak BORGA kardeş; Paris Komünü, sizin telaffuz etmekten bile korktuğunuz proletarya diktatörlüğü idi.

Ve çoğunlukla Blankicilerden bileşen Komün ne yaptı? Bunu uygulamadı; tam tersini yaptı; burjuvazinin karşıtlarına karşı kullandığı ordu, siyasal polis ve bürokrasiyi, Paris'te alaşağı edilmiş bulunan ama her yerde alaşağı edilmesi gereken bu gücü her yerde alaşağı etmedi!

Öcalan’ın bir diğer çelişkisi ise, hatta belki de talihsiz dramı demek gerek, ”Devletin sosyalisti olmaz” Ve “Sosyalist devlet de olmaz” deyip, “Devletin, baskının, sömürünün, zorbalığın kaynağı” olduğunu eklerken; hemen arkasından, ”Devlet tümüyle de kötüdür demiyorum.” diyerek ve “İyi yanları da olduğunu” ekleyerek “demokratik devlet” ile “hukuk devleti” ne iyi puan vermesidir; bu, aklı karışık değilse, modaya uyup, kapitalizmde hâlâ iş olduğuna inananların safında olduğunun ve “devlet”e lanetler okurken, ”demokratik” olursa affedeceğinin sinyallerini verdiğini düşündürtmektedir!

Yani Öcalan’a göre, kısaca “devlet” sosyalist dahi olsa, hep ceberuttur, bir leviathan, bir deccaldır, bir canavardır velhasıl her zaman, yani proletaryanın elinde iken de, faşisttir, zorbalığın kaynağıdır ama Amerikan emperyalizminin globalizminin, kozmopolitizminin içindeki, Amerikan emperyalizmine her açıdan ve mutlak bağımlı, ulusal nihilizmin, kozmopolitizmin hegemonyasına girmiş adı sanı belli olmayan, kişiliksiz sürüler haline getirilen halkların gönüllü köleliğini içeren devlet en iyisidir!

Bunun Öcalan’ın “ demokratik komün” veya “demokratik modernite” ütopyasına yerleşmiş olan ilkel bir aşiret komünü olduğu apaçık görülmektedir ve buradan da Öcalan’ın, “demokratik” bir aşiret komününün, ”demokratik” ve aydınlanmaya karşı olan bir “despot”u olma hayalleri taşıdığını düşüncesini çıkarmak yanlış da olmaz, haksızlık da olmaz!

Yanlış düşünüyorsak, gördüklerimiz bizi yanıltıyorsa, Öcalan’a haksızlık yapıyorsak, bunun çözümü ve netleşmesi, bize “Kürt düşmanı” yaftası fırlatmakla mümkün değildir! Biz nasıl bilim yapıyorsak ve nasıl dobra dobra açık konuşarak, en fanatik Kürt aktivistini bile ikna etmeye çalışıyorsak, Öcalan da ve Öcalanistler de aynısını yapmalıdır, yani bizi ikna etmelidirler!

Bundan benim devlet’e ve/veya ulus-devlet’e âşık olduğum sonucu çıkmaz; Öcalan’a kara çalıyorum anlamı da çıkmaz; kesinkes çıkmaz; ben bilim yapıyorum, daha doğrusu sizin kafese koymaya çalıştığınız bilimi özgürleştiriyorum, olayları ve olguları tinsel bir “hakikat” yaklaşımı ile değil, bilimsel metodlarla yerli yerine oturtabileceğimizi gösteriyorum!

Fikret Uzun
24 Hzrn-2014
BORGA kardeş,

Biz, Engels’ten öğrendik; buna göre, Aşiret komününü oluşturan toplulukta, korunması bu topluluğun denetimi altında da olsa, bireylere düşen, anlaşmazlıkların yargılanması; bazı bireylerin yetkilerinin dışına çıkmasının önlenmesi; suların gözetimi; dinsel görevler, vb gibi, bazı ortak çıkarlar vardır.



Bu tür görevlendirmeler, ilkel topluluklarda her zaman bulunur ve bu bireylerin, belli bir erklik ile donatılmış bulundukları ve devlet erkliğinin öncüllerini temsil ettikleri kolayca anlaşılır bir durumdur.
Ancak, yavaş yavaş üretim güçleri artar; daha yoğun bir nüfus, daha büyük topluluklar biçiminde kümelenmesi daha yeni bir iş bölümüne, ortak çıkarları korumak ve karşıt çıkarlara karşı savunmak üzere organlar kurulmasına neden olan çeşitli topluluklar arasında, şurada ortak, burada karşıt çıkarlar yaratır.
Daha o zamandan, tüm grubun ortak çıkarlarının temsilcisi olarak ayrı ayrı her topluluk karşısında, hatta bazan onunla karşıtlık içinde, özel bir duruma sahip bulunan bu organlar, ya her şeyin doğaya göre olup bittiği bir dünyada hemen hemen kendi başına kurulan bir görev kalıtımı, ya da öbür gruplarla çatışmaların artması ölçüsünde bunlardan vazgeçmenin artan olanaksızlığı sonucu, az zamanda daha da büyük bir özerklik kazanırlar.
Toplum karşısında bu özerkliğe geçişle, toplumsal görev zamanla toplum üzerinde bir egemenliğe yükselir ve durumun elverişli olduğu yerde, topluluğun bu ilkel hizmetkarı yavaş yavaş toplumun efendisi haline dönüşür; bu efendi, koşullara göre, Doğu despotu ya da satrapı, veya Yunanlılardaki hanedan, kelt, klan başkanı vb. görünümünü alır!

Yani aşiret komünü, eninde sonunda, bir despotluğa dönüşür ki bunda, ne ikna yöntemi, ne de topluluğun ikna olma yeteneği belirleyicidir!

Öyleyse, üretim ilişkilerinden özerk bir ideolojik-politik söylem üzerine kurulu olan ve pratik olarak henüz kurulmamış olan KCK sisteminin de son tahlilde kapısı, bu despotluğa sonuna kadar açık olan bir sistem olduğu apaçık bellidir!

Bu günün koşullarında bu sonuca açık olan şartlar hazır ve nazır biçimde ekonomik ilişkiler biçiminde mevcuttur; öyleyse bu sonuç en başından bellidir!

Ve KCK sözleşmesi dikkatli ve bağımsız bir akılla irdelenirse görülecektir ki bu açıklık bu sözleşmenin içinde apaçık görülmektedir!

A.Öcalan reel sosyalizmi yerin dibine batırıp, Paris Komününü referans gösterse de durum değişmiyor, Paris Komününde veya Sovyet sosyalizminde olması gerekeni ve olmadığı için tarihin cezalandırmasına maruz kalındığını görmemek söz konusu oldukça sonuç bellidir; gene yenilgi… ve 21. yüzyılda bu apaçık bilinen sonuç için, felsefe yapmak, sadece ve sadece karşı-devrimcileri ve elbette dünyaya hükümdar olmayı sonsuza kadar sürdürmek isteyen emperyalistleri ve işbirlikçileri sevindirir!

Bu anlamda apaçık görülüyor ki, Paris Komünü’nü, ideolojik sonuçları üzerinden toprağa gömmeye çalışan asıl sizlersiniz!

Üstelik bu gömme işlemine daha inandırıcı bir kılıf uydurmak için benim sorduğum senin “nitelikli” bulduğun soruyu kullanmışsın!

Çünkü masal M-L’de değil asıl sizde; hatta tarihin gerisinde kalmış masalları yeni icad etmiş gibi kafamıza fırlatıyorsunuz; yani dediklerim ve senin nitelikli buldukların sizin masalınızın değil, M-L’nin içindedir ve sen bunu tepesi üstü çevirerek tarihin gerisinde olduğu çoktan kanıtlanmış masallarınıza dayanak yapamazsın!

Ve doğrudur, Blanki de, Bakunin de ve dahi Mao da bu güne ilaç olamaz, Kropotkin ise hiç olmaz!

Ama defalarca gösterdik, Sovyet sosyalizminin yıkılması bile, Marxizm-Leninizmin temellerinin sağlam ve hâlâ en bilimsel, en devrimci haliyle dimdik ayakta durduğunu gösteren derslerle yüklüdür!

En başta, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu ve başlı başına bir bilim olduğunu dolayısıyla sosyalizmin önüne “demokratik” şurubu dökme ile sosyalizmin daha bilimsel olmayacağını göstermiştir; daha doğrusu, Sovyet sosyalizmini yıkan nedenlerden birinin, demokratizm olduğunu göstermiştir!

Bunun Marx’ın düşüncesinin doğrulanması anlamına geldiğini anlamamak körlük değilse nedir? Körlük değilse, körlüğe mahkûm olmak demektir! Daha ötesi varsa sen söyle!

İkincisi, emek süreci hâlâ belirleyicidir; öyle olmasaydı ABD emperyalizminin yüz binlerce paralı askeri Arap çöllerinde konuşlanmazdı!


Ve hepimiz görüyoruz ki Türkiye’de ve dünyada bütün kaygılar kaynaklarını emek süreçlerinden alıyor; boşuna mı taşeron sistemi devlet politikası olmuştur; sendikacılığın içi boşuna mı boşaltılmıştır; işçilerin emekçilerin savunma araçları bir bir boşuna mı ellerinden alınmıştır!

Hepsi emek süreçlerinden duyulan kaygının sonucu değilse nedir?

Üçüncüsü de var ve anlatırken dilimde yara çıktı, belki de birkaç tane klavye eskittim ama siz hep sağırı oynuyorsunuz! Böyle mi değil mi onu bile söylemiyorsunuz; aklınızı Marxizm-Leninizmin kurucularını yerin dibine batırmak buna karşı Marxizm-Leninizm’i aşmakla bozmuşsunuz ve yardımcınız Blankidir, o olmazsa Bakunin’dir daha da olmazsa Kropotkin ile devam edersiniz!

Evet, üçüncüsü, tarihin lokomotifinin hâlâ sınıf mücadelesi olmaya devam etmesidir; sınıf mücadelesini köreltmenin, gelişmiş gelişmemiş bütün kapitalist ülke politikalarının odağını oluşturması, yalnızca ve yalnızca tarihin bu lokomotifinin çalıştığını ve tarihisel-toplumsal gelişmeyi ilerlettiğini göstermektedir!

Ve biz görüyoruz ama siz örtmekte sınır tanımıyorsunuz ki, küresel emperyalizmin bütün bu günkü bölge politikalarının odağını bu lokomotifin işlemez hale getirilmesi oluşturmaktadır ve apaçık görülüyor ki, üstelik HDP nin de bu kaygıyı taşımakta olduğu, programına da yansımıştır, sınıf mücadelesi demeye bile korkmaktadır;” toplumların tarih mücadeleler tarihi” imiş! Hepsi, gibi bu da Öcalanist politikaların içindedir!

Ümmet toplumunu sosyalizm ile özdeşleştirmek bunun en açık ilanıdır!

Ve bir türlü karar verilemiyor ki, bir taraftan Öcalan’ın daha iyi bir sosyalizm peşinde olduğunu ve “demokratik” özerklik’in felsefi tonda anlatmasından bihaber,”Kürt Özgürlük Hareketi sosyalist” değil deniyor ve hatta “HDP’nin sosyalist bir parti olmadığı”ndan dem vuruluyor ama öte yandan HDP saylavı, sosyalist devrimi Rojava üzerinden vitrine koyarak KÖH’e ve HDP’ye sosyalist renk vermeye çalışıyor!

Öcalan,”Cinsiyet özgürlükçü, demokratik ve ekolojik bir toplumsal yaşamı hedefleyen Koma Civaken Kürdistan sistemi’nin, özü itibariyle demokratik sosyalist düşüncenin pratikleşmesi olduğunu ve bu temelde sosyalizmin radikal ve derinleştirilmiş bir demokrasiyle yeniden yükselişe geçişi sağladığını” söylüyor ve HDP ise Tuncel’in ağzından Rojava’daki “devrim” sosyalist devrim”dir diyor ve Öcalan şunu da ekliyor, ”Komünal demokratik duruşun çağdaş değerlerle yeniden yaratılması, sosyalizmin yeniden yükselen değer haline getirilmesidir. Böylece demokrasiyle birlikte var olabilen sosyalizm, bilimsel-demokratik sosyalizm olarak Koma Civaken Kürdistan sisteminin ruhu olacaktır.”

Söylemlere bakarsak, yani Marxizm’i aşarak da olsa ve sosyalizmi çarpıtarak da olsa veya varmak için başka yol önerilerek de olsa, referans göstermek bir taraftan beklentiyi sosyalist renkli kılarken, diğer taraftan “KÖH” e ve HDP’ye bir sosyalist renk verilmiş olmuyor mu? Öyleyse bunun bir sorumluluğu ve net bir programı olması gerekmiyor mu? Bu ne HDP’de var ne de KCK’de var, söylemler ise son derece muğlâk ve yuvarlak!

Yani kimseyi renkle ikna etmek mümkün değil, gerçek anlamda neyin amaç edinildiğini dobra dobra anlatmaları gerekiyor! Ama anlatamazlar çünkü, yollarının yanlış olduğunu kendileri de biliyor!

Akseymen’in deyimini kullanırsak, hepsi budur; yani özetin özeti budur! Gerisi “Laf-ı güzaf” tır!

Paris Komünü’nü referans aldığını söylüyorsun BORGA ama işaretler Paris Komünü deneyiminden hiç ders almadığınız ve ham halinin bile gerisinde olduğunuzu gösteriyor!

Oysa Marxizm-Leninizm’in kurucuları Paris komününde çok netler!

En başta, Fransa proletaryası’nın o zamanlar yeterince örgütlü olmadığını, kendi siyasi partisi olmadığını; Paris işçilerinin, çeşitli eğilimlerden insanların önderliğine güvendiğini; Paris proletaryasının köylükle gerekli bağları kuramamış olduğunu vurgulamışlardır!

Ayrıca,Bakunincilerle Blankicilerin ağırlıkta olduğu Komün’ün ise,kendisini yeterli devrimci kararlılıkla donatmamış olduğunu, örneğin düşmanlarının servet ve paralarının korunduğu Fransa Bankası'na el koymamasının, özellikle yıkıcı olduğunu; Versay’a kaçan burjuvaziye karşı savaşta da kararsız olduğunu ve burjuvazi Versay'ı savunmak ve Komün'ü yenilgiye uğratmak amacıyla henüz güçlerini toplamadan Versay'ı ezmek için uygun anı kaçırdığını net olarak ifade etmişlerdir!

Dolayısıyla Thiers başkanlığında, Versay’da bulunan burjuva hükümeti, devrimci Paris'e karşı savaş açan bir ordu örgütleyebilmiş ve hâlâ düşmanı olan Alman ordusunun yardımı ile Komün'ün hesabını kanlı biçimde görmüş ve Komünarların son barikatları,28 Mayıs 1871'de düşmüştü.

Paris Komünü deneyinden, Rus proletaryası ve onun devrimci partisi Bolşevikler yararlanmışlardı!

Dedikleri budur ve siz hem Paris Komünü’nün sadece ve sadece yapılması gerekip de, yapmadığı görevleri bir politika olarak öne koyuyorsunuz;ve hem de böylece Paris Komününe dayanarak,kendinizi geri itiyorsunuz; geriliyorsunuz demek istiyorum!

Diğer yandan, Marx’ın Bakunin eleştirisi de son derece net ve açıklayıcıdır!

“Bakunin'in Toplumsal devrim konusunda hiçbir fikre sahip olmadığını” vurguluyor ve şöyle devam ediyor:
“Toplumsal devrim konusunda hiç bir fikre sahip olmayan Bakunin, bu devrimin yalnızca siyasal sözcüklerini biliyor; bu devrimin iktisadi koşullarının onun için hiç bir anlamı yok. Bundan önceki bütün iktisadi biçimler, ister gelişmiş olsunlar ister olmasınlar, emekçinin (bu ister ücretli emekçi, ister köylü vb. olsun) köleleştirilmesini getirdiğinden, bir köklü devrimin, bütün bu biçimler altında aynı derecede olanaklı olduğuna inanıyor. Bakunin'in toplumsal devriminin temeli, iktisadi koşullar değil, iradedir. (Oysa) Köklü bir toplumsal devrim, iktisadi gelişmenin belirli tarihsel koşullarına bağlıdır; bu koşullar onun öngerekleridir. Dolayısıyla bu, ancak, kapitalist üretimle birlikte sanayi proletaryasının halkın hiç değilse önemli bir bölümünü oluşturduğu yerlerde olanaklıdır. Herhangi bir başarı şansına sahip olması için, sanayi proletaryasının, köylüler için, mutatis mutandis, (Gerekli değişiklikleri yaparak) en azından Fransız burjuvazisinin kendi devrimi sırasında o günkü Fransız köylüleri için yaptıklarını yapabilmelidir.”
Son derece açık, herhangi bir muğlâklık görülmüyor ama siz hem, bu söylenenleri henüz bilimsel anlamda ve dayanaklarını ortaya koyarak çürütebilmiş değilsiniz, hem muğlâk konuşuyorsunuz, hem de muğlâk ve bilim dışı konuşanları ille de bize model olarak dayatıyorsunuz!
Peki Engels ne diyor?

“Otorite Üzerine” adlı makalesinde, her türlü otoriteyi reddeden Bakunincilerin görüşlerini eleştirmekte ve proleter devrimin devlet karşısındaki tutumu sorununa ilişkin marksist görüşlere bir temel getirmektedir.

Engels, devleti yaratmış olan toplumsal ilişkileri kaldırmadan "devleti kaldırmak" tan söz eden anarşist düşüncenin bilim-dışı ve karşı-devrimci özünü açığa vurmaktadır. Ayrıca anarşist dogmacılığı ve sekterliği de acımasızca eleştirmektedir.

Buyur birlikte okuyalım, bakalım ne diyor?

“…Otorite, şu demektir: bir başkasının iradesinin bizimkine dayatılması; öte yandan otorite, boyun eğmeyi öngörür. Bu iki sözcük kulağa hoş gelmediğinden ve bunların temsil ettikleri ilişki boyun eğdirilen taraf için kabul edilebilir olmadığından, sorun, bundan kurtulmanın bir yolu olup olmadığı, mevcut toplam koşullar veri olarak alındığında, bu otoritenin artık bir anlam taşımayacağı ve bunun sonucu olarak da, yok olmak zorunda kalacağı bir başka toplumsal sistemi yaratıp yaratamayacağımızdır.
Bugünkü burjuva toplumun temellerini oluşturan iktisadi koşulları incelediğimizde, bunların, yalıtılmış eylemlerin yerine, gittikçe bireylerin birleşik eylemlerini koyma eğilimi taşıdıklarını görürüz
Birleşik eylem, birbirine bağlı olan süreçlerin karmaşıklaşması, her yerde, bireylerin bağımsız eylemlerinin yerini almaktadır. Ama birleşik eylemden söz eden, örgütlenmeden söz etmektedir; otoritesiz örgütlenme diye bir şey olabilir mi?
Otorite ilkesinden mutlak olarak kötü ve özerklik ilkesinden de mutlak olarak iyi bir şey diye söz etmek saçmadır. Otorite ve özerklik, kapsamları toplum gelişmesinin çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir. Eğer özerklikçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin, otoriteyi, olsa olsa üretim koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içersine hapsedeceğini söylemekle yetinselerdi, birbirimizi anlayabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu kılan bütün olgulara gözlerini kapamışlar, hırsla sözcüğün kendisine saldırıyorlar.
Siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal riiteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar.
Ama anti-otoriterler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar. Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir?
Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla, akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla, dayattığı bir eylemdir ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir.
Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?
O halde, şu iki şeyden birisi: anti-otoriterciler ya neden söz ettiklerini bilmiyorlar ki bu durumda kafa karışıklığından başka bir şey yaratmış olmuyorlar; ya da bunu biliyorlar ki bu durumda da proletaryanın hareketine ihanet ediyorlar.
Her iki durumda da gericiliğe hizmet etmiş oluyorlar.“
Yeterince açık ve öğretici değil mi? Burada bir muğlâklık var mı? Bunları henüz çürütebildiniz mi? Hayır!
Öyleyse bir taraftan aşırı bir abartma ile fetiş bir yaklaşımla Marxizm Leninizmin kurucularının çoktan çürüttükleri ve pratiğin acı sonuçlarla bunların, bilimdışı, çürük görüşlerin sahipleri olduklarını doğruladığı aktörleri ve teorilerini model yapmaya çalışırken, diğer taraftan Marxizm-Leninizm’e karşı duyduğunuz kin ve nefret nereden kaynaklanıyor ve ne anlama geliyor; bu orantısız zıtlık sizce normal mi? Dahası buna rağmen yine de, aşmaktan söz etseniz de, hâlâ Marxizm’i referans almanızın kıymet-i harbiyesi var mı, varsa bunu bize açıklamanız gerekmez mi?
Anarşistler, anti-otoriterler, yani Bakunin, Blanki, Proudhon, Kropotkin bunlar Marxizmi aştılar mı, yoksa red mi ettiler? Hepsinin temel ortak özelliği devleti yadsımış olmaları değil mi?
BORGA kardeş, eğer sosyalizmi işaret ediyorsanız ona göre hareket edilmesi, yok eğer burjuva-demokratik bir kurtuluş hareketini işaret ediyorsanız ona göre hareket edilmesi gerekmiyor mu? Anarşist takılıyorsanız ve bütün teorileriniz kaynağını buradan alıyorsa buna göre hareket etmeniz gerekmez mi?
Bizim eleştirilerimizi ise hiç biri engellemiyor! Ama daha anlamlı ve gerekli kılıyor; çünkü ortada burjuva tandanslı olan, popülist ve üstelik ulusal nihilizm renkleri taşıyan ve bu dâhil başka söylem ve tutumları ile emperyalizmin ve işbirlikçilerinin resmi söylem ve politikaları ile benzer söylem ve politikalar ortaya koyan bir “özgürlük” hareketi var ve buna sosyalist ton vermek bir hiledir!

Velhasıl, bir taraftan yaşamın canlı gerçekleri Marxizm-Leninizmin temellerinin sapasağlam durduğunu ve yol gösterirken, diğer taraftan siz, hurafeler bir yana, çoktan yaşamın canlı gerçekleri altında kalmış olan aktörleri canlandırarak emperyalist politikalara sol, hatta aşılmış bir Marxizm-Leninizm ve sosyalizm rengi vermeye çalışıyorsunuz!

Peki,devrimciler, bu gün bu net olarak görünenleri eleştirmeyecekse, yanlış bir rotada seyreden bir Kürt ulusal hareketini,doğru yola girmesi yönünde uyarmayacaksa başka ne iş yapacaklar? Bugün en devrimci iş bence budur ve bu iş, bilimsel bir öngörü ile kotarılırsa devrimci hareketin Türkiye’nin bütün kanallarına akacağı ve kitleri kucaklayacağı muhakkaktır!

BORGA kardeş, sen de biliyorsundur ki, sağlam zemin varsa ve üzerine sağlam ve bilimsel temel atılmışsa, bunun üzerinden en sağlam yapılar inşa edilebilir ve kolay kolay yıkılmaz; çürük zemine, sağlam ve bilimsel temel atılırsa da üzerinden yükselen yapılar sağlamdır ama çürüme, eninde sonunda bu sağlam yapıları da yutabilir, yıkabilir! Ancak, çürük zemin üzerine, bir de çürük ve bilim dışı temeller atılırsa, üzerinden yükselen yapılar kaçınılmaz olarak çürük olur!

Ve işte devlet tahlili tam da bunu anlatır; çürümüş, kokuşmuş can çekişen bir zemini ayakta tutmaya çalışan emperyalist kapitalizmin, tekellerin düzeninin üzerine, en sağlam temelleri de atsanız, üzerinden yükselecek, inşa edilecek yapılar da çürük olmaya mahkûmdur!

Kaldı ki sizin temeliniz de çürük ve bilim dışı olduğu için, sağlam zeminde dahi inşa edilen yapılar çürük olacaktır!

Sizin tutunduğunuz ve tutundurmaya çalıştığınız ama tarih tarafından ıskartaya çıkarılmış aktörler ve politikalar da böyledir ve bunlarla sağlam bir yapının inşa edilmesi mümkün değildir!

Yeni bir yapı, yıkılan bir yapının molozları üzerinden yükselemez, yükselirse çürük yükselir ve yıkılmamış, orası burası tamir edilen bir yapının yerine veya üzerine de yeni bir yapı kurulamaz; kurulan yapı, her zaman eskinin devamı olur!
İşte Marx ve Engels’in devlet ve proletarya diktatörlüğü bunu anlatır.

Devlet de, ulus-devlet de bir tarihsel kategoridir! Erken gelsin, geç gelsin, dünyaya bir dahi olarak gelmiş bireylerin aklı ve fikrine, dehasına bağlı olarak kurgulanıp, insanlara kabul ettirilmiş bir olgu ve kavram değildir!

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtında, devletin tarihsel çözümlemesini özetlerken, " ...Devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç değildir. Hegel'in ileri sürdüğü gibi, 'ahlak düşüncesinin gerçekliği', 'aklın imgesi ve gerçekliği' de değildir." diyordu!

Öcalan’a ve tilmizlerine inanacak olursak ki Türkiye’nin en çaresiz kaldığı bir zamanda, devrimci hareketin bastırıldığı bir zamanda, dahası egemen sınıfların kendilerine olan güvenlerinin sağlamlaşmış olduğu bir zamanda, tarihsel-toplumsal gelişmenin yarattığı sıkışmanın sonucu olarak Türkiye’nin devrimci hareketine bir umut ve egemen sınıflarına ve haliyle yönetimlerine bir çaresizlik olarak tarih sahnesine çıkan ulusal kurtuluş hareketinin bu gün geldiği yerde, son derece manidar ve bir acıklı güldürü misli sözlerdir,“…ulus deyince tek ve mutlak bir anlayışın söz konusu olduğuna; bunun da Hegelist devlet ulusçuluğu olduğuna ve Şüphesiz bunda da marksist bilimsel sosyalizm anlayışının Hegelist yorumunun esas alınmakta olduğuna... Ulus devletin Hegel felsefesinin temel kategorisi olduğuna. “ inanmamız gerekmektedir ve inanmamızı istedikleri budur!

Bu sözlerin neresini düzeltelim, neresine sahip çıkalım; tamamı temelden yanlıştır?

Tabii ki aşağıda ayrıştırarak aktardığım bu sözlerin katışıklığı içinde sunulması da durumu kurtarmıyor, çünkü ne tam böyledir, ne de rafine olarak iddia edildiği gibi ulus-devlet, Hegel felsefesinin temel kategorisidir!

Öcalan’ın yukardaki sözlerine katıştırdığı sözleri şöyle ;“ … Marks ve Engels döneminde ulus denince akla gelen, feodal çitlerin aşılması ve dil kültür birliği sınırları kapsamında, merkezileşmiş devlet eliyle oluşturulan ulusal toplumdur. Böylelikle ulus devlet tek ve mutlak gerçeklik olarak ele alınmaktadır. Toplumsal gelişmenin ve devlet biçimlenmesinin en son durağıdır.”

Birincisi ulus-devlet tek ve mutlak gerçeklik olarak ele alınmamıştır; ikincisi öyle ele alındıysa nasıl olur da ulus-devlet toplumsal gelişmenin ve devlet biçimlenmesinin son durağı olabilir, tek ve mutlak gerçek ise, bunun son durağı da, öncesi de olmaz!

Oysa devlet ve ulus-devlet, bir tarihsel kategoridir ve öncesi de vardır sonu da vardır; ondan sonrasının devlet ile ilgisi yoktur!

Ve bu olgu ve gerçeklik, dahi bireylerin de sıradan insanların da akıl ve fikrinden ya da iradesinden bağımsız olarak, dahi bireyleri de, sıradan insanları da toplumsal gelişmenin yasallıkları çerçevesinde, bu bağımsız gerçekliğe dâhil eden bir sürecin ifadesidir!


Hegel’e gelirsek, Öcalan bunda da temelsiz ve hatta kafa karışıklığını yansıtan bir çelişki içinde konuşmaktadır.

“Hegelist devlet ulusçuluğu” başkadır ve böyle bir yorum varsa, “marksist bilimsel sosyalizm anlayışının Hegelist yorumunun esas alınması” da başkadır; ama “ulus devlet’in Hegel felsefesinin temel kategorisi “ olduğunu iddia etmek bambaşkadır, buna sadece cehalet diyebiliriz!!

Hegel’in genelde idealist olduğunu herkes bilir ve devlet sorununda da idealist kaldığı anlaşılmaktadır. Hegel'e göre ahlak insanda doğuştan vardır. Ahlakı yaratan insanlar değil, tam tersine, ahlak insanların bilincinde onlardan bağımsız özel bir ahlaki yasa olarak yaşardı.

İşte devlet, Hegel’in idealist düşüncesine uygun olarak, bu ahlaki yasanın yansımasının ürünüydü. Yani dünyanın temelinde yatan ,"mutlak zihnin" ,"mutlak aklın" etkimesi olan ve her şeyin kendisine tabi olmasını isteyen bu ahlaki yasanın en mükemmelleşmiş halidir.

Hegel'e göre, insanlardan bağımsız olarak var olan ahlak düşüncesi devlette cisimleşmesini bulur. Bu nedenle devlet, Hegel’e göre, tek tek insanların, toplumsal örgütlerin ya da sınıfların çıkarlarının aleti olarak görülmelidir.

Hegel’in bu devlet öğretisi, daha ileri bulunarak, ondan önceki burjuva öğretinin, devleti, tek tek insanların iradelerinin toplamını ifade eden, insanlar arasında gerçekleştirilmiş bir "toplumsal sözleşme"nin sonucu olarak gören Rousoeau'nun öğretisinin karşısına konuldu.

Rousseau’nun devlet öğretisi, onda devleti sınıf egemenliğinin örgütü olarak, sınıfsal bir şey olarak kavranmamasına rağmen, yine de zamanına göre devrimciydi. Çünkü ona göre devlet, bizzat insanların yarattığı bir şeydi ve bu nedenle gene bizzat insanlar tarafından değiştirilebilirdi.

Hegel'de ise bu düşünülemezdi bile.

Engels'de ise devlet," daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünüdür; bu, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün itirafıdır. Fakat bu karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir mücadele içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması, 'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir güç gerekli hale gelmiştir ve işte toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve topluma gitgide yabancılaşan bu güç devlettir."

Engels devlet üzerine bu söyledikleri ile onun tarihsel rolü ve anlamı üzerine temel düşüncesini tüm açıklığı ile dile getirmiş oluyordu.

Öcalan’ın, devletin “Hegelci yorumun”dan söz etmesi boşuna değil, Öcalan böylece, Marx ve Engels’in devlet anlayışlarının ve elbette onların takipçisi olan Lenin’in devlet tahlilinin Hegelist olduğunu iddia edip, kendisinin Marxizm-Leninizm’i aştığını da iddia ederek, diğerleri yanında bir de Kropotkin’in devlet tahlilini referans göstermesini mantıksal bir zemine oturtabilirdi!

Ama oturtamadığı açıktır ve BORGA kardeş, sen de Öcalan’ı anlamamış oluyorsun ki, ya da bu açıklığın üzerini kapatmak istiyorsun ki, Öcalan’ın devlet tahlili açısından Marx, Engels ve Lenin’in karşısına koyarak referans gösterdiklerinin bu güne ilaç olmayacağını ama Öcalan’ın tek ilaç olduğunu söylüyorsun!

Neticede her halükarda ve her taraftan zorla dayattığınız ve teori katına çıkarmaya çalıştığınız iddialarınızın nesnel yaşamda karşılığı olmadığının siz de farkındasınız!

Devlet’in Marxist tahlili’ni Hegel’in devlet anlayışı ile özdeşleştirmek pek fazla zorlama ve gülünç bir iddiadır!

Öte yandan, sınıf mücadelesi, insanlığın tutunacak dalının olmamasından, bağımsız olarak bu gün de sürmekte ve hatta keskinleşmektedir; yani demem o ki, sınıf mücadelesi, insanların tutunacak dalı olmaması nedeniyle durmaz, duraklatılabilir ama durdurulamaz; sınıf mücadelesini belirleyen sınıfların karşılıklı çıkarlarının yarattığı çelişkilerin az ya da çok keskinleşmesidir, sorun yaratmasıdır, sınıf kavgası, bu sorunların karşıt sınıfların her birinin kendi çıkarları doğrultusunda çözülmesi için sürdürdükleri kavganın bir ifadesidir!

Yani insanların tutunacak dalı olursa sınıf mücadelesi olur, olmazsa sınıf mücadelesi olmaz diyemiyoruz; olsaydı, tutunacak dalları olmadığı apaçık ortada olan Yatağan’daki işçileri türünden, bırak partilerini, tutunacak sendikaları bile olmayan işçiler harekete geçmez, haklarını korumak için direnmezdi ve sen maalesef, farkındasın ya da değilsin, bu algıya kapı açıyorsun! Aslında dilim varmıyor ama işaretler farkında olduğun halde bu algıya çanak tuttuğunu göstermektedir!

Çünkü hep “dışardan” konuşuyorsun, nasıl ki “devlet” kategorisinin “dışardan” dayatılan bir olgu olduğunu düşünüyor ve düşündürtmeye çalışıyorsan(ız),aynı şekilde sınıf mücadelesinin de “dışarıdan” dayatılan bir olgu olduğunu düşünüp, düşündürtmeye çalışıyorsun(uz).

Ve lafızlarının özenle seçilmiş ve bu algıyı oluşturmaya yönelik hileli lafızlarla desteklenmiş olduğu apaçık görülüyor!

Ve bir kez daha altını çizmeliyim ki yukarda da hatırlattım gibi, bugün ve epeydir, Türkiye’de ve dünyada bütün kaygıların kaynaklarını emek süreçlerinden aldığını görmemek için kör olmak gerek; dahası, küresel emperyalizmin bu günkü bölge politikalarının odağında sınıf mücadelesini köreltmenin politikaları vardır! Yani emperyalist politikalar, tarihin lokomotifi olan sınıf mücadelesinin işlemez hale gelmesine yöneliktir!

Fikret Uzun
24-Hzrn-2014

Hiç yorum yok: