27 Haziran 2014 Cuma

ÖCALAN GEÇ KALMIŞ KROPOTKİN Mİ 2



BORGA kardeşim,
Çürümenin karşıtı ahlaki toplumdur. Mesele bunun biçimi ve devam etme koşulları ekseninde yoğunlaşır. Diyorsun; işte bir yuvarlak lafız daha!
Şimdi ne desek, hayır desek, diyeceksin ki çürümeye karşı ne koyuyorsun? Ne dediğimi anlatana kadar, ahlaki toplum yerine çürümüş toplumu referans aldığımı inanıyorsam “hakikati “söylüyordur doğmasına kilitlediğin insanların kafasına kakıvereceksin!
Ama hayır diyorum ve çürümeye karşı ahlaki toplumu değil, bu çürümenin kaynağını kurutmayı, yani çürümüş, kokuşmuş ve akıttığı pislikleri toplumun kılcal damarlarına kadar yayan bu tekelci düzeni, bu sömürü ve zulüm düzenini, sömürüye, ezgiye izin vermeyen, bunun şartlarını ortadan kaldıran ortakçı düzen ile değiştirmeyi; yani ezilen ve sömürülen sınıfların düzeni ile değiştirmeyi koyuyorum!
Ve bunun, devrimsiz, devrimcisiz, müdahalesiz, iradesiz, kitlesiz ve programsız yapılamayacağını ve yaptıktan sonra da korunması için bir otorite gerektiğini söylüyorum; ancak böyle bu çürümüşlüğün içinde debelenen, debelendikçe çürüyen, insanlığına yabancılaşan insanı bu çürümeden kurtarmak mümkün olabilir diyorum!
İşte bunun biçimi ve devam etme koşulları budur diyorum!
Yani özcesi, çürümenin yerine ahlaki toplum ancak böyle konulabilir diyorum ki bu toplumun ahlakı proleter ahlak olacaktır; önceki toplumun ahlakından bin kat ahlaklı ve ileri olmasına karşın, bunun da henüz insanlığın fışkırmışlığının ifadesi olmadığını ama bu fışkırmanın garantisi olduğunu ifade ediyorum!
Var mı bir yuvarlaklık? Yok, elbette ama bunun için, farkında isen, onlarca cümle kurguladım ve birbirine ekledim!
Ve devam ederek bir önceki ifadenin tam olarak ne anlama geldiğini açıklayacağına, bambaşka bir şey söylüyorsun. “Merkezi sermaye, halkları çürüterek devlete ihtiyacı iradeten yaşatıyor.” Diyorsun ki son derece yuvarlak olması bir yana hileli bir ifadedir de!
Çünkü evet toplumun çürümesi sermaye düzeninin geldiği son noktadır ve zorlama politikalarla daha da katmerleştirilmektedir; ama asıl mesele bu sermaye düzeninin kendisinin çürümüşlüğüdür ve bu çürümüşlük, gecikmiş bir ölümün ifadesi olarak, akıttığı pislikleri artık toplumun en ücra köşelerine kadar yaymaktadır!
Ve bu yöndeki, yani bunu katmerleştiren zorlama çabalar, devlete ihtiyacı yaşatmak için değil, mevcut devletin mevcut yapısının çözülmesine itiraz etmemelerine yöneliktir!
Sosyalistler hiçbir zaman devletin çözülmesinden değil, devletin parçalanmasından ve ortadan kaldırılmasından söz eder; çünkü yerine koyacakları, daha ileri seviyede bir toplumsal düzenin devletidir ve bu, mevcut devleti çözüp, içinden bu yeni ve ileri toplumsal yapının devlet mekanizmasının kurulması mümkün görünmüyor; yenisini kurmak için önce eskisini parçalamak ve kurulan yeni mekanizmayı, eski devlet mekanizmasını egemenlikleri için elinde tutan eski sınıfın bastırılması için kullanmak gerekiyor.
Devlete, onu çözerek bir yeni biçim vermek, devleti parçalamak ve ortadan kaldırmak olmuyor, bir yeni ve daha ileri, hatta kökten farklı bir toplumsal yapıyı kurmak ise hiç olmuyor; yalnızca, eski düzeni sürdürmek için restore etmek demek oluyor!
Peki, dediklerimde bir yuvarlaklık görüyor musun? Hiç sanmıyorum. Her türlü çarpıtma olasılığını göze alarak dobra dobra anlatıyorum!
Ve evet, Öcalan’ı sizden daha iyi ve daha doğru anladığım bir gerçek, üstelik daha doğru anlattığım da bir gerçek; ama bundan senin çıkarttığın sonuç yanlış!
Öcalan’ın yaklaşımının insanlık biriktirmek olduğunu, bu yüce erek uğruna kendisini helak ettiğini söylemiyorum; işin çarpıklığını ve emperyalist politikaları sevindiren politikalar olduğunu, bilim dışı teoriler taşıdığını göstermek için farklı formülasyonlar deniyorum; ama daha önemlisi insanlık dışılığın egemen olduğu, üstelik ileri boyutta çürüme yaşayan bir toplumsal düzende, tedrici düzenlemelerle veya programlarla insanlık biriktirerek, ahlak yapısını düzelterek insanlığın fışkırmasının mümkün olmadığını söylüyorum! Ve üstüne üstlük insanlığı fışkırtmak için, bu çürümenin kaynaklarının geri dönüşsüz kurutulmasının, bunun için de uzun ve sabırlı ve de son derece katı bir otoriter serüvenin gerek şart olduğunu ekliyorum!
Bunların, Öcalan’ın da, sizin de aklınızda ve gönlünüzde olanlara hem uzak hem de yabancı olduğu açıktır!
Eğer böyle göstermeye çalışıyorsanız, bunun nedeninin, ABD emperyalizminin politikaları ile senkronize olunduğunu örtmek içindir!
Öyleyse, benim kurguladığım bir formül ile Öcalan’ın formülasyonu arasında senkronize kurman tümüyle hiledir! Bunu, akıl taşıyanların akıllarına ve yüreklerine arz ediyorum!
Ve sen daha da ileri düzeyde kurnazlık peşinde koşarak, Öcalan’ın bir “Kürt ulus-devleti” kurma peşinde koştuğunu söylediğimi ve oysa Öcalan’ın kesinkes böyle bir devlet ve genel olarak devlet istemediğini hatırlatıyorsun ki bunda bile, daha bir önceki mektubumda UKKTH’dan ve Ayrılma-ayrı devlet kurma hakkından vazgeçtiğinizi ilan ettiğinizi, UKKTH ilkesine başka bir şekil ve biçim verdiğinizi hatırlattığımı gözden uzak tutmuşsun!
Hatta dört-beş yıl öncesine kadar, UKKTH’nı yani ayrılma hakkını, ayrı devlet kurma hakkını sosyalistler savunur ve bu hak için ezilen halk ile birlikte mücadele eder ama bu hakkın ille de kullanılmasını teşvik etmezler dediğimizde; gene Kürt düşmanı olduğumuzu ve UKKTH ilkesini inkâr ettiğimizi sayıklar dururdunuz ki bunu bile gözden uzak tutuyorsunuz!
Öte yandan,“Büyük Kürdistan” Öcalan’ın değil, ABD emperyalizminin projesidir; Öcalan, Kürtlere, kendisinin senkronize olduğu bu proje doğrultusundaki politikaların içine girmeleri için yol haritaları çizmektedir!
Ve sen, Forum düzeninin selameti için yayınladığın manifesto gibi mektubunda, bazı kişi veya gruplara yönelik olarak,“Devrimcilere ve devrimci örgütlere kinliyim, onlara küfretmek için buraya geldim demeleri mümkün değildir.” Diyorsun ya, öyleyse Öcalan’ın da ve sizin de, politikalarınız ve teorileriniz ABD emperyalizminin politikaları ile uyumlu olsaydı, bunu der miydiniz, ”evet ABD’nin politikalarını benimsiyoruz“ der miydiniz, diye de sorulabileceği aklına hiç gelmedi mi?
İşte sen bu sonucu, bizim “göremediklerimizi”, görerek çıkarıp, bizi bilgilendirerek, “önlem almak gerekiyor, haberiniz olsun” diyebiliyorsan; işte ben de aynı şekilde, sadece ve sadece Öcalan’ın teori ve politikalarını ve de sizlerin telaşlı tutumlarınızı ve dahi Öcalan’dan çok Öcalancı tavırlarınızı değerlendirerek ve üstelik varsayımlarla değil bilimsel bir bakış ile yaklaşarak sonuç çıkartıyor ve ilgili çevreleri ama daha çok da sizleri ve elbette Öcalan’ı uyarıyorum!
Bunun neresi kötü, neresi düşmanlık ve elbette senin ki doğru ise, benim çıkardığım sonuç neden yanlış olsun?
Ama ben mutlaklaştırmıyorum ve eleştirilerimi net, köşeli ve anlaşılır biçimde, hatta dediklerimle ulusalcı yaftalarına maruz kalma riskini de göze alarak açıklıyorum; yani eleştirilerimi çürütebilmeniz için bütün malzemeyi önünüze seriyorum;tek yapacağınız,benim yaptığım gibi,yani bazen birkaç noktayı,bazen daha fazla noktayı tek tek masaya yatırıp, eleştirel olarak süzgeçten geçirip,yani otopsi yapıp, sonucu sizlerle paylaştığım gibi, haksız bir sonuç çıkartıp, sizin yaptığınız gibi üzerinize havada asılı duran yaftalar misli fırlatıyorsam, bu haksızlığı ortaya çıkarmanız, ortaya koyduğum sonucun temelsiz ve bilim dışı olduğunu ispatlamaktır ve siz bunu yapmadığınız gibi, nerdeyse “vallahi billahi biz eyi şeyler yapıyoruz” yollu savunuya ve yemezsek,”ulusalcı” deyyu saldırıya geçiyorsunuz!
İnsanlarda öyle bir algı yaratmışsınız ki, söylemlerimizin azıcığı, “ulusalcı” lığı temel politika bellemiş olan örgütlerin ve hatta CHP-MHP misli örgütlerin veya bu tandansta ki bireylerin yalancıktan da söylemiş olsalar, söylemleri ile örtüşüyorsa, hemen ceplerinde taşıdıkları yaftaları çıkarıp, üzerimize fırlatıyorlar!
Bu da dediklerimizin önüne en baştan kalın bir duvar örmüş olmanız demektir ki, bu bile resmi politikanın içindedir; bunu söylerken haksızlık yaptığımı düşünmüyorum ve bunun için sizin yerinize ben soruyorum ki, bu çürümüş, kokuşmuş sömürü düzeni, bu kokuşmuşluğuna rağmen hayatta kalabilmek, kendi yasallıklarına bile hücuma geçerek kendi tarihi sınırlarının çok çok gerisinde bir düzeni yeni bir düzen olarak yerleştirmek için, toplumu bu temelde değiştirmek üzere en başa, sizin kafalarımıza sıklıkla fırlattığınız yaftaların daha kapsamlısını bir manivela olarak koymadı mı? Bunları çok daha ağır ve ezici ağırlıklar olarak önlerinde engel gördüklerinin üzerine fırlatmadı mı? Toplumu bu yönde manipule etmedi mi? Böylece Kemalist burjuva cumhuriyetin devletini çözmedi mi? Şimdi büyük tahribatlar verdikten sonra bu ağır yaftaların altından gene kendisi çıkarıp almadı mı?
Yoksa Quantum mu haklılandı, fırlatanlar fırlattıkları kendi yaftalarından etkilenip, yaftaya maruz bıraktıklarını etkileyeceklerine, kendileri de etkilenip ulusalcı mı oldu, Kemalist mi oldu?
Ama biz yine de bu duvarı aşıp, yer yer paramparça yapıp, o bizim dediklerimizden koruduğunuz insanlara ulaşıyor ve bütün önyargılarına rağmen, bütün bu önyargılarının tetiklemesiyle gösterdikleri hırçınlıklarına rağmen gerçekleri az biraz farkla yaklaşık olarak da olsa ki hiç bir zaman birebir örtüşmez, yansıtan hakikatleri aktarma borç ve sorumluluğuzu sürdürmekten vaz geçmiyoruz!
Ve demek ki ortada “itham” yok çözümleme var ve çözümlemelerin sonucu var; itham ise sadece sizin cebinizdedir ve hiçbir temeli olmayan ithamlarınızı aklınıza estikçe ya da sıkıştığınızda üzerimize fırlatan sizlersiniz! Biz bilim yapıyoruz ki bunu kafanıza soksanız siz de biz de rahatlarız! Ama siz böylece belki de ayrıca gerçeklerin yansısı olan hakikat ile öznel-kurgusal, gerçeklere bağımlı olmayan “hakikat” arasındaki farkı ve bu farkın önemini anlarsınız da; vijdanınız varsa, gerçekleri yansıtmayan “hakikat”leriniz ile gerçeklere ve hakikatlerine sahip çıkmaya kararlı insanlara zulüm yapmazsınız!
Ve sizde eğer devrim düşüncesi hâsıl olsa idi veya bu düşünceyi katlayıp, rafa koymasa idiniz, tek sorunun iktidar sorunu olduğunu bu kadar çabuk unutmazdınız! Yani evet ahlak çürümesi, bitkisel hayatta yaşayan insan profili elbette sorundur ama düğüm burada değil, buradan çözülemez, düğüm bu ahlaki(ahlaki çürümüşlük yaşayan) topluma kaynaklık eden çürümüş, kokuşmuş ve artık her tarafından pislik akan bir toplumsal düzenin, hala kendini sürdürmeye çalışmasıdır! İşte bu sorundan kurtulmak, ancak ve ancak bu noktadaki düğümü çözerek iktidarı ele almakla mümkündür!
İşte bundan sonra girişilen yeni toplumsal inşaatın merkezinde insanlığın biriktirilmesi ve sonunda yepyeni bir formda fışkırarak insanlığın kaderini ele alabilecek insanların tarih sahnesine çıkması söz konusudur!
Ondan önce, koli basili misli, hala hayatta ve canlanarak egemen olmayı, bütün yapıyı sarmayı bir an bile aklından çıkarmayan eski düzenin, eski sınıfın artıklarının tamamen kazınması ve bunun için de son derece otoriter bir aletin çalıştırılması gereklidir!

BORGA kardeş, ahlak demişsin ve insanlık çürüdü, basacak zemin kalmadı demişsin!

Ama hem bu basacak yeri kalmayan zemine basarak, onun içinde insanlık arayarak ilerlenebileceğini savlıyorsunuz ve hem de bunun en kral sosyalizme açılan yol olduğunu söylüyorsunuz ve bunu yaparken de açacağınız bu yol için bütün alet edevatı, bu yolu kapatmak için her türlü cinlik yanında, barbarlıktan kaçınmayan egemen sınıfın egemen politikalarında ve alet edevat envanteri içinde arıyorsunuz!
Ahlak da mutlak bir kategori değildir; doğumda ve ölümde ahlak olmuyor, sonradan kazanılıyor ve sonradan kaybediliyor!
Her ahlakçı önce bir ahlak silicisidir ve sonra da bir ahlak yazıcısıdır! Yalnızca mevcut ahlakı silmek, ahlaksızlığın propagandasını yapmak anlamındadır; ahlaksızlık propagandası insanın alçalmasını model yapmanın çabasıdır ve buna yozlaşmak, yani insanın sonradan kazandığı iyi niteliklerini kaybetmek demek, yerindedir.
En etkili ahlak silicisi korkudur; korkuyu en büyük ahlaksızlık jeneratörü saymak isabetlidir!
İnsanlık için en büyük korku, sonsuz korku, ölüm korkusudur; dinler, ölüm korkusundan vazgeçmezler; diktatörler de ölüm korkusunu hep yüksek tutarlar; ahlaksızlığa ihtiyaçları olduğunu düşünebiliriz; o halde ahlaksızlığı yenmek için önce diktatörlüğü yenmeye mahkûmuz; bunun için ise, ölüm korkusunu yenmek gerekmektedir. Ölüm korkusunu ve diktatörlüğü yenmeden ahlaksızlığı yenmek mümkün değildir; mümkün olacağını düşünmek, diktatörün ahlak siliciliğinden etkilenmiş olmanın ifadesidir!
Ve korku türleri çeşitlidir; açlık korkusu, işsizlik korkusu, hapis korkusu, savaş korkusu ve giderek ölüm korkusu hep birer ahlak silicisi olarak işlev görürler! İnsana güvenmek, ilerlemeye güvenmektir; bu da insanın zorunlu geleceğine inanmak demektir; ahlak ancak burada var olabiliyor.
Marx ve Engels’e göre “Hiçbir alanda bir kimse önceki varlık biçimini reddetmeden ilerleme kaydedemez. Ahlak diline çevrildiğinde red, inkâr demektir.”
Bunun anlamı, önceki ahlakı reddetmeden ve silmeden yeni bir ahlakı yazmak da, temellendirmek de mümkün değildir! Reddetmek, yenisini kurmaya muktedir olmak demektir, en azından muktedir hissetmek demektir!
Yeni bir ahlaki toplumun inşa edilmesi, yani yeni insanlığın biriktirilmesi durumu, ancak ve ancak yeni bir iktidarın gerçekleştirilmesi ile mümkündür; çürümüş bir insanlık içindeki insanlar, hem yeni bir ahlaki toplumu düşünemezler ve inanamazlar, hem de yeni bir ahlaki toplumu inşa etmek için harekete geçemezler!
Mevcut ve çürümüş olan ahlaki toplumun yıkılması için, bu ahlaki toplumu yıkmak için harekete geçtiğinin farkında olmadan harekete geçebilirler! Harekete geçiren ahlaki çürüme değildir demek istiyorum; bu, ahlaki çürümeyi de içeren, sınıfsal çıkarlar çatışmasıdır!
Yani belirleyici olan ahlak-ahlaksızlık çatışması değildir; sınıfsal çıkarların çatışmasıdır!
Engels, “Eğer insan bilgisi diyorsam, bunu, tanıma onuruna erişmediğim öteki göksel cisimler sakinlerini incitmek niyetiyle değil ama hayvanlar da, hiçbir zaman egemen olmasa bile, bilgi sahibi oldukları için söylüyorum” dedikten sonra ”köpek efendisinde tanrısını görür ama bu, o efendinin dünyanın en büyük namussuzu olmasını engellemez.” Diye ekliyordu!
Devam ederek,“Eğer doğruluk ve yanlışlık ile pek ilerleyemiyorsak, iyi ve kötü ile daha az ilerleyeceğiz. Bu karşıtlık yalnızca ahlak alanında, yani insanların tarihine ilişkin bir alanda söz konusu olur ve son tahlilde kesin doğruluklar asıl bu alanda çok seyrektir. Halktan halka, dönemden döneme, iyi ve kötü fikirler öylesine değişir ki, çoğu kez birbiriyle açıkça çelişirler; ama denecek yine de iyi kötü, kötü de iyi değildir; eğer iyi ile kötü aynı çuvala konursa bu, her türlü ahlak düşüncesinin sonu demektir ve herkes canının istediği gibi davranır; ama gene de sorun bu denli yalın biçimde çözülemez!
Eğer sorun bu denli yalın olsaydı, iyi ve kötü üzerinde tartışılmazdı, iyi nedir, kötü nedir, her kes bilirdi. Ama şimdi böyle mi? Bu gün bize hangi ahlak öğütleniyor? Özce, özsel olarak bir Katolik ve bir de Protestan ahlaka ayrılan ve böylece Katolik-cizvit ahlak ile Protestan –Ortodoks ahlaktan mezhebi geniş ahlaka değin giden, geçmiş yüz yılların iman kalıtı Hıristiyan feodal ahlak. Bunun yanında modern burjuva ahlakı, sonra hemen bunun yanında da geleceğin proletaryanın ahlakı bulunur; öyle ki yalnızca Avrupa’nın en ileri ülkelerinde geçmiş, bugün ve gelecek, birbiri yanında aynı zamanda geçerli üç büyük ahlak teorisi grubu sağlar. Öyleyse hangisi gerçek ahlaktır bunların? Kesin ve mutlak anlamda, hiçbiri; ama süre vaat eden öğelere en çok sahip bulunan ahlak; şu anda kuşkusuz bugünün altüst oluşunu, geleceği temsil eden ahlaktır, yani proleter ahlak.
Peki siz hangi ahlakı öneriyorsunuz BORGA, proleterya ile ilginiz olmadığına göre, aşiret toplumunun ahlakını mı öneriyorsunuz; “demokratik” İslam ahlakını mı öneriyorsunuz? Ümmet toplumunun ahlakı mı daha iyi? Bu ahlakla mı, mevcut düzendeki ahlak erozyonuna, insanlığın çürümesine son vereceksiniz?
Engels’ten aktarmaya devam ediyorum; “Modern toplumun, feodal soyluluk, burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç sınıfından her birinin kendi öz ahlakına sahip bulunduğunu gördükten sonra, bundan ancak insanların, ister bilinçli, ister bilinçsiz olsun, ahlak anlayışlarını, son çözümlemede sınıf durumlarının dayandığı pratik ilişkilerden, içinde üretim ve değişimde bulundukları ekonomik ilişkilerden aldıkları sonucu çıkartabiliriz.” Diyor!
Yanlış mı, yuvarlak mı konuşmuş? Sen düşün, Engels’ten aktarmaya devam ediyorum!
Engels,“Bununla birlikte yukarda sözü edilen üç ahlak teorisinde, her üçünde de ortak olarak bulunan birçok şey var: Sakın bu, hiç değişmemek üzere saptanmış ahlakın bir parçası olmasın?
Bu ahlak teorileri, aynı tarihsel evrimin üç ayrı aşamasını temsil ederler, öyleyse ortak bir tarihsel arka plana ve bunun sonucu, zorunlu olarak birçok ortak öğeye sahip bulunurlar. “ diyor.
Dahası var, “ …ekonomik gelişmenin benzer, ya da aşağı yukarı benzer aşamalarında, ahlak teorilerinin zorunlu olarak aynı amaçları gütmeleri gerekir. Taşınır malların özel mülkiyetinin gelişmiş bulunduğu andan başlayarak, bu özel mülkiyetin üstün geldiği bütün toplumların şu ahlak buyruğuna ortaklaşa sahip bulunmaları gerekiyordu:
Çalmayacaksın!
Bundan ötürü bu buyruk, ölümsüz bir ahlak buyruğu mu oluyordu? Hiçbir zaman.
Hırsızlık nedenlerinin ortadan kaldırıldığı, öyleyse zamanla hırsızlıkların ancak deliler tarafından yapılabildiği bir toplumda: Çalmayacaksın! Ölümsüz doğruluğunu ciddi ciddi ilan etmek isteyen bir ahlak vaizine amma da gülünürdü.
Bu nedenle ahlak dünyasının da, tarihin ve ulusal farklılıkların üstünde bulunan sürekli ilkeleri olduğu bahanesiyle, herhangi bir ahlak dogmatizmini bize ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez bir ahlak yasası olarak kabul ettirme yolundaki her savı yadsıyoruz.

Tersine, geçmişin her ahlak teorisinin, son çözümlemede o zamanki toplumun ekonomik durumunun bir ürünü olduğunu ileri sürüyoruz. Ve nasıl toplum, şimdiye değin sınıf karşıtlıkları içinde gelişmiş bulunuyorsa, ahlak da aynı biçimde her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; bu ahlak, ya egemen sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını doğruluyor, ya da ezilen sınıf yeterince güçlü bir duruma geldiği andan başlayarak, bu egemenliğe karşı baş kaldırmayı ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarını temsil ediyordu.
Gene de insan bilgisinin bütün öteki dalları için olduğu gibi, ahlak bakımından da genel olarak bir ilerleme olduğundan kuşku yok. Ama henüz sınıf ahlakını aşmamış bulunuyoruz. Sınıf karşıtlıklarının ve bu karşıtlıkların anısı üzerinde yer alan gerçekten insanal bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının yalnızca yenilmekle kalmadığı ama yaşama pratiği bakımından unutulmuş da bulundukları bir toplum düzeyinde olanaklı olabilir.
Şimdi, eski sınıflı toplumun bağrında, toplumsal bir devrimin öngününde, geleceğin sınıfsız toplumuna ölümsüz, zamandan ve gerçeğin dönüşümlerinden bağımsız bir ahlak kabul ettirme savında bulunanların kendini beğenmişliği düşünülsün!”
Düşünülsün mü, buna izin verir misin BORGA?
BORGA kardeşim, insanın çürümüşlüğü, insanal özün ifadesi değildir! İnsan sürekli gelişir; eylemde ve sanatta gelişir; insan doğduğunda aydın değildir; anadan doğma deriz, ümmi’dir; şimdi işçilerin, toplumun ümmi olmasını bu nedenle istiyorlar; çünkü gelişip aydın olmasını istemiyorlar; solcu olmak ise aydından çok sonra gelen bir aşamadır; insan gelişir, aydın olur, biraz daha gelişir solcu olur; solculuk gelişmedir! Anadan doğma olanlar, ümmi olanlar aydın da, solcu da olamaz!
İnsanın özünün hiç değişmeyen ya da hakiki bir gerçekliği olmadığını biliyoruz; insan özünün, asıl, hep aslına uygun, doğru, tartışmasız bir gerçekliği yoktur! Dolayısıyla insanın özünün “mutlak” ,değişmez bir yazımı yoktur; insanın yazımı, estetik ve eleştirel olmak durumundadır.
Öte yandan komünizmi, pratik hümanizmin gelişi olarak kabul edersek, modern komünizmin kurucuları Marx ve Engels’in insan sevgilerinden kuşku duymamak gerekiyor, her devrimcinin derininde sevgi misyonu vardır.
Diğer yandan Engels, “İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı çalışmasında burjuvazinin çocukluk dönemi öncesinde insandan çok bitkisel yaşam içinde, insanoğluna yakışmayan bir biçimde olan insanı gördüğünü yazıyor ve insanın yeni zamanlarda ortaya çıktığını ekliyordu!
Bugüne geldiğimizde, ki artık hep beraber insanın çürümüşlüğünden söz eder olduk, soru şudur; bir mega kent olan İstanbul’da bile, kasaba parçalılığını yaşayan, sürekliliğini kaybetmiş, korkak, ürkek, edilgen, güvensiz, sevgisiz yaşayan insanlara insan denilebilir mi ve peki bunlar kapitalizmin rekabetçi döneminin insanına mı yoksa feodal dönemin sürülerine mi daha yakındırlar?
Peki bu normal ve kaçınılmaz değil midir?
Tekelci düzen sürekli baskıdır; bu düzende insan çok küçük işlerin adamıdır.
Tekelci düzen bir korku jeneratörüdür; insanın kaderinin kendi elinde olmadığını yayarak topluma yayılır! İnsanı ve toplumu çürütür demek istiyorum!
Tekelci düzen ile bütünleşen medya ve basın ve buna ilaveten cahil üniversite profesörleri, insanın edilgen hale getirilmesinde en önemli mekanizmadır!
Tekelci düzende insan edilgendir; edilgen insan sürüdür!
İnsanın gelişimi ise, tanrının yerine kendisini koyabilme çizgisidir; bu çizgide, insanın kendine olan sevgisinin yerine, karşısındakini, cinsi, sevebilmek vardır!
Velhasıl tekelci düzenin insanını insan olarak düşünemeyiz!
Yeni insan kapitalizmde değil, Marx’ın kapitalizmin çocukluk dönemi olarak adlandırdığı, onbeş ile onyedinci yüzyıllar arasında çıkmıştır; işaretler bu yöndedir.
Bütün yeni insanlar, Erasmus, Martin Luther, Galileo, Newton Morus, vb. hepsi bu yüzyıllarda fışkıran insandırlar!
Kapitalizmle birlikte ortaya çıkan insanlaşma ve/veya insanlıktan uzaklaşma süreci, köle-insan ile kral-insan halini törpüleyerek birleştiren bir dinamik olarak görünmektedir; insanın mağrur ve güvenli hali tarihe karışıyor ve bu arada köle durumu cilalanarak insana içeriliyor! Kapitalizm, burjuvazinin çocukluk döneminde ortaya çıkan insanlaşma sürecini gerileten bir düzendir; insanın, kendisini insan yapan iki büyük kaçışını durduruyor; insan tanrıdan ve kendisini sevmekten kaçtığı ölçüde insan olabiliyor! Burjuvazinin iktidarını kurduğu andan itibaren aşkla sarıldığı dinsellik, insanın kendi ekseninde özgürleşmesine büyük bir darbe oluyor; insan, tekrar tanrıya köle ya da kul oluyor!
Kapitalizm, feodal uygarlıkta ve her türlü talan düzeninde kaçınılmaz olarak var olan dayanışma ve ilkel komünizan içgüdülerin kökünü kazıyarak yerine koyduğu egoizm ile insanın kendini sevmekten kaçışını durduruyor, egoizmle insan kendi kendisinin kurdu oluyor!
İnsanın gelişmesi, tanrıyı içinden çıkarıp, yerine aklı koymasıdır; şimdi insanın içinden akıl çıkarılıyor, daha fazla tanrı konuluyor!
Feodal toplumda ufku ya da başka ifadeyle geleceği yoktur; geleceği olmayan insana ölüm uyku hapı kadar kolaydır. Feodal toplumun insanının pratiğinde en günlük olan ölümdür. Kapitalizmin, ölümü, insanın günlük pratiği olmaktan çıkardığı kesindir; Kapitalizm ölümü günlük pratikten çıkarıp uzaklaştırıyor, ancak korkuyu yakınlaştırıyor; kapitalizmde ölüm zor geliyor, ancak korku çok kolaylaşıyor!
Tekelci düzen ise, insan kalıntılarının tümünü kazıyor; bu düzen sadece ve sadece korkuya dayanıyor; korku insanı küçük insan yapmak, körleştirmek ve köleleştirmek için gerekiyor; hem cüce hem de kör kaçınılmaz olarak köle oluyor!
Korkan insan kör ve küçük insandır! Korkak, kendine ve geleceğe güveni olmayandır!
Tekelci düzenin insan teorisindeki yeri sevgiden yoksun bir tanrı ile özdeştir! Sevgisiz tanrı, insanın bilme isteğinin ve karar verme iradesinin düşmanıdır! Bu ise, insanı insan niteliklerinden soyma ve/veya insansızlaştırma anlamına geliyor; boşlukta isteksiz bir hareketin ifadesidir; boşlukta ilerde bir istek noktası ile hareket etmek ise, insanın insan olmasının ipuçlarını veriyor!
Öyleyse bu gün en devrimci iş, insanı cüceleştiren, insansızlaştıran, devrimcisizleştiren, körleştiren, köleleştiren tekellerin hegemonyasını, her cephede en büyük şiddetle dağıtma eylemi değilse nedir?
Velhasıl BORGA kardeşim, insan durup dururken veya can sıkıntısından çürümüyor; çürüyen, can çekişen sömürü düzenin akıttığı pisliklerden kurtulamadığı için çürüyor; bu nedenle insan toplulukları olan halkların devrimcisizleştirilmesi değil, devrimcileştirilmesi gerekiyor; olduğu gibi, ümmi haliyle kabul etmek değil, değiştirmek, dönüştürerek zenginleştirmek gerekiyor; yani insana, başını dik tutmasını öğretmek gerekiyor!
Bu gün toplum, ne verirsen alan, son derece edilgen bir toplum haline getirilmiştir; edilgenliğe karşı olmak, devrimci olmaktır; bugünün en önemli doğmalarından olan “inanıyorum öyleyse doğru söylüyor” yaklaşımı, bu edilgenliğin içinde ve yayıcısıdır; en kolay devrimcisizleştirme ve edilgenleştirme aracıdır! Topluma müdahale etmeyi, gidişata müdahale etmeyi kendi iradesi ile düşünen ve isteyen devrimcidir; edilgen insan bunu düşünemez!
Edilgen olmayan, doğmalara tutsak olmayan, devrimci olan insan, her beğendiğinde kusur arayan insandır! Çok seviyorsak, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in kutsallıklarını değil, kusurlarını bulacağız; çok seviyorsanız siz de Öcalan’ın kutsallıklarını değil, kusurlarına bakmalısınız; insan olan insanın cennetini kurana kadar kimse kutsal değildir.
Sevgili BORGA, aslında diyeceklerim, bu kadar değil, daha da fazlasını paylaşmak isterdim ama biliyorum okumaya karşı kayıtsızız ve pek fazla ilgili değiliz; yine de bu konuda önemli ilerleme kaydedildiğini görüyorum, bu nedenle daha fazla zorlamak istemiyorum ve bu uzun mektuplarımla önemli açıklıklar sağladığıma inansam da, yine de verdiğim rahatsızlıktan ötürü bağışlanmamı diliyorum!
Devam etmek istersen devam ederiz, herkese yararlı olacağı muhakkaktır; kendim de çok yararlanıyorum ve bu forumu gerçekten bir solcu, bir devrimci, bir aydın eğilimi ile izleyenler için yararlı şeyler yazamazsam, yazdıklarım yanlış şeyler olursa diye zaman zaman endişeleniyorum; bu büyük bir sorumluluk; bu nedenle uzun uzun yazdığım mektuplarımı ilgiyle ve eleştirerek, süzgecinden geçirerek inceleyenlerin, gördükleri, fark ettikleri yanlışları, eksiklikleri hiç çekinmeden yüzüme vurmalarına sadece ve sadece şükran duygularımla cevap vereceğimi, bununla birlikte eksiklerimi, yanlışlarımı gözden geçirerek daha faydalı olmak için sorumluluğumu artıracağımı bilmelerini istiyorum!
Ancak başka yerden aktardıklarıma ve kendi kurguladığım düşüncelerime inandığımın ve inanmadığım ve dahi anlamadığım hiçbir görüşü ve de anlatamadığım, anlatabilmek için uygun kurguyu yapamadığım düşüncelerimi aktarmadığımın, eğer bir bütünsel düşünceyi etkileyecekse, o bütünsel mektubumu yayınlamaktan vaz geçtiğimin bilinmesini istiyorum!
Ve artık bitiriyorum.
Fikret Uzun
24-Hzrn-2014

Hiç yorum yok: