18 Haziran 2014 Çarşamba

ORTADOĞU ÇÖZÜMLEMELERİ 1



“Bay Semkovski, yavan, içi kof, pratik bir değeri olmayan sorular soruyor, yedi aptalın sorduğu ve yetmiş akıllının yanıtlayamadığı sorular türünden bir şey. “ Lenin!

Aslında tartışma benim indimde bitmişti; üstüne kısa ve zorunlu bir seyahat gereksinimi çıktı ki döndüğümde epey bir yalan yanlış ifade kurularak kulaklarımın çınlatıldığını görünce tartışmaya en kapsamlı noktayı koymanın boynumun borcu olduğuna karar verdim!

Pratik değeri olmayan sorular sormak BORGA’nın özel ilgi alanındadır; tartışma ne zaman istenmeyen bir mecraya akmaya başlamıştır ki orası gerçeklerin tarihin doğrulayıcılığına bırakmadan orta yere döküldüğü yerdir, işte o zaman, BORGA ve türleri sessizliğini bozarlar ve tartışmanın yönünü değiştirmek için veya tartışmayı kapatmak için ünlü ama saman tadındaki sorularını sormaya başlarlar; bu ilk defa olmamaktadır!

Bununla birlikte bu tür de olsa sorulan soruya hakettiği cevabı fazlasıyla verdiğim de ortadadır ama niyet bellidir; “ peki siz sorduğum sorulara cevap verdiniz mi? “diye sorsam da nakarat devam eder!

Peki, çatısının altına girecek başka örgüt yoksa ne olacak, o zaman HDP’ye tek kelime etmeyecek miyiz? Başka örgütün adresini veremiyorsan HDP’ye laf söyleyemezsin! Peki ben HDP’ye katılmazsam, ya da T”K”P’lerden birini beğenip içine girmezsem örgütü reddetmiş ve örgütsüzlüğe methiye mi düzmüş oluyorum? Yoksa ortada adamı olacak parti bulamadığım için mi dışarda duruyorum?

Bu mudur yani? Ama bu, tam bir kara mizah değilse, ipe un sermektir!

Diğer yandan, AKSEYMEN’in bağlı olduğu “parti”, TKP’den arta kalanların bir bölümünü teşkil eden ve diğerleri gibi, TKP’nin yokluğunda kendisini Abdurrahman Çelebi yerine koyan ve yine kendisini Nabi Yağcı’nın “likidatörlüğü” veya SİP-TKP’nin “isim hırsızlığı” veyahut da ÜRÜN-TKP’nin “ taklitçiliği” üzerinden ve “illegaliteyi” mutlaklaştırarak var etmeye çalışan ve ilaveten gelip gelip bir karanlığın içine girdiği apaçık görülse de bunu görmezden geldiği Kürtlerin “özgürlük” hareketinin peşine takılarak popülizmi de çare gören bir öbek ise, Fikret Uzun’un da kendi başına bir öbek olduğunu iddia etme hakkı olamaz mı?

Bunu, sıkışınca Lenin’i referans gösterdikleri halde, örgüt şoveninizmine yakalanmış bu bayların kafaları almamaktadır!

“örgütsüz komünist olur mu? ” sorusunu günde beş doz sorarlar ama “komünistsiz komünist partisi olur mu? Sorusu akıllarına gelmez!

Bunlar ayrıdır ve burada bunları anlatacak değilim, bunları konu eden, AKSEYMEN ve diğer fetiş takılan forum üyesi isterlerse “parti”lerinin marifetlerini ve benim yeni hayatımı anlatırlar; ve belki, henüz benim sorduğum sorulara vermedikleri cevapları düşünürlerse, vermediğimi zannettikleri cevap yanında bana pek çok cevabı borçlu oldukları akıllarına gelir!

Ancak, bir konu daha var,

Borga, her zaman yaptığı gibi, çoktan ve belki bir kaç kez çürüttüğüm seçme saçmalarından birisini daha şöyle ortaya sürüyor:

“Yeryüzünde sol, sosyalizm, komünizm saflarına girmiş en lanetli zehir “ilericiliktir” miş; “Bundan daha büyük bir uzlaşmacılık ürememiş” miş;”Bu akım, her durum ve şart altında sırtını düşmana dayamış”mış; “…hayat içinde ne gerici olan var”mış, “ne de ilerici olan”; “…toplam iki tane konumlanma varmış”, o da, “devrimci ve karşı-devrimci konumlanış”mış

Bu incileri ile seçme saçmalarına bir yenisini ekleyen BORGA’nın sadık ve her fırsatta “beğenme” yarışı içine giren iki izleyicisi olan ama aynı zamanda, teşbihte hata olmaz,“bir TKP’si olmuş, sevinçten deliye dönmüş misli” her yere partilerinin şiarlarını büyük puntolarla asmaktan kendini alamayan Akseymen ve Deniz Yoldaş mahlaslı forum üyeleri, sadece bu zıtlıkla bile, kendi kendileri ile çeliştiklerini fark etmek için düşüneceklerine, Ulak’ın üzerine “öğretilmiş düşünce” misli ezberledikleri hakaretleri ve /veya yaftaları boca etmek için yarış etmişler; bu, “koroya beni de alın” yollu haykırmaktan başka bir şey değildir.

Akseymen’in afişe ettiği, renkli zemine renkli puntolarla “Komünistlerin, sosyalistlerin, gerçek sendikacıların, tüm ilerici, devrimci güçlerin ulusal servetleri savundukları bir gerçektir.” Şeklindedir; Deniz Yoldaş’ın vitrine koyduğu ise “İşçi sınıfının savaş yolunda ilerici devrimci gençlik.” Şeklindedir!

İnsan gülse mi üzülse mi karar veremiyor!

Bir konuya daha açıklık getirmek zorunludur, bu baylar, sanki ben “parti”lerine angaje olmak istiyorum da, ”parti”leri beni istemiyormuş çağrışımı yapacak kelamlarla ortalığı bulandırmaya çalışırlarken, “parti”lerinin bana davetiye çıkardığını ve davetlerini nazikçe reddettiğimi ve hatta reddederken gene yine nazikçe eleştirilerimi ve hatta sorularımı esirgemediğimi, hâlâ cevap borçları olduğunu, belli ki bilmemektedirler ki sorarlarsa “parti”lerinin yöneticileri, kendilerine mutlaka bir şekilde anlatacaklardır!

Böylece, henüz deyim yerindeyse adamı olacak, kadrosu olacak demek istiyorum, bir bağımsız komünist partisini benim de aradığımı ama maalesef bulamadığımı ifade etmiş oluyorum!

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna azdır!

Diğer yandan akıl fukaraları, pek çok kere “İP’li” veya “ulusalcı” olduğum nakaratı ile dediklerimi itibarsızlaştırmaya çalıştılar ki çaresizliğin dışa vurumudur; ama bunu sadece bana değil, Kürtlerin reformizmin batağına saplanmış, daha açık ifadeyle ABD emperyalizminin BOP treninin arkasına takılmış olan ve bundan medet umarak “özgürleşeceğini” sanan Kürtlere ve önderleri Öcalan’a laf söyleyen herkese aynı nakaratlardan bir demet ve hâlâ fırlatıvermektedirler!

Ancak unuttukları ve hesaba katmadıkları bir şey var, net politikalarla ve duru ideolojik-teorik yaklaşımlarla hareket edenleri, sıtma ile korkutup veba mikrobu ile imtihan etmek mümkün değildir!

Lenin’e de bu tür yaftalar çok asıldı ve Lenin kimi yaftaları seve seve kabul etti ve kimilerini de sahiplerine iade etti!

Örnek olsun Lenin’de “Jakoben”likle suçlaması ve “Blanquist”likle suçlandığında Jakobenizmi seve seve kabul etmiş ve hatta belki de anında “Jakobenizm işçi sınıfını korkutur mu” başlığıyla ayrıntılı bir makale döşenmiştir; ama Blanquist olmakla suçlanmasının abesle iştigal olduğunu net olarak ifade etmiştir!

Evet, bunlar doğrudur ve hatırlatmam yerindedir ama asıl mesele bunlar değildir; bunlar asıl meselenin üzerini örtmek için çaresizce öne sürülen safsatalara cevap oluyor; eğer istenirse, elbirliğiyle likide edilen TKP anılarımı ve “birbirini bilen kırk kişi” misli ayrı öbeklerde görevlerini icra eden T”K”P’ciklere dair anılarım yanında, düşüncelerimi de aktarırım ama şimdi bu kadar yeter ve asıl meseleye geçiyorum!

Asıl meseleye geçmeden önce de, bu öbeklerde şahsen de tanıdığım ve yoldaşlık da yaptığım, şahsen tanımasam da bildiğim, değer verdiğim arkadaşlarım elbette vardır ve bu arkadaşlarımı ayrı tuttuğumu kendileri bilseler de ben yine de bunu not düşüyorum!

Deniz Yoldaş nickli forum üyesinin söylediklerinde fındıkkabuğunu dolduran bir şey yok ve Turgut arkadaş pek güzel nitelemiş, ”havanda su dövmek” pek yakışmış; fakat bu zat-ı muhteremin ifadelerinde pek çok küfür ve hakaret olduğu kesin ama hani derler ya “cahildir, ne derse yeridir” diye, o misal üzerinde durmuyorum!

Ancak, AKSEYMEN şahsıma yönelttiği ince hakaretlerin altını doldurmak için az da olsa çaba göstermiş; öyleyse açtığı kapıdan devam ederek bin kez ifade ettiğim ve ayrıntısıyla ortaya koyduğum “sorun” üzerinde ki gerçekte bu “sorun”un asıl sorun olmadığını, asıl sorunun sınıfsal-siyasal kurtuluş olduğunu ve Kürtlerin sınıfsal kurtuluşu dudak ucuyla bile dillendirmediklerini, hatta düşüncesini bile unuttuklarını, siyasal kurtuluştan ise epeydir vazgeçmiş olduklarını ve bu tartışmanın asıl ”sorun”unun bu esas asıl sorundan ayrı olmadığını biliyorum; bu nedenle AKSEYMEN’in açtığı kapıyı biraz daha açık tutmak gerektiğine inanıyorum!

AKSEYMEN, zihnimizi açmak ve ulusal soruna açıklık getirmek için Lenin’den alıntı yapmış ve şöyle:

"Ezen ulusların proletaryası, ilhaklara karşı ve ulusların hak eşitliği için, şabloncu, her burjuva pasifisti tarafından tekrarlanan laflarla kesinlikle yetinemez. Proletarya, emperyalist burjuvazi için özellikle 'can sıkıcı' olan, ulusal boyunduruğa dayanan devlet sınırları sorununu sessizlikle geçiştiremez. Proletarya, boyunduruk altındaki ulusların zorla mevcut devlet sınırları içinde tutulmasına karşı mücadele etmeden edemez ve tam da bu ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı için mücadele etmektir. Proletarya 'kendi' ulusu tarafından ezilen sömürgelerin, ulusal politik ayrılma özgürlüğünü talep etmek zorundadır. Aksi takdirde, proletaryanın enternasyonalizmi boş bir söz olacaktır; aksi takdirde, ezen ve ezilen ulusların işçileri arasında ne güven ne de sınıf dayanışması mümkündür; aksi takdirde, kendi kaderini tayin hakkının 'kendi ulusu' tarafından ezilen ve 'kendi' devleti içinde zorla tutulan uluslardan söz etmeyen reformist ve Kautskyci temsilcilerinin ikiyüzlülüğü teşhir edilmemiş olarak kalır."

Hepsi bu imiş ve gerisi laf-ı güzaf’mış!

Ancak bu durumda, AKSEYMEN’in alıntı yaptığı derlemede Lenin 600 sayfayı boşuna yazmış olmuyor mu?

Düşünmeyi unutmak bu olsa gerek!

Oysa Lenin, AKSEYMEN’in kaynak olarak gösterdiği derlemede olduğu kadar başka makalelerinde ve konuşmalarında da ulusal soruna dair pek çok şey söylemiştir!

AKSEYMEN’in demesine bakarsak, o ifadelerden başka birini aktarınca meseleyi çözmüş olacağız ve gerisi laf-ı güzaf olacak demektir!

Ama öyle olmayacağı açık değil midir?

Örnek olsun “Ulusların kaderlerini tayini hakkının tanınması, en gerçek burjuva milliyetçiliğinin ‘oyununa gelinmesini’ sağlar, “ diyen Semkovski’yi eleştirirken
Lenin şunu da söylemiştir:

“Ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi denen şeyi, marksist açıdan incelemeye giriştiğimizde, elbette ki ilk karşılaşacağımız soru, ’ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi nedir?’ Olacaktır.

Bu terim ne anlama gelmektedir?

Bunun yanıtını, türlü hukuk ‘genel kavramlarından’ çıkarılan hukuksal tanımlamalarda mı aramalıyız, yoksa ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi incelemesinde mi bulmaya çalışmalıyız?

Ulusların kaderlerini tayin hakkı", demokratik bir düzeni zorunlu kılar, öyle ki, bu düzende yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilmez, burada, özel olarak ayrılma sorununu demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir. Demokrasi, genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir.

Proletarya, bir ulusun bir devlet sınırları içinde zorla tutulmasını olanaksız kılan bir demokrasiden yanadır. Bu yüzden, "ulusların kaderlerini tayin hakkını ihlâl etmemek için", pek akıllı Bay Semkovski'nin sandığı gibi, "oylarımızı ayrılma lehinde vermek" değil, ayrılan bölgenin sorunlarını bizzat kendisinin çözüme bağlayabilmesine izin verilmesi amacıyla kullanmak zorundayız.

Bu (Semkovski’nin dediği) çocukça bir saçmadır, çünkü bu hakkın tanınması, hiçbir şekilde, ne ayrılmaya karşı propaganda ve ajitasyona, ne burjuva milliyetçiliğinin suçlanmasına engel değildir. Tam tersine, ayrılma hakkının reddi, tartışma götürmez biçimde en kesin gerici Büyük-Rus milliyetçiliğinin "oyununa gelinmesini" sağlar.

Hepsi bu ise, burada da hepsi bu diyemez miyiz? Değilse, AKSEYMEN’in dediğinin çocukça bir saçmalık olduğunu söyleme hakkımız doğmaz mı?

Lenin’den aktarmayı sürdürelim:

“…Her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir. En derin iktisadi etkenler bizi bu amaca doğru sürükler ve bundan ötürü, bütün Batı Avrupa için, ,hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.

Demek ki, eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, hukuksal tanımlamalarla cambazlıklar yaparak ya da soyut tanımlamalar ‘icat ederek’ değil de, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.”

Bunu da Lenin söylüyor ve gerisi "laf-ı güzaf" mıdır? Öyleyse, Öcalan’ın söyledikleri tepeden tırnağa laf-ı güzaf olmuyor mu?

Ne diyor, Koma Civakên Kürdistan Önderi? “Ben ulusların kendi kaderini tayin hakkını şöyle anlıyorum: Bu hak, kendi demokrasisini ve devlet olmayan kendi yönetimini kurma hakkıdır. Bizim hedefimiz devlet değil, demokrasiyi kurmaktır. Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı milliyetçi temelde devlet kurmak değil, siyasi sınırları sorun yapmadan ve sınırları esas almadan kendi demokrasilerini kurma hakkıdır.“

Ve Öcalan bunu nasıl kuracakmış? “devrim” deyyu sevinç çığlıkları attıkları Rojavadaki gibi bile değil, 12 Eylül faşist diktatörlüğünün, din temelli faşizmini en tam ifadesiyle konuşlandırmasını tamamlaması için değiştirmeyi planladığı anayasa değişikliği yoluyla!

Ortada bir devrim var mı? Olmadığı apaçıktır!

Ama kendisini “komünist” ve bir “komünist” örgütün kadrosu ilan eden Akseymen, BORGA ve tabii ki kendisini pek nüktedan sanan CHE ile diğer zat-ı muhteremler kör ve sağırlıkta sınır tanımıyorlar ve işin kolayına kaçarak beni Kürt düşmanı yapıp işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar!

Neymiş AKSEYMEN kardeşimize göre, Lenin birkaç cümle ile “sorun”u çözümlemiş ve “gerisi laf-ı güzaf” mış? Lenin’in yüzlerce sayfayı dolduran diğer ifadeleri boşuna, laf olsun torba dolsun misli mi yazılmış?

Bir aktarma daha yapalım; yapalım ki AKSEYMEN kardeşimizin zihni biraz olsun açılsın!

“Marx, küçük-burjuva demokratlardan farklı olarak, istisnasız bütün demokratik istemleri mutlak bir şey değil, burjuvazinin güdümündeki halk yığınlarının feodalizme karşı savaşımının tarihsel bir ifadesi saymıştır. Bu istemlerin içinde bir teki bile yoktur ki, belirli koşullar altında burjuvazinin elinde işçileri aldatmak için bir araç görevi yerine getirmesin, getiremesin ve fiilen getirmiş olmasın.

Siyasal demokrasinin istemlerinden bir tekini bu bakımdan ayırt etmek, özellikle de ulusların kaderlerini tayin etme hakkını ele alıp, geri kalan demokratik istemlerin karşısına dikmek, teoride temel bir yanlıştır. Pratikte proletarya, ancak, cumhuriyet istemi dâhil, tüm demokratik istemler uğruna savaşımını, burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan devrimci savaşıma bağımlı kılarsa, kendi bağımsızlığını koruyabilir.”

Öte yandan Lenin, Marx’ın, “ … küçük ulusların ayrılma özgürlüğünün pratik değeri olmayan bir hayal olduğunu ve yalnızca iktisadi değil, siyasal merkezileşmenin ilerici bir şey olduğunu bas bas bağıran sermaye sözcülerine karşı, böyle bir merkezileşmenin ancak emperyalist nitelik taşımadığı zaman ilerici olabileceği ve ulusların zorla değil, ancak bütün ülkelerin proleterlerinin özgürce birleşmesiyle bir araya getirilebileceği görüşünü savunduğuna ve ancak böylelikle Marx’ın, ulusların eşitliğinin ve kendi kaderlerini tayin hakkının yalnızca sözde kalan ve çoğu kez ikiyüzlüce tanınmasına karşı, ulusal sorunun çözümünde de kitlelerin devrimci eylemini savunmuş olduğuna…” vurgu yapmıştır.

Peki bu söylenenleri ne yapacağız, yok mu sayacağız ve madem Lenin’i referans gösteriyoruz, bunlara kapalı kalabilir miyiz? Ve bu söylenenlerde bu güne ışık saçan bir kırıntı bile mi yoktur?

Aktarmaya devam ediyorum:

“Bizim tezlerimize göre, sömürgelerin derhal özgürlüğe kavuşmaları, kapitalist düzende, ulusların k.k. tayini, resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, demokratik cumhuriyet vb. kadar “pratikte imkânsızdır” (Yani, birkaç devrim olmadan gerçekleşemez ve ancak sosyalist düzende kalıcı ola bilir).Yine bizim tezlerimize göre, sömürgelerin özgürlüğe kavuşmalarını istemek, “ukkth’nı tanımak”tan başka bir şey değildir.”

Lenin bunu da söylemiş ve söyledikleri bu kadar değildir! Ve hâlâ
Peki, ya buna ne demeliyiz, bunu da Laf-ı güzaf içinde mi saymalıyız?

“Marxist açıdan bakınca ,”yurtseverliğe sığmaz“ tarzında genel ve soyut tanımlamaların hiç değeri yoktur. Anayurt, millet, tarihi kategorilerdir. Demokrasiyi savunmak için ya da milli baskıyı defetmek için verilen savaşlara karşı çıkmak saçmalıktır; bu gibi savaşlara ya da ayaklanmalara ilişkin olarak “vatan savunması” gibi sözlerden çekinmek de abesle iştigaldir. Sosyalistler her zaman ezilenlerin yanındadırlar ve onun için de baskıya karşı demokratik ya da sosyalist mücadeleyi amaç güden savaşlara karşı olamazlar.


Dolayısıyla 1793 savaşlarının, Fransa’nın gerici Avrupa krallıklarına karşı savaşların, ya da Garibaldi savaşlarının, vs. meşruluğunu inkâr etmek saçma olurdu. Ezilen milletlerin, kendilerini ezenlere karşı giriştikleri savaşların, günümüzde çıkabilecek savaşların, mesela İrlandalıların İngiltere’ye karşı, vs. ayaklanmalarının meşruluğunu tanımamak da o kadar saçma olurdu…

Marxist görüş açısı, her bir ayrı durumda savaşın siyasi muhtevasını tanımlamamızı gerektirir.

Ama bir savaşın siyasi muhtevasını belirleyen nedir?

Her savaş, sadece, siyasetin devamıdır. Bugünkü savaşta ne tür bir siyaset devam ettiriliyor? 1871 den 1914 e kadar Fransa’da, İngiltere’de ve Almanya’da sosyalizmin ve demokrasinin tek temsilcisi olan proletaryanın siyaseti mi, yoksa gerici, yoz ve bir ayağı çukurda burjuvazinin sömürge talanı ve güçsüz milletleri ezme siyaseti, emperyalist siyaset mi?

Soruyu dosdoğru sormak yeter, cevap ortadadır; bu günkü savaş bir emperyalist savaştır. Mal kavgasına tutuşan, köleliği pekiştirip sürekli kılma derdine düşen köle sahiplerinin savaşıdır. Jules Guesde’in 1899 da sözü etmekle kendi ihanetini önceden yerin dibine batırdığı “kapitalist eşkıyalıktır.”

Peki, yurt-yurtseverlik-ulusal değerler gibi sözcükleri duyar duymaz hoplayıp, zıplayıp, koca koca yaftaları fırlatanları şimdi ne yapacağız; Lenin’in referans göstermesi AKSEYMEN’i bağlar mı diyeceğiz? Peki, öyle desek bile o koca yaftaları AKSEYMEN de fırlatıyor, onu ne yapacağız?

Üstelik vitrine koyduğu partisinin şiarları da ortadadır; Komünistlerin, sosyalistlerin, gerçek sendikacıların, tüm ilerici, devrimci güçlerin ulusal servetleri savunmaları gerektiğine vurgu yapıyor!

TKP’nin, halklara ait olan yer altı ve yer üstü zenginliklerini savunmak, korumak, geliştirmek, sorununu hep programına aldığına işaret ediyor!

Hatta gerçek sendikaların, işçi sınıfının bağlaşığı anti-emperyalist, anti-kapitalist örgütlerin, madenlerimize yönelik talan planlarını suya düşürmek için verilen savaşı yoğunlaştırmaları gerektiğine işaret ediyor!

Peki bu “parti”yi ne yapacağız?

Fikret Uzun

14-Hzrn-2014

Hiç yorum yok: