BORGA
kardeş,
Tek doğrun
“Hem asli, hem de nitelikli bir soru sormuş” olduğumu itiraf etmen! Gerisi
yarım doğru ve temelden yanlış, zorlama lafızlar!
Evet,
sorduğum sorunun son derece nitelikli olduğu açık; ama cevap verememişsin;
cevap yerine Öcalan propagandası yapmışsın ve sanki nitelikli bulduğun bu
soruyu doğuran teorik formülasyon ile benzeşen Öcalan’a ait de böyle bir
formülasyon olduğunu iddia etmişsin!
Eskiler atma
recep din kardeşiyiz derlerdi; Bugün ise buna kuru sıkı atmak denir herhalde!
Bu ne
kurnazlık BORGA, bravo kurnazlıkta da aşmışsın! Gene hileye başvurmuşsun!
Öyleyse,
gerçeklerin farkındasın ve bile isteye böyle kurnazlıklarla üzerini örtmeyi
misyon bellemişsin!
Kendi açtığın
Blanki meselesinde sorduklarımı ve iddia ettiklerimi geçiştirmen bir yana, bu
asli ve nitelikli bulduğun soruya cevap vermek yerine ters yüz edip, deyim
yerindeyse, aleyhimde delil misli kullanmışsın!
Buna Öcalan,
senin “halk savunması + devleti çözme süreci” olarak isimlendirdiğin bizim de
kafamıza kaktığın bir “teorik formülasyon” ile cevap veriyormuş muş!
Sevsinler!
Bu
formülasyonu nerede söylemiş? Bu formülasyonda ne demiş? Yazdıklarının
neresindedir? Bu yok!
Sen bize
Öcalan’ın bu teoriyi nerede hangi ifade ile formüle etmiş onu göster, biz karar
verelim, öyle mi demiş, başka türlü mü demiş?
Gösteremezsin
çünkü gösterecek bir şeyin yok, kendi yorumunu Öcalan’ın formülasyonu olarak
sunuyorsun ama bu BORGA’ca bir demagojidir ve hiledir!
Sorsam, halk
savunması ve devleti çözme süreci tek başına ne anlama geliyor, birlikte ne
anlama geliyor? Bu barbarlığı barbarlıkla yıkmak mıdır? Diye, cevabın yoktur
ama demogojin ve hilelerin gene cebindedir!
Ayrıca, bununla
da kendinizi ele veriyorsun, bu ifaden bile, formülasyon bu ise, “maksat TC’nin
çözülmesidir”; bunu “biz devlet istemiyoruz” ilanı ile birilikte okuduğumuzda,
kimse kusura bakmasın, ortada bir UKKTH için mücadele görünmüyor!
TC’nin
çözülmesi, ABD-AB emperyalizminin gönlündeki en temel hayallerden biridir ve
bütün gelişmeler, dönüp dolaşıp, Türkiye’de TC’ yi çözüp, parçalamak ve bir
Osmanik-İslamik Cumhuriyet kurmak çabalarından vazgeçilmediğini gösteriyor ki,
bu artık eskisinden de zor bir çaba olmuştur, ama işte görülüyor ve itiraf
ediyorsunuz ki “bir köylü kurnazlığı olabilir” çekincemi hep yapmıştım, TC’yi
çözüp, yerine bir Kürt devleti kurmaktan söz etmiyorsanız ve bununla birlikte
ABD-İsrail’in “Büyük Kürdistan” hayalinden vazgeçmediği gerçeğini göz ardı
etmezsek, bütün yollar, Öcalan’ın felsefi notları ile öne çıkardığı hatta
dayattığı politikalarının, bu emperyalist politikanın içinde olduğu gerçeğine
çıkıyor!
Benim
formülasyonumun buna çıkmadığı netlikle görülmektedir! Aksine bu gerçeği açığa
çıkaran bir formülasyondur!
Dünya, bugün
barbarlığın, çürümüş, pislik akan küresel zulüm ve sömürü hükümdarlığının hüküm
sürdüğü bir bütünsel alandır; bu alanda ve bu kokuşmuş pislik akan koşullarda,
insan diyebileceğimiz insanın, fazlası da değil, aydınlanma çağı ile birlikte
fışkırmış insan da yeter, ortaya çıkması ve kendini biriktirmesi ve fışkırarak
bütün bu pislikleri aşıp bu kokuşmuş, pislik akıtan dünyayı bütün
pisliklerinden arındırıp, güzellikle, insanlıkla bezemesi mümkün değildir.
İnsanlığın
olmadığı ve barbarlığın hüküm sürdüğü bir alanda, barbarlığa bir itiraz
olmadan, onu ortadan kaldırmadan, insanlık biriktirmek de, insanlığı fışkırtmak
da mümkün değildir! Dünyanın hükümdarı olan barbarlar buna, izin vermez. Bu
nedenle de daha da çok barbarlaşırlar!
Demek ki dün
olduğu gibi dünyanın barbarları bu gün de barbarlıkla yenilecek, barbarlıkla
yeryüzünden silinecek ve barbarlığın izleri kalmadığında ancak o zaman insanlık
fışkıracaktır!
Sen bunu çok
net anlamışsın ve lafı dolandırarak, tepesi üstü getirmen bir yana, bir de
benim bu dediğimin tam da Öcalan’ın teorik formülasyonuna uyduğunu söylüyorsun;
neredeyse, yani az biraz daha pişkinlik etsen, formülü Öcalan’ın ağzından
aldığımı söyleyeceksin!
Hayır, BORGA,
benim dediklerimle Öcalan’ın dedikleri arasında hiçbir paralellik de, özdeşlik
de yoktur!
Öcalan’ın
formülasyonları, baştan aşağı, benim sorduğum sorunun cevabının temelden
zıttıdır!
Ben,
barbarlığın içinden insanlığın fışkırması için adamakıllı dünyayı sarsan bir
altüst oluşun gerçekleşmesinin gerektiğine vurgu yapıyorum ve topu birden
yeryüzünden kazınana kadar barbarlara karşı barbarlığın elden bırakılmaması
gerektiğine işaret ediyorum; bu da barbarlığın barbarlıkla alt edilmesidir; siz
ise, barbarlığın içinden insanlığın fışkırması bir yana, bu insanı
biriktirerek, her hangi bir altüst oluşa gerek olmadan insanlık düzeninin, ya
da sana göre yeni bir ahlak düzeninin inşa edileceğini iddia ediyorsunuz!
Yani Öcalan,
barbarlığın hüküm sürdüğü koşullarda, bataklık kurbağalarıyla bataklık
çiçeklerini çiftleştirip, barbarlığın temellerine de dokunmadan, bataklığa da,
kurbağalarına da, çiçeklerine de dokunmadan velhasıl çürümüş, pislik akıtan
kanallarını kurutmadan, bu çürümüşlüğün, bu pisliğin, debelendikçe içine çeken
bu bataklığın içinde, bataklık kurbağalarıyla, bataklık çiçekleriyle birlikte
yani yoksullukta ve kölelikte eşitlik ve özgürlük yaşayan bir “insanlığın”
fışkırmasından söz ediyor!
Öyleyse
ufukta gerçekten fışkıran bir insanlık yoktur! Tam tersine insanlıktan daha çok
uzaklaşan bir insanlığı çoğaltmak hedef alınmıştır!
Ve gene
kendisinin işaretiyle üzerine vazife alıp, lafı Öcalan’ın ağzından alarak,
Öcalan’ın bu işaret ettiği “insanlığın” ümmet toplumuna denk düştüğünü, hem de
bunun sosyalist toplum ile özdeş olduğunu ifade edecek şekilde pervasızlaşarak
anlatanlar var!
Herkes
görevinin başındadır ve yüzleri dünyanın barbarlarının en barbar hükümdarına
dönüktür!
Öcalan, TKP
kaçkını Veysi Sarısözen’in dediğini,“bilimsel” olarak “demokratik bilimsel
sosyalizm” diye tarif ediyordu ki artık bir açıklığa ermiş durumdayız; bilimi
din âlimlerinin, sosyalizmi de demokrasi dininin ellerine teslim ettik mi ve
sınıfı da “ümmi”leştirdik mi al sana “bilimsel demokratik sosyalizm” ve eşittir
“demokratik modern ümmet toplumu!”
İşte Öcalan’ın
neredeyse bıktıran düzeyde kullandığı “ demokratik” ekleri, tarih öncesinin
insanını hedeflediğini ve tarih öncesi bu insanlarla yine tarih öncesi ilkel ve
sonunda despotizmi ve sınıflı toplumu dolayısıyla bir sınıfın başka bir sınıfı
egemenlik altına alma aracı olan devleti ve elbette sınıflar arasındaki
kavgayı, yani bu güne kadar süregelen sınıf mücadelesini tarih sahnesine
çıkaran aşiret komünlerini hedeflediği ve bunun tepeden inme bir “doğal” önder
ile tamamlandığını, hepimizin gözleri önünde cereyan eden olayları, bir sessiz
siyah/beyaz eski çağ filmini devamlı matine dinamiğinde izler gibi, izliyoruz!
Esas çocuk,
bu devamlı matine dinamiğinde birbiri ardına döndürülen bütün filmlerde var ve
farklı konuları ve olayları yansıtsa da hep aynı esas çocuktur ve bu
Öcalan’dır!
Bütün
matinelerde ve suarelerde bu esas çocuklu filmler döndürülür ve hep altından
bir şerit misli alt yazılar geçer; filmleri peşisıra izleyenler, matinelerden
veya suarelerden dışarı çıkar çıkmaz bir birlerine filmi anlatmaya ve “öyle
demedi”, “böyle dedi” diye tartışmalar yapmaya başlar ama ne rejisörü, ne
senaristi, ne de bu filmlerin diğer aktörlerini hesaba katmazlar!
BORGA kardeş,
4-5 yıl önce de hapsedildiğimiz illüzyon içinde bu tür filmleri
izlerken,”Avukatlar İmralı’ya gitmiş, “acaba Öcalan ne dedi? ” diye merakla
beklerken, birden, izlediğimiz filmin altındaki şeritte Öcalan’ın 'Marx'ı
İngiltere besledi, Lenin kapitalizme hizmet etti' sözlerini görmüştük!
Yalansa
hepimiz avukatların yalancısıydık ama kimse yalanlamamıştı da avukatlar yalancı
damgası yemekten kurtulmuşlardı!
Öcalan şöyle
haber göndermişti ve o saat bütün matinelerde ve suarelerde bu alt yazılar ve
sadece onlar izlenir oldu; daha önce izlenen filmler ve alt yazıları o saat
unutuldu, matinelerin dışında hep bunlar konuşulur oldu!
“Ben
savunmalarımda devletin çözüm olmadığını tarihsel toplumsal temelde anlattım,
açımladım. K. Marks, Lenin, Mao bunlar da devleti iyi tahlil edememişlerdir.
İngiltere K. Marks'a kucak açıyordu, onlar tarafından besleniyordu, Almanya'ya
karşı kullanma amacındaydı. K.Marks İngiliz ajanıdır demiyorum ama objektif
olarak İngiliz politikalarına hizmet etmiştir. Alman sosyalistleri,
komünistleri Marks'ı bu yüzden sevmezlerdi. O nedenle komünizm yerine
Almanya'da milliyetçilik gelişmiştir. Hitler faşizmi deniliyor ama kapitalist
modernite faşizmin ta kendisidir. Lenin, 'sosyalist devlet' üzerine kafa
yoruyordu. Proudhon, Kropotkin ve Bakunin bunlar devleti daha iyi tahlil
etmişlerdi. Hatta Kropotkin, Lenin'e karşı çıkarak 'sen diktatörlüğü
getiriyorsun, demokrasiyi yok ediyorsun' diye karşı çıkmıştı. Lenin de ona
'bunamış' diyordu. Ama sonuçta Sovyetler birliği yıkıldı, Çin bugünkü krizde
kapitalizmi ayakta tutan ülkedir. Dolayısıyla Kropotkin haklı çıktı. Öncesinde
Sovyetler Birliği de objektif olarak kapitalizme hizmet etmiştir. Devletin
sosyalisti olmaz. Sosyalist devlet de olmaz. Baskının, sömürünün, zorbalığın
kaynağı devlettir. Devlet tümüyle de kötüdür demiyorum. İyi yanları da var;
demokratik devlet, hukuk devleti olursa. “
Geç kalmış
Tomas More misli bu topraklara inmiş olan dahi birey Öcalan, aslında indikten
sonra da gecikmiş bir peygamber misli görünüyordu!
Çünkü ilk
indiğinde söylediklerinden ve yaptıklarından kopmuş bambaşka bir dünyayı tarif
ediyordu; az biraz da filozof olmuştu!
Ama ne
tesadüf, özet olarak avukatların diline veya filmin alt yazısına yerleştirilen
ve artık bambaşka bir dünyayı anlatacağının ve inşa edeceğinin, ettireceğinin
habercisi olan sözleri, dünyanın hükümdarlığının beklentilerine ve bu temelde
gedikler açarak soyunanların sözlerine pek uygun görünüyordu!
ABD
emperyalizmi yıllar yılı Öcalan’a Talabani ile veya başka aracılarla şu Marx’ı
ve Lenin’i bırakın oturup konuşalım anlaşalım yollu haber gönderiyordu ve
Öcalan sonunda Lenin’i de Marx’ı da bıraktığını müjdelemiş olmuyor muydu? Ölü
de olsalar, ABD emperyalizmini pek sevindirecek tarihi aktörleri referans
göstermiyor muydu? Ve dahi, en sonu “devlet mi, bizden uzak olsun!” bize
“demokratik” özerklik yeter demiyor muydu?
Şimdi de
"Medine sözleşmesi"ne ve "demokratik" İslam Konferansına
gönderme yapmıyor mu?
Ve giderek
aynı sözlerin, neredeyse birbirlerinin fotokopisi misli üst üste çakıştığını
gördük ve hâlâ görüyoruz; artık film başka türlü dönüyor ama alt yazılar hep
aynıdır!
Ve hiç kimse
sormadı, bu sözlerden ve bu değişimden en çok kimler sevinç duydu diye!
Ve ben
Kürtleri devrimcisizleştirerek bir yere varılmaz, halkçı temelden uzaklaşıp,
popülist politikalar izleyerek, zafer kazanılmaz, insanlık fışkırtılmaz, sadece
kuyrukçuluk yapılır dediğimde “Kürt düşmanı” yaftaları üzerime yağdı!
Şimdi Öcalan
geç kalmış bir Kropotkin, Bakunin, hatta sadık izleyicileri biraz zorlarsa
Blanki bile olabilir, rolündedir; öyleyse Lenin’i, Marx ve Engels’i yerin
dibine batırıp, Sovyet sosyalizmi’ni tü kaka yapıp, bir taraftan ulusal nihilizmin
bataklığından medet umarken, diğer taraftan birinci savaşta “anavatan
savunucusu” rolünü üstlenenleri kendi bedeninde canlandırmaya çalışması
şaşırtıcı olmamalıdır; eşyanın tabiatına pek uygundur! Ve bütün bunlar Kürt
halkını sevindirecek şeyler değildir; sadece dünyanın hükümdarı olmak ve bütün
halkları bir ortaçağ karanlığında köleleştirmek için sabırsızlanan emperyalist
ABD ve işbirlikçilerini,bilumum suç ortaklarını sevindirir!
Ve sen BORGA
birader, hâlâ Blanqui konusunda dediklerim dediktir diyerek, “Mazlumların
tarihi, zalımların kanları ile yıkanmadıkça elle tutulur hale gelmeyecek.” Diye
ekliyor ve “Ne var ki Blanqui bu kadar derine gömülebilmiş değil. O yüzden
biraz toprağı kazımak yeterlidir. O işlem bittiğinde görürüz” Diyorsun; ama kazımaya
nedense korkar gibisin ve benim yaptığım kazıdan da Spitzer’in
kastettiklerinden de pek hoşnut olmadığın anlaşılıyor!
BORGA kardeş,
bana da kazdırsan, bir başkasına da kazdırsan bir şey değişmez, sen bile bin
kez kazsan gerçekler değişmez, isterse yedi kat yerin dibine batırılsın,
gerçek, bütün gerçekliği ile orada öylece durur ve kim dışarı çıkarırsa
çıkarsın, o yine aynı gerçektir ama bu gün ve Öcalan’ın felsefi dokunuşlarında
da olduğu gibi, bu gerçekliğin sadece “hakikati” değiştirilebilir ve yine de
bunda bile “hakikat” uzmanlarının başarılı olmadığı görülmektedir!
“Hakikat”
,“demokratik” şurubu ile çalkalanmış ağızlarda gerçek olmaz, bilimsel bakış
taşıyanların akılları ile bakarak gördükleri gerçeğin, akıldakilerle ve bilime
dayalı olarak çözümlenmesi ile ortaya konulan hakikattir, gerçeği gerçeğe en
yakın olarak ifade eden!
BORGA kardeş,
sen bütün yalan yanlış ifadeleri birbiri ile çiftleştirip, envai çeşit hile
yaparak gerçekleri dünyaya hükümdar olmakta karlı olanları sevindirecek “hakikat”lere
çevirsen de mesela “Blanquide sosyalizm + komünizm olarak formüle edilen şey,
Marksda Proletarya Diktası + Komünizmin ilk evresi (sosyalizm diye buna diyen
de var) + Komünizmin ikinci evresi olarak yapılmış bir formülasyondur.” Desen
de gerçek bu değildir, hakikat de bu değildir!
Blanki ile
Marx’ın ve Engels’in arasındaki fark ve elbette Lenin arasındaki fark senin bu
uyduruk cümlene sığmaz!
Blanquizm,
iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesini savunur; buna karşılık
Sovyetler, halkın çoğunluğunun doğrudan örgütüdür.
Anarşizm,
burjuvazinin egemenliğinden proletaryanın egemenliğine geçiş dönemi için
devletin ve devlet erkinin yadsınmasıdır, Blanki’nin de yadsıdığını biliyorsun.
Lenin ve Bolşevikler, bu dönemde kesinkes devletin, Paris Komünü deneyimi ile
uyum içindeki, bir devletin zorunluluğunu savunurlar. Bu anlamda Blanquizm de
anarşizm de bir bataklıktır ve Kropotkin de bir bataklık zebanisidir.
Şimdi ve
Stalin’in aktarmasıyla dinleyelim, esas çocuk Kropotkindir ve şöyle der:
"Engels'in
ve ayrıca Kautsky'nin görüşüne göre, Marx, diğer şeyler yanında, materyalist
kavrayışı keşfederek insanlığa büyük bir hizmette bulunmuştur. Bu doğru mudur?
Sanmıyoruz, çünkü biliyoruz ki, ... toplumsal mekanizmanın coğrafi, iklimsel ve
tektürsel, kozmik, antropolojik ve biyolojik koşullar aracılığıyla harekete
geçirildiği görüşüne taraftar olan bütün tarihçilerin, bilginler ve
filozofların hepsi materyalisttirler.”( Kropotkin-Bilim ve Anarşi )
Stalin, ”Böylece
bundan, MÖ. 384-322 de yaşamış, Yunan filozofu, formel mantığın kurucusu, ve
ansiklopedik dehaya sahip bir bilgin olan, Marx’ın "antikçağın en büyük
düşünürü " olarak nitelendirdiği düşüncelerindeki birçok materyalist
unsurlara ve eğilimlere rağmen, esas olarak bir idealist olan Aristoteles’in
‘materyalizmi’ ile Marx'ın ve Moleschott'un ‘materyalizmi’ arasında hiçbir fark
olmadığı sonucu çıkar!” der ve şöyle devam eder:
“Bu da
eleştiri oluyor sözde! Ve bilgileri bu düzeyde olan insanlar, bilimi yeniden
yaratmayı kafalarına koymuşlar! Gerçekten de yerinde bir sözdür şu:
"Eskicinin börek pişirmeye başlaması, kötü bir alamettir!..."
Başkası da
var, Stalin, şöyle devam ediyor:
“Devam
edelim. Bizim ‘ünlü’ anarşistlerimiz, bir yerlerden, Marx'ın materyalizminin
bir ‘mide teorisi’ olduğunu duymuşlar ve onun için ‘Feuerbach'ın görüşüne göre,
insan yediğinden ibarettir. Bu formül, Marx ve Engels üzerinde bir büyü etkisi
yaratmıştı.’ Ve Marx, ‘esas ve birincil şeyin, iktisadi ilişkiler, üretim
ilişkileri olduğu ...’ sonucunu buradan çıkarmıştı diyerek, biz Marksistlere
saldırıyorlar. Ve sonra da, anarşistler, felsefi bir havayla bize öğüt vermeye
başlıyorlar: ‘Bu [toplumsal yaşamın [J. St.] amacına ulaşmanın tek aracının
yemek yeme ve iktisadi üretim olduğunu söylemek hata olacaktır, ... Eğer
ideoloji esas olarak birci bir biçimde, yemek yeme ile ve iktisadi koşullarla
belirlenseydi, bazı oburlar deha olurdu.’ Diyorlar “(Nobati-sayı/6)
Stalin, “Marx
ve Engels'in materyalizmini çürütmenin ne kadar kolay olduğunu görüyorsunuz!
Sokakta genç bir öğrenciden Marx ve Engels hakkında biraz dedikodu dinlemek
yetiyor, marksizm "eleştiricisi" ününü kazanmak için, Nobati gibi bir
gazetenin sütunlarında felsefi bir kendine güven havası içinde, bu sokak
dedikodularını tekrarlamak yetiyor. “ dedikten sonra, anarşistleri sert bir
şekilde ve cehaletleri ile alay ederek şöyle paylıyor:
“Ama söyleyin
bana baylar, nerede, ne zaman, hangi gezegende ve hangi Marx'ın "yemek
yeme, ideolojiyi belirler." dediğini duydunuz? Neden iddianızı desteklemek
için Marx'ın yapıtlarından bir tek cümle, bir tek sözcük aktaramıyorsunuz?
Gerçekten de, Marx, insanların iktisadi koşullarının, onların bilinçlerini,
ideolojilerini belirlediğini söylemiştir, ama yemek yeme ile iktisadi
koşulların aynı şey olduğunu size kim söyledi? Gerçekten bilmiyor musunuz ki,
yemek yeme gibi fizyolojik bir olgu, insanların iktisadi koşulları gibi
sosyolojik bir olgudan esas olarak farklıdır? Diyelim, bu iki farklı şeyi
karıştırdığı için, genç bir öğrenci bağışlanabilir; ama nasıl oluyor da, siz,
‘sosyal-demokrasiyi alt edenler’, ‘bilimi yeniden yaratanlar’, genç bir
öğrencinin hatalarını, böyle dikkatsizce tekrarlıyorsunuz? “
Bu kadar
yeter ve bugün Kropotkin’i tekrarlama heveslisi olanların, Kropotkin’i
canlandırmaya, model yapmaya ve Marx-Engels ve Lenin’i Kropotkin ile ıskartaya
çıkartmaya çalışması, velhasıl Kropotkin olmaya heveslenmesindeki kıymet-i
harbiye böylece ortaya çıkmıyor mu?
Ama hayır!
Yetmedi, dahası da var, “Anarşistlerin görüşüne göre, ‘diyalektik
metafiziktir’, ve onlar, ‘bilimi metafizikten, felsefeyi ilahiyattan kurtarmak
istediklerine göre", diyalektik yöntemi reddetmektedirler.
Ah bu
anarşistler! ‘Kendi günahları için başkasına kabahat bulmak’ diye bir deyim
vardır. Diyalektik, metafiziğe karşı mücadele içinde olgunlaşmış ve bu mücadele
içinde ün kazanmıştır; ama anarşistlere göre ‘diyalektik metafiziktir! ‘
“(Nobati- sayı 3 ve 9/ ayrıca Kropotkin, Bilim ve anarşi)
Stalin
bunları da ekliyor!
BORGA kardeş,
Ekim devriminden sonra Kolçak’ın ve İngiliz burjuvazisinin net olarak ajanı
haline gelmiş olan Çaykovski liderliğindeki ilk devrimci grubun bir üyesi
olarak anarşizmin teorisyeni olan Kropotkin birinci savaşta Almanya’ya karşı
anavatan savunucusu ve Kerenski hükümetinin sadık bir hizmetkârı olmuştur.
Bir taraftan
anavatan savunucularına bütün melanetleri yüklerken, diğer taraftan Kropotkin’e
sarılmanız akla uygun mudur? Bu çelişki sizi hiç mi rahatsız etmiyor? Çoktan
tarih önünde yanlışlığı ve bilimdışılığı kanıtlanmış anarşizmden feyz
alacaksanız, ondaki devrimcilik, devrimci ruh yeter; siz bu ruhtan
kilometrelerce uzağa kaçıp, halkı da bundan uzaklaştırarak, anarşizmin
hurafelerini dayatırsanız, eninde sonunda su kaçırırsınız; hiçbir
inandırıcılığınız kalmaz! Kalmıyor!
Sadece ”
inanıyorum öyleyse ‘hakikati’ söylüyordur” doğmasına hapsettiğiniz insanları ve
devrimcisizleştirerek yarattığınız “önderlik” ideolojisine tutsak ettiğiniz
Kürt halkını ve ne yaparsak yapalım ahmaklıktan kurtaramadığımız sahte sol
gömlekli azap zebanilerinde hâlâ sol gören vurgun yemiş sosyalistleri
inandırabilirsiniz!
İşte bu
nedenle fabrikalardan, tarlalardan, yoksul emekçilerin ortamlarından sınıf
bilinci kovulup, yerine tarikat bilinci yerleştirilmiş ve bunu hepiniz hep bir
ağızdan “özgürlük” ve “mazlumun hakkını savunmak” olarak o “inanıyorum öyleyse
‘hakikat”i söylüyor” doğmasına hapsolmuş insanların kafasına kaktınız, kakmaya
devam ediyorsunuz!
Bütün bunlar,
hepsi birden, devrimlerin ya burjuva ya da proleter olduğunu bir kez daha
hatırlamamıza vesile oluyor.
Çarlığı
devirip burjuva devrimi gerçekleştirecek bir zafer söz konusu olduğu sürece,
burjuva devrimciler veya burjuva sosyalistler, ne uğruna savaştıklarını
bildikleri için enerjileri ve hevesleri tamdı; saflarından, Kropotkin gibi
önder kişiler çıkarabilmişlerdi. Ama devrimleri gerçekleşip, artık bir proleter
devrimi zorlama zamanı geldiğinde, bütün bu devrimci yönleri, onların en zayıf
noktaları haline gelir; sıradan burjuva karşı-devrimcilerden çok daha tehlikeli
olurlar; çünkü enerjilerini, yeteneklerini, komplo alışkanlıklarını, kitlelerle
olan bağlarını işçi sınıfına karşı yöneltirler; bunu hatırlıyoruz ve bunun
altın kıymetinde bir hatırlama olduğunu bir kez daha görüp anlamış oluyoruz.
Öcalan’ın
şimdi Marxizm Leninizm’in kurucularını yerin dibine batırıp bizzat tarihin
yerin dibine batırdığı aktörleri tarih sahnesine çıkarmak istemesi, karşı
devrime göz kırpmak değil ise nedir?
Bu bir kez
daha hatırlayarak anlamış olduklarımız, Öcalan’ın gelip, gelip üzerine basarak
durduğu yerin mahiyetini gözler önüne sermek açısından son derece netleştirici
açıklıklar taşıyor; varsın Öcalan, savrulduğu felsefi ütopyasına dayanak
oluşturmaya çalışsın, biz Kropotkin’in nasıl bir model olduğunu çok iyi
biliyoruz.
Evet, bu tür
devrimcilerin zamanlarına uygun kahramanlıklarını, devrimci hareketlerin
gelişmesi yönündeki katkılarını yadsımıyoruz, aksine yüceltiyoruz; ancak,
bunlarla proleter devrimcileri hep ayırıyoruz; çarlığa karşı savaşım söz konusu
olduğunda proleter devrimciler bunlarla cephe kurup, omuz omuza savaşabilirler
ama proleter devrim vakti gelip çattığında, proleter devrimci mücadele,
kitleleri fethetmeye başladığında, işçi sınıfını etkileme hedefi ortaya
çıktığında, proleter devrimcilerin yolları bunlardan, hem de kesinkes ayrılır.
Bu andan
itibaren de proleter devrimciler ile burjuva devrimciler arasında, önce
ideolojik – teorik, sonra da politik-pratik bir mücadele, son derece sert bir
savaşım sürer.
Örnek olsun
kendilerini sosyalist olarak tanımlayan Narodnikler, Rusya’nın gelişmesinin,
küçük ve ilkel sanayiden sosyalizme geçilebileceğini gösterdiğini
savunuyorlardı. Dahası Narodniklerin büyük bir bölümü, Rusya’daki kır
topluluklarını, mir’leri, komünizmin çekirdek hali olarak görüyorlardı; fabrika
aşamasından, büyük kent sanayi, servetin yoğunlaşması ve bir proleter sınıfın
oluşması evresinden geçmeksizin Rusya’nın doğrudan, hiçbir geçiş dönemi
olmadan, kır komünlerinde temsilini bulan komünist hücrelere dayanan bir
sosyalist örgütlenmeye geçebileceğini savunuyorlardı.
İşte
Öcalan’ın “demokratik komün” ,”demokratik modernite” ,”demokratik ulus”,
”demokratik özerklik” sayıklamasına kaynaklık eden ütopik felsefesini
dayandırdığı ilkel temel budur ve Kropotkin hatırlatması ile sağladığı bu
açıklık, akıl taşıyanlar için, başka ifadeyle kendi aklına mukayyet olanlar
için altın kıymetinde olmalıdır!
Bir kez daha
altını çizeyim, Öcalan, geç gelmiş ve geç geldikten sonra da geç kalmış bir
Tomas More, bir Bakunin, bir Blanki rolünü üstlenecekse onun bileceği iştir ama
bunun için Marxizmin Leninizmin kurucularını yerin dibine batırıp, Marxizmi
aştığını iddia etmesi onun inandırıcılığını artırmaz; aksine ne denli
gerilediğini ve ne yaparsa yapsın gene de Marxizm-Leninizm’e muhtaç olduğunu
gösterir; bununla birlikte, bu haleti ruhiyesi, Marxizm-Leninizmin kurucularına
fırlattığından çok daha az ok fırlattığı Kemal paşa’yı hatırlatır; yani
Marxizm-Leninizm ve elbette sosyalizm savunulacaksa bunu geç gelmiş dahi birey
rolü ile kendisinin yapacağını anlattığını gösterir!
K. Marks,
Lenin, Mao (Engels’i unutmuş) devleti iyi tahlil edememişlermiş ama Proudhon,
Kropotkin ve Bakunin devleti daha iyi tahlil etmişlermiş; ama eminim Öcalan
onlardan da iyi tahlil ettiğine inanıyordur! Ve elbette siz Öcalan’ın deyimiyle
Öcalan’dan çok Öcalancı olanlar, Öcalan öksürse nezle olduğunuzdan, ondan da
fazla Öcalancı olarak, bunu daha da iyi yaptığınıza inanıyorsunuzdur!
Ancak
kafasının ve kafanızın çok karışmış olduğu apaçık ortadadır; çünkü Marx, Engels
ve Lenin devleti yadsımadan, hatta tarihsel bir zorunluluk olduğunu göstererek
tahlil etmişler ve son derece önemli açıklıklar getirmişlerdir.
Proudhon, Bakunin ve Kropotkin ise devleti tahlil etmemişler,
sadece yadsımışlardır. Ve şimdi Öcalan da bunu yaparak politik puan toplamanın
hesaplarını yapmaktadır!
Diğer yandan
Marx’a ve Lenin’e dair komiklikleri bir yana, Sovyetlerin yıkılmasını,
Kropotkin’in haklılığına, dolayısıyla belagat çiçekleriyle süslediği “ilkel
aşiret Komünü”nün bugünün nesnel gerçekliği olduğuna dayanak yapması, Öcalan’ın
geldiği noktadaki çaresizliğini göstermek açısından son derece önem
taşımaktadır!
Oysa Sovyet
sosyalizminin çözülmesinde ve yıkılmasında, diğer önemli ve belirleyici
etmenler bir yana, Marx, Engels ve en sonu Lenin’in yapmış olduğu devlet
çözümlemesinden uzaklaşılmış olmasının, proletarya diktatörlüğünün gereklerine
uyulmamış olmasının önemli payı olduğu ve bunun Paris Komününde de görüldüğü
gerçeğini ne senin, ne de Öcalan’ın kurguladığı “hakikat”ler örtemez!
Paris komünü
de Sovyet sosyalizmi de, Blanqui’de sosyalizm + komünizm olarak formüle edilen
şey değildir!
Engels’in
dediği gibi, Paris Komününe iyi bak BORGA kardeş; Paris Komünü, sizin telaffuz
etmekten bile korktuğunuz proletarya diktatörlüğü idi.
Ve çoğunlukla
Blankicilerden bileşen Komün ne yaptı? Bunu uygulamadı; tam tersini yaptı;
burjuvazinin karşıtlarına karşı kullandığı ordu, siyasal polis ve bürokrasiyi,
Paris'te alaşağı edilmiş bulunan ama her yerde alaşağı edilmesi gereken bu gücü
her yerde alaşağı etmedi!
Öcalan’ın bir
diğer çelişkisi ise, hatta belki de talihsiz dramı demek gerek, ”Devletin
sosyalisti olmaz” Ve “Sosyalist devlet de olmaz” deyip, “Devletin, baskının,
sömürünün, zorbalığın kaynağı” olduğunu eklerken; hemen arkasından, ”Devlet
tümüyle de kötüdür demiyorum.” diyerek ve “İyi yanları da olduğunu” ekleyerek
“demokratik devlet” ile “hukuk devleti” ne iyi puan vermesidir; bu, aklı
karışık değilse, modaya uyup, kapitalizmde hâlâ iş olduğuna inananların safında
olduğunun ve “devlet”e lanetler okurken, ”demokratik” olursa affedeceğinin
sinyallerini verdiğini düşündürtmektedir!
Yani Öcalan’a göre, kısaca “devlet” sosyalist dahi olsa, hep
ceberuttur, bir leviathan, bir deccaldır, bir canavardır velhasıl her zaman,
yani proletaryanın elinde iken de, faşisttir, zorbalığın kaynağıdır ama
Amerikan emperyalizminin globalizminin, kozmopolitizminin içindeki, Amerikan
emperyalizmine her açıdan ve mutlak bağımlı, ulusal nihilizmin, kozmopolitizmin
hegemonyasına girmiş adı sanı belli olmayan, kişiliksiz sürüler haline
getirilen halkların gönüllü köleliğini içeren devlet en iyisidir!
Bunun
Öcalan’ın “ demokratik komün” veya “demokratik modernite” ütopyasına yerleşmiş
olan ilkel bir aşiret komünü olduğu apaçık görülmektedir ve buradan da
Öcalan’ın, “demokratik” bir aşiret komününün, ”demokratik” ve aydınlanmaya
karşı olan bir “despot”u olma hayalleri taşıdığını düşüncesini çıkarmak yanlış
da olmaz, haksızlık da olmaz!
Yanlış
düşünüyorsak, gördüklerimiz bizi yanıltıyorsa, Öcalan’a haksızlık yapıyorsak,
bunun çözümü ve netleşmesi, bize “Kürt düşmanı” yaftası fırlatmakla mümkün
değildir! Biz nasıl bilim yapıyorsak ve nasıl dobra dobra açık konuşarak, en
fanatik Kürt aktivistini bile ikna etmeye çalışıyorsak, Öcalan da ve Öcalanistler
de aynısını yapmalıdır, yani bizi ikna etmelidirler!
Bundan benim
devlet’e ve/veya ulus-devlet’e âşık olduğum sonucu çıkmaz; Öcalan’a kara
çalıyorum anlamı da çıkmaz; kesinkes çıkmaz; ben bilim yapıyorum, daha doğrusu
sizin kafese koymaya çalıştığınız bilimi özgürleştiriyorum, olayları ve
olguları tinsel bir “hakikat” yaklaşımı ile değil, bilimsel metodlarla yerli
yerine oturtabileceğimizi gösteriyorum!
Fikret Uzun
24 Hzrn-2014
BORGA
kardeş,
Biz, Engels’ten
öğrendik; buna göre, Aşiret komününü oluşturan toplulukta, korunması bu
topluluğun denetimi altında da olsa, bireylere düşen, anlaşmazlıkların
yargılanması; bazı bireylerin yetkilerinin dışına çıkmasının önlenmesi; suların
gözetimi; dinsel görevler, vb gibi, bazı ortak çıkarlar
vardır.
Bu tür
görevlendirmeler, ilkel topluluklarda her zaman bulunur ve bu bireylerin, belli
bir erklik ile donatılmış bulundukları ve devlet erkliğinin öncüllerini temsil
ettikleri kolayca anlaşılır bir durumdur.
Ancak, yavaş
yavaş üretim güçleri artar; daha yoğun bir nüfus, daha büyük topluluklar
biçiminde kümelenmesi daha yeni bir iş bölümüne, ortak çıkarları korumak ve
karşıt çıkarlara karşı savunmak üzere organlar kurulmasına neden olan çeşitli
topluluklar arasında, şurada ortak, burada karşıt çıkarlar yaratır.
Daha o
zamandan, tüm grubun ortak çıkarlarının temsilcisi olarak ayrı ayrı her
topluluk karşısında, hatta bazan onunla karşıtlık içinde, özel bir duruma sahip
bulunan bu organlar, ya her şeyin doğaya göre olup bittiği bir dünyada hemen
hemen kendi başına kurulan bir görev kalıtımı, ya da öbür gruplarla
çatışmaların artması ölçüsünde bunlardan vazgeçmenin artan olanaksızlığı sonucu,
az zamanda daha da büyük bir özerklik kazanırlar.
Toplum karşısında
bu özerkliğe geçişle, toplumsal görev zamanla toplum üzerinde bir egemenliğe
yükselir ve durumun elverişli olduğu yerde, topluluğun bu ilkel hizmetkarı
yavaş yavaş toplumun efendisi haline dönüşür; bu efendi, koşullara göre, Doğu
despotu ya da satrapı, veya Yunanlılardaki hanedan, kelt, klan başkanı vb.
görünümünü alır!
Yani aşiret
komünü, eninde sonunda, bir despotluğa dönüşür ki bunda, ne ikna yöntemi, ne de
topluluğun ikna olma yeteneği belirleyicidir!
Öyleyse,
üretim ilişkilerinden özerk bir ideolojik-politik söylem üzerine kurulu olan ve
pratik olarak henüz kurulmamış olan KCK sisteminin de son tahlilde kapısı, bu
despotluğa sonuna kadar açık olan bir sistem olduğu apaçık bellidir!
Bu günün
koşullarında bu sonuca açık olan şartlar hazır ve nazır biçimde ekonomik
ilişkiler biçiminde mevcuttur; öyleyse bu sonuç en başından bellidir!
Ve KCK
sözleşmesi dikkatli ve bağımsız bir akılla irdelenirse görülecektir ki bu
açıklık bu sözleşmenin içinde apaçık görülmektedir!
A.Öcalan reel
sosyalizmi yerin dibine batırıp, Paris Komününü referans gösterse de durum
değişmiyor, Paris Komününde veya Sovyet sosyalizminde olması gerekeni ve
olmadığı için tarihin cezalandırmasına maruz kalındığını görmemek söz konusu
oldukça sonuç bellidir; gene yenilgi… ve 21. yüzyılda bu apaçık bilinen sonuç
için, felsefe yapmak, sadece ve sadece karşı-devrimcileri ve elbette dünyaya
hükümdar olmayı sonsuza kadar sürdürmek isteyen emperyalistleri ve
işbirlikçileri sevindirir!
Bu anlamda
apaçık görülüyor ki, Paris Komünü’nü, ideolojik sonuçları üzerinden toprağa
gömmeye çalışan asıl sizlersiniz!
Üstelik bu
gömme işlemine daha inandırıcı bir kılıf uydurmak için benim sorduğum senin
“nitelikli” bulduğun soruyu kullanmışsın!
Çünkü masal
M-L’de değil asıl sizde; hatta tarihin gerisinde kalmış masalları yeni icad
etmiş gibi kafamıza fırlatıyorsunuz; yani dediklerim ve senin nitelikli
buldukların sizin masalınızın değil, M-L’nin içindedir ve sen bunu tepesi üstü
çevirerek tarihin gerisinde olduğu çoktan kanıtlanmış masallarınıza dayanak
yapamazsın!
Ve doğrudur,
Blanki de, Bakunin de ve dahi Mao da bu güne ilaç olamaz, Kropotkin ise hiç
olmaz!
Ama defalarca
gösterdik, Sovyet sosyalizminin yıkılması bile, Marxizm-Leninizmin temellerinin
sağlam ve hâlâ en bilimsel, en devrimci haliyle dimdik ayakta durduğunu
gösteren derslerle yüklüdür!
En başta,
sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu ve başlı başına bir bilim olduğunu
dolayısıyla sosyalizmin önüne “demokratik” şurubu dökme ile sosyalizmin daha
bilimsel olmayacağını göstermiştir; daha doğrusu, Sovyet sosyalizmini yıkan
nedenlerden birinin, demokratizm olduğunu göstermiştir!
Bunun Marx’ın
düşüncesinin doğrulanması anlamına geldiğini anlamamak körlük değilse nedir?
Körlük değilse, körlüğe mahkûm olmak demektir! Daha ötesi varsa sen söyle!
İkincisi,
emek süreci hâlâ belirleyicidir; öyle olmasaydı ABD emperyalizminin yüz binlerce
paralı askeri Arap çöllerinde konuşlanmazdı!
Ve hepimiz
görüyoruz ki Türkiye’de ve dünyada bütün kaygılar kaynaklarını emek
süreçlerinden alıyor; boşuna mı taşeron sistemi devlet politikası olmuştur;
sendikacılığın içi boşuna mı boşaltılmıştır; işçilerin emekçilerin savunma
araçları bir bir boşuna mı ellerinden alınmıştır!
Hepsi emek
süreçlerinden duyulan kaygının sonucu değilse nedir?
Üçüncüsü de
var ve anlatırken dilimde yara çıktı, belki de birkaç tane klavye eskittim ama
siz hep sağırı oynuyorsunuz! Böyle mi değil mi onu bile söylemiyorsunuz;
aklınızı Marxizm-Leninizmin kurucularını yerin dibine batırmak buna karşı
Marxizm-Leninizm’i aşmakla bozmuşsunuz ve yardımcınız Blankidir, o olmazsa
Bakunin’dir daha da olmazsa Kropotkin ile devam edersiniz!
Evet,
üçüncüsü, tarihin lokomotifinin hâlâ sınıf mücadelesi olmaya devam etmesidir;
sınıf mücadelesini köreltmenin, gelişmiş gelişmemiş bütün kapitalist ülke
politikalarının odağını oluşturması, yalnızca ve yalnızca tarihin bu
lokomotifinin çalıştığını ve tarihisel-toplumsal gelişmeyi ilerlettiğini
göstermektedir!
Ve biz
görüyoruz ama siz örtmekte sınır tanımıyorsunuz ki, küresel emperyalizmin bütün
bu günkü bölge politikalarının odağını bu lokomotifin işlemez hale getirilmesi
oluşturmaktadır ve apaçık görülüyor ki, üstelik HDP nin de bu kaygıyı taşımakta
olduğu, programına da yansımıştır, sınıf mücadelesi demeye bile korkmaktadır;”
toplumların tarih mücadeleler tarihi” imiş! Hepsi, gibi bu da Öcalanist
politikaların içindedir!
Ümmet
toplumunu sosyalizm ile özdeşleştirmek bunun en açık ilanıdır!
Ve bir türlü
karar verilemiyor ki, bir taraftan Öcalan’ın daha iyi bir sosyalizm peşinde
olduğunu ve “demokratik” özerklik’in felsefi tonda anlatmasından bihaber,”Kürt
Özgürlük Hareketi sosyalist” değil deniyor ve hatta “HDP’nin sosyalist bir
parti olmadığı”ndan dem vuruluyor ama öte yandan HDP saylavı, sosyalist devrimi
Rojava üzerinden vitrine koyarak KÖH’e ve HDP’ye sosyalist renk vermeye
çalışıyor!
Öcalan,”Cinsiyet
özgürlükçü, demokratik ve ekolojik bir toplumsal yaşamı hedefleyen Koma Civaken
Kürdistan sistemi’nin, özü itibariyle demokratik sosyalist düşüncenin
pratikleşmesi olduğunu ve bu temelde sosyalizmin radikal ve derinleştirilmiş
bir demokrasiyle yeniden yükselişe geçişi sağladığını” söylüyor ve HDP ise
Tuncel’in ağzından Rojava’daki “devrim” sosyalist devrim”dir diyor ve Öcalan
şunu da ekliyor, ”Komünal demokratik duruşun çağdaş değerlerle yeniden
yaratılması, sosyalizmin yeniden yükselen değer haline getirilmesidir. Böylece
demokrasiyle birlikte var olabilen sosyalizm, bilimsel-demokratik sosyalizm
olarak Koma Civaken Kürdistan sisteminin ruhu olacaktır.”
Söylemlere
bakarsak, yani Marxizm’i aşarak da olsa ve sosyalizmi çarpıtarak da olsa veya
varmak için başka yol önerilerek de olsa, referans göstermek bir taraftan
beklentiyi sosyalist renkli kılarken, diğer taraftan “KÖH” e ve HDP’ye bir
sosyalist renk verilmiş olmuyor mu? Öyleyse bunun bir sorumluluğu ve net bir programı
olması gerekmiyor mu? Bu ne HDP’de var ne de KCK’de var, söylemler ise son
derece muğlâk ve yuvarlak!
Yani kimseyi
renkle ikna etmek mümkün değil, gerçek anlamda neyin amaç edinildiğini dobra
dobra anlatmaları gerekiyor! Ama anlatamazlar çünkü, yollarının yanlış olduğunu
kendileri de biliyor!
Akseymen’in
deyimini kullanırsak, hepsi budur; yani özetin özeti budur! Gerisi “Laf-ı
güzaf” tır!
Paris
Komünü’nü referans aldığını söylüyorsun BORGA ama işaretler Paris Komünü
deneyiminden hiç ders almadığınız ve ham halinin bile gerisinde olduğunuzu
gösteriyor!
Oysa
Marxizm-Leninizm’in kurucuları Paris komününde çok netler!
En başta,
Fransa proletaryası’nın o zamanlar yeterince örgütlü olmadığını, kendi siyasi
partisi olmadığını; Paris işçilerinin, çeşitli eğilimlerden insanların
önderliğine güvendiğini; Paris proletaryasının köylükle gerekli bağları
kuramamış olduğunu vurgulamışlardır!
Ayrıca,Bakunincilerle
Blankicilerin ağırlıkta olduğu Komün’ün ise,kendisini yeterli devrimci
kararlılıkla donatmamış olduğunu, örneğin düşmanlarının servet ve paralarının
korunduğu Fransa Bankası'na el koymamasının, özellikle yıkıcı olduğunu;
Versay’a kaçan burjuvaziye karşı savaşta da kararsız olduğunu ve burjuvazi
Versay'ı savunmak ve Komün'ü yenilgiye uğratmak amacıyla henüz güçlerini
toplamadan Versay'ı ezmek için uygun anı kaçırdığını net olarak ifade
etmişlerdir!
Dolayısıyla
Thiers başkanlığında, Versay’da bulunan burjuva hükümeti, devrimci Paris'e
karşı savaş açan bir ordu örgütleyebilmiş ve hâlâ düşmanı olan Alman ordusunun
yardımı ile Komün'ün hesabını kanlı biçimde görmüş ve Komünarların son
barikatları,28 Mayıs 1871'de düşmüştü.
Paris Komünü
deneyinden, Rus proletaryası ve onun devrimci partisi Bolşevikler
yararlanmışlardı!
Dedikleri
budur ve siz hem Paris Komünü’nün sadece ve sadece yapılması gerekip de,
yapmadığı görevleri bir politika olarak öne koyuyorsunuz;ve hem de böylece
Paris Komününe dayanarak,kendinizi geri itiyorsunuz; geriliyorsunuz demek
istiyorum!
Diğer yandan,
Marx’ın Bakunin eleştirisi de son derece net ve açıklayıcıdır!
“Bakunin'in
Toplumsal devrim konusunda hiçbir fikre sahip olmadığını” vurguluyor ve şöyle
devam ediyor:
“Toplumsal
devrim konusunda hiç bir fikre sahip olmayan Bakunin, bu devrimin yalnızca
siyasal sözcüklerini biliyor; bu devrimin iktisadi koşullarının onun için hiç
bir anlamı yok. Bundan önceki bütün iktisadi biçimler, ister gelişmiş olsunlar
ister olmasınlar, emekçinin (bu ister ücretli emekçi, ister köylü vb.
olsun) köleleştirilmesini getirdiğinden, bir köklü devrimin, bütün bu biçimler
altında aynı derecede olanaklı olduğuna inanıyor. Bakunin'in toplumsal
devriminin temeli, iktisadi koşullar değil, iradedir. (Oysa) Köklü bir
toplumsal devrim, iktisadi gelişmenin belirli tarihsel koşullarına bağlıdır; bu
koşullar onun öngerekleridir. Dolayısıyla bu, ancak, kapitalist üretimle
birlikte sanayi proletaryasının halkın hiç değilse önemli bir bölümünü
oluşturduğu yerlerde olanaklıdır. Herhangi bir başarı şansına sahip olması
için, sanayi proletaryasının, köylüler için, mutatis mutandis, (Gerekli
değişiklikleri yaparak) en azından Fransız burjuvazisinin kendi devrimi
sırasında o günkü Fransız köylüleri için yaptıklarını yapabilmelidir.”
Son derece
açık, herhangi bir muğlâklık görülmüyor ama siz hem, bu söylenenleri henüz
bilimsel anlamda ve dayanaklarını ortaya koyarak çürütebilmiş değilsiniz, hem
muğlâk konuşuyorsunuz, hem de muğlâk ve bilim dışı konuşanları ille de bize
model olarak dayatıyorsunuz!
Peki Engels
ne diyor?
“Otorite
Üzerine” adlı makalesinde, her türlü otoriteyi reddeden Bakunincilerin
görüşlerini eleştirmekte ve proleter devrimin devlet karşısındaki tutumu
sorununa ilişkin marksist görüşlere bir temel getirmektedir.
Engels,
devleti yaratmış olan toplumsal ilişkileri kaldırmadan "devleti
kaldırmak" tan söz eden anarşist düşüncenin bilim-dışı ve karşı-devrimci
özünü açığa vurmaktadır. Ayrıca anarşist dogmacılığı ve sekterliği de
acımasızca eleştirmektedir.
Buyur
birlikte okuyalım, bakalım ne diyor?
“…Otorite, şu
demektir: bir başkasının iradesinin bizimkine dayatılması; öte yandan otorite,
boyun eğmeyi öngörür. Bu iki sözcük kulağa hoş gelmediğinden ve bunların temsil
ettikleri ilişki boyun eğdirilen taraf için kabul edilebilir olmadığından,
sorun, bundan kurtulmanın bir yolu olup olmadığı, mevcut toplam koşullar veri
olarak alındığında, bu otoritenin artık bir anlam taşımayacağı ve bunun sonucu
olarak da, yok olmak zorunda kalacağı bir başka toplumsal sistemi yaratıp
yaratamayacağımızdır.
Bugünkü
burjuva toplumun temellerini oluşturan iktisadi koşulları incelediğimizde,
bunların, yalıtılmış eylemlerin yerine, gittikçe bireylerin birleşik
eylemlerini koyma eğilimi taşıdıklarını görürüz
Birleşik
eylem, birbirine bağlı olan süreçlerin karmaşıklaşması, her yerde, bireylerin
bağımsız eylemlerinin yerini almaktadır. Ama birleşik eylemden söz eden,
örgütlenmeden söz etmektedir; otoritesiz örgütlenme diye bir şey olabilir mi?
Otorite
ilkesinden mutlak olarak kötü ve özerklik ilkesinden de mutlak olarak iyi bir
şey diye söz etmek saçmadır. Otorite ve özerklik, kapsamları toplum
gelişmesinin çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir. Eğer
özerklikçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin, otoriteyi, olsa olsa üretim
koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içersine hapsedeceğini söylemekle
yetinselerdi, birbirimizi anlayabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu kılan
bütün olgulara gözlerini kapamışlar, hırsla sözcüğün kendisine saldırıyorlar.
Siyasal
devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin
sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal riiteliklerini
yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel
işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar.
Ama
anti-otoriterler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış
bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını
istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan
kaldırılması olmasını istiyorlar. Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir?
Devrim,
elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini,
nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla, akla gelebilecek
bütün otoriter araçlarla, dayattığı bir eylemdir ve eğer muzaffer olan taraf
yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler
üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir.
Paris Komünü,
silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun
dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde
yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?
O halde, şu
iki şeyden birisi: anti-otoriterciler ya neden söz ettiklerini bilmiyorlar ki
bu durumda kafa karışıklığından başka bir şey yaratmış olmuyorlar; ya da bunu
biliyorlar ki bu durumda da proletaryanın hareketine ihanet ediyorlar.
Her iki
durumda da gericiliğe hizmet etmiş oluyorlar.“
Yeterince
açık ve öğretici değil mi? Burada bir muğlâklık var mı? Bunları henüz
çürütebildiniz mi? Hayır!
Öyleyse bir
taraftan aşırı bir abartma ile fetiş bir yaklaşımla Marxizm Leninizmin
kurucularının çoktan çürüttükleri ve pratiğin acı sonuçlarla bunların,
bilimdışı, çürük görüşlerin sahipleri olduklarını doğruladığı aktörleri ve
teorilerini model yapmaya çalışırken, diğer taraftan Marxizm-Leninizm’e karşı
duyduğunuz kin ve nefret nereden kaynaklanıyor ve ne anlama geliyor; bu
orantısız zıtlık sizce normal mi? Dahası buna rağmen yine de, aşmaktan söz
etseniz de, hâlâ Marxizm’i referans almanızın kıymet-i harbiyesi var mı, varsa
bunu bize açıklamanız gerekmez mi?
Anarşistler,
anti-otoriterler, yani Bakunin, Blanki, Proudhon, Kropotkin bunlar Marxizmi
aştılar mı, yoksa red mi ettiler? Hepsinin temel ortak özelliği devleti
yadsımış olmaları değil mi?
BORGA kardeş,
eğer sosyalizmi işaret ediyorsanız ona göre hareket edilmesi, yok eğer
burjuva-demokratik bir kurtuluş hareketini işaret ediyorsanız ona göre hareket
edilmesi gerekmiyor mu? Anarşist takılıyorsanız ve bütün teorileriniz kaynağını
buradan alıyorsa buna göre hareket etmeniz gerekmez mi?
Bizim eleştirilerimizi
ise hiç biri engellemiyor! Ama daha anlamlı ve gerekli kılıyor; çünkü ortada
burjuva tandanslı olan, popülist ve üstelik ulusal nihilizm renkleri taşıyan ve
bu dâhil başka söylem ve tutumları ile emperyalizmin ve işbirlikçilerinin resmi
söylem ve politikaları ile benzer söylem ve politikalar ortaya koyan bir
“özgürlük” hareketi var ve buna sosyalist ton vermek bir hiledir!
Velhasıl, bir
taraftan yaşamın canlı gerçekleri Marxizm-Leninizmin temellerinin sapasağlam
durduğunu ve yol gösterirken, diğer taraftan siz, hurafeler bir yana, çoktan
yaşamın canlı gerçekleri altında kalmış olan aktörleri canlandırarak
emperyalist politikalara sol, hatta aşılmış bir Marxizm-Leninizm ve sosyalizm
rengi vermeye çalışıyorsunuz!
Peki,devrimciler,
bu gün bu net olarak görünenleri eleştirmeyecekse, yanlış bir rotada seyreden
bir Kürt ulusal hareketini,doğru yola girmesi yönünde uyarmayacaksa başka ne iş
yapacaklar? Bugün en devrimci iş bence budur ve bu iş, bilimsel bir öngörü ile
kotarılırsa devrimci hareketin Türkiye’nin bütün kanallarına akacağı ve kitleri
kucaklayacağı muhakkaktır!
BORGA kardeş,
sen de biliyorsundur ki, sağlam zemin varsa ve üzerine sağlam ve bilimsel temel
atılmışsa, bunun üzerinden en sağlam yapılar inşa edilebilir ve kolay kolay
yıkılmaz; çürük zemine, sağlam ve bilimsel temel atılırsa da üzerinden yükselen
yapılar sağlamdır ama çürüme, eninde sonunda bu sağlam yapıları da yutabilir,
yıkabilir! Ancak, çürük zemin üzerine, bir de çürük ve bilim dışı temeller
atılırsa, üzerinden yükselen yapılar kaçınılmaz olarak çürük olur!
Ve işte
devlet tahlili tam da bunu anlatır; çürümüş, kokuşmuş can çekişen bir zemini
ayakta tutmaya çalışan emperyalist kapitalizmin, tekellerin düzeninin üzerine,
en sağlam temelleri de atsanız, üzerinden yükselecek, inşa edilecek yapılar da
çürük olmaya mahkûmdur!
Kaldı ki
sizin temeliniz de çürük ve bilim dışı olduğu için, sağlam zeminde dahi inşa
edilen yapılar çürük olacaktır!
Sizin
tutunduğunuz ve tutundurmaya çalıştığınız ama tarih tarafından ıskartaya
çıkarılmış aktörler ve politikalar da böyledir ve bunlarla sağlam bir yapının
inşa edilmesi mümkün değildir!
Yeni bir
yapı, yıkılan bir yapının molozları üzerinden yükselemez, yükselirse çürük yükselir
ve yıkılmamış, orası burası tamir edilen bir yapının yerine veya üzerine de
yeni bir yapı kurulamaz; kurulan yapı, her zaman eskinin devamı olur!
İşte Marx ve
Engels’in devlet ve proletarya diktatörlüğü bunu anlatır.
Devlet de, ulus-devlet
de bir tarihsel kategoridir! Erken gelsin, geç gelsin, dünyaya bir dahi olarak
gelmiş bireylerin aklı ve fikrine, dehasına bağlı olarak kurgulanıp, insanlara
kabul ettirilmiş bir olgu ve kavram değildir!
Engels,
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtında, devletin tarihsel
çözümlemesini özetlerken, " ...Devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç
değildir. Hegel'in ileri sürdüğü gibi, 'ahlak düşüncesinin gerçekliği', 'aklın
imgesi ve gerçekliği' de değildir." diyordu!
Öcalan’a ve
tilmizlerine inanacak olursak ki Türkiye’nin en çaresiz kaldığı bir zamanda,
devrimci hareketin bastırıldığı bir zamanda, dahası egemen sınıfların
kendilerine olan güvenlerinin sağlamlaşmış olduğu bir zamanda,
tarihsel-toplumsal gelişmenin yarattığı sıkışmanın sonucu olarak Türkiye’nin
devrimci hareketine bir umut ve egemen sınıflarına ve haliyle yönetimlerine bir
çaresizlik olarak tarih sahnesine çıkan ulusal kurtuluş hareketinin bu gün
geldiği yerde, son derece manidar ve bir acıklı güldürü misli sözlerdir,“…ulus
deyince tek ve mutlak bir anlayışın söz konusu olduğuna; bunun da Hegelist devlet
ulusçuluğu olduğuna ve Şüphesiz bunda da marksist bilimsel sosyalizm
anlayışının Hegelist yorumunun esas alınmakta olduğuna... Ulus devletin Hegel
felsefesinin temel kategorisi olduğuna. “ inanmamız gerekmektedir ve inanmamızı
istedikleri budur!
Bu sözlerin
neresini düzeltelim, neresine sahip çıkalım; tamamı temelden yanlıştır?
Tabii ki
aşağıda ayrıştırarak aktardığım bu sözlerin katışıklığı içinde sunulması da
durumu kurtarmıyor, çünkü ne tam böyledir, ne de rafine olarak iddia edildiği
gibi ulus-devlet, Hegel felsefesinin temel kategorisidir!
Öcalan’ın
yukardaki sözlerine katıştırdığı sözleri şöyle ;“ … Marks ve Engels döneminde
ulus denince akla gelen, feodal çitlerin aşılması ve dil kültür birliği
sınırları kapsamında, merkezileşmiş devlet eliyle oluşturulan ulusal toplumdur.
Böylelikle ulus devlet tek ve mutlak gerçeklik olarak ele alınmaktadır.
Toplumsal gelişmenin ve devlet biçimlenmesinin en son durağıdır.”
Birincisi
ulus-devlet tek ve mutlak gerçeklik olarak ele alınmamıştır; ikincisi öyle ele
alındıysa nasıl olur da ulus-devlet toplumsal gelişmenin ve devlet
biçimlenmesinin son durağı olabilir, tek ve mutlak gerçek ise, bunun son durağı
da, öncesi de olmaz!
Oysa devlet
ve ulus-devlet, bir tarihsel kategoridir ve öncesi de vardır sonu da vardır;
ondan sonrasının devlet ile ilgisi yoktur!
Ve bu olgu ve
gerçeklik, dahi bireylerin de sıradan insanların da akıl ve fikrinden ya da
iradesinden bağımsız olarak, dahi bireyleri de, sıradan insanları da toplumsal
gelişmenin yasallıkları çerçevesinde, bu bağımsız gerçekliğe dâhil eden bir
sürecin ifadesidir!
Hegel’e
gelirsek, Öcalan bunda da temelsiz ve hatta kafa karışıklığını yansıtan bir
çelişki içinde konuşmaktadır.
“Hegelist
devlet ulusçuluğu” başkadır ve böyle bir yorum varsa, “marksist bilimsel
sosyalizm anlayışının Hegelist yorumunun esas alınması” da başkadır; ama “ulus
devlet’in Hegel felsefesinin temel kategorisi “ olduğunu iddia etmek
bambaşkadır, buna sadece cehalet diyebiliriz!!
Hegel’in
genelde idealist olduğunu herkes bilir ve devlet sorununda da idealist kaldığı
anlaşılmaktadır. Hegel'e göre ahlak insanda doğuştan vardır. Ahlakı yaratan
insanlar değil, tam tersine, ahlak insanların bilincinde onlardan bağımsız özel
bir ahlaki yasa olarak yaşardı.
İşte devlet,
Hegel’in idealist düşüncesine uygun olarak, bu ahlaki yasanın yansımasının
ürünüydü. Yani dünyanın temelinde yatan ,"mutlak zihnin"
,"mutlak aklın" etkimesi olan ve her şeyin kendisine tabi olmasını
isteyen bu ahlaki yasanın en mükemmelleşmiş halidir.
Hegel'e göre,
insanlardan bağımsız olarak var olan ahlak düşüncesi devlette cisimleşmesini
bulur. Bu nedenle devlet, Hegel’e göre, tek tek insanların, toplumsal
örgütlerin ya da sınıfların çıkarlarının aleti olarak görülmelidir.
Hegel’in bu
devlet öğretisi, daha ileri bulunarak, ondan önceki burjuva öğretinin, devleti,
tek tek insanların iradelerinin toplamını ifade eden, insanlar arasında
gerçekleştirilmiş bir "toplumsal sözleşme"nin sonucu olarak gören
Rousoeau'nun öğretisinin karşısına konuldu.
Rousseau’nun
devlet öğretisi, onda devleti sınıf egemenliğinin örgütü olarak, sınıfsal bir
şey olarak kavranmamasına rağmen, yine de zamanına göre devrimciydi. Çünkü ona
göre devlet, bizzat insanların yarattığı bir şeydi ve bu nedenle gene bizzat
insanlar tarafından değiştirilebilirdi.
Hegel'de ise
bu düşünülemezdi bile.
Engels'de ise
devlet," daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünüdür;
bu, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte
yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün itirafıdır. Fakat bu
karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve
toplumu, kısır bir mücadele içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte
toplumun üstünde duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması,
'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir güç gerekli hale gelmiştir ve işte
toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve topluma gitgide
yabancılaşan bu güç devlettir."
Engels devlet
üzerine bu söyledikleri ile onun tarihsel rolü ve anlamı üzerine temel
düşüncesini tüm açıklığı ile dile getirmiş oluyordu.
Öcalan’ın,
devletin “Hegelci yorumun”dan söz etmesi boşuna değil, Öcalan böylece, Marx ve
Engels’in devlet anlayışlarının ve elbette onların takipçisi olan Lenin’in
devlet tahlilinin Hegelist olduğunu iddia edip, kendisinin Marxizm-Leninizm’i
aştığını da iddia ederek, diğerleri yanında bir de Kropotkin’in devlet
tahlilini referans göstermesini mantıksal bir zemine oturtabilirdi!
Ama
oturtamadığı açıktır ve BORGA kardeş, sen de Öcalan’ı anlamamış oluyorsun ki,
ya da bu açıklığın üzerini kapatmak istiyorsun ki, Öcalan’ın devlet tahlili
açısından Marx, Engels ve Lenin’in karşısına koyarak referans gösterdiklerinin
bu güne ilaç olmayacağını ama Öcalan’ın tek ilaç olduğunu söylüyorsun!
Neticede her
halükarda ve her taraftan zorla dayattığınız ve teori katına çıkarmaya
çalıştığınız iddialarınızın nesnel yaşamda karşılığı olmadığının siz de
farkındasınız!
Devlet’in
Marxist tahlili’ni Hegel’in devlet anlayışı ile özdeşleştirmek pek fazla zorlama
ve gülünç bir iddiadır!
Öte yandan,
sınıf mücadelesi, insanlığın tutunacak dalının olmamasından, bağımsız olarak bu
gün de sürmekte ve hatta keskinleşmektedir; yani demem o ki, sınıf mücadelesi,
insanların tutunacak dalı olmaması nedeniyle durmaz, duraklatılabilir ama
durdurulamaz; sınıf mücadelesini belirleyen sınıfların karşılıklı çıkarlarının
yarattığı çelişkilerin az ya da çok keskinleşmesidir, sorun yaratmasıdır, sınıf
kavgası, bu sorunların karşıt sınıfların her birinin kendi çıkarları doğrultusunda
çözülmesi için sürdürdükleri kavganın bir ifadesidir!
Yani
insanların tutunacak dalı olursa sınıf mücadelesi olur, olmazsa sınıf
mücadelesi olmaz diyemiyoruz; olsaydı, tutunacak dalları olmadığı apaçık ortada
olan Yatağan’daki işçileri türünden, bırak partilerini, tutunacak sendikaları
bile olmayan işçiler harekete geçmez, haklarını korumak için direnmezdi ve sen
maalesef, farkındasın ya da değilsin, bu algıya kapı açıyorsun! Aslında dilim
varmıyor ama işaretler farkında olduğun halde bu algıya çanak tuttuğunu
göstermektedir!
Çünkü hep
“dışardan” konuşuyorsun, nasıl ki “devlet” kategorisinin “dışardan” dayatılan
bir olgu olduğunu düşünüyor ve düşündürtmeye çalışıyorsan(ız),aynı şekilde
sınıf mücadelesinin de “dışarıdan” dayatılan bir olgu olduğunu düşünüp,
düşündürtmeye çalışıyorsun(uz).
Ve
lafızlarının özenle seçilmiş ve bu algıyı oluşturmaya yönelik hileli lafızlarla
desteklenmiş olduğu apaçık görülüyor!
Ve bir kez
daha altını çizmeliyim ki yukarda da hatırlattım gibi, bugün ve epeydir,
Türkiye’de ve dünyada bütün kaygıların kaynaklarını emek süreçlerinden aldığını
görmemek için kör olmak gerek; dahası, küresel emperyalizmin bu günkü bölge
politikalarının odağında sınıf mücadelesini köreltmenin politikaları vardır!
Yani emperyalist politikalar, tarihin lokomotifi olan sınıf mücadelesinin
işlemez hale gelmesine yöneliktir!
Fikret Uzun
24-Hzrn-2014