11 Nisan 2013 Perşembe

OSMANİK CUMHURİYET Mİ DEMOKRATİK CUMHURİYET Mİ NİHAİ HEDEFE YAKIN VE ELVERİŞLİDİR?



OSMANİK CUMHURİYET Mİ DEMOKRATİK CUMHURİYET Mİ NİHAİ HEDEFE YAKIN VE ELVERİŞLİDİR?
Sen çok yaşa Borga kardeş!

Bu yakıştırmalarınla,"dogmacılık"a, "doktrincilik"e ve "düşüncenin kemikleşmesi"ne karşı silaha sarılan ünlü "eleştiri özgürlüğü" şampiyonlarını hatırlattın.

Bunların, düşünce kemikleşmesine vb. karşı üst perdeden söyledikleri sözlerinin, teorik düşüncenin gelişmesi konusundaki ilgisizliği ve çaresizliği gizlemek için olduğunu hepimiz biliyoruz ama sen herhalde bilmiyorsun ki, ya da ne dediğini bile bilmiyorsun ki, bu tarihte kalmış ve çoktan mahkum edilmiş şampiyonları hortlatıveriyorsun!

Oysa teorik çalışma, kısaca teori, dün olduğu gibi, bu gün de son derece önem taşımaktadır.

Ve yine dün olduğu gibi, bugün de ve uzun zamandır ve sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada, solun, sosyalistlerin zihinlerinin karışık olduğu bir süreç yaşanırken ve bu da, dünyanın teoriye ihtiyacı olduğu gerçeğini net olarak ortaya koyarken, yine aynı bakışı sürdürmeye çalışanlar bunu görmezden geliyorlar.

İşte eğer teoriyi ama yetmediği için bir kenara koyup, yaşamın canlı gerçeği üzerindeki olgulara dikkat çekeceksek, görmezden gelinmemesi gereken budur ve fakat bu, teoriye çok daha fazla ihtiyaç olduğunun belirtisidir.

Teorik çalışma konusunda ve şu anda karşı karşıya bulunulan acil görevler konusunda, dün olduğu gibi, bu gün de ilgisiz kalanların, bir teorinin yerine bir başkasını koymamaları bir yana, ya da eleştirdiklerinin yerine bir net fikir koymadıkları bir yana, daha çok çürütemedikleri bu teorilere veya başka ifadeyle teorik bakışlara, her ne surette olursa olsun, dahil olmamak için, başka ifadeyle bütünleşmiş ve işlenmiş teorilerden özgür olmak istedikleri için, savaş açtıkları ama bunu da çeşitli kılıflarla gizledikleri gözlerden kaçmamaktadır.
Bugün, Marksizmin geniş bir biçimde yaygınlaşmasının yanında, teorik düzeyin son derece düşük olduğunu kimse görmemezlik edemez. Bu forumda olduğu gibi, genel olarak da pek çok insan, çok az bir teorik eğitimle, hatta hiç eğitilmeden, kulaktan dolma bilgilerle ve özellikle de fetişleştirdikleri pratiğin zorlaması ile şu ya da bu hareketin içine katılmaya, ya da yandaşı olmaya devam etmektedir. Ve daha önemlisi, katıldıkları hareketin içinde, fetişleştirdikleri "örgüt" veya "önder"lerinin sözlerini tanrı buyruğu misli kabul etmekte, her türlü inceleme ve eleştirinin üstünde tutarak, doğruluğunu tartışmasız kabul etmektedirler; örnek çoktur ama örneği bu forum içinden vermek daha yararlı olacaktır.

Genel seçimler öncesinde, malum S.S.Önder de BDP'den bağımsız aday idi, S.S.Önder'in Marxizme dair dayanaksız nitelemeleri yanında, Zaman Gazetesinin mülakatçısı Nuriye hanımefendiye verdiği mülaktta Nurculuğa güzelleme yapmasını eleştirdiğimde, "önder"lerinin önlerine taşı koysa oy vermekte tereddüt etmeyeceklerini belirten ve bu yönde eğilim gösteren azımsanmayacak kadar çok idi!

Ve hemen hepsinin, gene dün olduğu gibi, teorinin önemini yadsıyarak Marx'a ait olan "İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir." doğru söze kendilerini hapsetmiş oldukları görülmektedir.
Bunun doğal sonucu, elbette ki teoriden kaçmayı, hatta türlü çeşit uydurmalarla teoriye saldırmayı getirmektedir.
Lenin'in bu söz için,"Teorik kargaşalık döneminde bu sözcükleri yinelemek tıpkı bir cenazede yas tutanlara 'gözünüz aydın!' demeye benzer." dediğini de biliyoruz.
Ve yine biliyoruz ki, teorisiz devrim olamaz. En ileri devrim ise, en ileri teori ile olur.
Diğer yandan, gerçeklerden kaçmak o kadar fütursuzca olamayacağı için, gerçeklerden kaçmak için doğru formülleri kılıf olarak kullananların, teoriden kaçmaya kanıt olarak sundukları bu Marx'a ait formül, Marx'ın, Gotha Programı'nın eleştirisi çerçevesinde yazdığı mektubunda yer almaktadır ve Marx, aynı mektupta, "Eğer birleşmek zorundaysanız, hareketin pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalara girin, ama ilkeler konusunda herhangi bir pazarlığa izin vermeyin, teorik 'ödünler' vermeyin." diye yazıyordu.
Bugünkü pazarlıkları göz önünde tutarsak bunun önemli bir hatırlatma olduğu görülecektir.
Ve dün olduğu gibi, bugün de teorinin önemini küçümseyenlerin, benzer biçimde Marx'ın sözlerini, bütünlüğünden kopararak, kullanmaya ve teorinin önemini küçümsemeyi haklı göstermek için, bu sözleri veya formülleri kanıt olarak kullanmaya devam ettikleri apaçık görülmektedir.
Elbette bir çok kez tekrarlanan tarihsel yanılgıların ve bunun moda biçimde yaygınlaştırılması çabalarının, bu gün de tekerrür ettiğini hep beraber görüyoruz; bir tarafta ve üstelik Marxizmin kurucularının sözleri çarpıtılarak, yaygınlaştırılmak istenen oportünizme övgü, diğer tarafta ve aynı anda, pratik eylemin en dar biçimlerine delicesine bir kapılmanın yaygınlaştırılmaya çalışıldığı bir zamanda, bu düşünce üzerinde, yani teorinin önemi konusu üzerinde pek güçlü olarak direnmek zordur ancak bu, teorinin önemi konusunu yadsımayı haklı kılmaz.

Bütün bunlar, günümüzün dünyasının karşı karşıya kaldığı somut gerçeklikler nedeniyle Marxizm'in bir "doğma" değil, bir eylem kılavuzu olduğunun bilincinde olanların, sadece tarihsel sürecin belli kesitlerinde somut ekonomik ve politik durumun zorunlu olarak değişikliğe uğrattığı genel görevleri göstermeye uygun olan formüllerin ezbere ve basitçe tekrarlanması yerine, canlı yaşamın üzerindeki somut olguları eksiksiz saptayarak, bu güne uygun genel görevleri ve biçimlerini göstermek için ihtiyaç olan teorileri ortaya koymaları gerektiği gerçeğine daha sıkı sarılmalarını gerektirmektedir.
Bu da bizi, bir kez daha, teorinin önemini küçümsemeye değil, tam tersine bu önemi kavramaya ve bu gerekliliğe odaklanmaya götürmelidir.
Yani bir Marxist'in ve hatta bugün son derece açıklıkla önümüzde duran canlı yaşamın gerçekliği üzerindeki olguları görebilen akıl taşıyanların, her teori gibi, en iyi durumda yalnızca temel olanı, geneli gösteren, yaşamın tüm karmaşıklığını yalnızca yaklaşık olarak kapsayabilen dünün teorik formüllerine sarılmak yerine, bu karmaşıklığı çözecek, netleştirecek teorilere odaklanması gerektiğini bilince çıkarması gerekmektedir.
Öte yandan, Marxistlerin, Marxist teoriden aldıklarını, bir "dogma "olarak bünyelerine içerdiklerini söylemek sadece bir demogojidir ve teoriden kaçma çabalarının içinde sayılması gerekmektedir.
Bütün bu çerçevedeki sorunların, en başında teoriden kaçmak veya teorinin önemini küçümsemek yaklaşımlarının moda haline getirilmesi çabalarının merkezinde, Marxist doğrusal ilerleme teorisinin öngördüğü tarihin ilerleme çizgisinin tahrip olması vardır.

İlkel komünal toplumdan sonra, feodalizm, sonra kapitalizm ve bunu da sosyalizm izliyordu; ve bu kaçınılmazlık içeren bir demir yasa idi.
İşte bu yasada kendini gösteren dersleri yeterince bilince çıkartmayınca, bu yasadaki derslerin bir yanıyla olumluluk, diğer yanıyla olumsuzluk içerdiği gerçeğinden uzak kalmak ve her iki yanını da ayrı ayrı mutlaklaştırmak ve böylece de teoriyi küçümsemek yanında, onu "dogma" olmakla özdeşleştirmek kolaylaşabilmektedir. Tabii yine de özel bir çaba gerektirmektedir. Yoksa bu yasa çok açıktır.
Sosyalizmin kuruluşunun kaçınılmaz olması, öncelikle taraftarlarına bir dayanıklılık ve güven duygusu vermektedir ama öte yandan bu kaçınılmazlık nedeniyle herhangi bir müdahale ihtiyacı duyulmuyordu. Eninde sonunda sosyalizm gelecek ve her şey iyiden, güzelden yana değişecek! diyorduk.
Burada, sosyalizmin, işçi sınıfının düzeni olduğu ve işçi sınıfı tarafından kurulacağı önermesinin, pratik değil, teorik bir zorunluluk olduğunu; eğer "doğru" olarak tanımlanmış bir sosyalizm ve "doğru" olarak tanımlanmış bir işçi sınıfı varsa, bu ikisinin buluşacağını ve bunu engellemenin mümkün görünmediğini hatırlatmak istiyorum.

Ancak canlı yaşamın üzerine dökülen somut olgular, özellikle de Sovyet sosyalizminin yıkılışı ile önümüze düşen "kapitalist restorasyon" olgusu, bu tarihsel ilerleme çizgisinin üzerinde seyreden sınıf mücadelesinin, bu doğrusal ilerleme teorisinde eksik kalan,"müdahale" eyleminin önemini gerekliliğini öne çıkardı ve bu çizgi üzerinde tek tek insanların iradesinden bağımsız olarak süren sınıf mücadelesine, sosyalist topluma ve kaçınılmazlığı yadsınmadan varmak için bir devrimci-politik müdahalenin ama en ileri teori ile donanmış bir devrimci-politik müdahalenin gerekli olduğunu gösterdi.
Ancak bir şey daha gösterdi ki bu, doğrusal ilerleme teorisinin arkasında strüktüralizmin olduğu ve ilerleme çizgisindeki tahribatın tam da buradan yapıldığı gerçeğidir.

Yapısalcılık, yapıların birbirine, halkaların birbirine bağlanması ve perçinlenmesi biçiminde bağlanmasını ifade ettiğine göre; doğrusal ilerleme çizgisinin tahrip edilmesi, strüktüralizmi inkar etmek demekti!
Bu ise tamı tamına "postmodernizm"i anlatıyor. Yıkıcılığın öteki adı oluyor.
Diğer yandan, postmodernizme, ortaçağ diyebiliyoruz! Hiçbir modernizm, post modernizm kadar ortaçağ renklerini vermiyor.
İşte bu gün buradayız ve burada teoriye son derece ihtiyacımız olduğunu görmek kolaylaşmaktadır!
Emperyalizmin yeni dünyası için modernizmin yıkılmasına, tarihin doğrusal ilerleme çizgisinin tahrip edilmesine ihtiyacı ne kadar varsa, dünyanın teoriye o kadar ihtiyacı vardır!
İşte ortaçağ düşüncesinin öne çıkması ve yaşadığımız dünyanın canlı gerçeği üzerinde apaçık kendini gösteren renklerin yansımasını ifade eden olguları ortaçağ ile benzeştirmemiz ve hatta bunun kabul etmemiz gereken bir gerçeklik olarak kafamıza kakılması, tarihin ilerleme çizgisinin tahrip edilmiş olması gerçeğinden bağımsız değildir.
Şimdi dünya ve üzerinde yaşamaya çalışan insanlık, gerçekleşip, gerçekleşmemesi ayrıdır, küresel bir feodal restorasyon ile karşı karşıyadır. Ve artık bu gerçeklik, emperyalist kapitalizmin bu eğilimi, çok daha net olarak görülmektedir.

Allem edip kallem edip,"teori" ile özdeşleştirdiğin "Doğma"ya gelince, "Her türlü inceleme ve eleştirmenin üstünde tutulan, doğruluğu denemesiz ve tartışmasız kabul edilen ve değişmez sayılan düşünce olduğunu; genellikle dinlerin mutlak gerçeklik olarak ileri sürdükleri ve tartışmasız inanılmasını istedikleri genellikle dinsel ilkeleri dile getirdiğini ve örnek olsun, Tanrı’nın evreni yarattığı düşüncesinin böylesine bir dogma olduğu."nu, pekala sen de biliyorsundur; bilmediğini düşünsek bile, ki bu durumda cehaletinin boyutlarını da gözden geçirmen gerekir, bu tanıma ulaşmanın internette gezinmesini bilen biri için zor olmadığını biliyoruz.

Öyleyse buna rağmen "dogma" ile "teori" yi özdeşleştirme çabanı hayra yormamızı beklememelisin! Cehalet görme eğilimimiz ise iyimserliğimizdendir!

Çünkü ötesi çok daha vahimdir!

Ve yine de yukarda, cehalet içinde olmadığın ihtimalini de gözeterek, bu çabanın kuvvetle muhtemel olan nedenini ortaya koydum. Benzeştirmelerinle kimleri hatırlattığını gösterdim. Yanılıyorsam, geriye cehaletin kalıyor ki, bu durumda, bu anlattıklarımın epey işine yarayacağına inanıyorum.
Buraya döneceğim, ancak, Cevabının ikinci bölümünde, dillendirdiğin bilmece misli ifadelerini, gene aynı nedenden, yani cehalet içinde olduğuna inanmadığım için, bu foruma "sosyalizm okulu" adını vermeyi uygun bulanlara rapor vermen olarak algıladığımı belirterek ifade edilmesi gerekenleri öne almak istiyorum!

Herhalde, cevap beklemeden yazdığın ikinci cevabında, bu kez de,"bu TKP liler var ya TKP liler,işte onlar feodalizm ucubesinden başka bir lakırdı bilmezler!" diyerek, asıl dediklerimi güme getirmeye "TIP" oyununa devam demeye çalışıyorsun!

Bu kadar mı oyunbozanım? Bu kadar mı korkuyorsunuz oyununuzu bozarım diye? Oyunu bir zor bozar bir de, zor içerilmiş ideolojik kavga bozar; son tahlilde her iki yerde de şiddet vardır. Bunu bildiğin için bu hezeyanına gem vuramıyorsun ve bilmece gibi ifadelerle aklın sıra "ti" geçmeye çalışıyorsun ki, bu bile buraya sosyalizm okulu denmesi ile çelişmektedir.

Demek "yeni" T.C. nin "feodal-faşist bir diktatörlük" e dönüşmesi fikrine itiraz ediyorsun ama neden itiraz ettiğini ve yerine ne koyduğunu açıklamak yerine işi gargaraya getirmeye çalışıyorsun.

Peki nedir? "Demokratik bir cumhuriyet"e geçtik de biz mi fark edemiyoruz?
Yoksa zikrinin ne olduğunun anlaşılmaması için, fikrini söylemekten kaçmak istiyorsun da onun için mi lafı dolandırıp duruyorsun?

Öncelikle Osmanlı İmparatorluğu'nun geç gelmiş ortaçağ olduğunun altını çizmem gerekiyor!

İlaveten, Osmanizasyonun'da geç kalmış bir siyonist politika olduğunu hatırlatıyorum.

Ve herhalde, sakladığın düşünce, kendinin de inanmadığın kuvvetle muhtemel olsa da, özellikle köylü kurnazlığı mı desek, politik cambazlık mı desek yoksa, bir taraftan Barzanist çizgi, diğer taraftan Öcalanist çizgi ve Kandil arasında sıkışıp kalarak bir kaç cami arasında beynamazı oynamak zorunda kalan BDP'ye özel bir kurnazlık mı desek, Kürtlerin "kurtuluşu" için bel bağlandığı ve en sonu "önder" Öcalan'ın da önem atfettiğinin işaretini verdiği ve S.S.Önder önde, Erturğrul Kürkçü sessizde, epey bir mesai harcadıkları AKP nin "yeni" anayasası ile açılmak istenen kapıdan, bu feodal renkli, gerici Osmanik faşist diktatörlüğün içeri sokulmayacağı, aksine son derece "demokratik"bir "cumhuriyetin" sağlanacağı yönlü düşüncedir! diye düşündüğümü belirtmek istiyorum!

İşte bu nedenle "feodalist" sözcüğü etrafına bir sürü lafı dolayıp, sekolin gibi döndürüp de döndürmüşsün diyorum!

Ancak haksızlık yapmak istemiyorum ve net olarak soruyorum; bu, her ne kadar iki ucu da biraz pis olsa da, sana fırsattır; eğer yanılıyorsam, yanıldığımı da göstermiş olursun ve net cevap bekliyorum.

Bu kapıdan gerici-feodal-faşist bir diktatörlük sokulmak istenmiyorsa ne isteniyor?

AKP nin ve daha çok Recep Tayyip Erdoğan'ın anayasası olarak anılan bu anayasa ile "demokratik bir cumhuriyet "mi getirilecektir?

Bu mudur inandığın? Değilse nedir?

Burada sana, zihnini açıp, vereceğin cevabı kolaylaştırmak için, Engels'in, Erfurt Programının eleştirisinde, "Alman sosyal-demokratlarının, sosyalistler yasasının yinelenmesi korkusuyla, birden bire Almanya'daki mevcut yasal durumun, tüm taleplerini barışçı yoldan gerçekleştirmek için partiye yetebileceği şeklindeki yaklaşımlarının oportünizm olduğunu" vurguladığını hatırlatarak, sadece bu hatırlatmadan bile boş ümitlere kapılmaman gerektiğini anlayabileceğinin altını çiziyorum!

Ancak sana yetmeyeceğine inandığım için, devam ediyorum.

Engels'in, "Almanya'da cumhuriyet ve özgürlük olmadığı için 'barışçıl' yol düşlerinin tamamen saçma olduğunu" açıkladığını ve "kapsamlı özgürlüğe sahip cumhuriyetlerde ya da ülkelerde sosyalizme barışçıl bir gelişimin "tasarlanabileceği"ni (sadece"tasarlamak" ) kabul ettiğini, fakat " hükümetin neredeyse her şeye kadir olduğu ve Reichstag'la bütün diğer temsili organların gerçek iktidara sahip olmadığı Almanya'da böyle bir şeyi, üstelik bir zorunluluk yokken ilan etmek, otokrasiden incir yaprağını alıp onun ayıbının önüne kendini bağlamak demektir." dediğini de ekleyerek hatırlatıyorum.
Bence ders tamamlanmıştır ve bu dersin, gerçekten ders alanların, bugün olanlar arasında korelasyon kurmasına yeteceğini vurgulayarak cevabının net olmasına yeteceğine inandığımı yineliyorum!

Buradan, yukarda bıraktığım yerden devam etmek üzere "feodalite"ye geçiyorum!

Soruyorum, çok mu tuhaf geliyor, 21.yüzyılda ortaçağdan söz etmek; siz nerede yaşıyorsunuz? Emperyalizm, tekellerin düzeni, tarih sahnesine çıktığından beri ortaçağdan konuşulmaktadır.

Kafka ve Huxley yetmiyorsa, "İmperialism" kitabını Lenin'den önce yazmış olan Hobson'u verelim. Orwell de olur; hepsi insanın bozulması üzerinedir, tekellerin düzenini anlatıyorlar ve ortaçağı haber veriyorlar!

12 Eylül faşist darbesi ile başlayan tekelleşme operasyonu ve bu çerçevede gerçekleştirilen geriye doğru reformlarla insanın bozulmasına yönelik çabalar; örnek olsun, ılımlı islam'ın dayatılması, fabrikalardan sınıf bilincini kovup, tarikat bakışının yerleştirilmesi, modernizme savaş açıp, postmodernizmin egemen kılınması, en sonu ulus-devleti önce düşüncede, sonra da fiziksel olarak yıkma çabaları, vb. hepsi bu insanı bozma ve ortaçağ insanını yaratma ameliyesi içindedir!

Bu, topyekün bellek yıkmayı anlatmıyorsa başka nedir?

Borga kardeş, insan belleği ile var olan yaratıktır ve bu nedenle bir toplumda bellek kalmadıysa o toplumun bireyleri artık kuldur, sürüdür.

Bellek'in, yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü olduğunu biliyoruz ve hafıza diyoruz. İşte bu hasara uğramışsa, zihinde saklayacak bir şey kalmamışsa çöküş başlıyor.
İşte Ortaçağ tam da budur, bellek yıkımıdır. Ortaçağ, belleksizler diyarıdır!
Sadece bellek mi, elbette hayır ama son tahlilde aynı şeydir, bellek, insanın hafızası ise ve onu kendine yabancılaştırmak ve tarih öncesi bir forma sokmak için yıkılmakta ise, toplumsal düzenin hafızası olan mevcut yapıları yıkmak da bunun içindedir.

Diğer yandan, Ortaçağda yönetenlerin pür cahil olduğunu tarihçiler hep ve şaşarak yazarlar. Bellek silmek de işte bu pür cahillerin işidir.

12 Eylül faşist darbesi ve devamındaki yönetimsel mekanizması, tamı tamına bunun için değilse, bellekleri kazımak için değilse ne içindir?

Bellekleri kazıdılar ve bu kadar kolay kazıyabildiklerine kendileri bile şaşırdılar. Hiçbir mukavemet ile karşılaşmadılar ama tarihte görülmeyen bir kinle korkuyu yaydılar. Ölüm ve işsizlik, bunlar yoksa korkusu, 12 Eylülcülerin temel politikası oldu.

Olmadı mı?

Ölüm ve işsizlik ve bunların korkusu bellek silme motoru değilse nedir? İnsanoğlunu insanlıktan çıkarmıyorsa ne yapıyor? Her tarafa Alzheimer yayıyor. Başka ifadeyle insanları doğru olandan, gerçek olandan uzaklaştırıyor ve bir illüzyon içine hapsediyor.

Tersini söyleyebilir misin?

Türkiye’nin rejimi, sağlıklı bir toplumda ayakta kalamayacağının bilincinde idi ve doğrunun bilinmesinden bu denli korkmakta idi. Hâlâ öyledir ve hâlâ illuzyon ateşinin altını odunla dolduruyor. Bunun için hem ölüm ve işsizlik korkusuna ve hem de Tanrıdan gelecek cehennem korkusuna sarılıyor.
Sence sarılmıyor mu?

Burada hemen, Ortaçağın, ölüm ve işsizlik ve bunların korkusu demek olduğu aklımıza gelmiyor mu?

Ortaçağ insanı için, zaman yoktur ve işsizlik, ölüm ve cehennem korkusu ile yaşayan insanlar yarın'ı bilmezler.

Ortaçağ'da "anlatıcı" da yoktur, çünkü bellek yoktur, öyleyse anlatacak bir şey de yoktur ve öyleyse, yöneticilerin cehaletine şaşmamak gerekmektedir.
Ortaçağ'da, her şey iğretidir, insanoğlu bir geçici hayal dünyasında yaşamaktadır. Sonsuz kavramı kalmamıştır.

Bu gün de cahil profesörlerin "sonsuzluk" kavramının içini boşalttığını TV lerden yaptıkları şovlarında görmüyor muyuz? Örnek olsun, sonsuz kavramını, bir noktadan başlatarak açıklamaya çalışmalarındaki cehaleti görmemek mümkün mü?

Bellek yoksa çöküş hasıl olmuştur! Belleksiz toplumun ayakta durması mümkün değildir!

Artık Türkiye'de çöküş vücut bulmuştur, dolayısıyla Ortaçağ'ın renklerini daha belirgin duyumsayabiliyoruz. Duyumsayabilmek için ise bellek gerekiyor, öyleyse bundan belleğini yitirmişleri ayırıyorum.

Doğruyu bilmek bir cüret ve sağlık işidir Borga! Belleksiz insan ise sağlıklı değildir, doğruyu bilemez, göremez! Göremediğini görüyoruz!

Benim yaptığım, bu vücut bulmuş çöküşün içinden, bellekleri doldurmaya çalışmaktır; bunun en devrimci işlerin başında geldiğine inanıyorum.
Osmanlı imparatorluğu mu?

Eninde sonunda cehalet, kayıtsızlık ve miskinlik demektir. Böyle itici kavramlar ama bunlar, bu bölgede, asırlarca, istikrar ve huzur sağlamaya yetiyordu. Ne oldu, neden yıkıldı? Burjuva teorisyenlere gore, emperyalizm ve dış güçler asla sorumlu değildir; sorumlu, bir avuç Osmanlı’dır ve teorisyenler “aydın “demiyorlar, şöyle anlatıyorlar; Garp’e gittiler, siyasi kitapları okudular ve sersemce hatayı yaparak, bu kitapları ciddiye aldılar. İşte yıkılışın nedeni budur!

Çöküşü modern demokratik bir ülke olmak istemesinden ileri gelmişti. Hata etti, ders buradadır ve şimdi, Orta Doğu’da kadim Osmanlı topraklarında bir stabilizatör aranırken, bir devlet ya da bir modernite kesinlikle reddedilmektedir.

Cehalet ve miskinlik, yetmektedir.

Cemaat, etnik ya da tarikat türünden, pek yeterlidir.

Yani Tanzimat öncesi bir Osmanlı İmparatorluğu aranıyor.

İşte karşı devrim, buradadır. Ve burada ortaçağı görmek şaşırtıcı değildir.

Tam burada yeni siyonist doktrini görüyoruz ki, çakışıyor; Chomsky’den öğreniyoruz; yeni siyonist doktrinde, aydınlanma kapısının ki rasyonalizm ve humanism olarak da ifade edilebiliyor, kapanışının yeni olmadığına dikkat çekiyor; çok haklıdır.

Hep biliyoruz, ki pek çok Yahudi kökenli düşünür, başta Levi Strauss, ilerleme ve türevi olan aydınlanma düşüncesine savaş açmışlardı; Levi Strauss’un ilkel yaşamı sevdirmeye çalışması, bu savaşın bir parçası idi; eninde sonunda, doğrusal ilerleme teorisini yıkmak istiyorlardı. Bunun çok basit bir nedeni var, Yahudilik, Yahudi kimlik ve etnik yapının değişmemesine dayanıyor.

İlerleme ve aydınlanma ise, kimlikte değişmeyi ve değişmenin “iyi” olduğunu gösteriyor ve savunuyor. Demek ki aydınlanma felsefesi ile Yahudilik, birbirinin karşısındadır; dolayısıyla İsrail’de, aydınlanma karşıtlığının yeni bir yanını göremiyoruz. Öteden beri var!

Siyonizm, aydınlanma karşıtlığıdır, diyebiliyoruz.

Dünya Yahudiliği, İsrail’de Likud, Tahran’da Humeyni, Roma’da Papa ve Türkiye’de Eylülist “devrim”ler ile rahatlamıştır. Hepsi aydınlanma düşmanıdırlar.

Bunları daha önce de aktardım, tekrarı oluyor. Yukarda da ifade ettim, bellekleri doldurmak kolay olmuyor, tekrar gerekiyor.

Öcalan'ın, Newruz ateşi karşısında okunan mektubunda işaret ettiklerinde Tanzimat öncesi bir Osmanlı İmparatorluğunu görmek zor değil ve Osmanizasyon politikası ile dolayısıyla "ABD nin "Büyük Kürdistan" politikası ile çakıştığı apaçık ortadadır.

Aynı yerde siyonist politikaları görmek de zor olmasa gerektir!

Karşı devrime hoş geldin sefa geldin diyor ve Kürtlerin kurtuluşunu bu karşı devrimde, bu Tanzimat öncesi Osmanlı İmparatorluğunda görmesi son derece öğreticidir!

Ancak belleğini yitirmiş olanların, bu öğreticiliği görebilmesi mümkün değildir!
Kürtler, Türkiye İşçi Partisi(TİP) içindeydiler, özendiler, Kürt İlleri İşçi Partisi’ni, Partiya Karkeran Kurdistan'I, kurdular ve geldiler geldiler, şimdi AKP’nin dayattığı karanlığa girdiler. Hepsi budur ve şimdi esas çocuk yeniden Öcalan'ıdır.

Kaos mu dedin? peki çok güzel ve ne tesadüf, Filozof Hobbes de, Leviathan’da, "kaos" diyor ve "Kaos, Tanrı’dır" demektedir. Tabii, uçsuz, sınırsız, boşlukta, tanımlanamaz olduğunu anlatıyor, buradayız.

Karanlık mı, cahiliye’dir. Cahiliye mi, bir kaos yönetimidir.

İşte tarif budur!

Cahilleştirme yolu ise İslamiyettir! Bu ifade ise İslam dininin vecibelerini yerine getiren Müslüman halkı ve onların inançlarını inkar etmek veya saygıdan uzaklaşmak değildir!

Herkesin, bu arada Öcalan’ın da, buraya koşması veya burayı işaret etmesi ise tesadüf değildir!

"Burası",Osmanlı topraklarının,"BOP" adı altında, Kürt'lerin üzerinden ve UKKTH cilası ile İsrail'e hediye edilmesi ameliyesinin cereyan ettiği alandır.

İşte bu nedenle teorinin önemine hep vurgu yapıyorum.

Ve senin bir taraftan "dogma" ile özdeşleştirirken, diğer taraftan bulanıklıktan "korumaya" çalıştığın "teori", şimdi bir daha çıkmamak üzere bu bulanıklığın içine gömülmek istenmektedir.

Teori, tek tek pratikten çok ötedir. Teorinin geçerli sayılabilmesi için kendisine tıpatıp uyan bir tek pratik bile gerekli değildir. Pratik ise teori değildir.

Pratik günü, teori geleceği yaşamaktır. Pratik, geleceği hazırlar, teori ise haber verir. Lenin, kendisinden önce bilinmeden biriken geleceği, yani Sovyet iktidarını ve bu arada Stalin’in omuzlarına binecek bir pratiği haber verdi.

Lenin, yeni iktidar için, yetişmek ve geçmek, (dognati peregnata) politikasını, Ekim devriminden sonra değil, önce formüle etti.

“Mahvolmak ya da tam yol ileriye atılmak." Lenin, bunu söylüyordu! "Tarihin yazdığı alternatif budur." diyordu. Ve bu teoridir; on yıl kadar sonra ortaya çıkan pratik, bu teoriyi doğruladı; Lenin’in teorisi, Stalin’in omuzlarına binen bir pratik oldu.

Tek ülkede sosyalizm, hızlı sanayileşmeyi gerektiriyordu; Lenin bu pratiği Ekim devriminden önce haber verdi,”dognati peregnata” dedi. Ve Stalin yetişti!

Borga kardeşim, bunlar derstir ve zorlama ifadeler değildir, tamı tamına olana bitene dikkat çekiyor. Ders olarak görmek, cehaleti kovmak için ön şarttır. Ancak ders alınmazsa cehaletin devam edeceği muhakkaktır!

Hepsi senin hücum ettiğin teorik bakış ile ilgilidir!

Diğer yandan, Teorik bakmak, bir süre yalnız kalabilmeyi göze alabilmekle mümkündür. Edilgenlik içgüdüsünün yüksek olduğu toplumlarda teorinin zayıf kalması kaçınılmaz oluyor. Aynı şekilde biat kültürünün egemen olduğu toplumlarda veya gruplarda bu böyledir. Ancak, teori ışıktan çok daha hızlı akabilmektedir.Yani buna rağmen akıyor.

Aktığını, delip geçtiğini tarihin önümüze koyduğu örneklerle görüyoruz; ancak eylemli bilinçle birlikte daha güçlü ve sıçramalı biçimde aktığını da biliyoruz; Örnek mi, Çarlık Rusya'sının Japonlara yenilgisidir ve akabinde Gapon'un peşinden Çara rica yürüyüşü yapan ve grevler ile hareket halinde olan kitlelerin yedikleri kılıç darbeleri ile kendilerini 1905 devriminin dönemeçlerinde bulmaları var.

Bu derslerin ve buradaki teorik zenginliklerin,1905 devrimini yenilgiden kurtaramasa da,1917 Ekim devriminin en önemli teorik derslerini biriktirdiğini de biliyoruz.

Teori, doğruya yüklenmiş olan engellenemez ve durdurulamaz yayılma gücünün akışkanlığı demektir. Marks bunu kitleye içererek, en yüksek noktaya çıkartmıştır.

Öte yandan teorik doğru, kendinden sınama mekanizmasına sahip değildir. Teorik doğrunun, pratikten ve aynı anlama gelmek üzere tarihten başka bir doğrulayıcısı yoktur.

Bugün bu noktada olduğumuz açıklıkla görülüyor. Üzerine bastığımız ve kimimizin gördüğü, kimimizin görmemek için gözlerini yumduğu, kimimizin ise gerçekten göremediği pratik ve tarihsel süreç, doğruya yüklenmiş olan engellenemez yayılma gücünün akışkanlığını içeren teorinin hızlı bir şekilde kitlelere aktığını gösteriyor.

Bu ayağımızın altındaki pratik, tarihsel süreç, geçmişin tarihini taşıyan teorik doğrunun en temel noktalarından doğrulandığını daha net görmemize açıklık sağlayan bir alan oluyor.

Öncelikle ve şimdi yıkılmış olsa da, Marx'ın teorik olarak ileri sürdüğü,"sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu" ve ileri sürdüğü zaman diliminde, ikna edici kanıtlara ve pratiğe sahip olmadan ortaya koyduğu önermesi, Sovyet sosyalizmi tarafından çürütülemez biçimde kanıtlanmıştır ve bu günün pratiğinde, bunu daha açıklıkla görebilme şansına sahibiz!

İkincisi, emek süreçlerinin belirleyiciliğidir! Bu gün hâlâ görülüyor ki, eninde sonunda Türkiye'de ve dünyada bütün kaygılar, kaynaklarını hep emek süreçlerinde buluyor. Öyle olmasaydı, bu bölgeye yüz binlerce Amerikan askeri yığılmaz ve neredeyse iki trilyon dolarlık masraf yapılmazdı.

Üçüncüsü ise tarihin motorunun, sınıf mücadelesi olmaya devam ediyor olması gerçeğidir. Sınıf mücadelesini köreltmek için her türlü politikaya başvurulması, bu motorun hâlâ işlediğini göstermektedir!

Braye mın Borga, 12 Eylül rejiminin kalıcı kılınmasının nedenlerinin başında, var olan sistemde, dinci politikayı yoğunlaştırmanın zorluğu gelmekte idi. Dinci politikayı yoğunlaştırma ihtiyacı ise Türkiye'nin sosyalizme akışını, laik burjuva ideolojisiyle, Kemalizm ile durduramamaktan doğdu. Sosyalizme karşı yoğun bir dinci eğitim gerekli görüldü. Bu nedenle ve böylece,12 Eylül rejiminin yönetimi, Kemalizm edebiyatını abartarak, Kemalizm’in çok gerilerine çekildi ve cumhuriyet tarihinin en irticai hükümetlerini kurdu.

Bu gerçekliği göremeyen aydınlar ve hatta yasal bir komünist parti kurma peşinde koşanlar, bu özgürlüğü kazanmak ile tekkelere, tarikatlara özgürce örgütlenme izni verilmesini aynı kefeye koydular.

Oysa tekke ve tarikatlar, ülkeyi, burjuva dönemin gerisine çekmek içindir. Sosyalizm ise kendisini, burjuva dönemin sonrası olarak tanımlamaktadır. Öyleyse bu ikisinin yan yana getirilmesi mümkün değildir.

Ancak bu gün bunun mümkün kılınmaya ve daha fazla çalışıldığını ve buna Öcalan'ın da dahil olduğunu görmemek için kör olmak gerekmektedir ve kör olanlardan çok, görmemek için gözlerini kapatanlar olduğunu görebiliyoruz!

Öte yandan, engin bilgilerin için sağol ama "kurtuluş" tan söz ederken bizzat kendin bulanıklık yaratıyor olman bir yana, öncelikle "ulusal kurtuluştan" söz ettiğin anlaşılıyor; en azından üzerinde dolaştığımız başka bir sorun olmadığına göre, başka türlüsünü düşünemiyoruz!

Daha doğrusu aslolanın proletaryanın kurtuluşu olduğu gerçeğinden uzak yaşadığınız ve ulusal kurtuluşu proletaryanın kurtuluşunun önüne koştuğunuz daha belirgindir!

Öyleyse, zırvaladığını ve demogoji yapmaya çalıştığını yüzüne vurmak zorundayım!

Birincisi, ulusal kurtuluşa dair, her derde deva, örnek olsun Marx'ın "devrim teorisi" misli ya da "doğrusal ilerleme teorisi" misli bir teori henüz geliştirilmemiştir!

Ve zaten, kimsenin, bunu konu ettiğini sanmıyorum; en azından artık konu etmediği ortadadır!

Öte yandan, özellikle Lenin'in geliştirdiği, uluslar ve ulusal düzeydeki ilişkiler teorisi ile de ilgilenmediğiniz açıkça görülüyor.

Uluslar ve ulusal düzeydeki ilişkiler teorisinin bize, ulusların ve ulusal düzeydeki ilişkilerin oluşmasını ve gelişmesini yöneten yasaların öğrenilebilir olduğunu, işçi sınıfının ulusal sorunu çözmek, ulusların serpilip gelişerek birbirine yakınlaşmasını güvence altına almak ve bütün milliyetlerden halkları proletarya enternasyonalizmi temeli üzerinde birleştirmek için bilimsel esaslara dayalı bir politika ortaya koyabileceğini gösterir olduğunu ve bütün bunların, dünyanın devrimci yoldan yeniden düzenlenişinde ve yepyeni bir sınıfsız toplumun kuruluşunda sonucu belirleyici bir etken olduğunu çoktan unutmuşsunuz!

Kürt devriminin artık bir insan hakları sorununa veya programına bağlandığını görebiliyoruz! İnsan hakları şampiyonluğunda ise dünyanın en kanlı sicili olan Amerikan emperyalizmi yanında Türkiye'nin kardan başka bir hakka insan hakkı demeyen TÜSİAD zenginlerinin ve Türkiye işçi sınıfına, emekçi halkına görülmedik baskı ve sömürü politikası uygulayan 12 Eylül rejiminin yarış halinde olduklarını görebiliyoruz!

Ama daha önemlisi bu ‘üçü bir yerde’nin, insan hakları konusundaki iki yüzlü tutumlarını görmezden gelen ve UKKTH düsturunun bilimsel ve sınıfsal içeriğini çoktan unutup,"kurtuluş" u bir "barış" programı çerçevesine indirgeyenlerin, "kurtuluş"a dair bilimsel laflar etmeleridir.

Oysa kendisinin bir "barış" mücadelesi olmadığı açık olan "kurtuluş mücadelesi" nin çözümü, barış programlarına bırakılamayacak denli ciddidir! Kurtuluş mücadelesini, "barış" programına yatırmak, teslim etmeye hazırlanmak demektir.

Herhalde bu gerçeğin üzerini örtmek için olsa gerek, böyle üzeri cilalı laflarla zırvalamakta sınır tanımıyorsunuz!

Ancak Marxizm-Leninizm’in kurucularının,"kurtuluş"a dair hassasiyetlerinin, diyalektik bir bütünlüğe vurgu ile iki yönlü olduğu açıktır ve son derece nettir!

Netliği, Uluslar ve Ulusal Düzeydeki ilişkiler öğretisine içerilmiştir ve bu netlikte vurgunun proletaryaya ve sınıfsız toplumun kuruluşuna olduğu apaçık görülmektedir.

Senin bundan bihaber olduğunu düşünmüyorum ve bile bile gerçeğin üzerinde yalan yanlış lakırdılarını fır döndürmeni ise gerçekten korkmak için bir nedeninin olmasına bağlıyorum!

Öte yandan, Marxizm-Leninizm'in kurucularının, ki senin "komünist teori" diyerek, Marxist teoriden başka bir teoriye işaret ettiğin anlaşılıyor, "ulusal kurtuluş" a dair, saf/rafine olmaması bir yana, bundan başka bir teorileri yoktur.

Bu teori eğer saf ve rafine hale gelmiş olsa idi, bu gün ulusal sorun hâlâ sorun olmaya devam etmezdi. Dahası, Sovyet sosyalizminin çözülmeye başlamasından itibaren sosyalizm bağından kopup, ulus bağına koşulması mümkün olmazdı.

Demek ki, bulanıklık ve bulaşıklığın şahanesi sendedir; senin "bilimsel" diye yutturmak için süslediğin zırva lakırdıların, bulanıklaştırmanın, bulaştırmanın dik alasıdır.

Braye mın Borga, yanlışlarını ve cehaletini yüzüne vurmaktan keyif almıyorum ama bunu birinin yapması gerekiyor; bunu bu foruma "sosyalizm okulu" adını uygun görenler yapmıyorsa ve hatta içlerinden bazıları senin bu fır döndürdüğün cahilane lakırdılarına "beğendi" yapmakla meşgul oluyorlarsa, bu haliyle bana düşmektedir!

Devlet konusunda da engin bilgiler sıkmışsın, çok güzel, öyleyse senin anlayacağın şekilde anlatmam gerekiyor.

Devlet, ister köleci olsun, ister feodal veya Burjuva olsun ve hatta Proleter devlet olsun, bir zor durumudur! Demokrasi ise yine hepsinde bir devlet halidir! Ve bu ikisi arasındaki ilişki hâlâ bulanıktır! Hatta "demokrasi" bu devlet durumu halinden bağımsız kılınıp, bir kültürler toplamına, hatta bir din haline getirilmiştir. Oysa devlet yoksa demokrasi de yoktur.

Proleter devletin aynı zamanda proleter demokrasi olması da bundandır. Hatta ve hatta Lenin'in Nisan Tezleri’nde öne çıkardığı en önemli işin, sosyal-demokrasi isminin kaldırılıp, proletaryanın partisine komünist isminin verilmiş olması da bundandır.

Proleter devletin tarihsel görevi ise kurmuş olduğu ve "proletarya diktatörlüğü" olarak sürdürdüğü bu devletin sonlandırılmasının koşullarını hazırlamaktır; bunu "devletten kurtulmak olarak" algılamak yanlış olmasa bile eksiktir; en azından vurgunun anarşizme dönük olduğunu düşündürüyor! İsim ve tarif sorunudur, geçiyorum.

Çünkü proletarya, devletin ve bununla birlikte kendisinin ve de elbette demokrasinin sonlandırılmasının koşullarını hazırlarken, aynı zamanda henüz gelişmesinin başında olan ulusun ve işçi sınıfının, gelişmesini hızlandırmak ve formasyonunu tamamlamak için bu devlete ihtiyaç duymaktadır.

Demek ki "devlet olmayan devlet" tanımlamasının içinde, elbette bilimsel olarak bakıldığında son tahlilde bunun da bir devlet olduğunu ama eskinin devamı olmadığını ve eski devlet olmadığı anlamını da kapsayan anlamında bir devlet olmadığını ama daha önemlisi kendisini de sonlandırmak üzere kurulan bir devlet olduğunu görebiliyoruz ama yine de her şeyi sığdıramıyorsun ki, aslolanın bu devlet olduğuna vurgu yapsan da "Kürdistan" diyerek hem de kurulmamış haldeki bir ulus-devleti öne koşuyorsun.

Ben bunu yadsımıyorum, çünkü "ulus-devlet" de,"devlet olmayan devlet" de tarihsel bir kategoridir. Dolayısıyla ikisi de mutlak değildir ama tarihselliğinden soyutlayarak her ikisi üzerinden de bilimsel bir sonuca varmak mümkün değildir.

Sen bunu yapıyor ve laf cambazlığı içinde bunu öne çıkarıyorsun; şu an itibarıyle "ulus-devlet"i hem reddediyorsun ama "Kürdistan" olarak mutlaklaştırıyorsun ve "devlet olmayan devleti"in tarihsel zamanını muğlaklaştırıyorsun ve en önemlisi ikisini bir birinin karşısına tarihselliğinden ayırarak şu an itibarı ile koyuyorsun.

Üstelik buna rağmen tercihin "Kürdistan" dır ve bunun "ulus-devlet" olduğu , bir burjuva devlet formu olduğu apaçık ortada iken,"devlet olmayan devlet"i öne çıkararak, "Kürdistan" tercihinin bu devleti işaret ettiği yönünde bulanıklık yaratıyorsun. "komün cumhuriyeti" vurgunun temelinde de bu bulanıklaştırma çaban vardır!

Ayrıca "devlet" konusunda Marxist teorinin ortaya koydukları nettir ve henüz aşılamamıştır dolayısıyla "devlet" olgusunu çözümlemek için hâlâ yetiyor.
Aşmak mı istiyorsun, elinde aşabileceğin doneler mi var, buyur aş! Elini tutan yok ama etrafa saçtığın zırva ifadelerinle bu mümkün değil!

Evet,"devlet olmayan devlet"in içeriğini en tam ifadesiyle ortaya koymazsan ve koyduktan sonra da bunun gereklerine göre teorik bir bakış üretmezsen, senin deyiminle tek başına "gri" kalan bu tanımlaman boşlukta sallanır ve sallanıyor da.

Buna sadece ve sadece fetiş dinamikler ve onlar da biat dinamiğinin baskısıyla, dolayısıyla içeriğini anlamadan katılıyorlar.

Bu ise kimseyi ilerletmez, çözüme bilimsel bir yol da açmaz.

Kürt coğrafyasında ise devlet, "jandarmadır","vergi tahsildarıdır", "zindandır", başkaları da var tabii!

Devlet, halka yönelmiş olan, yargı, basın, yasama, yürütme, maliye ve jandarmayı, içine alan şişler toplamıdır. Bu hem demokrasi için böyledir hem de diktatorya hali için böyledir. Her iki halde de bu şişler toplamı halkın canını yakmaktadır. Bunların hepsinin ucu tek yöne bakarsa ve sıkıca birbirlerine kenetlenmişse, ortada bir diktatorya hali var demektir. Bu ise çok daha fazla can yakar.

Eğer bu şişler toplamı, bir yelpaze misli açıksa ve birbirini çelerse, bu kümeyi tutan eller, yine halkın canını acıtırlar ama bağırsaklarını ya da midesini dışarı çıkaramaz!

İşte bu, devletin demokrasi halidir!

Proleter devletin şişler toplamı ise, sadece ve sadece eski düzenden vazgeçmeyenlerin canını yakar ama onların yine de bağırsaklarını deşmez ve diğer bütün "demokrasi" halindeki devlet durumlarından çok daha demokrasi hali vardır.

Demek ki, her halukârda devlet bir zor durumudur.

Öyleyse devrimci tutum, her türlü zor haline karşı olmak durumudur; bu şişler toplamını insanlık tarihinden silmek için tutum almaktır.

Fakat bunun teorisiz olmayacağı muhakkaktır ve en ileri devrimin, en ileri teoriden kalkan devrim olacağı hem teorik olarak ve hem de pratik deneyimle sabittir!

Engels'in,"yalnızca monarşide değil, aynı zamanda demokratik cumhuriyette de devletin devlet kaldığını, yani, temel ayırt edici özelliğini; görevli kişileri, “toplumun hizmetkârlarını, onların organlarını toplumun efendileri durumuna dönüştürmek özelliğini koruduğunu tekrar tekrar vurgularken;
diğer yandan,"...Ve soydan geçme krallıka beslenen güvenden kurtulup da, artık demokratik cumhuriyet üzerine ant içmekten aşağısı kurtarmadığı zaman, çok gözüpek bir adım atıldığı sanılır. Ama, gerçeklikte, devlet bir sınıfın bir başka sınıfı baskı altında tutmasına yarayan bir makineden başka bir şey değildir; ve bu, krallıkta ne kadar böyleyse, demokratik cumhuriyette de o kadar böyledir; bu konuda söylenebilecek en hafif şey, devletin sınıf egemenliği savaşımında yenen proletarya tarafından devralınmış ve tıpkı Komün gibi, yeni ve özgür toplumsal koşullar içinde yetişmiş bir kuşak, tüm bu devlet hurdasından kurtulacak duruma gelinceye dek, en zararlı yönlerini hemen ve en yüksek derecede budamaktan kendini alamayacağı bir kötülük olduğudur." derken;
ve diğer taraftan, krallığın yerine cumhuriyeti geçirecekleri sırada, genel olarak devlet sorununda sosyalizmin ilkelerini unutmamaları için Almanları uyaran Engels, bütün bu sözleriyle hiçbir zaman, bazı anarşistlerin "tedris ettikleri" gibi, baskı biçiminin şöyle ya da böyle olmasının proletarya bakımından önem taşımadığını anlatmak istemez. Demokratik cumhuriyetin, "Sınıf savaşımının ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha özgür, daha açık bir biçimi, proletaryanın, genel olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü savaşımı büyük ölçüde kolaylaştıracağını" yazması bundandır.
Dahası var,"Kesin olan bir şey varsa, o da, partimizin ve işçi sınıfının sadece demokratik cumhuriyet biçimi altında egemenliğe ulaşabileceğidir. Hatta bu, Büyük Fransız Devrimi'nin de göstermiş olduğu gibi proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir..." diyen de Engels'tir. Ve bu çok doğrudur.

Bitmedi, Nüfusun ulusal bileşimi ile bağıntı içinde federatif cumhuriyet sorununa ilişkin kendi sorduğu şu soruya,

"Özgül Prusyacılığı, bir bütün olarak Almanya içinde eritmek yerine, onu ebedileştiren, gerici monarşist anayasasıyla ve aynı şekilde gerici küçük devlet ayrılıkçılığıyla şimdiki Almanya'nın, yerine ne geçmelidir? " sorusuna, cevap verirken öncelikli vurgusu;

"Görüşünün, proletaryanın sadece bir ve bölünmez cumhuriyet biçimine ihtiyacı olabileceği " yönündedir.

Demek ki,"ulus-devlet" tü-kakadır ve bizim değildir,"devlet olmayan devlet" güzeldir ve bizimdir" demekle iş bitmiyor!

Üstelik böyle derken, beni "ulus-devlet" savunucusu yaparak, yanında bir de "devlet olmayan devlet"in düşmanı yapman, en azından "bulanıklık" yüklemen, ama "Kürdistan" önünde "bizim devletimiz budur ve bu en güzeldir" yollu secdeye varman pek yaman bir çelişkidir!

Kim bulanık ve bulaşık net olarak görünüyor ve bana savurduğun bulanıklık ve bulaşıklıktan kurtulamıyorsun.

Diğer yandan, zor uygulamasının soyut adı olan "devlet"in, gelişimini tamamlamakta geç kalmış veya tamamlamış olmakla birlikte, tarihin ilerleme çizgisinin ilerlemesine direnen bir burjuva devlet olarak "devlet"in somut düzlemde çürümesinin dolayısıyla kirlenmesinin kaçınılmaz olduğunu da görmek istemiyorsun.

Bu ise toplumun da kirlenmesi demektir.

Bu somutluk, tekelci devleti işaret ediyor ve tekelci devlet kirlenmiş, iltihap akan bir devlettir; bu pislikten, çürümüşlükten topluma da pay düşmesi kaçınılmazdır, dolayısıyla bundan Kürtlere de pay düşmeyeceğini düşünemeyiz. Bütün bu mekanizmanın tarihin ilerleme çizgisinin tahribi ile bağlı olduğunu yukarda göstermeye çalıştım ve buradan Ortaçağın renklerinin göründüğünü de göstermeye çalıştım.

Şimdi altını çizmem gerekiyor ki bu pisliğin bir maddi temeli olmalıdır; en dibinde en saldırgan, en kan emici, en sömürgen, en ahlaksız, en cahil üç sektör vardır; pisliği üreten bunlardır. Tekstil-inşaat-turizm üçlüsü en fazla pislik üreten sektörlerdir.

Bütün bunlar, Türkiye'nin ileriye gidişini durdurmak için, geriye çekilişi ve kirletmeyi anlatıyor.

Gayet açıktır: Sol yükseliş ve ardından gelen Kürt yükselişi durdurulamayınca, topraklarımız, bütünüyle geriye doğru çekilmek istendi; bu ise insanımızı insan olmaktan çıkarma ve topraklarımızı Kürt coğrafyasına dek kirletmek demekti.

Şimdi Türkiye'yi kirleten, insanını insanlıktan çıkaran bu zenginlerin düzenini cennet gören Güneydeki Kürt liderlerin yanında, Türkiye'nin Kürt coğrafyasından da Kürtlerin liderleri bu zenginlerle iş tutmaktadırlar.
Öyleyse çürüme ve pisliğe batma bütünseldir; Batıda yaşanıyorsa, bunun Kürt coğrafyasını da kirletmesi kaçınılmazdır! Kirletmiştir demek istiyorum.
Şimdi sen bu kirleri zırva lakırdılarınla yıkamaya çalışmıyorsan başka ne yapıyorsun?

Borga kardeş, daha söyleyeceklerim bitmedi, belleksizlik çok derin ve cehalet de buna orantılıdır, ancak çok uzattım ve başka bir yazı ile devam etmek üzere burada bitiriyorum.

Bitirirken, vurgularımın bu foruma "sosyalizm okulu" adının verilmesi ile bağlı olduğunun altını çiziyorum.

12 Eylül ile birlikte, eylülist yönetimin her "reform"unda bize ait ne varsa içindekilerin boşaltıldığını ve bozulmuş olarak etrafa saçıldığını hatırlatmaya çalışıyorum.

Senin bu bozuk olarak etrafa saçılanlardan topladığın demetleri üzerime fırlattığını gösteriyorum!

Bu bozularak etrafa saçılanları toplamakla ilgilenmiyorum,ama bozuk olduklarını ve bize ait olmadıklarını göstermeye çalışıyorum ve görüldüğünü gördüğümü de göstermek istiyorum;bu bozuk olanları,onlara sahip çıkanlara bırakıyorum,bizden uzak olsun diyorum; bu nedenle "tıp"oyunlarına işaret ediyorum;sahip çıkanlara işaret ediyorum;bu nedenle ve bununla birlikte "sosyalizm okulu" iddiasında olanları görevlerine çağırıyorum!

Bozuk sosyalizm alanlarında "sosyalizm okulu" olmaz diyorum; böyle alanlarda öğretilenler, sosyalizme düşman öğretilerdir diyorum; asıl bulanıklığın buralarda üretildiğini ve yayıldığını iddia ediyorum!

Gerçekten sosyalizm öğretmek ve öğrenmek isteyenleri uyarıyorum! Silkinmelerine kapı açıyorum!

Bozuk sosyalizm alanlarını, ki bunun sosyalist mücadele alanları olmadığı açıktır, tarihin çöplüğüne atmadan, bozulmamış sosyalizm alanları inşa etmenin mümkün olmadığını savunuyorum!

Kimin bozuk sosyalizm alanlarına meraklı olduğunu, kimin bozulmamış sosyalizm alanlarında direndiğini ayırt etmek istiyorum!

Çok şey mi istiyorum?

Göreceğiz!

Bekle devamını da hazırlıyorum!

Fikret Uzun

09-Nisan-2013

Hiç yorum yok: