19 Nisan 2013 Cuma

3. VE SON BÖLÜM



DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK Mİ FEDERALİZM Mİ?

Marx'ın, merkezi bir hükümet için hâlâ geride kalan az sayıdaki fakat önemli fonksiyonun, kasıtlı olarak tahrif edildiği gibi, ortadan kaldırılmayacağını, aksine bu fonksiyonların Komün memurlarına, yani kesin sorumlu memurlara devredileceğini vurgulayan ve ulusal birliğin parçalanmayacak olduğuna, tam tersine Komün yönetimi tarafından örgütlenecek olduğuna; kendisini bu örgütlenmenin cisimleşmesi imiş gibi gösteren, fakat bedeninde asalak bir kamburdan başka bir şey olmadığı ulus karşısında bağımsız ve üstün olmak isteyen devlet erkinin yok edilmesiyle ulusal birliğin bir gerçeklik haline gelecek olduğuna ve eski hükümet erkinin salt baskıcı organlarını budamak gerekirken, onun meşru fonksiyonlarının, toplumun üstünde olma hakkı talep eden erkin elinden alınıp, toplumun sorumlu hizmetçilerine geri verilecek olduğuna işaret eden sözleri de oportünsitler tarafından hiç anlaşılmamıştır.

Ünlü revizyonist Bernstein, Marx'ın bu sözlerine dayanarak, Proudhon'un federalizmi ile büyük benzerlikler gösteren bir programın geliştirildiğini yazıyordu.

Bernstein,"Demokrasinin birinci işinin, modern devleti dağıtmak ve dolayısıyla böylece, onun örgütlenmesini, Marx'la Proudhon'un tarif ettiği gibi (komün delegelerinden bileşecek olan il veya bölge meclisleri delegelerinden ulusal meclisin oluşumu) ulusal temsilin şimdiye kadarki biçimleri ortadan kalkacak biçimde tamamen değiştirmek olması gerektiği bana elbette kuşkulu görünüyor." derken, Marx'ı tahrif ediyordu.

Oysa Marx'ın buradaki, "devlet iktidarını yok etmeye" dair görüşü ile, merkeziyetçiliğe karşı federalizmden değil, aksine eski, burjuva ülkelerde var olan devlet mekanizmasının parçalanmasından söz ettiği apaçık ortadadır ama bu, oportünistlerce görülmediği gibi, bay Bernstein'in de görüş alanında değildir. Çünkü böylece, Marx'ın, asalak-ur olarak nitelendirdiği devlet iktidarını yok etmeye dair görüşlerini Proudhon'un federalizmi ile aynı kefeye koyması kolaylaşacaktır.

Sadece Bernstein mi? Kautsky de, Plehanov da, Bernstein'i birçok konuda çürüttüğü halde, Marx'ın bu şekildeki tahrifi konusunda sessiz kalarak, Bernstein ile aynı yerde buluşmuşlardır.

Oportünistlerin Marx'ın dediklerini görmezden gelip, ona federalizm atfetmelerine ve anarşizmin kurucusu Proudhon ile aynı kefeye koymalarına karşın, Marx'ın Komün'ün deneyimleri üzerine aktarılan anlatımlarında federalizmin izi bile yoktur. Tam tersine Marx, Proudhon ile de, Bakunin ile de, proletarya diktatörlüğü bir yana, federalizm sorununda ayrılır.
Oysa anarşizmin küçük-burjuva görüşlerinden prensip olarak federalizm doğar.

Marx ise merkeziyetçidir. Ve Marx’ın, Bernstein'in Proudhon'un federalizmi ile benzeştirdiği sözlerinde merkeziyetçilikten hiçbir sapma yoktur.

Lenin, "Yalnızca devlete küçük-burjuva ' batıl inanç'la dolu olan kişiler burjuva devlet mekanizmasının yok edilmesini merkeziyetçiliğin yok edilmesi sayabilirler" dedikten sonra,"Peki, proletarya ve en yoksul köylülük devlet erkini eline alıp, tamamen özgür bir şekilde komünlerde örgütlenir ve bu komünlerin faaliyetini sermayeye karşı ortak darbeler için, kapitalistlerin direnişini kırmak için, demiryolları, fabrikalar ve toprakta özel mülkiyetin tüm ulusa, tüm topluma geçirilmesi için birleştirirlerse, bu merkeziyetçilik olmayacak mıdır, üstelik hem de proleter merkeziyetçilik ?" sorusunu sorarak, oportünistlerin küçük-burjuva dar kafalılığını ortaya koymuş oluyordu.
Oportünistlere göre merkeziyetçilik, yalnızca yukarıdan, yalnızca memurlar ve askerler tarafından zorla kabul ettirilebilecek ve korunabilecek bir şeydir.
Marx, Komün'ün ulusun birliğini bozmak, merkezi hükümeti ortadan kaldırmak istediği suçlamasına karşı merkeziyetçiliği, yani hedef bilinçli, demokratik, proleter merkeziyetçiliği, burjuva, askeri, bürokratik merkeziyetçiliğin karşısına koymak için kasten "ulusun birliğini örgütlemek" ten söz ediyordu.
Marx'ın Proudhon'la çakıştığı nokta ise, Proudhon her ne kadar tarihini şaşırmış olsa da, her ikisinin de burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasından yana olmalarıdır. Oportünistler ise tam da bu noktada Marx'tan uzaklaşmışlardır ve bu çakışmayı görmek istemezler.

"Yeni tarihsel oluşumların, bir ölçüde benzerlik gösterdikleri daha eski ve hatta ölü biçimlerin eşi olarak görülmelerinin, genellikle yazgıları" olduğunu hatırlatan Marx, "Böylece” der, “modern devlet iktidarını parçalayan bu yeni Komün, ortaçağ İtalya’sındaki ve Fransa’sındaki vatandaşların kendi kendilerini yönetme hakkına sahip belediyeleri olan komünlerinin yeniden canlandırılması olarak..Montesquieu'nun ve Jirondenler'in düşlediği gibi, küçük devletlerin bir birliği olarak...Aşırı merkezileşmeye karşı eski mücadelenin abartılı bir biçimi olarak görüldü."

Marx'a göre " Komünal yapılanma, tersine, toplumdan beslenen ve onun özgür hareketini engelleyen asalak-ur 'devlet'in yiyip bitirdiği tüm güçleri toplumsal bünyeye geri vermiş olurdu. Bu, bir tek eylemle Fransa'nın yeniden doğuşunu başlatmış olurdu..."

İşte oportünistlerin devlet öğretisine saldırılarına karşı, bir arkeolog titizliğinde bulup bilince çıkartmamız gereken ve oportünistlerin hatırlamaktan uzak olduğu ve hatırlanmasını istemediği ifadeler bunlardır.
Oportünistler, dün de, bu gün de, parlamenter -demokratik devletin burjuva politik biçimlerini aşılamayacak sınır olarak almakta ve bu biçimleri parçalama yönündeki her türlü girişimi anarşizm olarak göstermektedirler.

Marx, devletin nasıl ki, verili zamanda ortaya çıkması bir zorunluluk idiyse, ortadan kalkmasının da bir zorunluluk olduğunu ve ortadan kalkmasının geçiş biçiminin "egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya" olacağı sonucunu, sosyalizmin ve politik mücadelenin tüm tarihinden çıkarmıştı.

Marx'ın devlet öğretisi, son derece kapsamlı ve uzun tarihsel sürecin incelenmesi ile ortaya çıkmış ve Lenin’in adına yazılan Ekim devrimi ve Sovyet sosyalizmi deneyimlerinin Marx'ın öğretisini doğrulayan katkısı ile daha bir vücut bulmuştur.

Paris Komün'ü, Marx'ın devlet öğretisinde bir kilometre taşıdır. Komün, proleter devrimin burjuva devlet mekanizmasını ilk parçalama girişimi olarak ve parçalananın yerine konabilecek ve konmak zorunda olan, Lenin’in ifadesiyle, "nihayet keşfedilmiş" bir politik biçimdir.

ANARŞİSTLERLERLE POLEMİK VE KOMÜNİST TOPLUM

Marx ve Engels, devlet sorununda anarşistlerle de polemiğe girmişler ve onları çürütmüşlerdir.

"İşçi sınıfının politik mücadelesinin devrimci biçimler almasıyla işçiler, burjuvazinin diktatörlüğü yerine kendi devrimci diktatörlüklerini koyarlarsa, o zaman ilkelere hakaret korkunç suçunu işlemiş olurlar, çünkü sefil dünyevi günlük gereksinimlerini karşılamak için, burjuvazinin direnişini kırmak için silahları bırakıp, devleti ortadan kaldırmak yerine, devlete devrimci ve geçici bir biçim verirler." derken Marx, anarşistlerle, onların politikayı yadsıması ile alay ederek, onların, işçilerin örgütlü zordan, yani burjuvazinin direnişini kırmaya hizmet edecek olan devletten vazgeçmeleri gerektiği yollu görüşlerini çürütüyor ve devletin, sınıfların ortadan kaybolmasıyla kaybolacağına veya sınıfların ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağına işaret etmiş oluyordu.

Marx'a göre, hedef olarak devletin ortadan kaldırılması sorununda anarşistlerden ayrılınmıyordu. Marx'a göre, bu hedefe ulaşmak için, sömürücülere karşı devlet erkinin organlarından, araçlarından, yöntemlerinden geçici olarak yararlanmak gerekli idi. İşte anarşistlerden ayrılan nokta burasıdır.

Marx, anarşistlerle polemiğe giriştiğinde, sorunu en açık biçimde ortaya koyuyor ve işçiler kapitalist boyunduruğundan kurtulduklarında, "silahları bırakmalı mıdır, yoksa kapitalistlerin direnişini kırmak için bu silahları onlara karşı mı kullanmalıdır, diye soruyordu. Bunun ise devletin "geçici biçimi"nden başka bir şey olmadığını vurguluyordu.

Engels de aynı düşünceleri açımlarken, kendilerine anti-otoriterler diyen Proudhoncu lardaki düşünce karışıklığı ile alay ederek; bir fabrikanın, bir demiryolunun, açık denizdeki bir geminin ele alınmasını istiyor ve belli bir tâbiyet olmadan, yani belli bir otorite ya da iktidar olmadan, makinelerin kullanımına ve birçok kişinin planlı işbirliğine dayanan bu karmaşık teknik işletmelerin hiçbirinin işlemesinin mümkün olmadığını ortaya koyuyordu. Ve bu gerekçeleri en hiddetli anti-otoriterlerin önüne koyduğunda, yalnızca şu yanıtı verdiklerini; " Ah! bu doğru ama burada söz konusu olan delegelere verdiğimiz otorite değil, aksine bir görevdir." dediklerini ve "bu insanların, adını değiştirerek bir şeyi değiştirebileceklerine inandıklarını " hatırlatıyordu.
Böylece otorite ve otonominin göreceli kavramlar olduğunu ve etki alanlarının toplumsal gelişimin çeşitli aşamalarıyla birlikte değiştiğini, onları mutlak saymanın saçma olduğunu ortaya koyduktan sonra, devlet sorununa geçerek, "Eğer” diyor Engels “otonomistler, geleceğin sosyal örgütünün otoriteye yalnızca, üretim ilişkilerinin kaçınılmaz olarak çizdiği sınır dahilinde izin vereceğini söylemekle yetinselerdi, onlarla anlaşılabilirdi; fakat onlar, otoriteyi gerekli kılan tüm gerçekler karşısında kördürler ve bu sözcüğe karşı tutkuyla mücadele ederler."

Engels, daha sonra, anti-otoriterlerin seslerini politik otoriteye karşı, devlete karşı yükseltmekle neden yetinmediklerini sorarak; Tüm sosyalistlerin, devletin ve onunla birlikte politik otoritenin gelecekteki sosyal devrimin sonucunda ortadan kaybolacağında; yani kamu işlevlerinin politik karakterlerini yitireceği ve sosyal çıkarları denetleyen basit yönetsel işlevlere dönüşeceğinde anlaştıklarını hatırlatarak; Anti-otoriterlerin, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep ettiklerini belirtiyordu.
Engels, bu baylar hiç devrim gördüler mi acaba, diye sorarak, sonraki bir devrimin, hiç kuşkusuz, olabilecek en otoriter şey olduğunu ve nüfuzun bir kesiminin iradesini diğer kesime tüfek, süngü ve toplarla dayattığı bir eylem olduğunu ve bunların hepsinin pek otoriter araçlar olduğunu vurguluyor; zafer kazanan partinin, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla savunmak zorunda olduğunu söylüyordu.

Burada Paris Komününe gönderme yaparak, eğer Komün, burjuvaziye karşı silahlı bir halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi diye ve tersine onu bu otoriteden çok az yararlandığı için kınayamaz mıyız diye soruyordu. Buradan hareketle de, anti-otoriterlerin sadece gericiliğe hizmet ettiklerine işaret ediyordu.

Engels, anarşistlerin devletin ortadan kaldırılması konusundaki düşüncelerinin karışık ve devrimci olmadığını ifade ederken, anarşistlerin devrimi, doğuşu ve gelişimi içinde, zorla, otoriteyle, erkle, devletle bağıntılı özgül görevleri içinde görmek istemediklerini gösteriyordu.

Komün deneyimi, yani Komünün kanlı bir biçimde bastırılmasındaki nedenler boylu boyunca ortada dururken, Komünün, devletin devrimci erkinden, yani silahlı, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadan daha fazla yararlanması gerekmez miydi? sorusuna anarşistlerin somut cevap veremeyip, hâlâ her türlü otoriteye karşı olmaları bir yana, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep etmelerini, bunu hâlâ sürdürmelerini anlamak zordur.

Engels, Bebel'e yazdığı bir mektubunda, Gotha Programı taslağında yazılı olan "özgür devlet"e değinerek,"özgür halkçı devletin, özgür devlet şeklini aldığını" vurgulayarak ;"bu terimlerin gramer anlamına göre, özgür bir devlet, kendi vatandaşlarına kaşı özgür olan devlettir, yani despotik bir hükümeti olan devlettir. " diyor ve "devlet üzerine bu tür gevezeliklerden, özellikle tam bir devlet olamamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra, vazgeçilmesi gerektiğini" söylüyordu.

Böylece, Komün'ün artık nüfusun çoğunluğunu değil, azınlığını, yani sömürücüleri, baskı altında tutması gerektiği ölçüde, bir devlet olmaktan çıktığını; burjuva devlet mekanizmasının onun tarafından parçalandığını; özel bir baskı erki yerine, halkın bizzat kendisinin sahneye çıktığını anlatıyordu. Bütün bunların asıl anlamları ile devletten sapmayı anlattığı açıktır.

Devleti ortadan kaldırmak için, devlet hizmetleri işlevlerinin, nüfusun büyük çoğunluğu tarafından daha sonra ise istisnasız tüm nüfus tarafından yerine getirilebilecek basitlikte denetim ve kayıt işlemlerine dönüşmesi gerekir. Ve ikbalperestliğin tümüyle ortadan kaldırılması, bir "fahri görev" in, bir şey kazandırmasa da, en özgürü de dâhil tüm kapitalist ülkelerde her zaman söz konusu olduğu gibi, devlet hizmetinden bankalarda ve anonim şirketlerde yüksek ücretli görevlere geçmenin sıçrama tahtası hizmeti görmemesi gerekir.

Genellikle devlet üzerine değerlendirmelerde, devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği, devletin sönüp gitmesinin, demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu hep unutulmaktadır.
Bunun nedeni, demokrasinin azınlığın çoğunluğa tabi olması şeklindeki anlayıştır. Oysa bu yanlıştır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması için gerekli bir örgütlenme biçimidir.

Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun, insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan kaldırılmasını koyuyoruz.
Azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemiyoruz.

Ancak sosyalizme ulaşmak için mücadele ederken, onun komünizme doğru gelişeceğinden ve bununla bağıntılı olarak genelde insanlara karşı zor kullanımının, bir insanın diğerlerine, nüfusun bir kısmının diğerine tâbi olmasının her türlü gerekliliğinin ortadan kalkacağına eminiz, çünkü insanlar toplumsal ortak yaşamın elamanter kurallarına zor ve tâbiyet olmaksızın uymaya alışacaklardır.

İşte Engels, bu alışma unsurunu vurgulamak için, "yeni özgür toplumsal koşullar içinde yetişerek, tüm devlet pılıpırtısından, demokratik cumhuriyet de dâhil, her türlü devlet pılıpırtısından kurtulacak olan yeni bir kuşaktan" söz ediyordu.

Marx, Bracke'ye yazdığı 5 Mayıs 1875 tarihli mektupta, hasımlarının Engels'ten çok daha "devletçi" gösterilmesine neden olan ifadelerin yer aldığı mektubunda şöyle yazıyordu;

"Bu günkü toplum, ortaçağ unsurlarından az çok arınmış, her memlekete özgü tarihi evrim tarafından az çok değişikliğe uğratılmış, az çok gelişmiş uygar ülkelerde mevcut olan kapitalist toplumdur. Bu günkü devlet ise, tersine sınırlar aşıldıkça değişir. Devlet Prusya-Almanya imparatorluğunda başka türlüdür, İsviçre'de başka, İngiltere'de başka türlüdür, Amerika Birleşik Devletlerinde başka.

Demek ki, bu günkü devlet, bir hayalden başka bir şey değildir.

Bununla birlikte ayrı ayrı uygar ülkelerin ayrı ayrı devletlerinin, hepsinin, şekillerinin çeşitliliğine rağmen, şu ortak yanları vardır ki bu da, kapitalist anlamda az çok gelişmiş çağdaş burjuva toplumunun alanı üzerinde kurulu olmalarıdır. Bu yüzden bunların bazı ortak temel nitelikleri vardır.

Bu anlamda devlete, şu anda kökenlik eden burjuva toplumu artık kalkacağı gelecekle karşılaştırmak için "bu günkü devlet"ten söz edilebilir. Bu durumda şu soruyla karşı karşıya geliyoruz; komünist bir toplumda devlet hangi şekli alacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bu günkü fonksiyonlarına benzer hangi sosyal fonksiyonlar bulunacaktır?

Bu soruya ancak bilim cevap verebilir ve halk kelimesini devlet kelimesi ile bin bir şekilde çiftleştirerek bu mesele bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz.
Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi girer. Buna bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci iktidarından başka bir şey olamaz.
Programın, şimdilik, ne bu iktidarla, ne de komünist toplumdaki geleceğin devletiyle ilgilenmesinin gereği vardır."

Marx, proletaryanın iktidarına "bir siyasi geçiş dönemi " diyor. Birinden (kapitalist toplum) ötekine (komünist toplum) devrim yoluyla geçiş dönemi... Engels ise, bu geçiş döneminin devletinin, asıl anlamda bir devlet olmadığını söylüyor ki, Marx'ın dediği de tam budur.

Gelecekteki, "sönüp gitme"nin zamanını belirlemenin, hele ki doğal olarak uzun bir süreç söz konusu olduğuna göre, bunu belirlemenin mümkün olamayacağı açıktır, diyen Lenin, Marx ile Engels arasında görünürdeki fark, önlerine koydukları görevlerin farklılığıyla açıklanabilir diye devam ediyordu.
Lenin'e göre Engels, önüne Bebel'e, devlete ilişkin alışılmış önyargıların tüm saçmalığını açık ve çarpıcı bir biçimde, ana hatlarıyla kanıtlama görevini koymuştu. Marx'ı ilgilendiren ise, komünist toplumun gelişimi idi.

Marx, komünist toplumu alt ve üst olmak üzere iki aşamaya bölüyor. Alt aşama sosyalizmdir ve burada üretim araçları artık tüm topluma aittir. Toplumun her üyesi, toplumsal olarak gerekli emeğin bir bölümünü yapar ve toplumdan şu kadar emek sunmuş olduğunu gösteren bir belge alır. Bu belge karşılığında tüketim maddelerinden uygun düşen miktarda ürün almaya hak kazanır. Yani, toplumsal fon için ayrılan emek miktarı çıkarıldıktan sonra her işçi, toplumdan, ona verdiği kadarını geri alır.

Marx, bunu kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplum olarak niteliyor ve burada bir eşitlik vardır ve Marx bunun eşit hak eşitsizliği olduğunu ve bunun burjuva hukuku olduğunu vurgulayarak, eşit hakkın, eşitliğin çiğnenmesi ve bir adaletsizlik olduğunu ifade eder. Ancak bu tür kusurların, komünist toplumun alt aşamasında kaçınılmaz olduğunu da ifade ederek, Hukukun, hiçbir zaman toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden daha yüksek olamayacağını vurgular.

Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında ise, bireylerin iş bölümüne ve onunla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil ama birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne, 'herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre' yazabilecektir.

Bu son derece yüksek seviyede bir özgürlük değilse nedir. Geçim için çalışmak zorunluğu yok, kafa ile kol emeği arasındaki karşıtlık ortadan kalkıyor. Öyleyse çalışma zamanı da, boş zaman da bireylerin yeteneği ve isteği ölçüsünde kendini gösteriyor.

Öyleyse, özgürlük ve devlet sözcüklerinin bir araya getirilmesindeki saçmalığa dikkat çeken Engels ile çakışan bir durum söz konusu değil mi? Devlet var olduğu sürece özgürlük yoktur. Özgürlük olacağı zaman devlet olmayacaktır.
Demek ki, devletin tam olarak sönüp gitmesinin ekonomik temelinin, komünizmin, kol ve kafa emeği arasındaki karşıtlığın ortadan kalkacağı kadar yüksek bir gelişmesi aşamasıdır.
Ancak bu yüksek gelişme aşamasına ne kadar hızla varılacağını bilemiyoruz. Bilemeyiz de. Bu nedenle yalnızca, bu sürecin uzun mesafeli olduğunu, komünizmin üst aşamasının, gelişimin hızına bağlı olduğunu vurgulayarak, devletin sönüp gitmesinin kaçınılmazlığından söz etme hakkına sahibiz. Ama sönüp gitmenin zamanı ya da somut biçimleri konusundaki sorular tamamen açıkta kalır, çünkü henüz bu sorunların çözümü için veriler yoktur.
Marx'ın deyimiyle bu sorulara cevabı bilim verecektir.
Ancak Marx'ın komünist toplumun gelişimi ile ilgili ortaya koydukları da bir veridir ve önemli ipuçları taşıyor ki, toplum, herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre ilkesini gerçekleştirdiği zaman, yani insanlar toplumsal ortak yaşamın kurallarına uymaya alıştıklarında ve emekleri onların yeteneklerine göre gönüllü olarak faaliyet gösterebilecekleri kadar verimli olduğunda, devletin tamamen sönüp gideceği anlaşılmaktadır.
Diğer yandan, başkasından yarım saat bile fazla çalışmamak için ve daha az ücret almamak için diretmeye yol açan "burjuva hukukunun dar ufku" da o zaman aşılmış olacaktır. İşte o zaman, ürünlerin paylaşımı, herkese düşen miktarın toplum tarafından saptanmasını gerektirmeyecek ve herkes "ihtiyaçlarına göre" özgürce alacaktır.
Bu bize, devletin ancak burjuva devletin zora dayalı bir devrimle parçalanarak ortadan kaldırılmasından sonra, kaçınılmazlıkla sönüp gitmesinin maddi temelini vermeye yeterse, bunun ne zaman gerçekleşeceği üzerine tahmin yürütmenin, bu yönde vaatler vermenin, proletaryanın partisinin programına koymanın bir anlamı ve gereği olmadığı açık değil midir?

Not;(*)Zemstvolar (İl Meclisleri)

Zemstvolar çok sınırlı yetkilere sahip, yerel özyönetim organlarıydı. Çiftlik sahibi aristokrasinin (bunlar arasında burjuvalaşmış tabakalar politik olarak en aktifleridir), olğanüstü etkiye sahip bir tür taşra meclisleriydi.
Zemstvolara soylular egemen olmasına rağmen yine de otokrasiye muhalif konuma düştüler.
1904 yılına doğru liberal-meşruti hareketin üssü haline geldiler.
Zemstvo toplantıları, liberaller tarafından taleplerini ortaya koymak ve savunmak amacıyla kullanılıyordu.
Kasım 1904'te Menşevik yazı kurulu parti örgütlerine, liberallerin, bir anayasa için mücadeleyi sürdürme kararlılığının ve yeteneğinin vurgulandığı bir mektup gönderdi. Örgütlere, işçilerin taleplerini Zemstvolara sunma biçiminde Zemstvo Kampanyalarına katılmaları tavsiye edildi. Fakat mektupta, sosyal-demokratlar her şeyden önce fazla keskin hareketlerle liberalleri "ürkütme"leri yönünde uyarıldı. Yani Menşevikler esas tehlikeyi, proletarya'nın liberalleri, onlar için kabul edilebilir olandan daha ileri itmesinde görüyorlardı.
Proletarya ve onun partisi, tabii ki böylece, otokrasiye karşı mücadelede öncü olarak değil, aksine burjuvazinin yedeğinde görünüyordu. Birinci Rus Devrimi'nin patlak vermesi, Menşevik Zemstvo kampanyasına son verdi.


Bu not ile birlikte bizim dersimiz de burada sona erdi.

Fikret Uzun

16 Nisan 2013

Hiç yorum yok: