30 Mart 2013 Cumartesi

ANTİEMPERYALİZM ve SAVAŞ İÇİNDE BARIŞ VERSUS BARIŞ İÇİNDE SAVAŞ



ANTİEMPERYALİZM ve SAVAŞ İÇİNDE BARIŞ VERSUS BARIŞ İÇİNDE SAVAŞ

Anti-emperyalizm ile anti-kapitalizm zaman zaman dost ve çok zaman da düşman iki kardeş oluyorlar.

"Milli" yanı çok ağır basan bir anti-emperyalizm zorunlu olarak anti-kapitalizmden uzaklaşıyor. Her unsuruyla böyle bir anti-emperyalist mücadelenin, kuşkusuz, milli yanı tamdır ama anti-kapitalist yanı eksiktir; böyle olunca da sonuca yavaş yürüyeceğini ve hatta sonuca ulaşamayacağını düşünmek yanlış değildir.

Anti-kapitalist yanı ağır basan bir anti-emperyalist mücadelenin ise "sınıfsal" yanı yüksek olacaktır.
Öte yandan, emperyalist merkezin kontrol sistemini zayıflatmayan bir anti-emperyalist mücadelenin kat edeceği mesafe daha uzun görünüyor.
Öyleyse, hem sınıf tabanı yüksek ve hem de ezen ulusun devrimci hareketi ile birlikte hareket eden ve çözümler üreten bir anti-emperyalist mücadelenin başarı şansı daha yüksektir. Bu, ezen ulusun içindeki anti-emperyalist dinamikler ile birlikte hareket etmeyi de içermektedir.

Ancak bunun için, ezen ulusun ezilen ve sömürülen sınıflarının devrimi ile ezilen ulusun ezilen ve sömürülen emekçi halkının emperyalizme ve ezen ulusun egemenlerine karşı yürüttüğü devrimin iç içe geçmiş olması gerekir.

Bu örnek Vietnam’da bolca ve son derece acı derslerle yüklü olarak vardır.

Demek ki, kurtuluş, iki ezilen ve sömürülen halkın kader birliğinde ve ortak düşmana karşı kendi anti-emperyalist renklerinde ama bu renklerin bütünleşik halinde mücadele etmelerindedir.
Bu yoksa veya sağlanamıyorsa, uzlaşma ve teslimiyet kaçınılmaz olacaktır. Ve bu çokça başka kılıflarda ortaya sürülecek ve hatta iki halka da dayatılacaktır.

Nasıl mı? Emperyalizm ile entegre olmuş ezen ulusun egemenlerinin emperyalist senaryolarını gerçekleştirmesi veya bu senaryolara hazırlanması ile; daha doğrusu, bu senaryoların doğuracağı ihtiyaç ile ki, bu ihtiyaç, ulusal sorunun bu çerçevede ve illaki uzlaşma ve teslimiyet ile çözümüdür.

Bu ihtiyaç elbette ki, tümüyle sınıf savaşımının hız ve şiddetine bağlı olarak, ulusal sorun çerçevesinde ortaya çıkması kaçınılmaz olan iki tarz-ı siyasetten birini ki, bu elbette sol veya devrimci renk taşıyan, yani sınıfsal yanı ağır basan veya yönelimi sol tarafa olan rengin budanmasıdır; başka ifadeyle bu renge karşı teslimiyet ve uzlaşmayı dayatmaktır.

Diğer yandan kapitalizm artık tekeller düzenine açılmış ve yerleşmiştir. Tekeller düzeni ise emperyalist değilse, emperyalist senaryolara sahip ve illa ki emperyalizm ile entegrasyonunu tamamlamış ve burjuva unsurları ya tümüyle kendine bağlamış ve de bağlayamadıklarını tümüyle karşı tarafa atmıştır.

Ayrıca tekelci düzene ülke sınırları yetmeyecektir, sürekli ihracat yapmak
zorundadır ve bunun garantisi ve istikrarı için ise güç ve hegemonya gerektirmektedir. Öyleyse emperyalist senaryolar ve eğilim kaçınılmazdır.

Öyleyse iç politikadaki politik ve ideolojik ve de egemen renk buna uydurulmalıdır. Uyduruluyor ve tam zıddıdır. Bu zıtlık tarihsel olarak da, ideolojik olarak da gerilemeyi ifade etmektedir.

Öyleyse tekeller düzeninin sahibi olan ezen ulusun egemenlerini emperyalizmin içinde saymak, başka ifadeyle emperyalist saymak yerindedir ve bu, ezilen ulusun sömürülenleri açısından da, ezen ulusun sömürülenleri açısından da düşmanı netleştiren bir olgudur.

Bunların hepsi ve bütün renkleri ile birlikte bir bütünlük içinde dünya devrimine kapı açan bir bölge devrimini düşündürüyor. Bu, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde taşıdığı bir nesnellik olarak görünüyor.

Emperyalizm, bu devrimin başını doğmadan ezmek için, bölgede kanayan yara olan ve çokça çıkarları için kullandığı ulusal sorunu kendi emperyalist senaryoları çerçevesinde "çözmek" ve sorun yaşayan ve sorun olan ulusu, bağlı olduğu siyasi coğrafyalardan ayırarak, birbirine ve bir büyük devlet ile bağlamak ama aynı zamanda kendisine bağlamak istiyor. Bunu epeydir istediği açıktır.

Demek ki, ulusal sorunun çözümü, kesinkes anti-emperyalist bir mücadele içinde verilen ulusal kurtuluş mücadelesi ile mümkündür.

Oysa bu gün burnumuzun dibinde seyredenlere baktığımızda, üstelik pek derine bakmaya bile gerek yoktur, net olarak görülüyor ki, ulusal sorunun çözümü, ezen ulusun egemenleri ile ve düzenlerinin yönetimi ile ve aynı zamanda emperyalizmin baş aktörünün destek ve denetimi altında yürütülen bir "barış" a endekslenmiş durumdadır.

Bunun temel nedeni, güç-güçsüzlük hesabı yapılması ve dolayısıyla Kapitalizm yanında, emperyalizmin güçlü ve yenilmez olduğunun kabul edilmesidir. Bu nedenle de güç olarak görülen bütün renklere "çözüm" için kapılar ardına kadar açılmış bunun doğal sonucu olarak da,asıl çözüme ve bu yöndeki "güçsüz" güçlere kapılar kapatılmıştır.

Oysa politikada güç, hem görecedir ve hem de anlıktır; her an değişebilir, tersine dönebilir demek istiyorum. Çünkü asıl güç, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde cereyan eden, dolayısıyla sınıf savaşından bağımsız olmayan bu sorun, sorunu yaratanların da sorunu oldu ise tarihin ilerleme çizgisi hızlı akmaya başlamış demektir ve öyleyse sınıf savaşı daha da şiddetlenecek demektir ve işte gücü biriktiren ve hiç beklenmedik bir anda zembereğinden boşaltacak olan bu tarihsel ve nesnel dinamiktir.

Bu, tarihin bir kesitinde reel olarak doğrulanan Marxist teorinin aksiyomlarından biri olan emek sürecinin belirleyiciliği ilkesinde vücut bulmuş bir gerçekliktir.

Demek ki, ne emperyalizme karşı mücadelede güç hesabı yapmak, ne de "barış" a bu hesabı yaparak teslim olmak doğrudur!

Doğru olan, öncelikle emperyalizme karşı mücadelenin ulusal mücadele ile birlikte ve kapitalizme karşı mücadele ile birleştirilerek yapılması ve ama bunun için, taktik ayrıdır, ilke olarak güç hesabı yapılmamasıdır.

Yani antikapitalist olmayabilir, ya da zayıf olabilir ama anti-emperyalist olmayan bir ulusal mücadele ya boğulur ya da teslimiyetçiliği kötünün iyisi sayan bir politikaya sürüklenir.

Diğer yandan, sömürüye, eşitsizliğe, insanın gelişmesini durduran sisteme son verebilmiş toplumda barış'ı anlatmak çok kolaydır; çünkü "barış" bir vargıdır. "Barış" böyle bir toplum sisteminin doğal uzantısıdır.

Sömürü ve eşitsizlik ise elle tutulmaz; elle tutulan zindandır, işsizliktir, açlıktır, darağacıdır. Bunlar da vargıdır ve sömürünün, eşitsizliğin mezar çiçeklerini oluşturuyorlar. Her toprağı mezarlık çiçekleri ile dolu olan bir ülkede barış'ı anlatmaya çalışmak çok zordur.

Cenaze evinde düğünden söz etmek gibidir.

"Barış", savaştır; sömürü ve eşitsizliğe karşı savaştır. Başka türlü de ifade etmek mümkündür; barışın yolu barışçıl görünmüyor, en azından her zaman görünmüyor. Çünkü ciddi bir "barış" mücadelesi, savaşı doğuran nedenleri ortadan kaldırmayı hedef almak zorundadır.

Bu, şiddeti doğuran nedenlerin kökünü kazımayı hedef almak demektir.
Şiddet ise sömürüden, sömürüyü bir sistem olarak kabul ettirebilmek için eşitsizliği kabul ettirmek gereğinden doğuyor.

Sömürü ve eşitsizliğe karşı ve insanın gelişmesini durduran boyunduruklara karşı olan bir savaşı içermeyen "barış", sömürü ve eşitsizliğe teslim olmak ile özdeşleşmektedir.

Dolayısıyla buradan bir sonuç çıkıyor; "barış" mücadelesi, barış'a teslimiyeti reddetmeyi gerektiriyor.

Ancak, akılcı ve ortakçı bir toplumun en dolaysız vargısı olan barış'a tutkuyla bağlanmayı ön koşul sayıyor.Bir ucunda reddetmek var,diğer ucunda ise bağlanmak var; birbirini tamamlıyor.

İkiyüzlü lafazanlar, tarihin her döneminde sahneye çıkarlar ve içinde “barış” çiçekleri olan süslü laflar ile kapitalizm koşullarında demokratik bir barışın mümkün olabileceğine halkları inandırmaya çalışırlar; oysa bir dizi devrim olmadan, dolayısıyla savaş olmadan ve o ülkede o ülkenin yönetici sınıflarına karşı devrimci bir mücadele yürütmedikçe demokratik bir barışa benzeyen bir şeyin söz konusu olamayacağını tarih kanıtlamıştır.

Savaş kardeşler arasında değildir, savaş kardeşlere karşıdır! Savaşı bitirecek olan sadece ve sadece halkların kardeşliğe sahip çıkmasıdır! Birbirine sarılması, birbirinin dostluğunu pekiştirmesidir; savaş, savaşın müsebbibi ve mimarı olanlarla, buradan beslenenlerle “dost”luğu pekiştirerek bitmiyor.

Bu, savaş içinde bir arada yaşama politikası güden zalim ile barış içinde bir arada yaşamak demektir; bu ise tamı tamına zalime teslim olmak demektir!
Öte yandan biz, savaşın siyasetin başka yollardan (zora başvurma yoluyla) devamı olduğunu da biliyoruz ve diğer yandan emperyalizmin girdiği her yere baskısını ve boyunduruğunu götürdüğünü de biliyoruz.

Başka ifadeyle emperyalistlerin ve elbette egemen sınıfların, sömürgeleri haraca kesen, başka milletleri ezen ve işçi sınıfı hareketini baskı altında tutan bir siyaset izlemiş ve izlemekte olduklarını da biliyoruz. Bütün bu siyasetler, halkları kurtarmak için değildir, tam tersine esaret altına almak içindir.

Öyleyse emperyalistlerin bu bölgede sürdürdüğü savaşta güttüğü siyaset de sadece budur.

Bunu bilirsek emperyalizmin bu bölgedeki ve Afganistan'da ve Irak'ta ve Libya'da, Mısır'da ve Yemen'de sonuçlarını net olarak gördüğümüz ve Suriye'ye dayanıp kalan, sonuca gidemediği için de türlü entrikaya başvurmasına neden olan siyasetinin, bu bölgedeki halkları esaretten, dolayısıyla Suriye halkını Esad rejiminden kurtarmak için değil,tam tersine esaret altına almak için olduğunu, dolayısıyla Suriye ve Esad nezdindeki ısrarını ve elbette Kürt sorununun "çözümü" ne yönelik siyasetini ve elbette Kürt ve Türk halklarına dayatılan "barış" siyasetinin gerçekte hangi siyasetinin devamı olduğunu anlamak zor olmaz ve aslında anlamamak için ahmak olmak gerekir.

Başka ifadeyle emperyalizme dair gerçeklerin bilincinde isek ve emperyalizme teslim olmadı isek,emperyalistlerin Suriye nezdinde işçileri, emekçi halkları üçkâğıda getirmek için nasıl hileler kullanılmakta, hangi parola gibi gerekçeler öne sürmekte olduğunu, hangi tertiplere hazırlanmakta olduğunu net olarak görürüz.

Dahası, Obama'nın aniden ve elbette tam da Öcalan'ın Newruz ateşine karşı okunan mektubundan hemen sonra İsrail yönetimi ile yaptığı görüşmenin yine hemen sonrasında İsrail'in, Türkiye'den özür dilemesi ve yine akabinde "bu özrün Esad’ın sonu olacağının" müjdelenmesinde sakınca görülmemesi ve yine aynı an diliminde Kandildekilerin, "silahlı güçlerini sınır dışına çekme" kararı almaları ve hatta acele ediyorlar izlenimi vermeleri, artık Kürt analarının ağlamalarına konu olacak ölümlerin Türkiye coğrafyasından,Suriye coğrafyasına ve belki sonra belki aynı anda İran coğrafyasına taşınacağını görmek için yeter de artar.

Bu gerçekliği görmemek için, ya harbiden kör olmak ya da ahmak olmak gerekmektedir ve bir ihtimal daha var ki, diğer ikisinden çok daha kuvvetli bir ihtimal olarak görülmektedir,emperyalizmin bu hilelerine ve emperyalist siyasetine bilerek ve isteyerek biat edip, Kürt ve Türk halklarını,emperyalizmin hilelerini kullanarak kandırma çabasıdır.

Ancak emperyalistlerin hilelerine bilerek ve isteyerek biat etmenin, bumerang etkisine açık olduğu çok net olarak bilinmektedir Irak'ta Saddam,Mısır'da Mübarek, Libya'da Kaddafi, bu bumerang etkisinden kurtulamamış, biri kafeste yaşayan,diğer ikisi yaşamayan örneklerdir.Başka örneğe gerek yoktur.

Öyleyse büyük fotoğraf, bütün renkleri ile ortaya çıkmıştır, bu fotoğrafın bütününü kaplayan emperyalist oyun ve bu oyuna gönüllü dahil olanları ve telaşlarını yansıtan renkler, son derece netlikle ortaya dökülmüştür.

Halk deyimi ile "takke düşmüş, kel görünmüştür."

ABD emperyalizminin ve bilumum işbirlikçilerinin bundan sonra işleri çok daha zor olacaktır ama buna karşın yine de zararı daha çok Kürtlere dokunacaktır.

Oysa çözümün düğümü kardeşliktedir ve antiemperyalist mücadelededir. Emperyalizmin ipine tutunmakta değildir.


Fikret Uzun

28 Mart 2013

Hiç yorum yok: