22 Nisan 2013 Pazartesi

MARXİZM İYİMSERLİĞİN BİLİMSEL YÜZÜDÜR CEHENNEMİN ORTASINDA CENNETİ GÖRMEK EN BİLİMSEL İYİMSERLİKTİR



MARXİZM İYİMSERLİĞİN BİLİMSEL YÜZÜDÜR CEHENNEMİN ORTASINDA CENNETİ GÖRMEK EN BİLİMSEL İYİMSERLİKTİR

Peki Borga, Marxizm’e uzak olduğunu daha önce anlamıştık ve Öcalan'ın tamamen, PKK'nin de bir bölümünün öyle olduğunu ama şimdi PKK'nin büyük bir bölümünün Öcalan ile birlikte gerici, ilkel- milliyetçi ve şoven bir çizgiye doğru koşar adım ilerlediğini zaten söyledik ve bunun bir gerici Kürt ve Türk ittifakına yol aldığını da söyledik; bunun ise ABD emperyalizminin kırk yıldır güttüğü "büyük Kürdistan" politikası ile aynı yerde olduğunu da söyledik ve bugün bu, çok daha net görülmekte iken sizin görmezden geldiğinizi de söyledik ama değişen bir şey olmadı; yani sen hâlâ bilmece misli ve birbirinden çok uzak kavram ve olguları çiftleştirerek önümüze koyarak kabul edilmesini dayatmaya devam ediyorsun!

Dahası Marxist solun tarihsel sorumluluğunun burada başladığını ve bu sorumluluğun da, gerici Kürtler ile gerici Türklerin ittifakını engellemek ve buna kaşı ilerici Kürtler ile ilerici Türklerin ittifakını güçlendirmek olduğunu da söyledik ve gene görmemek için duymamak için gözlerinizi ve kulaklarınızı sımsıkı kapadınız, tıkadınız!

Ancak Marx, insanlığın gelişmesinin durmayacağına inanan bir kuşaktan geliyor. Yaptığı, burjuvazinin değiştirici rolünü, emek süreci alanına kaydırmak ve burada ayrıntılandırmak ve de ayrıştırmaktan ibarettir. Belki de bilimselliğe nerede ise mistik bir güç izafe eden en son kuşakta yaşadığı için, sınıf çelişkilerine fizik bilimindeki yer çekimi ölçüsünde önünde durulamaz bir güç veriyor.

Bütün bunlarda Marx'ın en küçük bir yanılgıya düştüğünü söyleyebilir misin?
Düşmüyor ve bunun için Türkiye'ye bakmak yeter; bu emekçileri sersemletici saldırıların hüküm sürdüğü atmosferde bile, eninde sonunda en belirleyici olanın emek süreci olduğu net olarak görülüyor; Türkiye'nin emekçi örgütleri değil, ABD ve AB devletlerindeki planlamacılar, Türkiye emekçilerinin patlama noktasına yaklaştığının sinyallerini hem de öteden beri veriyorlar. Türkiye'deki bütün politikaların, hem de uzun zamandır, işçi ve emekçilerin bu patlamasını önlemek çerçevesinde oluştuğunu görmemek için kör olmak gerekiyor.

Eğer Marx, bir kıl ölçüsünde bile yanlış olsaydı, bütün baskı ve şaşırtma mekanizmaları, işçi sınıfını harekete geçirmek isteyen bir avuç devrimci üzerine üşüşmezdi!

Bütün bunlar, Marxist teorinin önermelerinin geçerliliğinden kuşku duyulmaması gerektiğini göstermeye yetiyorlar.

Şimdi sen, bunlara da kapanarak, dediklerimizi teyit ederek ilerliyorsun ve arkanda nasıl izler bıraktığını görmek için bile geri dönüp bakmadan saçmalamaya devam ederken, yavaş yavaş kimin, hangi sınıfın bahçesinden konuştuğunu açık ediyorsun.

Eskimiş ve çoktan mahkum edilmiş Menşevik savı ve ölçüsüzce "Leninist" gömleğini göstererek, tekrar ediyorsun, daha doğrusu bu temelde kanal açmaya çalışıyorsun!

Menşevik sav mı? Emek -sermaye çelişkisi sosyalizmi getirecek diyorlardı ve buraya kadar sorun yoktu ama "henüz gelmiyorsa bu, bu çelişkinin yetersizliğinden kaynaklanıyor" diye eklemişlerdi ve bu yetersizliği aşmanın çaresinin emek -sermaye çelişkisinin artması olduğunu" da buyurmuşlardı! Dahası da var,"artması kaçınılmazdır ve önlenemez " diyorlardı. Ve "devrimin, bu önlenemezlik içinde ortaya çıkacağını, üstelik kendiliğinden gerçekleşeceğini" de yani "devrimin önemli bir politik müdahale olmadan gerçekleşeceğini" buyuruyorlardı.

Bunların da, yani her tarafından ekonomizm akan bu savların,"hakiki" Marx'a ait olduğunu ileri sürebiliyorlardı.

Senin bütün zırvalarının adresinin, istediğin kadar türlü çeşitli ifadeyi bir biri ile çiftleştirsen de örtemiyorsun ki, buraya, yani ekonomizme çıktığı apaçık ortadadır!

Diğer yandan, Lenin'in Blanquici suçlamasıyla karşılaşmasının nedeninin, bu Menşevik savın karşısında bir yerde olması ve politik müdahaleyi öne çıkarması olduğunu da biliyoruz ve Lenin'in bunu reddettiğini ama Jakoben suçlamasını reddetmediğini de biliyoruz!

Dahası da var, Bernstein ve Menşevikler, kapitalizmin, işçi sınıfının artan eylemlilikleri ile tedricen ve zaman içinde değişebileceğini ileri sürerlerken, bu değişimi beklemekte bir sakınca görmüyorlardı. Lenin ise ani geçişten yanadır ve Bernstein ve Menşevikler için, perspektiflerini yitirmiş tekke miskinleri olduklarını söylediğini de biliyoruz.

Sen bu gerçekliklerin etrafında dönerek ve çeşitli zırva ifadeleri birbirine dolayarak, onları yok sayabilirsin, ama hâlâ cevaplamaktan kaçındığın önemli konuların, ortada durduğunu unutturamazsın; "Kürdistan"i devlet,"devlet olmayan devlet"midir? Komün müdür? Yoksa tamı tamına bir ulus-devlet' midir? Cevap vermekten kaçıyorsun!

Öte yandan, Komün,"sönüp giden devlet"midir yoksa buna kanal açan devlet midir? Bunu da cevaplamıyorsun.

Ve proleter devrim ile birlikte devlet ortadan kaldırılmış mı olur? Bu konuda da ne düşündüğünü açıklıkla söyleyemiyorsun.

Ya da burjuva devlet tedrici olarak, yani zora dayalı bir devrime gerek olmadan, ortadan kalkabilir mi? Ve böylece de "devlet" olgusundan tümüyle kurtulunabilir mi? Yani devlet bu şekilde sönümlenmiş olur mu? Sınıflar ortadan kalkmış olur mu? Bunların da cevaplarını da cevaplarını veremediğin gibi, bunun, yani burjuva devletin nasıl yıkılacağını da açıklıkla söyleyemiyorsun. Sadece "komün" sözcüğünü, bin bir çeşit anlamsız ifadeyle çiftleştirerek ağzında geveliyorsun!

Devletin sönümlenmesi fikrinden ise bihaber imiş gibi davranıyorsun.

Böyle olunca da, elbette Marxizm’den uzaklaşmış olmana şaşırmıyoruz ama uzaklaştığın yerde Marxizm’den daha ileri ve bilimsel bir başka teorinin olduğunu da gösteremiyorsun; yani savundukların ileri ve bilimsel bir teoriden akıp gelenler değildir! Öyleyse, yani Marxizm’e uzak olduğunu kendin de onayladığına göre, ayaklarını bastığın yerdeki teorinin ne olduğunu ve Marxizm’i tü kaka yaptığına göre, Marxist teoriden ne kadar ileri olduğunu açıklaman gerekmez mi?

Yani, Marxizm’e uzak isen, nereye yakınsın veya hangi düşünün üzerine basıyorsun bunu da açıklaman gerekir!

Diğer yandan hem Marxizm’den uzak olup, hem de "devlet olmayan devlet"e ve de "Komün"e ki Paris Komünü'nü refere ediyorsun, vurgu yapmanın da bir açıklamasını yapman gerekir.

Böylece sana ve düşüncelerine karşı haksızlık yapmadan tartışmaya devam etmiş oluruz; yani hangi düşüne yakın olduğunu bilirsek, bilmece gibi sözlerine aldanıp, seni farklı bir düşün ile irtibatlandırmamış oluruz. Kim bilir, belki Marxizm’den daha ileri bir teori keşfetmişsindir de biz bilmiyoruzdur ve bilirsek, biz de yararlanmak isteriz! Yani, Marxizm’den daha net ve net olduğu kadar da ileri bir teori varsa bize de göster ki biz de ona yönelelim.

Oysa devlet öğretisi, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, çok nettir! Ve bu öğreti, Marx'ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlıdır.

Bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünü, proletaryanın politik egemenliğini oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir.

Bu öğreti, aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün, yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.

Ancak, burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğuna dikkat çeken Lenin, Komün için bunun özellikle gerekli olduğunu ama tam da bu nedenle, yani bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu için yenildiğinin altını çiziyordu.

Komün'ü tahlil etmeyi sürdüren Marx ise "Komün, parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olacaktı..." diyerek, şöyle devam ediyordu, " Üç ya da altı yılda bir, hâkim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek yerine, genel oy hakkı, Komünlerde kurumlaşan halka hizmet edecekti, tıpkı bireysel seçim hakkının, tüm diğer işverenlere, kendi işyerinde işçi, ustabaşı ve muhasebeci seçmesine hizmet etmesi gibi."

Genellikle devlet üzerine değerlendirmelerde, devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği, devletin sönüp gitmesinin, demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu hep unutulmaktadır.
Bunun nedeni, demokrasinin azınlığın çoğunluğa tabi olması şeklindeki anlayıştır. Oysa bu yanlıştır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması için gerekli bir örgütlenme biçimidir.

Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun, insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan kaldırılmasını koyuyoruz. Azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemiyoruz.

Son derece dayanaksız, bir o kadar da zırva ifadelerin ile nereye varmak, neyi örtmek istediğin apaçık görülmekle birlikte, yine de bu zırvaları çürütmek tarihe not düşmek için zorunlu olmaktadır!

Bu nedenle Proletarya diktatörlüğü kavramının Marx ile birlikte var olduğunu hatırlatmak gerekiyor; Marx'ın Weydemeyer'e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektubunda, sınıfların varlığını ve aralarındaki mücadeleyi keşfetme onurunun kendisine ait olmadığını vurgulayarak yaptığı açıklamasını hatırlarsan, orada "sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü" yazdığını göreceksin!

Sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü, küçük-burjuva hayalci dünyalarında tasarlayarak, bunu, sömüren sınıfların egemenliğinin, şiddete dayalı devrimle yıkılması olarak değil de, azınlığın, görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barışçıl biçimde boyun eğmesi olarak tasarlıyorlardı.

Yani burjuvazinin her daim sevdiği, sınıflar üstü bir devlet kabulü ile sıkı sıkıya bağlı olan bu küçük-burjuva hayalci yaklaşım, küçük-burjuva sosyalistlerini, pratikte işçi sınıfının çıkarlarına ihanet etmeye götürmüştür.
Marx, sınıf mücadelesi öğretisini, politik iktidar öğretisine, devlet öğretisine kadar geliştirerek, bu küçük-burjuva hayalci sosyalizme karşı mücadelede, bilinçli işçilere ve elbette komünistlere son derece tutarlı bir teorik mücadele kanalı çoktan açmıştır.

Bilinçli işçiler ve komünistler de, bu kanaldan geçerek, Marx'ın devlet ve sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak, proletaryanın politik egemenliğinin, onun diktatörlüğünün, yani hiç kimse ile paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına vardığını çoktan görmüşlerdir.

Diğer yandan, Marxist devlet öğretisi, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, Marx'ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünü, proletaryanın politik egemenliğini oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir. Bu öğreti, aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün, yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.

Dolayısıyla, vurgulamak zorundayım ki, senin hüsnü kuruntularını yüzüne vurmaktan usandım ama bu gün,"demokratik halk devrimi" veya "halk cephesi" diyenler ve yahut burjuva demokrasisinin ama en çok bir din olarak "demokrasi"nin önünde secdeye varanlar Marxistler değildir.

Kimler olduğu ise anlatımlarım ile belli olmaktadır.

Ayrıca, bu gün hâlâ ve öteden beri, daha çok da, şu "demokrasi" dininin kafalarımıza kakılmaya başladığından ve bir illuzyon ile renklendirildiğinden beri, ne "demokrasi" ye, ne de halk devrimlerine, halk cephesine methiye düzdüm; tam tersine, her fırsatta tekellerin düzeninde,12 Eylül rejiminde, demokrasinin artık "yok demokrasi" yani "u-demokrasi" olduğunu ve "halk cephesi"nin, burjuva düzeninin sınırları içinde olduğunu; burjuva düzenin içinde bir ilerleme alanı arama durumu olduğunu vurguladım durdum!

Yani, burjuva cumhuriyet’in, sınıflı bir toplum olduğunu; burada sosyalizm değil, demokratik formun hedef seçildiğini biliyoruz. Yani halk cephesi formülü, eninde sonunda burjuvazinin sözünün geçtiği bir rejimi korumayı ön plana çıkarıyor. Bu gayet açık.

Diğer bir bakışla, halk cephesi formülü, işçi sınıfının toplumsal mücadeledeki öncelikli yerinden vazgeçmek demek oluyor. Eğer savunulan burjuva cumhuriyetse, işçi sınıfının, tarihin tekerleği anlamında, arka plana itildiği kesindir. Ön plana çıkarılan, burjuvazinin kendisi olmasa bile, ayrımları veya katmanları olmak durumundadır.

Ayrıca her araç veya sınıf, doğasına uygun işler yapmak zorundadır; sınıflar ve araçlar, doğasına uygun işler yapmadıkları sürece tanımlarını ve doğalarını yitiriyorlar. İşçi sınıfının, tarihsel çıkışına ve doğasına uygun olmayan bir role mahkûm edilmesi, kendisi olmaktan çıkarılması demektir; halk cephesi, işçi sınıfını kendisi olmaktan çıkarma yönünde önemli bir adım oldu; arkasının gelmesi zorunlu idi ve geldiğini biliyoruz.

Arkasından gelen, İşçi sınıfının toplumu değiştirmede öncü ve kaçınılmaz rolünden vazgeçmek ve işçi sınıfını bu rolden vazgeçirmek oluyor. Bu, görenler az olsa da, açıkça görülüyor. Ancak ve ne yazık, en çok göremeyenler, "halk" ile "cephe" kavramlarını yan yana veya ayrı ayrı ve temel çizgileri olarak kullananlar oluyor! Saplanıp kaldıkları temel düşünce ise, halkların saflığı ve mutlak temizliği düşüncesidir.

Ancak bunun tersi de var, işçi sınıfına "efendimiz" ya da, "kurtarıcımız" türünden yaklaşımları en çok ekonomizm peşinde koşanlarda görüyoruz ki bu da, işçi sınıfının öncü rolünden vazgeçme ve onu vazgeçirme ile aynı yerdedir. Yani işçi sınıfına güvensizlik ile işçi sınıfına fetiş yaklaşmak bir ve aynıdır.

Hep bunları söyledim ve söyleyip duruyoruz! Ancak Paris Komünü ile ilgili olarak ortaya konulan model "halk devrimi"nin bunlarla ilgisi yoktur ve ne ile ilgili olduğunu ilerleyen cümlelerimle ve Lenin'in ifadeleriyle ve Marx'ın vurgusuyla aktaracağım ancak şimdi zırvalarını ayıklamam gerekiyor!

Borga kardeş, burjuva demokrasisi de bir devlettir ve burjuvazinin çocukluk dönemi diyebiliriz ki bu da mutlak bir şey değildir; yani tarihsel bir kategoridir ve koşulları dar geldiği andan itibaren burjuvazi bundan derhal vazgeçecektir ve elbette çoktan vazgeçmiştir.

12 Eylül rejimi, bu anlamdaki demokrasinin tümden ortadan kaldırılmasının yani tekellere bir düzen oturtmanın adıdır ve bu, bir yandan Kemalizm diye diye, diğer taraftan demokrasi diye diye kotarılmıştır. Ama gel gör ki, 12 Eylül rejimi, onca zaman ve çokçası sahte sol gömlekli azapların, şimdi hemen hepsi 12 Eylül rejiminin en "akil" adamları olarak atanmışlardır ve geleceğin Yahudi-Kürt devletinin birinci sıradaki yöneticileri veya vekilleri olacaktır, sosyalizm yolundan çark ederek,"barış ve demokrasi" programını bir hedef saymaları, zamanını çoktan doldurmuş olan demokrasi hedefini birincil kurtuluş yolu sayarak Avrupa emperyalizmini kurtarıcı olarak göstermesi ile çalışan sınıfların bütün haklarını budadığı ve topyekün köleleştirdiği Türkiye'de, konuşlandırdığı ortaçağ faşizmini bir "demokrasi" illuzyonu ile ambalajlayabilmiştir ve hâlâ da bu ambalaj ile konuşlanması tamamlanmak üzere olan bir ortaçağ faşizmi'ni "demokrasi" olarak yutturulabilmektedir.

Bunda senin ve senin gibilerin de payı olduğu apaçık ortadadır!

Ve sen şimdi kalkmış "burjuva demokrasisi" hikâyeleri anlatarak, Marxizm'i bu hikâyelerle çiftleştirmeye çalışıyorsun. Çok komiktir ama yaşadığımız koşulları göz önünde bulundurursak, trajikomik demek daha doğru olacaktır. Yaşar Kemal’in deyişiyle ise "ölmüşüz de habarımız yoktur."

Dahası Marxistlerin burjuva demokrasisine aşkla bağlı olduğu iddianı ölçüsüzce ortaya saçıyorsun ama bir ABD emperyalizminden dostluk ve dolayısıyla, insan hakkına saygı, hatta demokrasi beklediğini unutuyorsun!
Ama bizim gözümüzden kaçmıyor ve Marx, evet kapitalizmi abartmıştır ama buradan burjuva demokrasisine, oradan da burjuva devlete aşkla bağlı kaldığını, en azından takipçilerine bunu önerdiğini söyleyemeyiz! Bu ölçüsüzlükten başka bir şey değildir.

Marx'ın, tarihin kaydettiği devrimlerin mekaniği ile ilgilenmediğini hepimiz biliyoruz; ancak bunları veri kabul ediyor. Bu noktada 18.yüzyılın devrimler çağı olduğunu ve önemli devrimlerin bolluğunun yaşandığını hatırlamak gerekiyor. Dolayısıyla Marx'ın devrimlerin geleceği konusunda kaygısı olmaması anlaşılır bir şeydir ve determinizmini bu temelde anlamak gerekiyor. Kaçınılmazlık ve zorunluluk ile devrimcinin ve müdahalesinin dizilişi tarihin aynı ilerleme çizgisi üzerindeki aynı noktadadır; bu çizginin sınıf mücadelesinin sürdüğü çizgi olduğunu da biliyoruz. Çelişkiye son derece önemli bir misyon vermesi de bu noktaya, yani tarihin ilerleme çizgisi üzerinde seyreden sınıf mücadelesinin gelişimine dayanmaktadır.

Marxizm, insanlığın gelişmesini, bir yandan pek çok çelişkinin ortadan kalkması ve diğer yandan bütün çelişkilerin bir tek çelişkiye dönmesi olarak ortaya koyuyor; bundan, emek ve sermaye arasındaki çelişkinin bütün çelişkilerin üzerini örttüğünü ve bu çelişkinin derinleşmesiyle devrimin yakınlığı arasında bir korelasyon kurulmasını anlıyoruz.

İşte Marx'ın kapitalizmi abartmasını da bu temelde anlamak gerekiyor ve aynı zamanda Manifesto'da Engels ile birlikte, kapitalizmi geleceğe dönük olarak da ve daha da fazla abarttığını yadsımamak gerekiyor.

Ama bütün bunlar, Marxizmin burjuva demokrasisine ve burjuva devletine aşkla bağlı olduğunu göstermez.

Diğer yandan, bu forumda da, başka yerlerde de aktardım ki, Lenin’in Marx'ın devrim teorisine devrimciyi ve müdahalesini sokmasaydı, Marx'ı tahrif ederek kendiliğindenliğe methiye düzmek için Marx'ta dayanak üretenlerin işi daha kolay olacaktı; bu doğru, ancak Lenin'in, Marx'ın teorisine yaptığı müdahale, yine Marx'ın teorisinin bütününden çıkardığı sonuçtur. Bunu unutmamak gerekir.

Bunu unutup, ABD'nin "dost" olabileceğini, dolayısıyla emperyalizmin "demokratikleşebileceğini" veya "insan hakları şampiyonu "olabileceğini hatırlamak acıklı bir güldürüden başka ağırlık taşımaz.

Bu, aynı zamanda Lenin'in formüle ettiği, ama geçici olduğunu vurguladığı "Kapitalizmle barış içinde bir arada yaşama politikası"nda kapitalizmle sınıf uzlaşması görüp, ABD'nin, önünden "emperyalizm" sözcüğünü de kaldırarak, "dost"luğundan medet umarak ezilen bir halkın kurtuluşunu planlamakta bir sakınca görmemenin yarattığı yaman çelişki misli bir acıklı güldürüdür.

Oysa apaçık ortadadır ki, devrimden dönüş kapısı, iki karşıt düzlemin önce düşüncede bir birine yakınlaşmasıyla ardına kadar açılır; dolayısıyla bu gün ABD emperyalizmi ile "emperyalist"liğini görmezden gelerek, "demokrasi", "insan hakları" ve "barış" ekseninde yakınlaşmak, ABD emperyalizmine teslim olmak demektir.

Bugün ve öteden beri, devlet ve iktidar sorununun çözümünün, kocakarı ilaçları misli safsata düşüncelerle sağlanacağına inandırmaya çalışan ve "Devletsiz demokrasi" vaaz eden,"demokratik özerklik ve özyönetim" üzerine de nutuklar sıralayan Marxizm'in düşmanlarının, bütün korkularının, Marxizm rüzgârının, şiddetli bir biçimde esme eğilimi göstermeye başladığı bir tarihsel sürece girildiğini görmelerinden olduğunu anlamak zor değil.

Ancak, devletin, nasıl ki, var olmasını gerektiren koşullar oluştuğunda kaçınılmaz olarak tarih sahnesine çıkmışsa,var olmasını gerektiren koşullar ortadan kalkınca veya yok olmasını gerektiren koşullar oluştuğunda ve gene kaçınılmazlıkla ortadan kalkacağı gerçeğini görmek de zor değil.

Dolayısıyla Marxizm düşmanlarının çabalarının nafile olduğunu görmek de zor değildir.

Çünkü belirleyici olan "devlet" olgusu ile mücadele değildir, bu olgunun varlığının ifadesi olan, sınıfların mücadelesidir ve bu mücadele her zaman, en sakin olduğu zamanda bile, bir zor olgusunu içinde taşımaktadır.

Dolayısıyla keşfedilmiş olanı yeniden keşfetmek değil, anlamaktır mesele ve bu anlaşılmayı engellemek için, zırva teorilerin icad edilmesi, 21 yüzyılda akıllar ve hafızalar geriletilmedikçe mümkün değildir. Bununla birlikte, en tam hızıyla bellek yıkımı sürdüğü halde,akıl taşıyanların inatla akıllarına sahip çıktıklarını da görüyoruz; artık sadede gelmek gerekir,yani net olmak gerekir, türlü yakıştırma yanında,çeşit çeşit dayanaksız iddia ile zorlama teorileri birbiriyle çiftleştirmekten vazgeçip, nereye veya neye varılmak istendiğini açık açık ortaya koymak gerekir.

Bizim ortaya koyduklarımız bellidir ve Marxist teorinin ortaya koyduklarıdır ki, hâlâ bu teorinin en bilimsel ve devrimci teori olduğuna inandığımız yanında, ortaya koyduğu teorilerin doğru olduğuna da inanıyoruz.

Diğer yandan, en temel olanlarının ise geride kalan ama yaşanan bir gerçeklik içinde kanıtlandığını da gördük; ve bu inandıklarımız ve gördüklerimizden çıkardığımız sonuçlar,"Marxizm’e inanıyoruz öyleyse doğru söylüyordur" yaklaşımının sonucu değildir; yani Marxizm’in doğma olmadığını, sürekli geliştirilmesi gereken bir bilim olduğunu, bu anlamda bir eylem kılavuzu olduğunu ama her derde deva bir hazır formüller reçetesi olmadığını biliyoruz.

Dolayısıyla, kavganın "devlet" olgusu ve kavramı ile değil ama devlet mekanizmasını, nesnel olarak karşısına yerleşmiş olduğu ama onlarsız da yapamadığı çalışan sınıfları ezmek için kullanan sömürücü sınıflar ile olduğunu, dolayısıyla bu sömürücü sınıfların, ancak ve ancak onun zor mekanizması olan devlet mekanizmasını parçalayarak ortadan kaldırılabileceğini ama bunun da,bu zora karşı,sömürülen sınıfların çoğunluğunun dahil edildiği veya bu çoğunluğa dayanarak kurulan bir başka zor yoluyla mümkün olabileceğini net olarak görebiliyoruz ve göstermeye çalışıyoruz.

Eğer mesele "devlet"olgusunu bir vuruşta tepeleyerek, devletten kurtulmak olsa idi, yani bu mümkün olsa idi, yani devleti ortaya çıkaran koşullar ortadan kalkmadan devletin ortadan kaldırılması mümkün olsa idi, daha en başından, Spartaküs ve adamları bunu yapabilirdi!

Neden olmadı acaba? İstersen bir kez daha düşün, ama sap ile samanı ayrı ayrı yerlere yığarak düşünmelisin ve salt "devlet"e hücum edip, devletin ne olduğu, nasıl ortaya çıktığı ve ortaya çıktığı koşullardaki tarihsel ve nesnel koşulların,bu koşullara tekabül eden sınıfların karşılıklı yer alımının ne olduğunu göz ardı edersen, soyut bir "devlet" olgusu ile kör dövüşüne sürükleneceğini de aklında tutmalısın!

O zaman da,ne sömürücü sınıfların ezilen ve sömürülen sınıflar üzerindeki egemenliğini ortadan kaldırabilirsin, dolayısıyla ne de bu egemenlik aracı olan devlet mekanizmasını ortadan kaldırabilirsin; ama daha önemlisi,ki plağı taktırdığınız yer,yüz yıldır tam da burasıdır;ezilen ve sömürülenler üzerinde baskı kurmak için işletilen bu zor aygıtını ortadan kaldırmak demek,bir vuruşta "devlet" olgusunu ortadan kaldırmak demek olmadığı gibi, bunu tedrici olarak,barışçıl bir yol ile,yani zor olmadan yapmak da mümkün değildir. İşte burada sap ile samanları ayrı yere yığarak hareket etmen çok önemli!

Söz konusu egemenliğin ortadan kaldırılması demek, egemen olan sömürücü sınıfların egemenliğini ortadan kaldırmak demektir ama bu, bu egemenliği yeniden doğuracak olan maddi ilişkilerin ve bu ilişkileri taşıyan, büyüten ve egemen hale getirmek isteyen sınıfsal yapının topyekün ortadan kaldırılmış olması demek değildir. Başka ifadeyle bu, sınıf mücadelesinin ortadan kalkmış olması da demek değildir, sınıfların da ortadan kalkmış olması demek değildir.
Peki nedir? Bu, sınıf mücadelesinin başka bir biçim altında sürdürülmesidir; yenilmiş ama yok olmamış ve hatta eskisinden on kat fazla mukavemet göstermeye eğilimli sömürücü sınıfların kalıntılarına karşı sürdürülen sınıf mücadelesidir.

Öyleyse bu durumda nasıl olur da egemen olan sömürücü sınıfların iktidarını yıkmakla "devlet" in ortadan kalkması mümkün olabilir? Bu anlamda nasıl olur da, eski sömürücü sınıfı alaşağı eden yeni muzaffer sınıf, alaşağı ettiği ve bu nedenle daha da fazla direnç göstermeye eğilimli ve kararlı sömürücü sınıfların kalıntılarına ve bu çerçevedeki maddi ilişkilerin yeniden sömürü yönünde örgütlenmesine karşı zor uygulamaktan, dolayısıyla kendi zor aygıtını oluşturmaktan vazgeçebilir?

Bu, Marxizm’i de, Leninizm’i de bir kenara bırakalım, meydanı gene de anarşizme bırakmayacak denli açık bir akıl ve mantık durumudur ki, hiçbir akıl taşıyan bundan başka bir sonuca varamaz; hele ki, yaşanan iki önemli ve tarihsel deneyim ile bu sonuç kesinkes kanıtlanmış olmasına rağmen; yani, her iki deneyimde de, eski sömürücü sınıfın egemenliğini ve onun zor mekanizmasını, zora başvurarak yıkan sınıf, bu zoru birincisinde hemen hemen hiç işletmeyerek, ikincisinde ise yeterince işletmeyerek, eski sömürücü sınıfın egemenliği ele geçirmesine olanak sağladığı için, egemenliğini elinden kaçırdığını ve sınıfsız topluma kapı açan fırsatı kaçırdığı apaçık görmüş iken, hâlâ başka telden çalarak,"devlet" olgusuna karşı ve sadece buna karşı, kırmızı görmüş boğa misli huysuzlanarak, saldırıp, sömürü sisteminin ortadan kaldırılacağını, sınıfların ortadan kalkacağını, egemen sınıfların her hangi bir yönetim olmadan, bir zor aracı olmadan, egemenliğini canı gönülden bırakacaklarını ve insanların, egemenliklerinden olduktan sonra en küçük bir gedikten bile yararlanmak için inatla pusuda bekleyen eski sömürücü sınıfın zulmünden, sömürüsünden, baskısından ve elbette devletinden kurtulup, bütünüyle özgür bir çerçevede kaderine yön verebilmesinin, insanlığını geliştirebilmesinin mümkün olabileceğini zannetmek, 21 yüzyılda bir akıl hastalığı olsa gerektir.

Öte yandan, proleter devrim, iktidarın ele geçirilmesi ile bitmez; tam tersine iktidarın ele geçirilmesi, devrimin başlangıcıdır; iktidar, eski ekonominin yerine yenisinin, yani sosyalist ekonominin örgütlenmesi için, bir araçtır. Bu ise, eski devlet mekanizmasını un ufak edip, yerine yenisini getirmeden mümkün olmaz.

Bu da, yani eski burjuva koşulların kökten dönüştürülmesi, zora dayalı bir devrim olmadan mümkün olmaz. Böyle bir dönüşümün zora dayalı bir devrimle değil de, barışçı yoldan, burjuva egemenliğine uyarlanmış bir burjuva demokrasisi çerçevesinde yapılabileceğine inanmak, proleter devrimden vazgeçmek demektir.

Proleter devrim ile sınıf mücadelesinin sona erdiği düşüncesi, proletaryanın iktidarı olan proleter devleti de burjuva devlet ile ayı aynı kefeye koyarak ondan kurtulma düşüncesini getirir! Oysa gerçekte proleter devrim ile birlikte proletaryanın burjuvaziye karşı ki burjuvazinin mukavemeti on kat artmıştır, sınıf mücadelesi daha da artar.

Dolayısıyla proleter devrim ile parçalanan burjuva devlet aygıtının yerine konulan proleter devlet, sermayenin tamamen devrilmesini, burjuvazinin eskisine göre on kat artan direnişinin ve kapitalist restorasyon çabalarının tümüyle ezilmesini amaçlayan bir ittifakın, sosyalizmin kesin kurulmasını ve sağlamlaşmasını amaçlayan bir ittifakın özel biçimidir.

Bu, önder gücü proletarya olan, sosyalizmin kararlı yandaşlarının, onun yalpalayan müttefikleriyle ittifakıdır; yani iktisadi, siyasi, sosyal, zihinsel bakımdan türdeş olmayan sınıflar arasında bir ittifaktır.

Proletarya diktatörlüğünün,"tam demokrasi", hem zenginler, hem de yoksullar için demokrasi olamayacağı apaçık anlaşılır bir şeydir. Proleterler ve mülksüzler için demokrasinin, burjuvaziye karşı diktatörce olması gerekir.
Bu gerçeği, yani sömürülenler ile sömürenler arasında eşitliğin olanaksız olduğu olgusunu gizlemek için,"Genel eşitlik", "saf demokrasi", "tam demokrasi" vb. laflarını pek sık duyarız.

"Saf" demokrasi teorisi, emperyalizm tarafından evcilleştirilip beslenen işçi sınıfının üst katmanının teorisidir. Bu teori, emperyalizmin çıbanlarını gizlemek ve sömürülen kitlelere karşı mücadelede ona moral güç vermek için yaratılmıştır. Kapitalizm altında sömürülenler için hiç bir gerçek özgürlük yoktur ve olamaz. Kapitalizm altında sömürülen kitlelerin ülkenin yönetimine gerçekten katılması yoktur ve olamaz, çünkü en demokratik durumlarda bile kapitalizm koşullarında hükümetler halk tarafından değil, tam tersine kapitalistler ve onların temsilcileri tarafından kurulduğundan, tek başına bu bile, kapitalizm koşullarında, sömürülen kitlelerin ülkenin yönetimine gerçekten katılmasının yokluğunu kanıtlamaya yeter. Kapitalizm altında demokrasi, kapitalist bir demokrasidir ve sömürülen çoğunluğun haklarının kısıtlanmasına dayanan ve bu çoğunluğa karşı yönelen, sömürücü azınlığın demokrasisidir.
"Proletarya diktatörlüğü","komün", "devlet olmayan devlet", burjuva toplumunun ve burjuva demokrasisinin barışçıl gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıkamaz; o ancak, burjuva devlet aygıtının, burjuva ordunun, burjuva demokratik aygıtın, burjuva polisin un ufak edilmesi sonucunda ortaya çıkabilir.

Bununla birlikte, bu konuda ortaya konulan Marxist devlet teorisi, son derece yeterlidir. Bu teoriyi yadsımak Marxizm’i bütünüyle yadsımak demektir; bu teorinin, sınıf mücadelesi öğretisinden, politik iktidar öğretisinden ayrılması, küçük burjuva hayalci sosyalizme kapı açmayı kolaylaştırır.

Akıl taşıyanlar, bundan Marx’ın, devlet ve sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak proletaryanın politik egemenliğinin, onun zor mekanizmasının, yani hiç kimse ile paylaşılmayan doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına vardığını görmekte zorlanmazlar.

Devlet öğretisi, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, Marx'ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını, proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın politik egemenliğini oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir. Bu öğreti, aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün, yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.

Proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için gereksinim duyar.

Marx ve Engels, Paris Komünü'nü tahlil ederek, Manifesto'ya ekledikleri " Hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesi, her gerçek halk devriminin ön koşuludur." sözünden,  Marx'ı tahrif etme çabasında olan Marxizm’in düşmanlarının anladığı, Marx ve Engels'in, iktidarı ele geçirmenin tersine, tedrici gelişim düşüncesini vurguladıkları şeklinde olmuş ve hâlâ bu şekilde düşündükleri görülmektedir.

Şimdi de sen aynı nakaratı başka biçimde ortaya atarak cehaletini ele veriyorsun ya da herkesi cahil zannederek, işkembe-i kübradan atıyorsun!
Oysa Marxizm’in kurucuları, proletaryanın "hazır devlet mekanizmasını" parçalamak, yok etmek zorunda olduğunu ve kendisini sadece onu ele geçirmekle sınırlayamayacağını ve bunun, yani hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesinin, her gerçek halk devriminin ön koşulu olduğunu söylüyorlardı!

Dün olduğu gibi, senin de bunu zikrinizde olanla yorumlamanız gayet normaldir! Marx'ın ağzında tuhaf kaçan "halk" devrimi kavramına Plehanovcuların, Menşeviklerin taktığı ve Marxizm’i karikatür haline getirmenin argümanı olarak kullanmak istedikleri gibi, onların şimdiki ardıllarının, bu arada senin de, Marxizm’i karikatür haline getirme çabalarına bir dayanak yapmaları şaşırtıcı değildir.

Oysa bunu yüz yıl önce, bir Marxist olan ve Marxizm’i her türlü devrimci müdahale ve katkı ile revize ederek zenginleştirmiş olmasına karşın ölene kadar Marxist kalan Lenin, çok net olarak açıklamıştır.

Gerek Portekiz devriminin gerekse Türk devriminin burjuva devrimleri olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayarak, her ikisinin de bir "halk" devrimi olmadığını ifade eden ve buna karşılık 1905 ve 1917 burjuva devrimlerinin gerçek bir halk devrimi olduğunu yazan Lenin, "Çünkü - diyordu - halk kitlesi, onun çoğunluğu, toplumun köleleştirilmiş ve sömürülen en alt katmanları bağımsız olarak ayaklandılar, devrimin tüm seyrine kendi taleplerinin, yıkılacak olan eskinin yerine kendi tarzlarında yeni bir toplum kurma yönünde kendi girişimlerinin damgasını vurdular." diyor ve şöyle devam ediyordu, "1871 yılı Avrupa'sında kıta üzerinde proletarya hiçbir ülkede halkın çoğunluğunu oluşturmadı." Lenin bunu hatırlatıyor ve "halkın çoğunluğunu hareketin içine çeken bir 'halk' devriminin ancak, hem proletaryayı, hem de köylülüğü kapsadığında böyle bir 'halk' devrimi olabileceğini" belirtiyordu. Lenin'e göre, bu iki sınıf o zaman 'halk'ı oluşturuyordu. Lenin, "Her iki sınıfın ortak yanının, 'bürokratik-askeri devlet mekanizması' tarafından köleleştirilmeleri, ezilmeleri ve sömürülmeleri olduğunu " da eklemeyi ihmal etmiyordu.

Lenin böylece, halk'ın, onun çoğunluğunun, işçilerin ve köylülüğün büyük bölümünün gerçek çıkarının, "bu mekanizmayı paramparça etmekte yattığını" ve "en yoksul köylülerin proletaryayla özgür ittifakının 'ön koşulu'nun bu olduğunu" ve "böyle bir ittifak olmadan demokrasinin kalıcı olmayacağını ve sosyalist dönüşümün olanaksız olduğunu" vurgulamış oluyordu.

Diğer yandan, Marx'ın, Komün deneyimini tahlilinden "Komün'ü imparatorluğun tam karşısına" koyduğunu ve "Komünün, sınıf egemenliğinin sadece monarşist biçimini ortadan kaldıran cumhuriyetin değil, aynı zamanda bizzat sınıf egemenliğini ortadan kaldıracak olan cumhuriyetin, özgül biçimi olduğunu " vurguladığını da biliyoruz.

Ve evet, bütün bunların Paris Komünü ile çok yakından ilgisi olduğu görülmektedir ve bunlar, hem de bu gün, Marxistlerin burjuva-demokratik kurumlara aşkla bağlı olduğunu göstermez. Ama her devrimin, devrimden sonra tutturacağı yolu ortaya koyacak olan bir geçmişinin ve bir geleceğinin olduğunu gösterir. İşte komünün de geçmişinde, diğerleri yanında, en sonu demokratik cumhuriyet ve geleceğinde ise yine en sonu sınıfsız ve devletsiz ve de demokrasisiz toplum vardır; ondan sonrası ise ayrı sonuçların ve sonların konusudur!

Diğer yandan senin kafan iyiden iyiye bulanmış ki (bu sözcüğü,"sulanmış" sözcüğünün ağır kaçacağını düşünerek yerine kullanıyorum), Marxistler tarafından Suriye devleti'nin "proletarya diktatörlüğü" olarak bellenip savunulduğu fikrine kapılmış olduğun görülmektedir; bu da, son derece zorlama ve idealistçe bir yakıştırmadır!

Burada söz konusu olan, ABD'ye ve "emperyalist" sözcüğünü net olarak kullanarak karşı durmanın ifadesi olduğunu görmemek için seksen sekiz takla atmanız ve taklalarınızın boşa gitmesi ve bunu da Marxistler’e sataşarak örtmeye çalışmanızdır. Ve zorladıkça gitmek istediğiniz bataklığa bir adım daha sürüklendiğinizi görmek zor olmuyor; bunu Marxistler’e dayanaksız yakıştırmalar yönelterek gizlemeniz mümkün olmuyor!

Ayrıca, Marxizm Blanquizmin etkisinde kalmamıştır, tam tersine Blanquizme kesinkes karşı çıkmıştır. Elbette etkisinde kalan Marxistler olabilir ve böylelerinin eninde sonunda kapitalizm ile ortaklaştığını dolayısıyla Marxist olmakla ilgilerinin kalmadığını biliyoruz ama sen Borga bey, sap ile samanı her daim bir birine dolaşık görmek istediğin için bunun ayırdına varmak istemiyorsun; Marxizm Blanquizmle de mücadele ederek kapitalizmle ortaklaşmanın kanallarını kapatmıştır; açık tutanlar, her daim, kapitalizmden umudunu kesmeyenler ve dejenere olmuş kapitalist yolcular olmuştur; bunlara Marxist demek körlük değilse, aynı kapitalist yolun yolcusu olmak demektir.

Burada bir noktaya açıklık getirmem yararlı olacaktır ki Marxizm derken kastettiğim Marxizm-Leninizmdir ve Marx'ı Lenin'den, Lenin'i Marx'tan ayırarak, kapitalist yolculuğa kanal açmak hiçbir zaman vazgeçilmeyen Marxizm düşmanlığı içindedir ve sinsiliği apaçık ortadadır.

Örnek olsun, Lenin'i eli sopalı gösterip, Marx'a methiye düzenler, Marx'ı tahrif ederek, Bernstein'in çizgisini Marxizm olarak dayatmak isterler; bu tür sinsiliklere yenik düşmek, hep hatırlatıyorum ki Marx ve Engels'i yeterince derinlemesine irdelemeden, kalıp halindeki formüllerini bir doğma misli ezberlemenin sonucudur.

Yine örnek olsun, aynı tarihlerde ve aynı toplumsal koşullarda ve hatta aynı noktadan, Marx'a iki müdahale olmuştur; biri Bernstein'in, kötü ünlü revizyonizmi, diğeri ise yine revizyon olan Lenin'in devrimci müdahalesidir.
Burada Bernstein'in revizyonizmini uzun uzun anlatacak değilim ama Bernstein'in ekonomist eğilimli olduğunu artık bilmeyenin olmadığını hatırlatabilirim.

İşte burada, Leninizm'i görüyoruz ki, Leninizm, hiçbir zaman Marxizm’den ayrılmamıştır, bu anlamda Leninizm'in, Rusya'daki ekonomizme ve Avrupa’daki Bernsteinizme karşı açılan savaş ile tarih sahnesine çıktığını ve yerleştiğini ama hiçbir zaman Marxizm’den ayrılmadığını bir kez daha vurgulamak yerinde olur.

Sen ise hem Leninizm’e ve Marxizm’in aleyhine vurgu yapıyorsun ve hem de, diğer başka Marxizm dışı yaklaşımlar yanında, yer yer Bernsteinizmin kalemşörlüğünü yapıyorsun; bu da kafanın ne denli bulanık olduğunu açıkça gösteriyor; yalnız bir başka ihtimal ise ve daha muhtemel görünüyor ki bu da, asıl olanın, kafanın içindeki bulanıklık değil, kafanın içinde Marxizm’den uzaklaşmak için, bütün Marxizm karşıtı kanalları açık tutarak, gerçeğin üzerini örtmek üzere gönüllü olan bir kapitalist yolcu olduğunu gizlemek çabası olduğuna işaret ediyor.

Buna, daha önce de değindim ve açıklıkla ortaya koymak için uzun uzun cümleler dizerek, bu forumda "YOKSA MARXİZM BİR TANE DEĞİL Mİ" başlığı ile dikkatinize sundum; açıp bakarsan, teşekkür ettiğini göreceksin.
Ayrıca, yorum da yapmışsın ki daha o zamandan kafanın bulanıklığı ile malul görünmeye çalıştığın belli oluyor!
Dediğin şudur,"Leninizmin legali olmaz. Olursa da devrimden sonra olur. ama marksizmin olur. çünki legal marksizm olmaz diyen bir marks yada engels mevcut değildir. bu mevcut olmadığı aksine yasallığa vurgu olduğu için de marksizm tasfiyecilikle kardeştir."
"bir devrimcinin devrimci örgüt konusunda marksizmden öğreneceği hiç bir şey yoktur. vardır diyen buyursun yazsın."
"legal leninizm olur diyen de aslında marksizme dayanarak örgütlenme hakkında yazar çizer, davranır. tasfiyecilikle leninizm yan yana gelmez. tkp ye üye olacağım diyen biri de çıkıp ben leninistim diyemez. çünki leninin kendisi buna engeldir."
"leninizm tasfiyecilerin at koşturabileceği bir alan değildir."


Unuttu isen, hatırlamak için aşağıdaki linke tıklatman yeter. Yazı oldukça uzundur ve gözden kaçmış olabilir, bu nedenle bu yazıda vurguladığım bir noktayı, başka yararları yanında, aklının ne denli bulanık olduğunu ve son derece açıklıkla "Leninist" olmakla övünmenin bir hüsnü kuruntun olduğunu göstermek açısından da aktarmanın yararlı olacağını düşünerek aktarıyorum; detayına varmak için linke tıklayıp sabırla okumak gerekiyor.
"Türkiye ve bulunduğu coğrafyadaki Marksizm, bu kavganın merkezinde ve bu kavganın Avrupa Marksizm’i cephesine açık tutulan kapısının kenarında tutulmaya çalışılmaktadır. Türkiye Marksizm’i bu kapıyı kapatmak zorundadır. Kendisini Rusya Marksizm’ine daha fazla açarken, Rusya Marksizm’inin çok daha fazla soyutlanması ile elde edeceği bir derinlikle kendi zenginliğini üretmek, bunun için de bu soyutlamaya bağlı kalarak, çok radikal bir kopuş yaşamak zorundadır. Ancak böyle Avrupa Marksizm’inin kulağa hoş gelen ama vücuda zararlı olan teorilerinin, Rusya Marksizm’ine saldırı üzerinden, Marksizm’i kapitalizm sınırlarına hapsetmek demek olduğu ve Rusya Marksizm’inin hâlâ yaşayan Marksizm olduğu gösterilebilir.
Burada demokrasi programlarının ve Proletarya diktatörlüğüne okunan anti-demokratiklik lanetlerinin, Avrupa Marksizm’inin hem en önemli şaşırtma araçları olduğunun, hem de Rusya Marksizm’ine saldırısını kolaylaştırarak Marksizm’i Kapitalizm sınırına hapsedecek çabaların en önemli demagojik gıdası olduğunun görülmesi özellikle önem taşımaktadır.
Bu da önümüze, en devrimci işin diğer pratik-politik işleri askıya almadan yürütülecek olan ideolojik mücadele olduğunu ve bu çerçevede üretilecek en devrimci teorinin kaynağını hâlâ Marksizm-Leninizm'de bulacağı gerçeğini koyarken, bu gerçeklik ile dünyayı değiştirme hayalimizi ve cesaretimizi ve de irademizi büyüterek ilerleme görevini koymaktadır. Bunun ucunda demokrasi mücadelesi değil, sosyalist iktidar mücadelesi var yani tedrici olarak veya kapitalizm sınırında demokrasinin genişletilmesi paralelliğindeki sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılarak sınıfsız topluma varmak değil, işçi sınıfının iktidarı alarak düzenini kurması ve bu düzeni koruyarak ilerletmesi, böylece sınıfsız topluma varması için gerekli olan mekanizma, yani özünde diktatörlük olan, burjuva demokrasisine karşı (ki gelinen durumda, tekellerin buna dahi geçit vermeyeceği ortada iken, tekellerin diktatörlüğüne karşı önerilen burjuva demokrasisine karşı demek daha doğrudur),özü burjuvaziye karşı diktatörlük olan ama bir avuç azınlık olan burjuvazinin ki, sömüren ve ezen kategorisinde olan veya bu kategoriye gönül vermiş olanları ve bu özlemi koruyacak olanları kastediyorum, dışındaki en geniş kitleye demokrasi olan proleter demokrasisi, yani proletarya diktatörlüğü vardır."

Ve şimdi görüyoruz ki, senin gibi "Leninist" ler artık Bernsteinci, ya da anarşist, ya da tasfiyeci ya da hatta hepsi birden olmakta sakınca görmemektedirler!

Kafa bir kere bulandı mı, bu bulanıklığın ucu hep açık kalır ve sonunda nereye varacağını kestiremez olur ama eninde sonunda bu bulanıklığın sahibinin varacağı nokta kapitalist yolcuların kaçınılmazlıkla varacağı yer olacaktır; yani kapitalizmin gül bahçeleri! Ancak şu da bir gerçektir ki, kafanın bulanıklığının temelinde yatan, kapitalizmden hiçbir zaman vazgeçmemiş olma eğilimi vardır!

İşte, üzülerek ifade etmek istiyorum ki Borga kardeş, senin savrulduğun ve hatta hiç çıkamadığın yer, tamı tamına böyle bir yer olmaktadır!
Ve tekrar altını çizeceğim ki sen bunun farkındasın ve bu nedenle de türlü çeşit saçmalık içeren cümlelerinde hep karmakarışık düşünceleri çiftleştirerek gerçeklerin üzerini örtmeye çalışıyorsun.

Bu bir taktiktir elbette ama burada bir sen kurnaz değilsin, hatta aslında senin dediklerini başka türlü anlatarak köylü kurnazlığı yapan başkaları da var ama birbirinizin farklı şeyler söylediğinizi zannettiğiniz için kendi aranızda bile kayıkçı kavgası bitmiyor ama bu işler köylü kurnazlığı ile olmaz ve bu taktiğin patenti, egemen sınıfların ideolojik mücadele araçlarını üreten burjuva ve burjuva rüyalar gören sahte sol gömlekli tetikçilere aittir.

Örnek olsun,"Yetmez ama evet!" sloganını ancak bu tür ideologlar üretebilir.
Ve şimdi "açılım" ya da "barış" veya "süreç" adını taşıyan ve yapılan anketlerle toplumun çoğunluğunun anlayarak onay verdiği iddia edilmesine rağmen, "bu yeter ama akiller de lazım" denilen ve gerçekte içinde ne olduğu, neyi hedeflediği, kesintisiz devam eden sınıf mücadelesi çizgisi üzerinde hangi sınıfın, hangi sınıfa veya hangi gücün, hangi güçsüze daha çok egemenlik kuracağı belli olmayan ama işte Marxist teorinin bakış açısı ile bakanların ayan beyan görebildiği ve dolayısıyla en azından "artık" toplumun ezici çoğunluğunun da gördüğü ve uzak durduğu ve hatta karşıt cephesinde konum almaya başladığı bu "süreç" üzerine koparılan fırtına, farkında olup olmaman fark etmez, senin de içinde olduğun taktiğin dayatılmasıdır.

Siz de, burada bu "açılım", "barış" ve "süreç" sözcüklerine veya bu sözcükler ile bağlı olan taraflara tek söz söyleyene "hain","küfürbaz" ya da "hakaretemiz" yaftaları asıp, bu yaftaları sopa olarak kullanmaya çalışıyorsunuz ki bir ara bu dayatılanlara biat etmeyerek söz söyleyen herkesi "salak" olarak da yaftaladığınızı hepimiz gördük!

Demek ki Borga, her şeyin bir biri ile bağlı ve her şeyin hem kendi içinde ve hem de kendi arasında savaş halinde olduğu ve bundan da aynıların bir tarafa, ayrı olanların başka tarafa saf tutmasının doğduğu ve savaşın hâlâ devam ettiği ama başka biçimler aldığı vesaire vesaire... gerçeğini hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekmektedir.

Çıkardığın anda aklın bulanması kolaylaşıyor ve sonunda sulanması da kaçınılmaz oluyor!

Şimdi allem edip, kallem edip, yukarda vurguladığım ve açtığım sözcüklerin gerçek içeriğini örtülü tutmak üzere açtığın ve hepimizi içine sürüklediğin konuya yeniden dönersek, buna öncelikle bu vesile ile aklının ne denli bulanıklık gösterdiğini artık herkesin gördüğünü belirterek devam etmek istiyorum!

Evet, Lenin, Nisan Tezleri’ni anlatırken, bunu anlamayıp, önce delirdiğine hükmedenleri ve sonra Blanquistlikle suçlayanları son derece net bir biçimde çürütmüş olması bir yana, proletaryanın devrimci diktatörlüğünün, merkezileşmiş bir devlet erki eliyle çıkartılan yasaya değil, dolaysız bir biçimde halk kitlelerinin aşağıdan devrimci fethine, doğrudan inisiyatifine dayanan bir iktidar olduğunu ve bunun Paris Komünü ile aynı tipte bir iktidar olduğunu ama ezilen sınıflar için, Paris komününden daha çok, Jakoben diktatörlüğünü model olarak aldığını net bir şekilde ortaya koymuştur.

Yani Blanquistliği reddetmiş ama Jakoben diktatoryasına sahip çıkmıştır!
Burada önemli olan ve senin yanılsamalarına da pek sirayet etmiş görünen "devlet olmayan devlet"in, yani "komün"ün bir geçiş devleti olan "proletarya diktatörlüğü"nün ta kendisi olduğu gerçeğinin Marxizmi burjuvazi ile ortaklaştırma sevdasında olanların görmezden gelmesi veya çok "diktatör"ce göstermesi ya da çok "tedrici" bir yol olduğunu göstermesidir!

Böyle olunca kendi gözlerinize gönüllü olarak çektiğiniz perdenin herkesin gözlerine kolayca çekilebileceğini zannederek, "komün"ü uzak tutmaya çalıştığınız "dikta"yı, Paris Komünü yenilgisinden sonra Komünü bastıran burjuvazinin döktüğü kanın boyutlarını örterek en tam anlamıyla böyle bir gerici diktatörlük ile özdeşleştirmeniz kaçınılmaz olmaktadır ve yerine ise koyduğunuz her halukarda kapitalist yolculuğunuzu kesintiye uğratmayacak bir hayali reçete, yani sözde tepeden değil, tabandan ve doğrudan demokrasi olarak nitelendirdiğiniz ve "komün" sözcüğü ile çiftleştirerek bir ağırlık kazandırdığınız Zemstvo'vari yerel yönetim mekanizmasıdır.

İşte hüsnü kuruntun burada da görülüyor; bu, hayalini pompaladığın reçetede elbette demokrasi vardır ve hepimiz biliyoruz ki demokrasi de bir devlet durumudur, ama bu ezilen ve sömürülen kitleler için ne gerçek bir özgürlük ne de kelimenin en tam ifadesiyle demokrasidir!

Genellikle devlet üzerine değerlendirmelerde, devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği, devletin sönüp gitmesinin, demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu hep unutulmaktadır.
Bunun nedeni, demokrasinin azınlığın çoğunluğa tabi olması şeklindeki anlayıştır. Oysa bu yanlıştır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması için gerekli bir örgütlenme biçimidir.

Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun, insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan kaldırılmasını koyarken, azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemediğimiz açıktır!

Bunu Marx,1871 yılında "Komünist Manifesto"nun önsözüne " İşçi sınıfı, hazır devlet mekanizmasını basit bir şekilde eline alıp, kendi amaçları doğrultusunda harekete geçirmez" diye yazarak ve "proleter devrimin görevi, "bugüne kadar olduğu gibi, bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmek değil, tam tersine onu parçalamaktır ve bu, kıt'adaki her gerçek halk devriminin ön koşuludur," diye yazarak açıklamıştır.

Diğer yandan, oportünistler tarafından yalnızca yukarıdan, yalnızca memurlar ve askerler tarafından zorla kabul ettirilebilecek ve korunabilecek bir şey olarak gösterilen merkeziyetçilik, komünler ve bölgeler tarafından devletin birliğinin gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratizmin ve her türlü yukarıdan buyurmanın kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş kapsamlı yerel öz yönetimi dışlamaz.

Burada şu soruyu bir kez daha hatırlamak yerinde olacaktır!

"Peki, proletarya ve en yoksul köylülük, devlet erkini eline alıp, tamamen özgür bir şekilde komünlerde örgütlenir ve bu komünlerin faaliyetini sermayeye karşı ortak darbeler için, kapitalistlerin direnişini kırmak için, demiryolları, fabrikalar ve toprakta özel mülkiyetin tüm ulusa, tüm topluma geçirilmesi için birleştirirlerse, bu merkeziyetçilik olmayacak mıdır? Üstelik hem de proleter merkeziyetçilik ?"

Cevabı basittir ve tektir ve elbette cevap,"merkeziyetçilik"ten başka bir şey olmayacaktır!

Bu merkeziyetçilikte, iktidarın kaynağı parlamento tarafından tartışılan ve kararlaştırılan yasa değil, aksine ülkedeki halk kitlelerinin tabandan gelen doğrudan inisiyatifi, iktidarın doğrudan "ele geçirilmesi" vardır;
bu merkeziyetçilikte, halktan ayrı ve onun karşısına konulan kurumlar olarak, polis ve ordunun yerine tüm halkın doğrudan silahlanmasının geçirilmesi, yani devlet düzeninin böyle merkeziyetçi bir iktidarda bizzat silahlanmış işçi ve köylüler tarafından, bizzat silahlanmış halk tarafından korunması vardır;
bu merkeziyetçilikte, bürokrasinin yerine yine bizzat halkın doğrudan egemenliğinin geçirilmesi veya onların en azından özel bir denetim altına konması, sadece seçilen değil, aynı zamanda halkın ilk talebi üzerine görevden alınabilen basit görevlilere dönüştürülmesi vardır.

İşte özel bir devlet tipi olarak Paris Komününün, genel olarak "komün"ün özü bundan ibarettir. Ama bunu anlamayanlar, Marxistler değil, tam tersine Marxist olamayıp dejenere olmuş kapitalist yolculardır.

Demek ki, Marxizmi, Blanquizm ile bulaşıklaştırmak zorlama bir yakıştırmadır; böyle olmadığını, Marx da, Engels de ayrıntılı olarak göstermişler ve Paris Komününde Blanquizme yer olmadığını, çoğunluğun doğrudan, dolaysız, mutlak egemenliğinin ve kitlelerin aktivitesinin ancak, bizzat çoğunluk bilinçli ortaya çıktığı ölçüde güvencede olduğunu kanıtlamışlardır.

Blanquizmin, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi olduğunu herkes bilmekte iken ve yine herkes "Komün"ün,"devlet olmayan devletin, yani "proletarya diktatörlüğü"nün, halkın çoğunluğunun doğrudan ve dolaysız örgütlenmesi olduğunu kesin olarak bilirken, Marxizmi Blanquizm ile özdeşleştirmek son derece zorlama bir çabadır ve çok komiktir.

Bir küçük burjuva bataklığı olan anarşizm ise burjuvazinin egemenliğinden, proletaryanın egemenliğine geçiş dönemi için, devletin ve devlet erkinin zorunluluğunun yadsınmasıdır.

Marxizm’in ise bu geçiş döneminde devletin zorunluluğunu savunması çok net olarak bilinmekte ve bunun "Komün", "devlet olmayan devlet" ya da "proletarya diktatörlüğü" olduğunu ve halkın çoğunluğunun doğrudan ve dolaysız ve merkeziyetçi bir örgütlenmesi olduğunu net olarak ortaya koyduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Proletaryanın, dayandığı kitle eylemlerinin devrimci inisiyatifi ile ve halkın çoğunluğu tarafından tabandan ve zora dayalı olarak iktidarı ele geçirmesinden sonra, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, bir devlet erkine ihtiyaç duyması son derece anlaşılır bir şeydir.

Bunu anlamayan aslında kalmamıştır, anlamayanların aslında anlamazdan gelenler olduğu açıkça bellidir ve bunların oportünistler olması, anarşistler olması ve her türlü Marxizm düşmanı, kapitalist yolcu olmaları rastlantı değildir. Tümüyle sınıfsaldır ve kapitalizmden umudunu kesmemek olarak tanıtlamak yerindedir.

Sana Marxizm'i anlatmamın ve öğretmemin mümkün olmadığını biliyorum; bunun kalın kafalı ya da dar kafalı olduğun için olmadığını da biliyorum; çünkü belli ki tıpkı "Kürdistan" derken, birer "Kürdistan"i girişim olan demokrat hareketlere ve onların kurdukları veya önünü açtıkları ulus-devletlere, bu anlamda Jön-Türklere ve Kemalistlere, Jakoben'lere, Robespierre'lere, ulusalcı hareketlere öç alma duygusu ile yaklaştığın gibi, Marxizm’e ve kurucularına da aynı duygularla yaklaşıyorsun; böyle yaklaşınca da, Marxizm’e yaklaştıkça ondan daha çok uzaklaşman kaçınılmaz oluyor ve artık bu uzaklığı "LENİNİST" gömlek giyerek de örtemiyorsun.

Üstelik Marxizm’den daha ileri ve bilimsel bir teori varmış gibi ve emelinde sosyalizm varmış gibi bir izlenim bırakmaya çalışıyorsun ki, Marxizm’in karşısına konulmak üzere icad edilmiş yeni bir "teori" yoksa eninde sonunda senin de savunduğun, Marxizm’den "daha ileri teori", çoktan tarihin çöplüğüne gönderilmiş eski "teoriler" demetinden başka bir şey değildir.

Ama sen bunu net olarak ortaya koymaya bile cesaret gösteremiyorsun!
Kafanın içindeki Komün'ün, Çarlık Rusya'sındaki Zemstvolar misli olduğu apaçık görülüyor ve ben bunların ne anlama geldiğini ve tarihte nasıl bir işlev gördüklerini en sonu Çarlık yönetiminin pekiştirilmesine yardım etmiş olduğunu hatırlatarak gösterdiğim halde görmezden gelmen bu nedenledir.
Diğer yandan, Proletaryanın iktidarı ele almasından sonra burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğu daha Paris Komünü deneyimi ile kendini ortaya koymuşken, bu temel gerçek üzerinde bile saçma sapan cümleler kurarak itirazlarınızı temellendirmeniz ama bunun yanında, her yerde ve özel olarak Paris Komününü, genel olarak "komün"ü referans göstermeniz, 21. yüzyılın, çokbilmiş, büyümemiş çocukları olduğunuzu gösteriyor.

Oysa, Komün'ün, bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu için yenildiği çok açıktır ve burada senin uyduruk tabirinle "komün diktası"nın, kelimenin tam anlamıyla bir diktatörlük ve hatta bir devlet olmadığını (ki bunu "devlet olmayan devlet" vurgun ile senin de kabul ettiğin anlaşılmaktadır), anlamak çok zor olmamalıdır. Çünkü burada, "ezen organ"ın artık, azınlık değil, halkın çoğunluğu olduğunu görememek veya bunu anlayamamak,"büyümemiş çocukluk hastalığı" olmaktadır!

Ayrıca, halkın çoğunluğunun, kendisini ezenleri ezmeye başlamasında, kelimenin tam anlamıyla bir diktatörlük görmen ve yine proletaryanın iktidarı ele almasından önce ve bir azınlık olarak halkın çoğunluğunu ezenleri, proletaryanın öncülülüğünde ve egemenliğinde tamamen ortadan kaldırmadan sınıfsız topluma geçmenin koşullarının yaratılamayacağını görememek körlükle ilgili değildir ve "büyümemiş çocukluğu" da aşan bir ahmaklıktır; değilse eskiden ezen sınıf olan azınlığın, proletaryanın liderliğinde halkın çoğunluğu tarafından ezilmesine, yani burjuvazinin daha önce ezdikleri tarafından tamamen yok edilmek üzere ezilmesine karşı çıkmak, yani kapitalizmden vazgeçmemek demektir.

Kaldı ki, bu gün Kürtleri ezenlere son derece katı bir kin ile bir öç alma histerisi içinde ve hatta egemenliğinden eser kalmamış olduğu halde öfke kustuğunuzu göz önünde bulundurursak; proletaryanın iktidarı ele almasından sonra "devleti" bir vuruşta ortadan kaldırmasını beklemenizin, diğer taraftan devletin aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tâbiyet olmadan sönüp gitmesini beklemeniz, dolayısıyla işçilerin kapitalist boyunduruktan kurtulmasıyla birlikte, silahları bırakması gerektiğini, yani öncesinden on kat fazla artan kapitalistlerin direnişini kırmak için bu silahları onlara karşı kullanmanın gereksiz olduğunu düşünmeniz, son derece yaman bir çelişkidir ve bu,"demokratizm" yaklaşımınızın, kapitalizmden vazgeçmemiş olmanızı göstermenizin parolası olduğunun göstergesidir ki asıl gericilik budur, yani senin başka yerde aradığın gericilik tamda budur. Çünkü, devletin, aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tâbiyet olmadan sönüp gideceğine inanmak, sosyalizmi, insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemek demektir! Bu da kapitalizmden hiç çıkmamak demektir.

Zaten ekonomizm de böyle bir şeydir ve bu da, Bernsteinizmin ekonomizmi ile savaşarak ortaya çıkan ve kendini kabul ettiren ve Avrupa Marxizmi’ne karşı Rusya Marxizmi olarak hâlâ ve Marxizm-Leninizm olarak yaşayan Leninizm’i savunduğunu söyleyen biri olarak savrulduğun yeri görmezden gelmenin de başka bir yaman çelişki olarak boynunda asılı durmakta olduğunu gösteriyor.
Öyleyse açıkça görülmekte ki, soldan veya sağdan kapitalizm ile ortaklık içinde olan Marxizm değildir; tam tersine Marxizm’in içerisindeki ve dışındaki her türlü anti-Marxist yaklaşımın ayak izleri hep kapitalizm ortaklığına veya kapitalist yolcu olmaya çıkar.

Şunu söylüyorsan dediklerinin içi bir nebze de olsa dolabilir ve üzerinde zevkle konuşabiliriz ama söylemiyorsun ki, evet Marx'ın kapitalizmi az ya da çok abarttığını bütün Marxistler görmekte ama bundan Marxizm’i yadsımaya varmamaktadırlar.

Ancak buna karşın Marx'ın kapitali hâlâ en bilimsel çalışma olarak ağırlığını korumaktadır ve pek çoğunuzun bu ağırlığı hissedecek denli bu çalışmadan yararlanmış olduğunu söyleyemeyiz ama hepinizin yatıp kalkıp "Komünist Manifesto" karşısında fetiş dualar etmekte olduğunuz görülmektedir. Ve Marx ile Engels'in birkaç kez önsöz eklemek gereği duydukları bu kitaptan başka bir bilimsel kitap tanımadığınız da ortadadır.

Oysa Marxizm’in kurucularının, kapitalizme oldukça fazla önem atfettikleri, onu abarttıkları, Manifesto'da kendini göstermektedir ki göremeyenlerin artık bu gün karşı karşıya olunan gerçekler karşısında gözlerini kapayamayacakları ortadadır.

Bir örnek verelim; bir yerde Marx ve Engels, "burjuvazi duruma hakim olduğu her yerde, feodal, patriyarkal ve kırsal idyllie ilişkilere son vermiştir." diyorlar ve devam ederek,"kapitalizm, dinsel şevkin, şovalyece coşkunun, naif duygusallığın en göksel vaatlerini, egoist hesapçılığın buzlu sularında boğmuştur."  müjdeli haberini veriyorlar.

Oysa artık hepimiz görüyoruz ki, kapitalist sistem bunları ortadan kaldırmak bir yana, devamlı canlı ve gelişkin tutmaya özen göstermektedir ve dünyanın en gelişmiş yerlerinde bile, kürtaj türünden son derece insani teknikleri bile dinsel kararnamelerle yasaklayan bir papa'yı karşılamak için milyonlarca insan yırtınarak sokaklara dökebilmektedir.

Ama bütün bunlar, Marxizm’in gerici veya miadını doldurmuş bir teori olduğunu kanıtlamaz; hele ki, "Manifesto"yu fetişleştirenlerin ağzında bu tür yakıştırmalar, son derece anlamsız ve bayat ve de ikiyüzlüce durmaktadır.
Pratik, Manifesto'nun birçok haberini yalanlamakta olduğu halde, onu önemli ve tek bilimsel belge olarak görüp, öte yandan Marxist teoriye gericilik yüklemek, onu kapitalizm ile ortaklaştırmaya cüret etmek, son derece anlamsız, bir o kadar da dayanaksızdır.

Bu gün hepimiz görüyoruz ki,12 Eylül rejimi Türkiye’nin üzerine çöktüğü andan itibaren ve hâlâ dinsel yanılsamaları körüklemekte ve bunda sınır tanımamaktadır; eğer bunu göremeyip ve bunun tekelci, bürokratik bir devlet düzeninin kurumlarını yerleştirmek için olduğunu anlamaktan uzak durursanız, Marxizm’in kapitalizm ile ortaklaşma içinde olduğu şeklindeki kuyruklu yalana sarılmanız elbette kaçınılmaz olacaktır.

Diğer yandan "emperyalist" sözcüğünü kullanmadan, dünyanın en ileri kapitalist ülkesi sayılan ABD'nin Afganistan'da Taliban hareketiyle birlikte hareket etmesini de kavrayamayız ve haliyle bugün Türkiye'nin ve bölgedeki diğer devletlerin neden parçalanmaya çalışıldığını ve onlar parçalanırken, yanı başında nur topu gibi bir Kürdo-Judaik ulus-devletin kurulması için, en başta ABD nin ve AB emperyalizminin canhıraş biçimde çabalamasını, aynı "emperyalist" sözcüğünü kullanmadan kavramamız mümkün olmamaktadır.
Ve işte tam da bu nedenle yani ABD ile "emperyalist" sözcüğünü unutarak "dost" olmakla "devrim" icad edenlerin ve "Kürdistan"i hayallerini "devlet olmayan devlet" ile çiftleştirenlerin ağzında, Marxizm’in kapitalizmle ortaklaştığı söylemi, son derece bayat bir demogoji ve emperyalizmin laboratuar ideolojilerinin tetikçiliği olarak sırıtmaktadır.

Borga kardeş, Marx'ın anti-otoriterlere sorduğu " hiç devrim gördünüz mü?" sorusunu sana da sormak fena olmaz!

Bir devrimin, hiç kuşkusuz, olabilecek en otoriter şey olduğunu ve nüfuzun bir kesiminin iradesini diğer kesime tüfek, süngü ve toplarla dayattığı bir eylem olduğunu ve bunların hepsinin pek otoriter araçlar olduğunu zafer kazanan partinin, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla savunmak zorunda olduğunu, sana bir kez daha hatırlatmamın sakıncası yok ama yararı çoktur.

Burada Paris Komününe gönderme yaparak, eğer Komün, burjuvaziye karşı silahlı bir halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi diye ve tersine onu bu otoriteden çok az yararlandığı için kınayamaz mıyız diye daha önce sorulmuş soruyu tekrarlamakta da sakınca görmüyorum.

Buradan hareketle, kurduğun onca cümle ile gericiliğe methiye düzdüğünün ve bu nedenle de, gerici Kürtler ile gerici Kürtlerin ittifakına dikkat çekişimi ve buna karşı ilerici Kürtler ile ilerici Türklerin ittifakını sağlamanın hem nesnel ve hem de rasyonel olduğunu hatırlatmamı görmezden gelerek, işi buralara vardırdığının ama bu vesile ile de, hem Marxizm’den çoktan uzaklaştığının, hem de bunun gereği olarak Marxizm-Leninizm’den de uzaklaşmış olduğunun görüldüğünün altını çizmek istiyorum!

Ne kaldı Borga? Herhalde "sivil toplum" üzerine alıntıladığın bölüm kaldı! Eksik- gedik kaldı ise hiç çekinme söyle, hemen tamamlarız!

"Sivil toplum"a gelince, öncelikle bu sözün fikir kompradorlarının, bunu Türkiye'ye satmak için ABD'den yetmişli yıllarda ithal etmiş olduklarını hatırlatmak istiyorum.

Ol tarihten bu yana Sivil Toplum Kuruluşları"nın 12 Eylül rejiminin yönetimi ile halkı enine boyuna yönetiştirdiğini hepimiz biliyoruz. Bunun, emekçi sınıfların saf ve bağımsız bir ideolojiye sahip olmasının önündeki en önemli engellerden biridir.

İkinci olarak, bundan akılda kalması gerekenin, daha çok Marx'ın Feuerbach Manifestosunun on numaralı tezinde, "eski materyalizmin bakış noktasının "sivil toplum" olduğu, yenisinin bakış noktasının ise insani toplum veya toplumsallaşmış insanlık" olduğunu aktarmasıdır ki bununla Marx'ın Feuerbach'taki en önemli eksikliğin devrimcileştiren toplumsal eylemlilik olduğunu ve bunu sisteme soktuğunu anlamaktayız.

Bu demektir ki Feuerbach'ın soyut insanından, yaşayan gerçek insanlara ancak bu insanları tarih içinde eylem halinde dikkate aldığımız takdirde geçebiliriz.

Ancak burada bir başka önemli nokta şudur; bugünü ve geleceği çözümlerken, hiçbir önceleyeni dikkate almayıp, "sivil toplum" a ve onun öncüllerine takılman herhalde, bu konuda anlatılanları anlamamış olmandan gelmektedir diye düşünüyorum; çünkü "sivil toplum"u durduk yerde öne çıkarmanın anlaşılır bir yanı yoktur; yoksa sana göre "sivil toplum", gönlünde yatan "komün"ün öncülü müdür?

Borga kardeş, bir kez daha vurgulamak ve hatırlatmak istiyorum; sosyalizm, işçi sınıfının düzenidir; dünya işçi sınıfının düzenidir, onu başka yerde ve başka biçimlerde aramayalım!

Ama birçok kez ve pek çok coğrafyada sosyalizm bayrağını en yükseklere çıkaranlar işçi sınıfının en bilinçli unsurlarıdır; ancak sosyalizm bayrağı onların elinden yere düştü ve uzun bir süre moralsiz kaldık ve onu başkaları aldı; bu, kimseyi aldatmasın, düşen sosyalizm değildir, birkaç coğrafyada yükseğe dikilen bayrağıdır!

Öyleyse artık eski ve köhnemiş klişelerle sosyalizmin başarılarına sırt çevirmek yerine, bu köhne düşüncelerden sıyrılıp, sosyalizm bayrağını düştüğü yerden kaldırıp, yükseğe kaldırmak ve yeni bir coğrafyaya dikmek gerekmektedir.

Bu, dünya sosyalizminin sorunlarını aşmada, en büyük ilaçtır ve tarihin bu noktaya doğru hızlandığına inanmak boş bir inan değildir!

Ve ekliyorum, Marx, geçmişe bakarak ve gününü yaşayarak değil, gelecek açısından iyimserdir; gelişmenin kıyamete götürdüğünü ve bu kıyametin bir cennet doğurduğu düşüncesi en bilimsel ve en iyimser düşüncedir. Bilimsel bir iyimserliktir. Her devrimcinin aynı iyimserliği taşıması gerektiğine inanıyorum.

Ancak hiçbir güçlük karşısında moralini bozmayanlar iyimser olabiliyor. Moralli olmak da, iyimser olmak da bir yürek işidir.Ancak yürekli olanlar yeni bir düzeni düşleyebiliyorlar.

Marx'ın teorisinde, zorunluluk-özgürlük ilişkisi son derece önemli bir yere sahiptir; bilimsellikle ilgisi var; bilimsellik, kaçınılmazlık ve zorunluluk demek ise özgürlük de aynı yerdedir.

Öyleyse düzeni tasarlamak ve iktidarı politik müdahale ile almak, bu zorunluluktan, kaçınılmaz bir biçimde çıkan özgürlük değilse nedir?
Lenin'in ünlü, "Yönetenlerin yönetemez hale gelmeleri, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememeleri ve artan kitle eylemlilikleri" biçiminde formüle ettiği "devrimci durum" tezinin kaynağını, kaçınılmazlık ve zorunluluk ile özgürlük ilişkisini derinlemesine anlamasında aramak gerekir. Bu, bir teori değildir, sadece hareket zamanını haber veren çanların ne zaman çalacağına işaret etmektir.

DEVRİMCİSİZ VE DEVRİMCİ MÜDAHALESİZ OLMAYACAĞINI AMA BU ZORUNLULUĞU VE KAÇINILMAZLIĞI ANLAMADAN DA OLMAYACAĞINI ANLATIYOR.

Fikret Uzun

22 Nisan 2013

Hiç yorum yok: