25 Haziran 2010 Cuma

GÜN, TARİHİN İLERLEME ÇİZGİSİNİ SOSYALİZME DOĞRU HIZLANDIRMA GÜNÜDÜR

Yazılarımdan biriyle ilgili olarak görüş bildiren arkadaşım, görüşünü şöyle dile getiriyordu, "Tarihin geriye götürülmesi önündeki tek engel ordu, konusu ve geriye gidişin engellenip oradan sıçrama yapılması konusu biraz kafamı karıştırdı." Açık yüreklilikle dile getirdiği bu noktada haklı olabilir. Ama konuya mutlak bir teori bazında bakmayıp, bugünün pratiğinin zorladığı bir nesnellik olarak ele alırsak, ne demek istediğimden ziyade, ne dediğim çok daha net anlaşılacaktır.
Buradan, başka bir yere ulaşmak da mümkündür, bugün Türkiye’de emek-sermaye çelişkisi var ve nesnel olarak da, genel teorik yaklaşım olarak da, belirleyiciliği tartışılmaz. Ama bu belirleyicilik, tüm nesnelliğine rağmen, görülemiyorsa ve bu görülememe durumunda temel etmen, ideolojik saldırı ise, üstelik diğer tüm çelişkileri bu çelişkiye bağlamak yerine, bu çelişkilerin, emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtmek için kullanılan bir dinamik oluşturulmuşsa, bu noktadaki dinamiği kırmak için ideolojik mücadeleyi sertleştirmek gerekecektir. Ama yine de sorun bitmiyor. Bu ideolojik mücadelenin önünü tıkayan ve tümden kapatmak isteyen başka bir dinamik var; o da, toplumun edilgen hale getirilmesi ve bu nedenle, bunun dışında kalanlara uygulanan ideolojik ve psikolojik kuşatma harekâtının daha sert ve sinsi oluşu nedeniyle, ideolojik mücadeleyi sürdürecek alanın darlığı ve kuşatılmışlığı söz konusudur.
İşte bu alanın açılması için, bütün çelişkileri emek-sermaye çelişkisine bağlarken başvuracağımız yöntem, ideolojik mücadelemizin sivri ucunda duran tarafın alanını daraltmak ama bizim hareket alanımızı genişletmek için, nesnel olarak onun alanında bulunmayan güçleri ondan yalıtlamayı gerektirmekte, bizim alanımızı genişletebilecek olanları bizim alanımıza çekmemizi gerektirmektedir.
Bu zor görünse de, bizim elimizde, düşüncemizde diyalektik bir mantık olduğu sürece bu zor olanı hem kolaylaştırıp ve hem de güç haline getirmemiz mümkündür. İşte ben buna politika sanatı diyorum ve hatırlatmam gerekirse bunun ideolojik mücadele zemininden yükseleceğine dikkat çekiyorum ve elbette nesnel olanla bağlı bir teoriyi de içermesi gerektiğine hep vurgu yapıyorum.
İşte ordu meselesini bu temelde ele almak gerekmekte ve ordunun burada oturtulacak yerini belirleyenin mutlak bir teori değil, pratiğin dayattığı zorlamanın ortaya çıkardığı teorik yaklaşım temelinde ve elbette nesnellikten kopuk olmayan bir gerçeklik içinde, meydana geldiğini görmek gerekmektedir.
Daha açmak gerekirse, kapitalist bir rejimde, hele ki tekelci düzenin hâkim olduğu ve hiçbir nesnel tabanı olmamasına rağmen, kendine taban yaratmanın dinamiğine de sahip bir rejim koşullarında, elbette ordu tekellerin, tekelci düzenin ve bizim ülkemize has olarak da, emperyalizmin, daha çok ABD emperyalizmin alanında yer alacaktır.
Ama buna rağmen, birçok ülkede zamanında sosyalist devrimler ordu ile kotarılmıştır. Yani sadece Rusya’da çarın ordusunun cephede savaşanlarıyla, küçük burjuva unsurları da taşıyan alt kesimlerdeki yönetici rütbelerin çarın yüksek komutanlığına karşı çıkması değildir tek örnek.
Ama burada sözü edilen orduyla sosyalist devrim yapmak değildir, orduyu devrimci mücadelede, bu mücadeleyi bastıracak güç olarak serbest bırakıp, öteki alanın içine hiçbir kitle baskısı almadan (hem kendi tabanından, hem de halktan) rahatlıkla geçmesine daha geniş kapı açmamaktır. Aksine o kapıyı kapamak için var güçle çalışmaktır. İşte politik hüner budur. İşte diğer çelişkilerin asıl belirleyici olan çelişki ile bağı bu noktadadır.

Özetlersek, yazının bütününde yapılan vurgu, kapitalist dünyanın hem daha çok zenginliğin üzerinde oturmak, hem de krizlerine her daim çare bulmak için, gelişen ve değişen koşullarda işçi ve emekçi kitlelerin hem daha çok sömürülmesi, hem de bu sömürüye daha çok sessiz kalması ve bunun için emperyalist kapitalizmin kuracağı, ya da kurduğu dinamiğedir. Bu elbette, kapitalizmin yerini sağlamlaştırdığından beri dayandığı ama bu denli başvurmak zorunda kalmadığı bir dinamiktir. Şimdi başat olarak başvurması gereken bir dinamiktir. O da, dini bütün yaşama uygulamak, edilgen bir sömürülen kitlesi oluşturmak, bütün sorunların çözümünün cennete ya da cehenneme endekslenmesini hem kafalara kakmak ve hem de bunu ekonomik yapının üzerinde hukuksal olarak yerleştirerek yapmaktır.
İşte bize yansıyan da aynı dinamiktir ve ordu eliyle bu dinamik yerleştirilmiştir ama yine de nesnel koşulların onlara dayattığı zorlama ile orduyu tasfiye etmeleri ya da kendi alanına aldıklarını artık ilan etmeleri gerekmektedir. Burada nesnel pratiğin dayattığı zorlama, ordunun bu dinamikte karşı durma zorunluluğu, bu dinamiğin hepsini kendi dayandığı ideolojiye dayandırarak yarattığı içindir.
İşte politikanın hüneri bu noktadadır. Ordunun zorunlu olarak dayandığı Kemalistler ve ulusalcılar bu dinamikte ordu ile tekelci düzenin kendi dinamiği arasında bir köprü değil bir engel durumundadır. Oysa Kemalistler de, ulusalcılar da özünde bu düzenin alanındadır. Öyleyse onları hem orduya sahip çıkmaya ve onun öbür alana geçmesini ilan etmesini engellemeye ve hem de, pek de ayrı olmadıkları alanda hareket eden iktidar ile çatışmaya iten nesnellik nedir diye sormak gerekmektedir.

O da, emperyalist kapitalizmin hâkim güçlerinin dünyayı ve elbette bu bölgeyi tarihin gerisine götürme dinamiğidir diye cevap vermek mümkündür. İşte politikamızı böyle ilerletiyor, devrimci mücadelede tekelci düzenin içindeki diğer çelişkileri bu noktalardan, emek -sermaye çelişkisine bağlamaya çalışıyoruz.
Ve tabii burada başka ve önemli bir diğer etmen de, bu Kemalist ve ulusalcı olarak bir alan yaratmış olanların, bu yarattıkları alanın zorlamasıyla da, muzdarip olduklarını göz ardı etmemek gerekmektedir.
Öte yandan, sınıf çelişkisinin, emek sürecinin belirleyiciliğine rağmen, işçi ve emekçilerin hafıza kaybı içinde olması, tümüyle olmasa da ezici olarak bu edilgenlik dinamiğine hapsolmuş olması, bu çelişkinin keskinliğini ve belirleyiciliğini örtmekte ve haliyle sınıf mücadelesinin keskinleşmesi gereken nesnel bir alanda sessizlik hâkim olmaktadır. Bunda sendikal örgütlenmenin yapısının da payı fazladır. Öyleyse, bu çelişkinin ve sınıf savaşımının keskinleşmesi için bu noktalardaki çelişkileri ve bu çelişkiler üzerinden gelişen güçleri sınıf hattına yönlendirmek, bu güçleri karşı tarafa terk etmemekle mümkündür. Yine demiştim ki, nihayetinde onları temsilen var olanlar, aynı zamanda tekelci düzenin alanında olduğunun da farkındadırlar. Dolayısıyla, bizim işimiz bu güç potansiyelinin tepe noktalarındaki temsilcilerle değildir, onlarla masaya oturmak da değildir, ama onların bu mevziiyi bırakmaması için, tabanlarının yanında olmak gerekmektedir. Bu da ideolojik saldırının yarattığı kuşatmayı yarabilmemize olanak sağlayacak ve bu güçleri diğer alanın daralmasında seferber etmeye, belirleyici olan çelişkinin keskinleştireceği sınıf hattında biriktirmeye kanal açacaktır. Kolay mıdır? Elbette hayır. Zor mudur, politikanın hünerine bağlı olarak kolaylaşabilir.
Geçelim diğer kafa karıştıran noktaya… Arkadaşımız iletisinde; "Geçmişteki toplumsal ilerleme, UDD veya şimdiki sip tkp nin, ya Osmanlı ya cumhuriyet demesi meselesini çağrıştırdı. Oysa Marksistlerin yapması gereken iş başka diye düşünüyorum." diyor.
Bunu iki ayrı temelde ele almak istiyorum. Birincisi, bugün ya cumhuriyet, ya da yeni Osmanlı yaklaşımı ile UDD yaklaşımı ilkede aynı olmakla birlikte, hem teoride, hem de pratikte aynı değildir. İkincisi, SİP-TKP nin böyle yaklaşım göstermesi nesnel olan yönünde pragmatizm yaparak, bu nesnellikten yükselecek gücü atıl bir şekilde SİP-TKP nin alanına hapsetmek içindir.
Konuyu böyle koyduktan sonra teoride ve pratikte neden aynı olmadığına bakalım; toplumsal ilerleme ve UDD nin ortaya atıldığı süreç ile bugünkü süreç aynı değildir. O günkü nesnellik, toplumsal ilerlemeyi, UDD yi değil, sosyalist iktidar mücadelesini işaret ediyordu. Detayına girmek istemiyorum çeşitli yazılarla bu konuyu derinlemesine dillendirdim. Ve hepimizin dağarcığında o sürece dair hafızamızı zorlarsak bu dile getirdiklerimi doğrulayacak gelişmeler saklıdır. Ama şunu söyleyebilirim, daha önce de söyledim, o zaman karşıt sınıflar arasında bir yenişememe durumu mertebesinde demokrasi ve aynı oranda da iç savaş vardı. İşte tam bu süreçte 2, dünya savaşı koşullarından kalan faşizme karşı cephe mücadelesi dinamiği ile ve proletarya diktatörlüğüne daha sıkı sarılınacağına, ondan kaçışın baş göstermesiyle aşamalı geçiş, yani demokrasi ile düzenin kuşatılması ve oradan barışçı olarak sosyalizme geçiş dinamiğine kayış baş gösterdi. Bu dinamik benim zaman zaman vurgu yaptığım "aniden" dinamiğiyle de bağlı olarak gelişti.
Bu yenişememe derecesinde süren sınıf savaşının, o derecedeki iç savaşın, burjuvazinin lehine çözülmesini ve bazen de devrim kapısından döndürme dinamiği diye sözünü ettiğim dinamiği de hareketlendirdi ve başka birçok etmenle birlikte ve daha çok da, nesnel durumu atlayarak geliştirilen teorilerle, işçi sınıfı ve emekçilerin barışma eğilimi körüklenmiş oldu.
12 Eylülle beraber de, lider gibi görünenlerin kimilerinin teslim olmak için sıraya girmesi, kimilerinin bu darbenin faşistlere de yönelik olduğunu, hatta Kemalist olduğunu zannetmesi ile kenara çekilmesi, özellikle TKP nin tepesinde olan kadroların, kiminin bilinçli, kimilerinin sığ olmasından işçi ve emekçi kitleleri şaşırtması, beklemeye alması sonucu, 12 Eylül rejimi zorsuz, zahmetsiz yerleşti. Buna rağmen kanlı olmaktan vazgeçmedi. Hiçbir direnişle karşılaşmadığı halde, apar topar darağaçları kurması, özellikle Kürtlere yönelik ağır baskı ve işkenceler, rejimin uzun süre kalmak üzere yerleştiğini ve bunun için de korkuyu sürekli kılmaya çalıştığını gösteriyordu. Ve dahi, gelir gelmez dini alanın genişlemesi için ne gerekiyorsa yaptı.
İşte bu nedenle, bugün cumhuriyetle, yeni Osmanlı karşıtlığında tarafsız olunamaması, dünün UDD si ile taban tabana zıtlık taşımaktadır.
Ama burada çözüm, tarafsız olmamak için cumhuriyetçilere teslim olup, 1789 Fransız ihtilalinde işçilerin burjuvazinin devrimciliğinin şemsiyesi altında savaşması gibi, onların emrinde ve yöneliminde savaşmak da değildir; yeni Osmanlıcılık da özünde bir kapitalizmdir diyerek, bu hatta yani tarihin gerisine dönme hattında cumhuriyeti savunma noktasındaki ordunun, demokrasi önünde bir engel olduğu noktasından iktidarı desteklemek, en azından ona engel teşkil etmemek de yanlıştır.
İşte belki bir üçüncü yol gibi görünen, sosyalistlerin bağımsızlığından milim sapmadan, bu noktadaki güçlerin tümünü, tarihin ilerleme çizgisini, geriye çevirme dinamiğine karşı seferber etmek, cesaretlendirmek ve en önemlisi asıl çelişkiye bağlamaktır.
İşte, Kemalistlerle birlikte ve onlardan bağımsız olarak, sosyalistlerin komünistlerin geriletildiği nokta tam da burasıdır ve burada, SİP-TKP nin de yararlanmak ve kendi dinamiğine hapsetmek istediği nesnellik ve bu nesnelliğin üzerine basan güçler yanında, ilerici, sosyalist, komünist, devrimci demokrat güçler de vardır. Tarihin bir cilvesi diyelim, şimdi Kemalistlerle, ulusalcılarla komünistler aynı noktaya basmakta ama birbirinin alanına girmemektedir. Ama eninde sonunda girmeleri nesnellik gereğidir. İşte bu nedenle, bu nesnelliğin de üstünü örtmek için uzun yıllar, sosyalistlerin, komünistlerin Kemalistlerle, ulusalcılarla aynı noktaya bastıklarını görmelerini engellemek yanında, bu bastıkları yerdeki güçleri, süreci ileriye ilerletecek olan komünistlerden, diğerlerini yalıtlamak üzere ayırmak için, sözde ulusalcılara, Kemalistlere karşı bir dinamik ortaya konulmuştur. Yerine de, tümüyle tekelci düzenin ihtiyacı olan ve onun sınırlarında ve de hiç gelmeyecek olan bir burjuva demokrasisini koymuşlardır. Bu tümüyle, emperyalist ideoloji ve teori laboratuarları nın bildik saldırı ve şaşırtma yöntemlerinin uygulanması sürecidir. Bunun en önemli aktörleri, devşirme solcular ve önceden görevlendirilmiş, çift inançlı burjuva kadrolardır.
Diğer taraftan, çok doğru söyleyerek arkadaşımız, "Oysa Marksistlerin yapması gereken iş başka diye düşünüyorum. İşçi sınıfı ve bağlaşıklarında bir potansiyel var, bu potansiyeli kapitalizmin krizi harekete geçirmez, tersine işini kaybetmek istemeyenler yarı ücrete çalışmaya razı olur, yavşarlar, işini kaybedenlerde şoven ve dinci akımlara kolayca kapılırlar. Burada sınıf partisi gereklidir, sendikalar, meslek kuruluşları bu işi üstlenemezler. " diyor ki, Marksist-Leninistlerin yapması gereken başka şey işte tam da bu noktada durmaktadır.
Emek sürecinin belirleyiciliğinin üstünden atlamadan, bütün çelişkileri emek-sermaye çelişkisine bağlamak, işini kaybetmek istemeyenlere de, işini kaybedip de artık her şeyin bittiğini sanarak savrulanlara da cesaret vermek, onları sermayenin alanına gitmekten kurtarmak için, bastığımız yerdeki güçleri, kendi gücümüzü iyi hesabederek değerlendirip, işçi ve emekçileri, işsizleri, yoksul halkı nasıl tekelci düzenin alanından kurtarmak gerekiyorsa, onları da aynı öyle, o alandan uzaklaştırmak ve sosyalist iktidarın yürüyüşünün kapısını açacak bir sınıf hattına, bağlamak gerekmektedir. Zor mu? Elbette zor. Ama zor diye, kolay yol gibi görünen ve tekellerin bahçelerinde piknik yapmak demek olan demokrasi mücadelesini kutsamak burjuvaziye teslim olmanın en kolay yoludur.
Ve elbette bütün bunların ötesinde ama bunlardan ayrı olmayan, bu topraklara bağımsız, ayakları yere sağlam basan bir işçi sınıfı partisi gerekmektedir. Ama işte bu gereksinimin yerine gelmesi salt istemekle olmuyor. Bu da, nesnel durumla çok yakından ilintili ve yine nesnel olarak, böyle bir partinin güçleri varlığını göstermese de yok demek değildir. Eksik olan başka diğer nesnelliklerin örtülenmesi gibi, bu nesnelliğin de kendini göstermesini engelleyen dinamiklerin hareket halinde olmasıdır.
Ama daha önemlisi, işçi sınıfının partisi olmadığı için bütün sorunların çözümünü, onun var olmasına bağlayıp, beklemek ve bu yöndeki nesnelliği iyi okumak yerine, üzerinden atlayarak, öznel kurgularla sosyalist, komünist kadroları parti fikrinin peşine takmak, parti kurma peşinde diğer bütün sorunların üzerinden atlamaktır.
Bunun pratik tezahürü şu olacaktır ki, geçmiş deneyimler de, bugünün canlı pratiğinde yaşadıklarımız da onu göstermektedir. Yani komünist parti kurup, içinde komünistler olmazsa o parti komünist olmaz. O parti olsa olsa tekellerin ihtiyacı olan demokrasi illuzyonundaki bir gül bahçesi öznesidir. Ve komünist partiyi, işçi sınıfının bağımsız, politik örgütü olarak kuracak olanlar gerçekten komünist olup, o partiyi gerçekten politika sanatının hüneri ile yönetebilecek olanlardır.
Onlar varsa, işçi sınıfı partisini kurabilecek bir nesnelliğin su yüzüne çıkmasında yeterli olamıyorlarsa, parti yoksa süreci yönetmeleri mümkün değil mi? Bunun için ille tepeden birilerinin emir gibi politik yönermeler mi göndermesi gerekiyor. Ayrıca, hem işçi ve emekçiler, hem sosyalistler ve komünistler kendi aralarında ve içinde henüz bir güven köprüsü kurabilmiş değiller ve en önemlisi de, henüz böyle bir partiyi gerçekten sınıfsal temelde isteyenlerle, tekellerin gül bahçesine yöneltmek için isteyenler de tam netleşmemiştir. Ve belki bugün böyle bir parti kurulmuş olsa, içinde komünist yoksa olsa da yönetenleri politik olarak hüner taşımıyorsa, ideolojik bir netliği sağlamamışsa ve günümüzün nesnelliğini içeren somut teoriler üretilemezse, sessizlik bugünden farklı olamaz ve belki daha da fazlalaşır diye düşünüyorum.
Öyleyse, parti fikri hoş ama içine koyacak komünistler henüz ortada yoksa (hepsi ayrı telden çalıyorsa da yoklar demektir.) partinin içi de, fikri de boş olacaktır. Bu boşluk da burjuvaziye yarayacaktır.
Bundan sakın parti fikrine de, partinin kendisine de karşı olduğum çıkmasın. Aksine belki en çok istediğim odur. Ben nesnelliğe işaret etmeye çalışıyorum. Ve ideolojik netlik, ayrışma ve yetkinleşme sağlanmadan bir komünist partinin yükselmesi nesnelliği bozar. Komünist partinin oluşumunda aritmetiğin önemi yoktur. Tümüyle ideolojik, teorik ve politik bir bütünlüğü kadrolarıyla yetkinleştiren canlı organizmadır. Onu hiçbir dış etmen nesnelliğin gerçekliğinden soyutlayamaz. Ve nesnellikle birlikte yükselmesi kuvvetle mümkündür. O nedenle bir kez daha işaret ediyorum ki, nesnelliğe iyi bakalım. Göremiyorsak, eksikliği kendimizde aramayalım, henüz kendini göstermiyor demektir. Ve partiyi beklemeden üzerimize düşeni yapalım. Parti olsaydı da zaten partiyi gerçekten isteyenlerle olacaktı.
Sevgi ve saygılarımla 19.11.2009
Fikret Uzun

Hiç yorum yok: