25 Haziran 2010 Cuma

ANAYASACI KOMÜNİSTLER

Komünistlikten, "özgür komünist"liğe, "özgür komünist”likten, anayasacı komünistliğe giden yol pek de uzun değilmiş. Bu yolu şekillendiren ve bu günkü noktasına getiren koşullar her ne olursa olsun, yolun başındaki duruş ile bugünü ihtiva eden yolun sonundaki duruşun, zıt gibi görünmesine aldanmamak gerekiyor. Yüzeyde görünenler aldatıcıdır ama derine bakmasını bilenler göreceklerdir ki, bu yolun başındaki duruş ne ise, bu günkü duruş da aynı çizgiyi gösteriyor. Dün bunu görememek, bu gün de görülemeyeceğinin garantisi değildir, aksine, dün Komünist görünüp, Kemalizm’in, o anlamda resmi ideolojinin yani burjuva ideolojisinin sosyalist hareket içindeki ve hatta tepesindeki aktörleri, şimdi bu günkü resmi ideolojinin, tekelci burjuvazinin ve onun ayrılmaz bütünleyicisi olan emperyalizmin ideolojik hegemonyasını yerleştirmek için, bu günkü şartlarda tekellere, emperyalizme ne gerekiyorsa (ağırlıklı olarak anti-Kemalizm gerektiği görülmektedir) o doğrultuda görev yapmak için, dünkü çift inançlılığını koruyarak, bu gün komünist, hem de "özgür komünist" görünmeyi ihmal etmeden, AKP yi demokratik bir zemine, karşısında olan bütün ideolojik, politik yaklaşımları ise, tam tersi bir çizgiye, faşist diktatorya çizgisine yerleştirmeyi kabul ettirmek için sol içinde çalışan aktörleri konumundadırlar.
Dün hangi noktada iseler, bu gün de aynı noktada olduklarının açıklıkla görüldüğüne inanıyorum. Ama dediğim gibi, bu açıklığa bakmazsak, gözlerimizi hep karanlığa bakma alışkanlığından kurtaramazsak, görmek gerekeni değil, gösterilmek isteneni görebiliriz; karanlığa bakıldığında, ancak bize gösterilmek istenenleri görebiliriz ki, bu da illüzyondan başka bir şey değildir. Bu illüzyonu yırtmak, ancak ve ancak bilimsel bakarak, ideolojik netlikle, teorik olarak ve elbette sınıfsal bakarak mümkündür. İllüzyon yırtıldığında, karanlık ta dağılacaktır, ardındaki görünmeyen açıklık da bütün çıplaklığı ile görülecektir.
Dünün, komünist gömleklileri, şimdinin "özgür komünistleri", eğer anayasacı komünist gömleği giydilerse, yolun başından itibaren, nesnel gerçekliği karanlıkla örtme çabalarına devam ediyorlar demektir. Bu dinamiğin, önemli oranda taban bulması ise, daha yolun başından itibaren örgütlü bir çabanın mevcudiyetini göstermektedir. Bu çabalara yataklık olgusunu, Ekim devriminin kapitalist dünyaya yaydığı korkunun tezahürü olarak, bu korkunun pratik olarak baş gösterdiği andan itibaren, komünist hareketi içinden eritme ve kendine bağlama politikalarının sinsiliğinde aramak gerekir. Sadece, TKPnin en tepesine oturmuş olan Vedat Nedim Tör'ün, küçük bir fiske niteliğindeki, komünistlere saldırı ihtimalini görerek, gönüllü bir şekilde, kendisini ve dava arkadaşlarını polise teslim etmesi ve burjuvazinin gündeminde hiç de komünist avı olmadığı halde, birçok komünist yanında, aydınların da aylarca zindana düşmesinde ve komünist hareketin dağılması yanında, güvensizlik tohumlarının ekilmesinde ve elbette daha da önemlisi, komünist hareketi resmi ideolojiye yakınlaştırmada etken olması, sonunda da asıl yerine yani Kemalizm’in ideolojik düzlemine ricat etmesi, onunla birlikte başka TKP kadrolarının da Kemalist ideolojiyi yaymak ve komünist hareketin önüne koymak, komünist hareketi, Kemalist ideolojinin sınıfsal yaklaşımıyla bulandırmak ve kuyruğuna takmak için örgütlü bir çaba içine girmesi bile, bu sinsiliğin döl yatağını ve bu günlere gelirken nasıl büyüdüğünü, nasıl örgütlü hale geldiğini göstermeye yeter. Bu olgu, çift inançlılığı, emperyalizmin bir savunma mekanizması olarak görmemize işaret etmektedir ve bu güne kadar bu sinsiliğin devam ettiğini görmemizin, bu mekanizmayı tersine, emperyalizmin kendisine çevirmenin mekanizmasını ortaya çıkaracağı açıktır. Benim yaptığım da bundan ibaret olup, gördüklerimi göstermekten başkaca yaptığım bir şey olduğu söylenemez.
Bu girişi neden yaptım; bu giriş, benim de içinde olduğum bir hareketten arta kalan kimi eski TKP li komünist, daha sonra TBKPli komünist ve hemen akabinde "özgür komünist",sonra da hepsini çöpe atıp, Liberal komünist, ardından da (herhalde yolun sonunda olduklarını hissetmelerinin tezahürü olsa gerek) AKP nin anayasa manevrasına destek vermeyi üzerlerine vazife edinen ANAYASACI "KOMÜNİST" ler olarak canhıraş bir çaba içine girmelerindeki kodlara dikkat çekmeyi kendime vazife addettiğim içindir. Bunu, sadece tarihe not düşmek için, gelecek kuşaklara, Türkiye’nin komünistlerinin komünist olduktan itibaren, artık komünist öleceklerini, istisnai durumların bunu etkilemeyeceğini, ama komünistlikten, hem de komünist gözükmeyi ihmal etmeden, vazgeçmenin özel bir çabanın, bir görevin yansımasının, bu görevle adeta beşik kertmesi yapılmış olmasının, son tahlilde aslına dönmesinin yansıması olduğunu ve hiçbiri zaman komünist olmadıklarını (olamadıklarını değil) bu gün olmazsa yarın görmeleri için, komünist kalanların, sorumluluklarını yerine getirdiğini ve getirmesi gerektiğini göstermek için yapıyorum. Başkaca bir tetikleyen, teşvik eden etmen yoktur. Tek etmen, bir kere komünist olanların, komünistlikten vazgeçmelerinin, istisnai durumlar hariç, mümkün olmadığını gösterecek olan tarihsel sorumluluk bilincidir. Bu bilinçten uzaklaşmamış olanların, bu bilinci hep diğer yüzüne asıp, gerçek yüzündeki karanlığı saklayanlardan çok daha fazla ve çok daha yürekli olduğunu ve de yürekliliğinde nesnelliğe olan inancı olduğunu göstermek, bu tarihsel sorumluluğu bu bilinçten uzaklaşmamış olanlara hatırlatmak içindir.
"halklarımızın talebi bu baskici cagdisi anayasadan kurtulmaktir. " ,"Ulkede yasayan tum insanlarin, etnik ve kulturel ayrim yapilmaksizin temel hak ve ozgurluklerin, sosyal adaletin kurulmasinin onunu acan bir anayasa hepimizin istemidir.Asker ve Yargi vesayetinden kurtulmus,sivil demokratik bir anayasa hepimizin en onemli ozlemi ve talebidir.Bu nedenle en genis cevrelerle birlikte hareket etmenin demokrasiyi kazanmada da onemini biliyorum. Ancak; 1.AKP nin yukarida saydigim ozellikleri tasiyan kapsayicilikta olmadigini goruyorum. 2. Demokrasinin olmazsa olmaz kosulu katilımcilik anlayisindan uzak oldugudur. 3. Bu anlayisin ozgurlukcu esitlikci ve demokratik bir anayasnin ileride onunu kesebilecegi kaygisini tasiyorum.",
"Elbette simdilik bu degisikliklerin bile gundeme gelmesinin yeterli olduguda dusunebilir. Ama ben, Ben Yaptim Oldu anlayisini icime sindiremiyorum............... soyledigi gibi, Nabi lerin(N.Yağcı) geldigi donemde Refah Partisiyle BİRLİKTE,ORTAK isler yaptik.Bir davet icin ,..........ile Kocaeli R.P.ziyaret edip sohbet ettik.A.Dilipak' i fuar Adimllar temsilciliginde soylesi icin konuk ettik .Ayrica yine 141,142 ve 163. maddelerin ceza yasasindan cikarilmasi icin Turkiye genelinde bu muhafazakar veya liberal islamcilarla ortak toplantilar yapildigini iyi animsiyorum O nedenle anayasa degisikligini iceren toplantiyi onerdim.YİNE israrla soyluyorum.Bu toplanti mutlaka yapilmalidir. Hatemiler veya Hilal Kaplan katilsin ben kenardan izliyeyim."
Bu ifadeler, iyi niyetli bir kaygının ifadesi gibi görünse de, özünde, bu ifadelerin sahibinin, eski bir komünist olarak, hem de " özgür komünist" olmakla övünen bir komünist olarak, sınıfsal bakıştan, komünist duruştan ne kadar uzak olduğunu göstermeye yeter ama asıl konu bu değil, bu iyi niyetli kaygının yansıması gibi görünen ifadelerden, başka bir eski Komünistin, vazife çıkarması ve şimdi artık "özgür komünistlerin" yeni misyonunun AKPye cesaret vermek için destek olmak olduğunun örgütlü bir hal alması çabalarıdır.
Bu çabaya çağrı niteliğindeki aşağıdaki ifadeler ise, tarihsel bir itirafname gibidir, şöyle diyor itirafname de; "ortada bir kavga var ve bizler bu kavganin bir tarafiyiz. Ya olani biteni kenarda durup izleyecegiz. .. Ya da vesayet rejiminin duvarindan bir tugla daha cekilmesi icin AKP' ye cesaret verecegiz..." bu "özgür komünist", ANAYASACI KOMÜNİST liğine mantıksal kılıfını kavga üzerine ki, politik terminolojide bu kavga sınıf kavgasıdır, yerleştiriyor ve bu kavgadaki taraflılığın AKP yandaşlığı olması gerektiğini ve bunun da AKP nin de üstünde bir politik yaklaşımın gereği olduğunu, hatta sınıfsal olduğunu vurgulamaya çalışıyor. Yani şimdi komünistlerin tarihsel görevi, bu "özgür komünist"e göre, AKP nin anayasa değişikliğini ne yapıp edip gerçekleştirmesi için, onu cesaretlendirmekten ibarettir. Komünistlerin başka bir görevi de, seçeneği de yoktur. Tabii komünistler, böylece AKP yi, egemen sınıfın yani tekelci burjuvazinin karşısında ve elbette bunun sonucu olarak da, emekçi sınıfların yanında görmeliler, dolayısıyla AKP nin yanında olmasalar da,(cesaret vermek için destek vermek yanında olmaktan sayılmıyor) egemen sınıflara karşı mücadelesinde onu emekçi sınıflar adına desteklemek bütün komünistlerin görevi sayılıyor. Aksine hareket edenler ise, komünistlikle ilgileri olmadığı gibi, en barbar gericilerdir, faşistlerdir. Buna her halde arkamızdan gelen kuşaklar üzülerek gülmek zorunda kalacaklardır. Ama sevinmeliler, çünkü bu yaklaşımlar, komünist olduktan sonra vazgeçmenin tezahürü değildir, hiçbir zaman komünist olmayanların, komünist hareket içinde şebekevari bir örgütlenme ile yığınsallaşmasının ve peşinden gelmeyenleri ya kılıçtan geçirmiş olmalarının, ya da burjuvaziye teslim etmiş olmalarının açığa çıkmasının tezahürüdür ki, artık tarihte bu tip çift inançlılık için hiç kimsenin döllenme yatakları bulamayacağının tarihsel koşullarında yaşıyoruz. Bizim kuşak bunu henüz göremese de, bizden sonrakiler, bütün çıplaklığı ile göreceklerdir.
En baştaki iyi niyetli gibi görünen ama sınıfsal bakıştan kilometrelerce uzak bir bakışla ifade edilen kaygılardan kendine vazife edinmiş bir başka "özgür komünist", AKP nin cesaretlenmesi için verdikleri desteği demokrasi ile bağlarken, bakın demokrasiye bakışını nasıl itiraf ediyor ki, bu bakış çok eskidir, komünistçe bakış olmaması bir yana, asgari sınıf bilinci taşıyanların bile bakamayacağı bir körlüğü ifade ediyor. Şöyle; "Biz farkli kesimlerden insanlari bir araya getirerek, demokrasi kulturunun olusumuna, karsilikli önyargilarin kirilmasina ve suren demokrasi mucadelesine katki yapiyoruz." diyor. Bu yaklaşım, her gün 24 saat demokrasiden söz edenlerin, gerçekte demokrasiye dair elle tutulur bir ipucu bile vermedikleri ama kendilerinden önceki demokrasi teorisyenlerinin, demokrasiyi bir moda yaklaşımı içersinde, bir kültürler toplamına indirgedikleri yaklaşımı ile uyumludur ki, bu yaklaşım burjuvazinin bile yaklaşmadığı ama şimdi eskimiş "özgür komünistlerin" cesaretlendirici yaklaşımı ile biçilmiş kaftan bularak yaklaştığı bir örtü vazifesi görmektedir. Yani, demokrasinin bir devlet durumu olduğu (ki bu, Marks tan beri böyle ifade edilir) ve diktatörlükle arasında çok ince bir çizgi olduğu böylece kolaylıkla örtülenecek, Çingene kültürü ile Ermeni kültürünün ve yanında çevre kültürünün, vesaire kültürlerin bir araya toplanmasını, dinler arası diyalog, kültürler arası diyalog, sınıflar arası diyalog vesaire diyalog dinamikleri ile demokrasi olarak göstermek kolaylaşacaktır.
Başka bir "özgür komünist" ise "Adı geçen isimler" i, isabetli ama yeterli bulmuyor, "ancak gelirlerse Fehmi Koru veya Ali Bayramoğlu gibi isimler de düşünülebilir. Ayrıca Murat Belge de olabilir."diyerek, cesaretlendirici desteğin çapını genişletmek gerektiğine vurguyu ihmal etmiyor.
Türkiye Komünist Partisine katılırken, onun bir komünist parti olduğuna inancım tamdı. Komünist olmanın onuru ise, hiçbir şeyle değiştirilemeyecek denli anlamlı idi. TKP üyesi olmak, bu onuru kazanmış olmak demekti. Bu düşüncelerle ve inançla TKP üyesi olarak Türkiye’de sosyalist bir devrim için, işçi sınıfının iktidarı kazanması için mücadele ettiğime inanarak, bulunduğum örgütlerde, şimdi çapsızlığını netlikle görebildiğim kişilerin buyurduğu görevleri, öncesinde eleştirdiğim, sorguladığım, hatta yer yer yanlışlığını savunup ayak dirediğim halde sonuçta "parti kararıdır" diye, harfiyen yerine getirdim. Katılmadığım ve anlamadığım, bir komünist partisine ve onun politik yönlendirmesine uymadığını düşündüğüm çok konu vardı ve bu tavrım neticesinde, bulunduğum yerden parti kararı ile sürgüne gittim. Sürgüne gittiğimi, sürgün yerinde beni bekleyen parti görevlisinden öğrendim. Bu partili yoldaş, önyargılarını anlatmak, bana "burası geldiğin yere benzemez" demek ve muhtemelen bunları anlatmaya cesaret toplamak için, ya da efkârına ortak etmek için, bir meyhanede randevu vermişti. Ama sürgünde olduğumu bu randevuda anlatmadı. Oradan başka bir yere de sürgüne gitmedim, aksine Bulgaristan’daki dünya komünist gençlik toplantısına gönderilmem kararı alındı. Beni sürgünde bekleyen partili yoldaşın itirafı bu zamandadır. Her karara karşı çıkan, olur olmaz her şeyi eleştiren biri imişim ve beni adam ettirmek için ona göndermişler. Sonunda adam olmuştum ve adamlığım komünist gençlik festivaline delege seçilerek tescillenmiş ti. Ancak bu tescil, artık kararları eleştirmekten vazgeçtiğim için değildi, bu yaklaşımının bulunduğum yere canlılık ve örgütlülük getirmesinin inkâr edilemeyecek denli görülmesindendi. Oraya yani Bulgaristan’daki festivale, gidemedim, ama 12 Eylül faşist darbesi ile bulunduğum yeri bırakarak ve bir üst görevle görevlendirilerek, başka bir yere geçtim. Burada çürük çarıklar, partiden istifa etmişler dâhil, kalan hemen hemen bütün TKP üyeleri bana bağlanmıştı. O zamana kadar ki parti sekreterim, sekreterliği ile görevlendirildiğim yeni yerdeki komitede yardımcım olmuş, bana sekreter olacak kişi, başka bir ilden, muhtemelen, okulunu bitirip adam olmuş bir yeni yetme mezun olarak, ithal edilmişti. Ayrıca, İGD kapsamında da, illegale geçmek söz konusu idi ve o alanda da, bir sekreter ithal edilmişti.( şimdi hepsi tarih olmuş, AKP nin kapılarında dolaşan birer projeci olarak kendilerini kurtarmakla maluldürler.) Sonra, 12 EYLÜL'ün demir eli tepemize bindi( kadife eldivenli deniyordu ve artık eldiveni parçalanmıştı)Böylece dışarıdaki TKP serüveni bitti ve zindanda bir serüven başladı. O serüveni de ( tümüyle ayrı bir pratik ve derslerle yüklüdür ve zamanı gelince yeni kuşaklara aktarılacağından kuşku duyulmamalıdır. ) geride bırakarak, zindan karanlığından, demir kapıların tangırtısından ve ranzaların küflü, dar ortamından gün yüzüne çıktık. Asıl serüven yeni başlıyordu ve başladı. Bu gün geriye baktığımızda, tükettiğimizi gördüğümüz yıllar, o günlerde çok uzak bir mesafede görünüyordu ama görüldüğü gibi, yıllar çok çabuk geçmiş, serüven ise hiç başlamamış gibi devam etmektedir. Serüven, yani asıl serüven, işçi sınıfının, emekçi halkların serüveni, şimdi başlayacak gibi görünüyor. Buraya kadar geçen zaman da ve hâlâ, her yerde paradoks vardı ve paradoks devam ediyor. Şöyle de denilebilir, ak ile kara bir kardeşlik kurmuş, akı kara, karayı ak belletmenin dinamiğinde, ya karaları ak görmenin, ya da karalara gömülmenin illüzyonist baskısı hâkim kılınmış, adına demokrasi denmiş, hatta yetmemiş, ileri demokrasi denilerek, illüzyonun bile kafasını karıştırmış bir hegemonyanın esaretine kalın zincirlerle bağlanmışız.
"İleri demokrasi" TKP nin 12 Eylül öncesi en önemli şiarlarından biriydi. Bunun anlamı şu idi, Türkiye’de sosyalizme giderken iki aşama var, birincisi "ileri demokrasi",ondan sonra sosyalist devrim. Sosyalizmin ilk aşaması ileri demokrasi olunca, elbette Türkiye’de bir ileri olmayan demokrasinin varlığı da söz konusu idi ve dolayısıyla, sosyalist görevler, demokrasiyi ilerletmek olarak öne geçmişti. O zaman göremediğimiz, şimdi ise açıklıkla görünen odur ki, sosyalist iktidarın önüne demokrasi mücadelesini koyanlar ve demokrasiyi ilerlettikten sonra sosyalizme varılacağını bize inandıranlar, bu gün yine demokrasi mücadelesini sosyalist iktidar mücadelesinin önüne koymakta ama bu kez, demokrasiyi bir devlet durumu olmaktan çıkarıp, bir kültürler toplamına indirmekte ve dolayısıyla sosyalizme geçiş perspektifinden de tümüyle vazgeçtiklerini ilan etmektedirler. Ama ne hikmetse, kendilerini hâlâ komünist, hem de " özgür komünist" belletmek için her türlü trajikomik yaklaşımı ihmal etmemektedirler. Ağlasak mı, gülsek mi, yoksa "özgür komünist"tir ne dese yeridir deyip geçsek mi? karar vermek oldukça zor görünüyor. Ama zor değil, zorluk bu eski ve "özgür komünistlerin" hiçbir zaman komünist olmadığını görememektedir. KOMÜNİST OLMANIN ZOR ZANAAT OLDUĞUNU VE BİR KERE BU ZANAATI ALDIKTAN SONRA BU ZANAATIN KÖRELMEYECEĞİNİ BİLMEK, KARAR VERMEDEKİ BÜTÜN ZORLUKLARI AŞAN BİR GÜÇ DEMEKTİR.
Bize demokrasinin diğer yüzünün diktatörlük olduğu daha o zamanlarda öğretilmişti. O zaman da biliyor ve anlıyorduk ki, demokrasi de, tıpkı diktatörlük türünden bir devlet durumunun yansıması idi. Demokrasi de, diktatörlük de bir devlet zorunun uygulanış biçimini ya da uygulanamayış biçimini anlatıyordu. Diktatörlükte bu zorun uygulanması doğrudan ve hızlı oluyordu. Demokraside ise bir yavaşlık söz konusu idi. Ama demokrasi de, diktatörlük de eninde sonunda bir kontrol mekanizması idi.
Diktatörlük ne kadar doğrudan ve hızlı bir kontrol sistemi yaratıyorsa, demokrasi, o kadar kademeliliği ve yavaşlığı ifade ediyordu.
Devlet otoritesi, bütçesiyle, vergilendirmesiyle, polisiyle, çok yavaş yürüyordu ve devlet otoritesindeki boşluklara göz yumuluyordu. Bu boşluğun devlet otoritesini zora sokacak genişlikte ve kontrol sisteminin dışında kalması durumunda, devlet otoritesi bu boşlukları, kendi legalitesini aşarak yani kendi koyduğu kurallar ve kontroller sisteminden vazgeçerek kapatır ve devlet mekanizmasını doğrudan ve hızla çalıştırır. İşte bu, devlet zorunun, demokrasi durumundan diktatörlük durumuna geçişidir.
12 Eylül öncesi( tabii bir gün öncesinden söz etmiyorum), 70 li yıllar, devlet otoritesindeki bu boşlukların, başka ifade ile demokratik genişlemenin yoğun olduğu bir zaman dilimini gösteriyordu ve hali hazırdaki devlet aygıtı, zor, bu boşlukları, kontrol etse bile, kapatmaya muktedir olamıyordu.
Türkiye’nin, bu en demokratik ama bir o kadar da çatışmalı zaman kesitinde, sosyal hareketliliğin, dernek kuruluşunun, partileşmenin, gösteri ve yürüyüşlerin, grevlerin, tiyatroların, konferansların, dergilerin, gazetelerin, kitapların, çevirilerin yaratıcı ürünlerin en çok olduğu bir süreç yaşanıyordu ve bu sürecin zoru, devlet otoritesi, bu demokratik genişlikle yenişemiyor ve otoritesini, her türlü karanlık hamlelerine rağmen, doğrudan ve hızla uygulayamıyordu.
Oysa Türkiye’de bir kalkınma hamlesi vardı ve ekonomik kalkınma, burjuva ekonomi politiğine göre, yavaşlığın ifadesi olan demokrasi ile bağdaşamazdı dolayısıyla ekonomik kalkınmanın uygulamaya konulması için, devlet zorunu bir plan dâhilinde hızlı ve doğrudan uygulamak gerekiyordu. Yavaşlığı nedeniyle ekonomik kalkınma programını frenleyen demokrasinin frenlenmesi, boşlukların kapatılması ve hızla ve de doğrudan devlet otoritesinin uygulanması gerekiyordu. 12 Eylül öncesi alınan 24 Ocak kararlarının uygulanmasında, var olan demokratik genişlik engel idi ve bu engel, devlet otoritesini hızlı ve doğrudan işletmek üzere, 12 Eylülü getirdi ki,12 Eylülden sonraki yıllarda büyük kalkınma gözlenmiş ama tarihinin en kanlı, en acımasız diktatörlüğünü, hem de uzun ve hatta hâlâ sürerek, Türkiye’ye ye yerleştirmişti. Artık her yerde hız ve doğrudan müdahale vardı ve hâlâ var olmaya devam ediyor.
Bu, burjuva demokrasisinin, kendi legalitesinden vazgeçmesi yani burjuva hukuku çerçevesinde kendi koyduğu kurallarından vazgeçmesi yani kuvvetler ayrılığından vazgeçerek, hepsini tek elde toplaması demekti. Hız ve doğrudan zor uygulaması, ancak böyle mümkün oluyordu ve böyle olmaya devam etmektedir.
Bu aynı zamanda şunu da açıklıkla, dün olmasa da, bu gün gösteriyor; bu, kapitalizmin gelişmesine dayalı ilerleme yaklaşımının, dolayısıyla bu yaklaşım gereği sosyalist iktidarın önüne demokrasi seçeneğini koymanın, başka ifade ile demokratik genişlik sağlayarak ve sağlayana kadar sosyalist görevleri dondurmak suretiyle sosyalizme geçmenin, teorik olarak da, tarihsel olarak da, mümkün olamadığıydı. Ve görüldüğü gibi hâlâ olamıyor.
İki tarihsel örnek ve birbirine zıt örnek, ikisi de bunu doğrulamakta ve bu gün, ideolojik mücadelenin, burjuvazinin ideolojik saldırısının merkezinde bu iki örnekten çıkan doğrulanma vardır. Birinci örnek Lenin’den geliyor ve onun geçmişte demokrasiye nerdeyse kutsal bir ton veren yaklaşımından tümüyle koptuğu ve demokratik programların yerine, başka bir ifade ile iktidarın, burjuva demokratik görevleri tamamlaması ve bu aşamada ve ondan sonra proletaryanın sosyalist iktidara hazırlanması yerine, Lenin’in Nisan tezlerinde somutlaşan, sosyalist iktidar hedefini koymasındadır ve bu hedef gerçekleşmiştir. (70 yıl sonra yıkılması bu gerçekliği inkâr ettirmez, bu olsa olsa, artık bir SOL MARKSİZME, yani sağ kalıntılarından arınmış bir Marksizm’e ihtiyaç olduğunu gösterir.)
İkinci örnek, Sosyalizmi "demokratik genişletme" kategorisine indiren Fransız Komünistlerinin ,"kuşatma " programıdır. Bu programla (sosyalistlerin ve komünistlerin ortak programı) oluşturduğu ortak güç, iktidara gelecek, demokrasinin önünde engel olarak görülen büyük işlemeleri dağıtacak ve tekelleri kuşatarak, demokratik genişlemeyi sağlayacaklar, sonrada sosyalizme tere yağdan kıl çeker gibi geçeceklerdi. Fransa gibi kapitalizmin ileri bir gelişmişlik düzeyi taşıyan coğrafyasında, komünistler ve sosyalistler bir araya geliyor, ortak bir programla güç yaratıyor ve iktidara -hem de kısa sürede iki kez-geliyorlar ama bir türlü sosyalizme geçmedikleri gibi, hatta tekelleri de kuşatmadıkları gibi, programlarını da unutup, tekellere stepne oluyorlar.
Başka örnekler de var, özü aynıdır, demokratik programlara aşırı bir gereklilik yükleyen yani aşamalı devrim teorilerine sıkı sıkıya sarılan ama her fırsatta bunun sosyalist devrim için gerekli olduğunu, asıl amacın sosyalizm olduğunu vurgulayan, bunun için çeşitli teoriler ve politikalar üreten parti ve örgütler Türkiye’de de kendini gösterdi.
TKP-TBKP bunlardan biridir. TİP ile birleşip, TBKP olmadan önce TKP’nin programını hepimiz biliyoruz, UDC ve İLERİ DEMOKRASİ programı, hem de, DİSK-MADEN-İŞ -Kemal TÜRKLER eliyle Türkiye sosyalist hareketine ilan edilmişti ve broşüründen aklımda kalan en önemli nokta, bizzat Kemal Türklerin ağzından, UDC nin başköşesine CHP nin konulması, TİP, TSİP gibi parti ve örgütlerin ise, isterseler katılabilecekleri söylemi idi. Aynı Fransız komünistlerinin dillendirdiği gibi, bu programla tekeller kuşatılacak, demokratik görevler çözülecek ve ardından sosyalizme geçilecekti. Fransız yoldaşlar, iktidara da gelmiş ama iktidarda burjuvaziyle empati kurmuş, ortak programlarını unutmuştur. İktidardan düşüp, ikinci kez gelseler de sonuç değişmemiştir. TKP nin İLERİ DEMOKRASİ programı ile Sosyalizm aşamasına geçme politikası,12 Eylülle kesintiye uğramış, dün demokratik genişlik, burjuvazi ile yenişememe durumu yarattığı halde, sosyalist harekete önemli oranda demokratik sığınak noktaları, boşluklar bıraktığı halde, var olan bu demokrasi, İleri Demokrasiye götürülememişken,12 Eylülün korku imparatorluğu altında, diktatörlüğünü demokrasi illüzyonu ile rahatça konuşlandırması koşullarında, bu kez TBKP ye döndürülen TKP nin programında, tümüyle anakronik ama daha çok, TKP tabanından TBKP ye taban sağlamayı kolaylaştırmak için, kulakların alışık olduğu şiarları içeren programda kalmak demek olan, aynı yol haritasının resmi çiziliyordu.
"Bir dizi ara aşamadan sonra... Devrime demokratik yolla... Geniş bağlaşıklık ilişkisiyle, çoğunluğun kazanılmasıyla, politik demokrasi zemininde köklü dönüşümler için mücadele ederek; emperyalizmin ve tekellerin gücü sınırlanacak, işçi sınıfı ve emekçilerin konumları güçlendirilecek, böylece sosyalizme giden yol açılacak" tı. Yani TBKP, " devrimin bir iç savaşa dönüşmeden gerçekleşmesini amaçlıyor" du.
ve politik akımlar sıralanarak, şöyle deniyordu; " ülkemizde tarihsel kökleri olan politik akımlar, komünist ve diğer devrimci sol akımlar, sosyal demokrat akım, Kemalist akım, anti-emperyalist çıkışlar yapan dinsel akım, burjuva demokrat akım ve Kürt ulusal demokrat akımı, Türkiye’deki rejime ve bu günkü egemen politikaya karşı muhalefet etmektedir." ve devamla," komünist akımı, diğer devrimci sol ve yeni sol akımlarla, kürt ulusal demokratik akım içindeki önde gelen güçlerle birleştiren önemli bir ortak temel, Marksizmin etkisidir" deniyordu.
Kemalizm’in,"ulusal kurtuluş mücadelesinin egemen akımı olarak ortaya çıktığını ve ayrışarak,1960 lı yıllardan bu yana, Kemalizm’e devrimci demokrat, sol bir anlayışla sahip çıkan aydın çevrenin, kemalizmi bu ruhla ve günün gereklerine uygun olarak geliştirmek istediğini, CHP nin devamı olan politik çizgiler içinde, aydınlar, öğretmenler, subay ve astsubaylar arasında, ulusal kurtuluşçu ve ulusal reformcu özellikleri derece derece öne çıkan bir Atatürkçü lük’ün, çoğu kez sosyal-demokrat ve burjuva demokrat öğelerle iç içe geçmiş olarak etkisini göstermekte olduğunu " belirttikten sonra, " öte yandan, günümüzde silahlı kuvvetlerin tepesinin ve genel olarak egemen burjuvazinin ulusal kurtuluşçu özü boşaltılmış Kemalizm anlayışı, Atatürkçülüğün bir etiket olarak kullanılmasından başka bir şey değildir." denmektedir.
Bitmedi ; "egemen güçlerin, eskiden olduğu gibi, emekçilerin dinsel inançlarını gerici yönde kullandığını ve bazı tarikatları kendi amaçlarına uygun örgütlerken, antiemperyalist çıkışlar yapan dinsel akımların ve kesimlerin, sol ile diyaloga daha açık duruma geldiği " de belirtiyor.
Kürt ulusal hareketi de unutulmamış," tarihsel köklere sahip kürt ulusal hareketinin, içinde bu gün (1989), değişik çizgilerle örgütlenmiş, devrimci ve demokratik güçlerin etkili " olduğuna da vurgu yapılıyor.
Programın, komünist partisini anlatan bölümünde ise TBKP nin," halkın ayrılmaz bir parçası olduğu, yurtsever gücü olduğu, halkın çıkarları için, barışı korumak ve demokrasiyi kazanmak için, ulusal bağımsızlığı ve egemenliği güçlendirmek için, sosyalist bir Türkiye için mücadele eden bir güç olduğunu" deklare etmektedirler.
"Demokratik bir rejim başlığında ise, bir dizi öneri sıralandıktan sonra, 1982 Anayasası yerine, bütün halkın, demokratik güçlerin katılımıyla yeni bir anayasa yapılmalıdır" deniliyor. Ve "bu anayasanın, hiçbir ayrım yapılmaksızın, bütün yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini, çoğulcu bir rejimi, demokratik, laik, sosyal, hukuk devletini güvence altına alması gerektiği " vurgulanıyor.
Ve bütün bunları söylerken de, program, "halkın sorunlarının kapitalizm koşullarında tam ve temelli olarak çözülemeyeceğini; bunun için sosyalizme geçilmesinin zorunlu olduğunu " söylemeyi ihmal etmiyor.
Ayrıca, “Türkiyenin, emperyalizme ve özellikle de ABD emperyalizmine ekonomik, politik ve askersel bakımdan bağlı olduğunu ve bu nedenle de Türkiyenin ulusal çıkarları doğrultusundaki istemlerinin engellendiğini " söylemeyi de ihmal etmediğini görmekteyiz. Bu vurguyu ihmal etmezken, “ABD emperyalizminin, ülkemizi sömürmesine, ulusal kaynaklarımızı talan etmesine, ekonomimizi bir borç kıskacına sokmasına " da vurgu yapılmaktadır.
Daha fazla uzatmaya gerek yok, bu uzunluğa bile gerek yoktu ama boşlukları azami oranda doldurmak gerekiyordu. Ve doldurduğuma inanıyorum.
Yukarıda, ne anlama geldiğini açıklamaya çalıştığım ifadeler, bir zamanlar, bu topraklarda, son tahlilde sosyalist devrim mücadelesinin müfrezesi olarak gördüğümüz TKP yönetiminde ve politik yönlendiriciliğinde, dişimiz tırnağımızda, bütün aktivitelerimizin, kişisel hareketlerimizin, özel yaşamımızın, aşk ilişkilerimizin, evlilik ilişkilerimizin hatta komşuluk ilişkilerimizin bile TKP den sonra geldiği bir süreçte, yoldaşlık ilişkisi içinde olduğumuz ya da legal hareketlerden tanıyıp saygı duyduğumuz, sarsılmaz bir komünist inancı olduğuna inandığımız kişilerin, itirafname niteliğindeki ama daha çok ders niteliğindeki ifadeleridir.
Bu ifadelerin amacının ise, AKP nin "sivil anayasa" manevrası ile 12 Eylül anayasasının, tarihsel koşulların ve bu koşullarda egemen burjuvaziye yeterli serbestîyi sağlamış olmasının, tekellerin ekonomi politikasına geçişteki radikal kararların uygulanması için gerekli hızı ve doğrudan müdahaleyi sağlamasına yetmesi gereği eksik bıraktığı noktalarını sağlamlaştırmak ve devlet otoritesinin hızını, bu günkü emperyalizmin, tekellerin Yeni Dünya özlemi gereği, ışık hızına çıkarmak, doğrudan müdahaleyi ise, bu müdahaleden en çok zarar görecek olan, işçilerin ve emekçi halkların gönülden katılımını sağlayacak şekilde demokrasi görünümü vermek üzere yapmak istediği ama bir yanıyla da, işçi ve emekçilerin en hoşnutsuz olduğu, üretici köylülerin en çok mağdur olduğu ve AKP karşıtlığının nesnel bir hal aldığı bu günkü koşullarda, iktidar partisi olarak en çok zararı AKP nin göreceğini dolayısıyla en çok oy kaybına onun uğrayacağını, giderek iktidardan düşeceğini bilmesinin yansımaları olarak, geleceğine bir güvence sağlayacak olan önlemlerin alınmasını da içeren hamlesine katkı sunmak ve bunu yaparken de, bu çabalarına bir demokrasi süsü vermek ama daha da önemlisi, bunu bir komünist kimlikle yapmak,"özgür komünist "olarak ayırarak da, kendilerinden başkalarına komünist denemeyeceğinin vurgusunu da yapmak olduğu açıklıkla görülmektedir.
Bu ifadelerin sahipleri, bu gün dahi yukarda Programından bölümler verdiğim TBKP nin, en sadık savunucuları ve sayesinde özgürleştiklerine inanan "komünistleridir" ama bu, geçmişte yoldaşlık yaptığım kişilerin, o kutsal bir tonla bağlılıklarını dile getirdikleri ve Türkiye’ye değişim kapılarını açtığı masalına inandıkları TBKP nin, çok uzun olmayan bir zaman aralığında, programını tümden unutmuş oldukları görülmekte, programlarındaki ifadeleriyle,"silahlı kuvvetlerin tepesinin ve genel olarak egemen burjuvazinin, ulusal kurtuluşçu özü boşaltılmış Kemalizm anlayışının, Atatürkçülüğün bir etiket olarak kullanılmasından başka bir şey olmadığını” görmezden gelerek, her taşın altında ulusal kurtuluşçu özü olan, Atatürkçülüğü etiket olarak kullanmayan Atatürkçüler aramalarındaki garabet fark edilmektedir.
Bu örnek bölümleri, TBKP nin programını eleştirmek ya da olumlamak için buraya aktarmadım,sadece Fransız komünistlerinin yaptığı gibi,bizim komünistlerin de kendi ürettikleri ve deklare ettikleri programdan çok çabuk çark ettiklerini ve aynı Fransız komünistlerinin yaptığı gibi,bu gün çok daha net olarak görüldüğü üzere,emperyalizmin bölgedeki projelerine eş başkanlık yaptığı (kendi ifadesiyle),12 Eylül rejiminin, bu anlamda tekelci düzenin dolayısıyla tekellerin devletinin yürütmesi eliyle 12 Eylül diktatörlük rejiminin,ihtiyacı olan en son sınıra kadar konuşlanması için, demokrasi hapını yutturmak için, AKP ye zaman zaman akıl hocalığı yaptıklarını,zaman zaman, şimdi o zamanlardan biridir, AKP nin politik geleceği tehlikeye düştüğü anlarda,destek vermek amacıyla hareket ettiklerini ve artık hiç sınır tanımadıklarını göstermek için aktardım.
Artık her yerde(dünya ölçeğinde) özü değişmeyen, çeşit çeşit, görünümü demokrasi de olabilen, devlet durumları söz konusudur. Burjuvazinin tekel olduktan sonra, demokrasiden tümüyle vazgeçtikleri bir tarih diliminde, bu iki örneğin, sosyalist iktidar programlarının önüne demokratik genişleme programlarını koymanın, hem teorik, hem tarihsel olarak yanlış olduğu, en tam ifadesi ile bu teorilerin artık iflas ettiği gerçeğini, enine boyuna değerlendirmek gerekmektedir.
Devlet durumunun demokrasi suretinden çoktan vazgeçen burjuvazi, tekeller demek istiyorum, hem demokrasiyi bu devlet durumu olma gerçekliğinden koparıp, bir kültürler toplamına indirmek için teoriler geliştirmekte, hem de türlü oyunla ve illüzyonist gösterimlerle her ne çeşit olursa olsun, özü diktatörlük olan ve devlet otoritesinin hızı ve doğrudan müdahalesinin ifadesi olan bir devlet durumunu kitlelere demokrasi diye yutturmaya çalışmaktadır. Demokrasi bir kültürler toplamına ve bu aşamadaki sorunların çözümü için mücadeleye indirgendikten sonra, her türlü illüzyonu başarılı kılmak ve kitleleri demokrasinin varlığına inandırmak yanında, özü burjuva devlet otoritesini hızla ve doğrudan uygulamaya yönelik olan çabalara desteklerini sağlamak ve elbette, böylece daha ileri bir demokrasinin geleceğine dolayısıyla kitlelerin beklediği sorunların çözüleceğine inandırıp, bu çabalardan en çok zarar görecek olan işçi ve emekçi kitlelere bile, demokrasi mücadelesi altında, diktatörlüğe omuz verdirmek kolaylaşacaktır ve kolaylaştığını görüyoruz. Burada baş aktör, baskı mekanizmalarından çok, medyanın gücüdür. Medya, devletin iki durumundan biri olan, diktatörlüğün konuşlanmasını, demokratik görünümle sürdürmesine olanak vermektedir.
Diğer yandan,12 Eylülden sonra sık sık başvurulan ve devlet otoritesindeki hızı ve doğrudan müdahaleyi anlatan, kararnamelerle yasal düzenlemeler yapmak, başka bir örnektir. Ancak, kapitalizmin kendine has bunalımının kalıcı ve tekraren olması nedeniyle medyanın demokrasi illüzyonu yaratması, buna solun içinden devşirilmiş kadroların desteği ve katkısı ve de kararnamelerle diktatörlüğün konuşlandırılmasının istenilen kıvama getirilmesi mümkün olamamaktadır, istenilen kıvam, bu konuşlanmanın, burjuva hukukunun içinde olan kuvvetler ayrılığı kuralından vazgeçilmesi ve bu kuvvetlerin tek elde toplanması demektir. Medyanın gücü ve yarattığı İllüzyon ve tabii soldan devşirilmiş kadroların laf ebeliği, artık bu burjuva hukukunun demokrasiye karşı bir tehdit olduğunu kitlelere inandırma görevini yerine getirmektedir. Bu illüzyonla birlikte, demokrasiyi bir devlet durumu olma özelliğinden ayırıp, bir kültürler toplamına indirgemek, ortada sınıfsal olarak hiçbir kavgaya gerek olmadığını inandırmayı kolaylaştırmaktadır. Bu, hem sınıf kardeşliğinin haklılığına, hem de bütünsel ifadesiyle; gericilik ile ilericilik arasındaki, burjuva demokrasisi ile tekelci kapitalizmin arasındaki çelişkisizliğe inandırmak, böylece bütün dünyada defacto var olan, demokrasiden çoktan vazgeçmiş, diktatörlüğü türlü yöntemlerle konuşlandırmaya devam eden devlet durumlarına bütün karşıtlarını taban yapmaya çalışmak demektir. "Dinler arası diyalog","kültürler arası diyalog" "demokrasi kültürünün yerleşmesi" gibi kulağa hoş gelen projeler, bu kolaylaştırmanın hızlandırılması dinamiklerini oluşturmaktadır.
Dilipak'ın en son aktardıkları ise, fikirlerine ve fikirlerini anlatmadaki becerisine pek bir değer veren ,"özgür komünist" lerin, "komünistlikleri" bir yana, yatıp kalkıp dillendirdikleri çoğulcu demokrasiden bile çok uzakta olduklarını göstermeye yeter.
Dilipak'ın aktardıkları şöyledir; “Daha tutuklanması için sırasını bekleyen yüzler değil, binlerce isim var. İnce ve uzun bir yoldayız. Sabır, kararlılık ve cesaret gerek. Gelinen noktaya bir gün mutlaka gelinecekti ve gelindi. Benden söylemesi. Bundan sonrası için herkesin daha dikkatli olması gerek.”
AKP iktidarı ise, yargı bağımsızlığından dem vurarak, yani yargının bağımsız olmadığını gerekçe yaparak, anayasaya HSYK nın oluşturulma şeklinin kurallarını koymaya çalışırken, HSYK nın yönetiminde ve baş yöneticiliğinde, hatta kilit yöneticiliğinde kendi atadığı, bir bakanın ve müsteşarının bulunduğunu, bu ikilinin, HSYK nın gündemini de, karar almasını da belirlediğini gözlerden uzak tutmaya çalışmaktadır. İnsana sormazlar mı, yargıyı siyasi iktidara bağımlı yapmayı neden kendi dışınızda arıyorsunuz, buna rağmen, anayasa maddesi ile HSYK yı oluşturmaya soyunmak, bundan sonrası için tufan diyemeyecek bir çıkmazda olmanın tezahürü olabilir mi? diye. Hadi siyasi iktidar, politik çıkarları için ve kendilerini garantiye almak için bu hamleye mecburdurlar, ya "özgür komünist”lere ne oluyor, AKP yi kurtarmak, iktidardan düşmesini ve düştükten sonra da geleceğini sağlama almak için yaptığı politik hamlelerinde onları cesaretlendirmeye çalışmak da neyin nesidir, bunun neresi komünistlikle, komünistliği bırakalım, neresi akılla bağlıdır?
"özgür komünistler",“Tüm dertlerin kaynağı iktidardaki yüksek yargıdır.” demeye getiren AKP yi, işçi sınıfının, emekçi halkların ekonomik, demokratik çıkarlarını, toplumun en temel demokratik kişilik ve özgürlük haklarını korumak ve genişletmek için, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik şiarını göndere çekmek için, egemen sınıflarla, burjuvazinin en gerici, en barbar, en faşizan kesimi ile tekellerle, emperyalizmin kan emici politikaları ile sömürgeleştirici hamleleri ile mücadele ettiğini göstermekten vazgeçmelidirler. Dolayısıyla, AKP nin anayasa hamlesinde onu cesaretlendirmeye çalışmalarının, tümüyle emperyalizmin, tekellerin yenidünya düzeni özlemleriyle uyumlu olduğunu gizleyemediklerini görmeleri gerekmektedir. Görmek istemiyorlarsa, aşağıdaki alıntıları takip etmelerini öneririm.
"faili mechul cinayetlerin aydinlatilmasi icin mecliste Arastirma Komisyonu kurulmasi onerilmisti. Oneri AKPli uyelerin red oyuyla (MHP destegiyle) reddedildi." (basından)
" Yoksulluk, yolsuzluk ve işsizliğin kaynağı AKP’dir. Yüksek yargı yandaş yargı haline gelirse, ki yapılmak istenen budur, bu gerçeği bile hiç kimse ağzına alamayacaktır." (Halkın ortak dilinden dökülenler)
"Turuncu darbelerle iktidara gelenlerin içler acısı durumu ortada. Yalanla dolanla, tehditle ve ABD desteğiyle hiçbir güç uzun süre iktidarda kalamıyor." (görünen köyü, Kılavuz aramadan görenlerin dilinden dökülenler.)
Ve sonra da aşağıdaki, kendilerinin de sormaları gereken ama hep teğet geçirdikleri soruların cevaplarını düşünmedirler. Düşüneceklerini sanmıyorum, ama tarihe not düşmek adına bunu istemek durumundayım. Neyi nasıl düşündükleri ve kimin adına düşünce ürettikleri, eminim gelecek kuşaklara varmadan, bu günün aklı bağımsız olanları tarafından görülecektir.
Bu anayasa değişikliği işsizliğe mi çare bulacak, işsizliğe karşı mücadele edenlerin önünü mü açacak? Tekellerin ekonomik, politik ve ideolojik hegemonyasını mı kıracak, emekçi kitlelerin üzerindeki ablukasını mı yıkacak, onları kuşatarak demokratik alanı mı genişletecek? Böylece sosyalist aşamanın kapısı mı açılacak?
Bu anayasa değişikliği ile düşüncelerini açıkladıkları ve basın yoluyla yaydıkları için cezaevlerinde yatan ve ölümcül hastalıkların pençesinde kıvrananların özgürlüğüne mi derman olacak?
Bu anayasa, kendini kapatmaktan kurtarırken, iktidarda olmayan partilerin de çeşitli nedenlerle kapatılmalarını mı önleyecek?
Bu anayasa, seçim sistemindeki barajı mı kaldıracak, milletvekillerinin delege yöntemiyle seçilmesini mi sağlayacak dolayısıyla seçmenleri önüne konulan takım elbiselere bile oy vermek zorunda kalmaktan mı kurtaracak, örneğin, Kürt halkının temsilcilerinin hülle yaparak parlamentoya girmesini mi engelleyecek, dahası ne kadar oy o kadar vekil mi parlamentoya girecek yani barajı aşamayanların oylarının, güçlü partilerin oy hanesine yazılması devam mı edecek? Örneğin, AKP ye karşı olan bir seçmenin, onun karşısında olan ve kendi istemlerini seslendiren inandığı bir partiye ama barajı aşamayacak bir partiye oy verdiği halde, karşısında AKP vekilini görmesine engel mi olunacak? Tersine, sırf bu ihtimal nedeniyle, düşüncelerini benimsediği ve kendisine temsilci bellediği partilere oy vermekten vazgeçip, hiç istemediği bir partiye oy vermek zorunda kalmasını mı engelleyecek?
Bu anayasa, TBKP nin programında öngörüldüğü gibi, bütün halkın, demokratik güçlerin katılımıyla hazırlanmış yeni bir anayasa mı sayılacak?
Bu anayasa değişikliği ile hiçbir ayrım yapılmaksızın, bütün yurttaşların temel hak ve özgürlükleri, çoğulcu bir rejim, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti güvence altına mı alınmış olacak?
Bu anayasa ile yolsuzluklar, yoksulluklar ortadan mı kalkacak? Yolsuzlukların, yoksullukların sorumlusu yargımıdır ki, ya da anayasa mahkemesi midir ki, ya da bunların bağımsız olmaması mıdır ki, yargı, iktidar partisinin tekeline alındığında yolsuzluklar da, yoksulluk da çözülecek, yargı daha bağımsız olacak ve tümüyle temel hak ve özgürlüklerin güvencesine çalışacak? Örneğin AKPye muhalif olanlara hayat hakkı tanıyacak, çoğulcu bir rejime izin verecek şekilde davaları sonuçlandıracak, laik ve sosyal hukuk devletinin gereklerini yerine getirecek şekilde mi davranacak. AKP istediğinde, özel mahkemeler kurarak kendince yargıyı "bağımsız" kılmıyor mu da, yargı bağımsızlığını anayasal güvence altına almaktan söz ediyor?
Bu şikâyet edilen ve bu güne kadar bu rejimin egemenliği doğrultusunda ve burjuva sınırlarda, hatta tekelci düzenin yerleştirilmesi sınırlarında görevlerini ifa eden, 12 Eylül rejiminin yerleştirdiği burjuva hukuku çerçevesinde hareket eden yargıdan ve anayasa mahkemesinden daha fazla ne istenmektedir? Yoksa yargı ve anayasa mahkemesi bir yerlere bağımlı oldukları için yolsuzluklara batıp, birdenbire mal varlıkları astronomik oldu da, onlar mı açığa çıkarılacaktır?
Hadi diyelim, bu bir politik mücadeledir ve bu mücadele de, yargının bu günkü şeklinden kurtarılması, yani Kemalistlere hizmet ediyorlar ve TC ye bağlılıkla hareket ediyorlar da onun için artık AKP ye bağlamak gerekiyor diye düşünüyorsunuz, o zaman yani yargı AKP nin tekeline geçtiğinde, Türkiye’de demokratik devrim mi olacak? Tekellerin, işçi sınıfı ve emekçilerin ensesinde hiç fütursuz boza pişirerek semirmesi mi engellenecek? Buna mı inanıyorsunuz?
Demokratik devrim, demokrasi kültürü yerleştirmek midir, türbanın ya da tarikatların özgürce kök salması mıdır, dinin bir sistem olmasının önündeki engellerin kalkması mıdır, seçilme hakkını sınırlama hakkını politik iktidarların kullanma özgürlüğümüdür, bu topraklardaki işsize iş, aşsıza aş demek olan olanakların, yer altı ve yer üstü kaynaklarının kullanma hakkını, sömürmeye doymayan, talan etmeyi hak sayan uluslararası tekellere vermek midir, politik iktidara muhalefet edenlere hayat hakkı vermemek midir, hatta bunu suç gösterecek hukuksal dayanaklar yaratmak mıdır, AKP nin,12 Eylül anayasasını değiştirerek getirdiği demokratik rejimin, bir adım sonrası sosyalizm midir, AKP nin bu demokratik açılımları, sosyalizme giden yolun ilk aşaması mıdır?
Siz nasıl komünistlersiniz, siz, daha düne kadar 12 Eylülün geriye dönüş olduğunu söyleyen mihmandarınızın, bugün AKP eliyle ve AB-D emperyalizmi eliyle ileri demokrasi geleceğini söylemesine hemen kanıverip ," AKP demokratik anayasa paketi hazırlamış biz "özgür komünistler" olarak, Hatemileri, Dilipakları, hatta Fehmi Koruları çağırarak konuşturalım, böylece vesayet rejiminden bir tuğla daha çeken AKP ye desteğimizi verelim" mantığının bir demokrasi savunucusuna bile yakışmadığını nasıl göremezsiniz? Oysa sizler, benim de içinde bulunduğum bir komünist hareketten geldiniz, AKP ye, 12 Eylül rejiminin yürütmesini elinde tutan partiye, tekellerin çıkarlarından başka hiç bir uygulamaya imza atmayan bir partiye, iktidarı boyunca, işsizliğin arttığı, yoksulluğun tavan yaptığı, anti demokratik uygulamaların AİHM lere şikâyet sınırlarına ulaştığı, yolsuzlukların meşru hale geldiği, hakkını arama mücadelesini yasal zeminde kullanmak isteyenlere bile şiddet uygulandığı, neredeyse bütün toplumun yasadışı yollarla dinlendiği, herkesin gölgesinden korkar olduğu bir korku ve çağdışı müminler cumhuriyetine dönüşen bir rejime nasıl olur da, demokratik ton verir, AKP nin, daha fazla demokrasi için, ileri demokrasi için mücadele ettiğine, inanırsınız, inanmamızı beklersiniz? Bizi o kadar salak mı bellediniz?
AYAK SESLERİ KULAKLARI ÇINLATAN, BUNU ZAMANINDA GÖREMEYENLERİN, GÖRMEK İSTEMEYENLERİN VİCDANINI İNLETEN DİKTATÖRLÜĞÜN KONUŞLANMASININ BİTMEK ÜZERE OLDUĞUNU, BİTTİĞİNDE, 12 EYLÜLÜ DE ARATACAK BİR HIZA VE DOĞRUDAN MÜDAHALEYE KAVUŞAN BİR DÜZENİN KISKACINA GİRİLMİŞ OLACAĞINI ARTIK SIRADAN POLİTİK FİKRİ OLAN HALK BİLE HİSSETMEYE BAŞLADIĞI HALDE, SİZ, ESKİDEN KOMÜNİST PARTİ ÜYESİ OLMAYA HAK KAZANMIŞ, BUGÜN, "ÖZGÜR KOMÜNİST" OLDUĞUNU SÖYLEYENLER OLARAK, BUNU NASIL GÖREMEZSİNİZ, GÖRMEDİĞİNİZ GİBİ ETRAFINIZDAKİLERİN DE GÖZLERİNİ KARANLIKLA BAĞLAMAYA NASIL ÇALIŞIRSINIZ. BUNA DUR DİYECEK, BU ALİCENGİZ OYUNLARININ GERÇEK YÜZÜNÜ DEŞİFRE EDECEK TEK BİR KİŞİNİN BİLE KALMADIĞINI MI DÜŞÜNÜYORSUNUZ, YA DA SİZE ÖYLE Mİ GÜVENCE VERİLİYOR?
KEŞKE SİZLERİ TANIMASAYDIM YAHUT YOLDAŞLIK YAPMASAYDIM.
BUGÜN PİŞMANLIK YAŞIYORSAM, TEK PİŞMANLIĞIM BUDUR. YOKSA İYİ Kİ KOMÜNİST OLMUŞUM, İYİ Kİ KOMÜNİST KALMIŞIM. BU BENİM YÜZ AKIM, ONURUMDUR. GERİDEN GELENLERE DE BIRAKACAĞIM BELKİ BUNDAN BAŞKA BİRŞEYİM DE YOKTUR.
BİLESİNİZ Kİ, SİZİ BELKİ BEN BİLE ESKİ YOLDAŞLIKLARIN HATIRINA AFFEDEBİLİRİM AMA TARİH ASLA AFFETMEYECEKTİR.
Fikret Uzun 16.4.2010

Hiç yorum yok: