26 Ağustos 2015 Çarşamba

LAİKLİK DEVLET VE OTORİTE ÜZERİNE 2



LAİKLİK DEVLET VE OTORİTE ÜZERİNE 2



Ortaçağ, yüksek bir kültürün düşük kültürler tarafından işgali demektir; barbarlık dediğimiz budur ve artık barbarlığın, ancak barbarlıkla yenilebileceği bir zamanda yaşıyoruz; bugün hepsi var ve öyleyse ortaçağ da vardır; işte “devlet işi” bu var olanın üzerini örtme işidir, bir devlet işi olan ortaçağ trenini görünmez kılmak içindir!



Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum!

Engels’in,”…bu şarlatanlığın belli başlı noktaları kısaca bunlardır...” diye bitirdiği sözlerini hatırlatarak, “İşte Engels böyle söylüyordu ve eminim, o zamanki anarşistlere olduğu gibi, bugünün anarşist de takılan ve burjuva devletin yıkılmasından itibaren sönüp giden bir devletten söz ettiklerini ve şu “demokratik komün" vurgusunu da bu çerçevede yaptıklarını gördüğümüz Kürt aktivistlerinin kulaklarına da pek hoş gelmiyordur” demiş ve “Peki, neden hoş gelmiyordur?” sorusunu sormuştum!

Evet, Engelsin dedikleri elbette “anarşist” de takılan Kürt aktivistlerin hoşlarına gitmez; çünkü aslında bu anarşist de takılan Kürt aktivistlerin reddettikleri, “devlet” değil; yani TC değil; yani senin deyiminle “harami devlet” de değil; haramilerin devleti de değil; haramiler ise hiç değil!

Reddettikleri, tamı tamına, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak varacağı ”proletarya diktatörlüğüdür”!

Bu yüzden, “anarşist” de takılan ,“Marx’ı aşıyorum”culuk da oynayan bu dar kafalı bilim papazları, Marx ve Engels'in, her devrimci durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini çözümleyerek ortaya koydukları 150 yıl önceki görüşlerinin billurlaşmış bir özetini veren “devlet” öğretisinin özüne, “eskimiş” yollu yaklaşarak, “yeni” olarak ise gene 150 yıl önceki ve Marx ve Engels’in çürütmüş oldukları anarşist düşleri koymaktan, Lenin'in ifadesiyle, aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tabiyet olmadan devletin "sönüp gidebileceği" düşünü dayatmaktan vazgeçmezler!

Proletarya diktatörlüğünün yadsınmasına götüren böylesi düşler, anarşizmin düşleridir ve Marxizm'in özüne yabancıdır. Bu düş, sosyalizmi, insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet eder. Oysa sosyalistlerin böyle bir ertelemeye niyetleri de, izinleri de yoktur.

Bu gerçekliği iliklerine kadar hissettikleri halde, hatta “komünizm”e de yüksek değer verir görünerek “bilimsel” takıldıkları halde, Marxizm’i aşmak bahanesi ile görmezden gelip, bu günün çürümüş ve kokuşmuşluğu içinde, bu yabancılaşmanın bile yetmediğinden hareketle, “gerçeğin öteki dünyası” nı dayatarak bu yabancılaşmanın nesnel koşullarına, bu koşulların direkt müsebbibi olan emperyalist kapitalizmin çaresizliğini ortadan kaldıracak çabalara su taşımak anlamında, bir tersine çevrilmiş dünya ve tersine çevrilmiş bilinç yaratmak için, dünyanın genel teorisi olan, gerçek bir gerçekliğe sahip bulunmayan insanal özün doğaüstü gerçekleşmesi olan dini dayatan emperyalizm ile ve tekelci düzen ile ve onun en canavar aleti olan devlet ile senkronize hareket ederken, soyut bir “devlet” ile kavga etmeleri son derece yaman bir çelişkidir!

Ayrıca, Türkiye’de faşizmin tırmanması, dinselleşme ile ve laisizmden kopmayla el eledir; Türk İslam sentezi, bu tırmanışın ideolojisidir; bir taraftan siyasal islam partileşirken, diğer taraftan faşistler İslamlaşıyordu ve artık bunun kemikleştiğini görüyoruz; CHP’nin AKP’leştirilmesini, MHP’nin ve Bahçeli’nin AKP’den daha çok AKP’ci olduğunun izlerini taşıyan zikzaklarını bu kemikleşmede aramak gerekir!

Sosyalistlerin önce “devrimci demokrat”, sonra sadece “demokrat” ve sonunda “mürteci” olmalarını da bu kemikleşmede aramak gerekir.

Bu kemikleşmeyi, yükselmiş insandan korkan egemen sınıftan ayıramayız; bunu, yüksen Kürtlerin devrimcisizleştirilmesi ameliyesinden de ayıramayız; bu kemikleşme, yükselmiş insanı çökertme işidir; bu iş,Marx’ın tarih aracılığıyla ortaya koyduğu “egemen düşüncelerin her çağda egemen sınıfın düşünceleri” olduğu yönünde açılım sağlayan aksiyom ile de, “kendisine güvenini kaybetmiş insan aşırı dindardır” aksiyomu ile de uyumludur!

Türkiye’de çökertilmiş insanın dine ve aşırı bir şekilde sarıldığını görmemek mümkün değildir!

Korku ve acı insan aklını çökertebilmektedir ve bunun üstüne gelen tarikat dinamiği insandan aklını alma mekanizmasıdır; bu nedenle tarikatçılık hep bir devlet politikası olmuştur!

Bu kemikleşme, büyük sermayenin, tekellerin ihtiyacı ve keşfidir; anti-laisizm olmadan bu kemikleşme kotarılamazdı! Bu kemikleşme dinselleşmenin ta kendisidir ve sürüleştirmenin en ucuz yoludur; sürüleştirme gerekiyorsa, insan aklına hücumla birlikte, hüküm verme yeteneğini körelten her türlü hareket yanı başımızdadır, kısaca, dinselleşme sürüleştirmedir!

Demek ki bu kemikleşme bir devlet işidir ve solun yükselişine karşı bulunan en ucuz tertip olmuştur!

Öyleyse, Türkiye’nin bu pratik gerçekliğini dolduran bu devlet işine bigâne kalıp, hatta bu gerçekliğin içinde yer beğenip, daha kötüsü, hatta bu devletin yönetimine talip olup, öte yandan “devlet”sizliği merkeze koyarak, bütün kavgayı soyut bir “devlet”e yöneltmek son derece ahmakçadır; değilse, bir devlet işinin içinde olunduğunu düşünmek zorundayız!

Dahası, önceki mektubumda hatırlattım, siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistlerin paylaştıkları gerçeğini de bildikleri, hatta iliklerine kadar hissettikleri halde, bir “devletçi, ya da “devletli sosyalist” lafzını vitrine koyarak, sosyalistlere fırlatmak için model yafta yapmaya çalışmaları; bu yaman çelişkideki keskinliği törpülemek içindir; aynı zamanda, bu “devletçi”,ya da“devletli sosyalist” lafzı üzerinden, içinde oldukları ve yönetimine talip oldukları “devletle senkronize hareket etme“ durumlarını sosyalistlere mal ederek örtmeye çalışmaktadırlar!

Aynı anlama gelmek üzere, yılanın kurnazlığı ile güvercinin suçsuzluğunu birleştirerek köylü kurnazlıklarına sevimli bir ton katan bu köy imamı kafalı vaizler, soyut bir “devlet” e düşmanlık üzerinden, tersine çevrilmiş bir dünyayı ortadan kaldırmak suretiyle bu tersine çevrilmiş dünyanın kaçınılmaz olarak yarattığı tersine çevrilmiş bilincini ortadan kaldırmak yerine, ABD emperyalizminin karasularında, bu çürümüş ve kokuşmuş insanlık dışı düzenin sahipleri ile “barış içinde bir arada” yaşamayı, daha somut ifadesi ile,bin yıl sürecek bir Amerikan pax’ ını bir reçete misli, allayıp-pullayarak önermeye cüret edebileceklerine inanmaktadırlar; hatta türlü çeşit demagojilerle dayatmalarının yaman bir çelişki olmaktan kurtulacağına inanmaktadırlar!

Oysa Roma imparatorluğunun ezmeye çalıştığı ama başarılı olamadığı için benimsemek zorunda kaldığı, bu da imparatorluğu kurtarmaya yetmeyince, bu çökmek üzere olan Roma imparatorluğunun mirasını devralan Hıristiyanlık kilisesinin geçici ama uzun süren Roma barışından yararlandığını ve böylece Roma İmparatorluğunun kurmak istediği barışı, yani uzun sürecek bir Roma pax’ ını, kilisenin kurmuş olduğunu onlar da bilmektedirler!

Altı bin kölenin çarmıha gerilmesiyle yenilemeyen Spartacus hareketi, Kilise’nin ideolojik hegemonyası altında etkisini yitirmişti; Kilisenin şefkatli kolları, Marx’ı haklı çıkarırcasına, uyuşturucu etkisi gösterivermişti; böylece uzun ortaçağın ortamı hazırlanıvermişti!

Şimdi sıranın ezilen ve sömürülenlerin bol olduğu coğrafyalara “demokrasi” götürme yarışı içindeki Amerika’nın Pax’ ında olduğunu ve yine Kilise’nin ve/ya da ruhban sınıfının başrolde olduğunu görmezden gelen bu “anarşist” de takılan Kürt aktivistlerinin, Pax Romana’dan bihaber olduklarını düşünmek için hiçbir nedenimiz yoktur; ama şimdi, hâkim azınlığın zulmünün, uzun bir barış mevsimini ki biz buna, yeni ortaçağ diyoruz ve bunun için nedenlerimiz çoktur, dayatmak için olduğunu katiyen anlamak istememektedirler!

Egemen sınıfların “pax”ı bitmiyor; bitmedi; daha dün gibi hatırladığımız Alman pax’ı öncesi, dünyayı, Alman toplumuna dayatılan ve daha çok komünistler ve Yahudiler üzerinden, “komünizmin tehdidi” altında olan bütün dünyaya dayatılan Hitler’in zulmünden kurtarmak için, “iyiliksever anti-faşist aydınlar”, “demokrasi” adına Amerika’yı göreve çağırmışlar ve geciktiği için ağıtlar yakmışlardı!

Amerika’nın birdenbire dünyanın kurtarıcı meleği olup, kendi “pax” ını hazırladığı hafızalarımızdadır!

Ama bu,“anarşist” de takılan aktivistlerin ilgisini hiç ama hiç çekmemektedir ve sanki “yar bize de uzun sürecek bir Amerikan pax’ı ver” dercesine, ”yar bize de uzun sürecek bir demokrasi ver ne olur” dilekleriyle zılgıt çekerek, dünyanın en kötü sicilli emperyalist canavarı olan Amerikan emperyalizmine “kurtarıcı melek” muamelesi yapmakta,“Amerika’ya laf söyleyenler, karşısında bizi bulur” anlamında “antiemperyalizmin modası geçmiş olduğunu, hiç inandırıcılığı kalmadığını” haykırmaktadırlar!

Oysa, bu “anarşist” de takılan aktivistler, bir din misli fetişleştirdikleri “demokrasi” nin, “anarşist” takılmalarının ifadesi olarak reddettikleri devletin, yani onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, bugünden yarına, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istedikleri “devlet” in bir durumu olduğunu ve bu durumun sosyalist hareketin önüne dikilen bir engel, sosyalizmin üzerine örtülen bir örtü olduğunu sağır sultan bile duyup, bu gerçekliği çoktan idrak etmişken, bu bizim “anarşist” de takılan aynı aktivistlerimiz hala idrak etmemekte direnerek kendilerini gülünç duruma düşürmektedirler!

Ancak, asıl idrak etmek istemedikleri, Roma barışı ne ise, Alman barışının o olduğu; alman barışı ne ise Amerikan barışının da o olduğu gerçeğidir; öyleyse idrak etmek istemedikleri, bir “pax amerikana” nın öngünlerinde yaşadığımız gerçeğidir; en son ucunda uzun süren ve pastırmasız bir pastırma yazı misli gelecek olan yeni ortaçağ düzeni olduğunu ise katiyen kabul etmemektedirler!

Diğer yandan, ortada ve burun kıvırılan “150 yıl önce söylenmiş bir söz” olarak duran, insanoğlunun en yüksek yabancılaşmaya ulaştığı kapitalizmde, “dinin vaat ettiği göksel mutluluk egoizminin, zorunlu olarak dinsel bireyin maddi egoizmine, göksel gereksinimin yersel gereksinime, öznelciliğin ise özel çıkarlara dönüştüğü” biçimindeki açıklama varken ve bu açıklama, ne bu açıklamaya bigâne kalanların sessizliği ile ne türlü çeşit bahaneyle üzerinin örtülmeye çalışılması ile ve ne de pratiğin doğrulayıcılığı ile yadsınabilmişken, “göksel gereksinimler” bahane edilerek, yabancılaşmanın en uç noktasına sürüklenmiş kitleleri, “demokratik din açılımları” ile “gerçeğin öteki dünyası”na sürükleyerek, dünyanın maddi gerçeklerinden uzaklaştırmak için hala bin dereden su getirmek de pek yaman bir çelişkidir!

Öyleyse, behey gerçeklere gözlerini yumarak gerçeklerden kurtulacağını sanan bugünün modern ama modern olduğu kadar ilkel Berkeleyleri, bu çelişkilerden daha ne kadar sakınabileceksiniz? Daha ne kadar siz gözlerinizi yumarak görmüyorsunuz diye gerçeklere bütün dünyanın kör ve sağır olduğu kuruntusu ile fütursuzca Berkeleylik yapacaksınız? Daha ne kadar size inanan insanları dünyanın gerçeklerinden uzaklaştırıp, gerçeğin öteki dünyasına hapis edebilecek siniz? Diye sorma hakkımızı kullanmak anamızın ak sütü gibi helal değil midir?

Bu soruların cevaplarını düşünecek kadar vicdanınız var mıdır?
Yoksa gerçekten ümitsiz vaka olarak kalacaksınız demektir!
O halde dersimiz son tahlilde hala sizin için değildir; yüzünü size dönmüş ama dediklerinize, yine gerçeğin öteki dünyasını dünyanın gerçeği diye yutturmak üzere verdiğiniz vaazlarınızın marifetiyle dayattığınız “inanıyorum öyleyse doğrudur” doğmasına fetiş bir yaklaşımla teslim oldukları için, yani dediklerinize size inandıkları için inananları, sayenizde gerçeğin öteki dünyasında yaşadıkları illuzyondan çıkarıp, bugünün gerçeklerine döndürmek içindir!

Siz ise, dünya, en azgın canavar olan emperyalizm tarafından ortaçağa döndürülmeye çalışılırken, bigâne kalmanız yetmiyormuş gibi, bugünün dünyasının bu gerçekliğine işaret edenleri meczuplukla püskürtmeye çalışarak, size inananları, burnunuzun ucunu gıdıklayan dünyanın bu gerçeklerinden uzaklaştırmak çabasındasınız!

Oysa bugünün canlı pratiği, dünyanın çoktan ve belki de hiç çıkmadığı ortaçağa dönüştüğünü apaçık göstermektedir!

Fak-Fuk-Fon’dan, yandaş özel sektöre, gönüllü kuruluşlara, oradan da Deniz Feneri türü vakıf ve derneklere bağımlı bir “düşkün toplum”un yaratılmış olduğu günümüzde, yabancılaşmanın varmış olduğu boyutları ve bu yabancılaşmada işin içine bir de extradan neyin karıştığını görmemeniz mümkün müdür?

Bunun, yabancılaşma yanında, bu yabancılaşmanın doğal koşullarını yaratan kölelikten kurtulmuş olan ücretli özgür köleliğin varmış olduğu boyutları göstermesi açısından son derece öğretici olduğunu görmemeniz mümkün mü?

Peygamberiniz de, bin yıl sonra gelmiş dahi birey Öcalan’ı kastediyorum, demiyor mu, en yüksek nokta, en kötü düşülen noktadır; hem daha yükseğe çıkacak takati de yolu da kalmamıştır ve hem de öyleyse kaçınılmaz olarak düşecektir; düşerken de elbette oraya gelirken geçtiği yolları gene kaçınılmaz olarak kullanacaktır!

Ama artık o yollarda, bizzat kapitalizmin kendisinin biriktirdiği devrim beklemektedir, ortaçağ treninin ağır aksak ilerlemesi, belki de bu bekleyen devrim ihtimalinden korkunun ifadesidir!

İşte bu yüzdendir bu körlüğünüz, sağırlığınız ve pabuç gibi dillerle saldırmanız, bunlar tutmayınca kafanızı leylek muhabbetlerine gömmeniz; bütün bunlar, dünyayı bu karanlığın eşiğine getiren emperyalist kapitalizmin geriye döndüğü ve bu denli çaresiz olduğu gerçeğinin üzerini örtmek içindir!

Yani işte bugün filozof olmayan dilenci papazların cübbesini giyerek Berkeleyleri hortlatmak bu nedenledir!

Bu, bilimi, bilimselliği, model yapılmak istenen karanlığın vaizi Berkeleylerin cübbelerinin altına hapsetmek; dolayısıyla düşkünlerin düşkün kalmasını sonsuzlaştırmak için dayatılan gerçeğin öteki dünyasına bütün insanlığı hapsetmek içindir!

Düşkünlük salt bugünün gerçeği değildir; yaşı kapitalizmin rüştünü ıspat ettiği tarihe kadar eskidir ve bu tarihten itibaren düşkünlüğün egemen sınıflar için tehdit oluşturduğu, egemen sınıflarca, ya da belki de onlardan önce ideologlarınca fark edilmiş, sonunda uzun süre bulamadıkları çareyi, düşkünlere yardımda ve bunu bir “hayır” işi ameliyesi ile uygulamakta bulmuşlardır!

Bundan sonraki neredeyse iki yüz yıl, bu yardımın “hayır” olmaktan çıkarılıp kamu “hak” kına dönüştürülmesi mücadelesi ile geçmiştir!

Böylece yardımlar “hayır” olmaktan çıkıp kamu “hak”kına dönüşmüştür; buradan işçi sınıfının yardım değil, iktidar talep etmesine mesafe çok kısadır!

Ekim Devrimi ile başlayan yüzyılda, işçi sınıfının “yardım” değil, her şeyi talep edebileceği çok net anlaşılmıştır.

Ve şimdi, sosyalist sistemin çözüldüğü bugün, kapitalizmin dört yüz yıl öncesinin yoksul yardımlarını bir yük olarak gören vahşi anlayışı yeniden hortladı; kapitalist sistem yeniden açlık kırbacını eline aldı ve bu kırbacın acılarından kurtuluşu, bir taraftan sadakaya, diğer taraftan gerçeğin öteki dünyası olan dinsel dünyaya bağladı ve böylece bu kırbaca daha çok sarılacağının işaretlerini verdi!

Şimdi “yeni” dünyanın insanı için “hak” yoktur ama “hayır” vardır ve elbette bu, açlık kırbacının üzerini imgesel çiçeklerle süslemek içindir!

İşte akıl taşıyanların bu “hayır”lara itirazları, insanlığın mahkûm edildiği açlık kırbacının üzerindeki imgesel çiçekleri atması ve canlı çiçeği devşirerek bu açlık kırbacının yabancılaştırıcı etkisinden kurtulması içindir! Size göre ise bu, anti-hümanizm demektir!

Demek ki bugünün dünyasının gerçeğinde, üzerinde yaşadığımız topraklara dönersek, Fak-Fuk-Fon’dan, Deniz Feneri türü vakıf ve derneklere bağımlı hale getirilmiş bir düşkün toplumun yaratılmış olması, hak’ kı hayır’a dönüştürerek, yardıma tekrar dini bir içerik kazandırması vardır!

Böylece yoksul gene düşküne çevrilmiştir!

Düşkün için artık “hak” yoktur, “hayır” vardır ve hayır da ancak dini bir çerçevede anlamlandırılabilirdi.

Bu da, sosyal politikaların bir kamusal yükümlülük olarak zayıflatılmış olmasıdır!

Bütün bunlar, sınıfın sınıf olmaktan uzaklaştırılmasının bu denli kitlesel olmasını ve düşkünlüğün kitleselleşerek, çürümenin toplumsal bir hal almasını netlikle açıklamaktadır; demek ki sınıfın sınıf olması için ve elbette düşkünün düşkünlükten kurtulması için ve elbette çürümenin önüne geçilmesi için öncelikle sadakadan kurtulması gerekir.

İşte “hak geldi batıl yok oldu” diyenlere, “bugünün gerçekliği bunu mu işaret ediyor?” sorusu, bugünün pratiğinin, bunun tam tersi olduğuna, bugünün gerçeğinde, batılın gelip “hak” kı kovduğuna, yerine “ hayır”ı koyduğuna vurgu olmuştur!

Ve hepsi, egemen düzenin de, insanlığın da sürüklendiği güzergâhtadır ve bu güzergâhta ilerleyen (gerileyen de denilebilir) emperyalist kapitalist yenidünya treninin varacağı yerin modern bir ortaçağ olduğu apaçık ortadadır!

Bu apaçıklığa inadına bigâne kalmak ise şaşırtıcı değildir, aksine bir açıklık sağlamaktadır; çünkü ortada bir devlet işi var, buna “burjuva iş”i de diyebiliriz ve bu açıklığa inatla gözlerini kapatanların, bu devlet işi”nin içinde oldukları, gizlenemez biçimde görülmektedir!

Ortaçağ, yüksek bir kültürün düşük kültürler tarafından işgali demektir; barbarlık dediğimiz budur ve artık barbarlığın, ancak barbarlıkla yenilebileceği bir zamanda yaşıyoruz; bugün hepsi var ve öyleyse ortaçağ da vardır; işte “devlet işi” bu var olanın üzerini örtme işidir, bir devlet işi olan ortaçağ trenini görünmez kılmak içindir!

Bu iş, köy imamı kafalı bilim papazlarına çok yakışmaktadır!

Bütün bu çabalar, katastrof finalin önüne demirden de güçlü ve demirden bile ucuz bir duvar örmek içindir; dünyanın gerçeklerini örten, gerçeğin öteki dünyasını yerleştirmek içindir!

Ama nafile çabadır!

Çünkü bütün bunlar, işçi sınıfının doğasında “yardım” ya da “hayır” değil, “iktidar” talebi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaya yetmez; yetmedi; gene yetmeyecek!

Nasıl ki daha önce de yardımlar “ sadaka” olmaktan çıkıp, bir kamusal hak oldu ise ve sonunda işçi sınıfının her şeyi talep edebileceği ve söke söke alacağı anlaşıldıysa bu yine olacaktır; çünkü bir kere olmuş ve işçi sınıfı yeterince insan olamadığı için yarım kalmıştı ama yaklaşan katastrofun ayak sesleri bunun bir daha yarım kalmayacağını duyurmaktadır!

Bunun için, işçi sınıfının ve onun en bilinçli unsurlarının fenerleri doğru yerlere tutması gerekmektedir; çünkü yukarda vurguladım, egemen sınıfların, emperyalist kapitalizmin çaresi için yöneldiği yenidünya treni ortaçağa doğru ilerlemekte ya da gerilemektedir; öyleyse daha önce geçtiği yoldan geçecektir ve bu yoldan daha önce geçerken biriktirdiği, bugünkü çaresizliğinin çaresi değildir; tam tersine, onun çaresini çaresizliğe döndüren ve bu nedenle onu çıktığı en yüksek yerden gerisin geri döndüren katastrof finalin birikimidir; öyleyse katastrof final, katastrof finaldir ve pek de uzakta değildir!

Fikret Uzun


14-Ağustos -2015

Hiç yorum yok: