7 Eylül 2015 Pazartesi

SAVAŞMADAN GELEN BARIŞ BOYUN EĞMEKTİR

SAVAŞMADAN GELEN BARIŞ BOYUN EĞMEKTİR
Braye mın BORGA,
Tam kendi kendime “bırak, BORGA biraderimiz  biraz dinlensin, günler torbaya mı girdi derken”,yani içimden böyle düşünceler geçerken, bir baktım, buradasın ve “Barış hemen şimdi ama kiminle?” Sorusunun cevabını arayanların, ya da cevabına işaret edenlerin tartışmasındayız!

“Roboski katliamından sonra aman çözüm sürecine zeval gelmesin deniyordu, 33 genç hayat dolu 33 kardeşim Suruç’ta kahpece katledildi, daha bir ay geçmedi üzerinden ve barış naraları atılmakta sokaklarda. Barışalım, tamam barışalım da kimlerle barışalım onu da söyleyin, bu barış nasıl sağlanacak? Ölülerimizi, bize karşı işlenen cinayetleri unutturarak mı getireceksiniz barışı? Nasıl? Silah onlarda, bomba onlarda, tankları tüfekleri, F16 ölüm saçarken, orduları, polisleri devrimci avlarken. Açık bir şekilde eve girip Günay Özarslan’ı infaz edebiliyorlarken. Adalet ellerindeyken. Hangi barışı sağlayacaksınız? Kimlerle?”

Diye soruyordu, tartışmada paylaşılan mektubun sahibi! Çok açık sorudur ve netliği daha da artırmak için sorulduğunu düşünmek durumundayız!

Ama sen yine sazı eline almışsın ve yine yalan yanlış kurgularınla az biraz var olan netliği daha da bulanıklaştırmak için üfürmüşsün de üfürmüşsün; yani yine gerçeklere taarruz halindesin ve tartışmacıların kucaklarına, "Barış istemiyoruz ne var ki savaşamıyoruz da" fiili durumunu yaşayanlar, ne duruyorsunuz. Halk Şuraları/Meclisleri devrimci durum ilan ediyor görmüyor musunuz? Devrimi ne zannediyorsunuz ki. Başka bir şey mi?” üfürüğünü bırakmışsın!

Diyorsun ki, sizi gidi “barış düşmanları”, " barış istemiyorsanız, alın size devrimci durum ilan eden halk şuralarını verelim!”

Oysa kim barış istemez? Ama “kimin barışı?”

Oysa çok geçmedi “Pax-Americana” yı hatırlatmamın üzerinden!

Bütün mesele “olmak ya da olmamak” mislidir!

Mesele, bu bölgede emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin dayattığı bir Amerikan pax’ ını yaşamaya; bin yıl sürecek bir ölüm sessizliği içinde, sanayi devrimi öncesi insanlarının yaşadığı bitkisel hayatı yaşamaya; ya da Kafka’nın işaret ettiği böcekleşmiş hayatı veya bu kesmedi ise, Huxley’in “cesur Yeni Dünya” sında çizdiği “insanı” yaşamaya hepimizin fit olması; ya da, bu savaştan daha ağır koşulları olan amerikan paxını elimizin tersi ile itip, karşısına, amerikan emperyalizmini de, onun zulmünü de, canavarlığını da, sinsiliğini de, sömürüsünü de tarihe gömüp, ezgisiz, sömürüsüz, canavarsız, zalimsiz bir dünya da insanca ve sonsuza kadar sürecek bir barışı koymamızdır!

“SAVAŞ”, “BARIŞ” ı varsayarsa, “BARIŞ” da “SAVAŞ” ı varsayar!

Öyleyse "SAVAŞ" ı "BARIŞ" yapmak için gene de bir "SAVAŞ" gerekir ve öyleyse "SAVAŞ" madan gelen "BARIŞ", savaşa boyun eğmektir!

Savaş, bir savaş adamının ifadesiyle, “barış zamanı uygulanan politikaların, şiddet yoluyla uygulanması” ise, bu formül anlaşılmaz olmamalıdır!

Barış halindeyken halka, emekçilere etmediği kötülüğü bırakmayan emperyalistler, buna rağmen istedikleri “barışı” sağlayamazlarsa, savaş”a başvurmaktadırlar!
Bunun,“savaş içinde bir arada yaşama” haline, “savaşın” sonucuna göre dozunu artırarak veya azaltarak “barış içinde bir arada yaşama” halini ikame etmek için olduğunu hepimiz biliyoruz!

Yani kabul ettirmek istediklerinin  bir sınıf barışı olduğunu, yani istediklerinin, “ezen ile ezilen in, “barış içinde, kardeşçe, bir arada yaşaması” olduğunu hepimiz biliyoruz!

Dayattıkları, köleleştirici politikalarına sessiz-sedasız biat etmek demek olan "barış içinde ve kardeşçe", hatta "baba oğul" misli, ya da daha doğru deyişle bir “vasalite” ilişkisi içinde, bir arada yaşamayı kabul edecek kıvama gelindiyse en önce kendileri ”BARIŞ” yapalım, “kardeşlik” gelsin, yollu kapı açarlar ve bazılarımız da pek çabuk bu kapıdan girip, “savaş”tan da ağır ve yok edici “barış” ın şampiyonluğuna soyunurlar!

Oysa barış halinde iken ağız tadıyla uygulayamadığı politikaları, şiddet yoluyla uygulamak zorunda kalıp,”savaş” a başvuran ya da bu dayattıkları politikalara boyun eğmeyenlerin, yani “zalimlerle savaş içinde birarada yaşayan ezilenlerin”, itirazlarını, karşı durmalarını bir “savaş” ilanı kabul edip “savaş”a başvuranlar, ezilenleri “barış içinde bir arada yaşamaya” razı edemedilerse, imkânı yok “BARIŞ” yollu haykırmazlar!
Çünkü o zaman “barış” ezilenlerin “barış”ı olacak ve bu “barış” ezenlerin hükmünü ortadan kaldıran bir “barış” olacaktır!

İşte bu zamanda da, buna razı olmak istemeyen ezenler, ezilenleri, en azından “savaş içinde bir arada yaşama” içinde ezmek ve sömürmek için, “barış olsun kardeşlik gelsin analar ağlamasın” yollu kandırmaya çalışırlar!
Ve bunun için sürdürdükleri pazarlıkların süresini uzatarak, ezilenlerin arkasından dolanıp, puanlarını artırmaya çalışırlar; tıkandıkları yerde yeniden “savaş” uygularlar, hepsi puanları artırmak için ve eninde sonunda istedikleri “barışı” sağlamak içindir!

Çünkü ağlayan analar, hiçbir zaman ezenlerin anası değildir; demek ki her zaman ezilenlerin anaları ağlamaktadır; ezilenlerle ezenler arasında hiçbir zaman kardeşlik olmamıştır; ve ezenler, hiçbir zaman ezilenlerin elini kuvvetlendirecek, ezenlerin yok edici politikalarına taş koyduracak bir barışa razı olmamışlardır; yani ezenlerin kaybı, olsa olsa biraz paradır ama bazen bu da onların çok fena canını yakar; o zaman da “barış” isteyebilirler ama asıl olarak, onların bu barışa kendi istekleri ile değil, ezilenlerin zoru ile razı olduklarını tarih bize göstermiştir!

Ne yazık ki, ezenler, ezilenleri köleliğe mahkûm edecek ve bunu onlara seve seve kabul ettirecek politikalarını uygulamak için başvurdukları şiddeti, yine onları birbirlerini boğazlamaya iterek uygulamışlar ve hala aynı şekilde bu uygulamaya devam etmektedirler!!

İşte bu yüzden, ezilen halkların ve emekçilerin sloganı, ezilenlerin hükmü ortadan kalkana kadar, her zaman, “savaşa rağmen kardeşlik” olmuştur ve olmaya da devam etmelidir!

İşte ilerleyen satırlarda da değineceğim “BARIŞ” ın hikâyesi budur; bundan ders çıkaracağına yine üfürüp üfürüp bu hikâyedeki netliği bulanıklaştıracak kelamları ipe dizmişsin!

Bir Hasan Karataş, nasıl itiraz ettiği önemli değil, ama dikilmişti önüne, ben de sıraya girince, önce “ben Blankistim Blankist, o da yetmezse, BORGA’yım, o da yetmezse, nam-ı diğer devletin de bildiği, milletin de bildiği, bileği titremeyen, başı dik alnı açık “yaman” adamım…” yollu esmiş gürlemişsin ve ardından birkaç kez Ulak’a “sağ olsunlar” eşliğinde, ne de güzel değiştirmişsin konuyu ve aklımızı K…çımıza takmak için bu kez “21 Koşul”u bırakmışsın kucağımıza!

İşte bu olan bitene bakınca, BORGA Ulak’ı ekti, tartışmadan fıydı diye geçti aklımdan!

Sen fıymadan önce, “Yanlış yoldasınız, yüzünüzü gerçeklere dönün” diyoruz; “düşman” diyorsunuz; “küfürden beter” şeylerle üzerinize geliyorlar; “gelin ittifakı sürdürelim, şu işi çözelim” diyorsunuz! Hatta “söz verdiniz, sözünüzü tutun, çözüme gelin ” diye yalvarıyorsunuz!

Sonra da, kendi icadın olan “Amerikan sefirinden, Japonlardan korunmak için “üs” talep eden” bir Lenin’e inat,“ideolojin komünizm” imiş!

“Bu işte bir terslik yok mudur?” demiştim!

Hatırladın mı?

“21 KOŞUL” mu dedin? Şimdi buna mı sardın? Olur, peki, bu da olur; ben kapıyı açarım, sen içine hışımla girip 3.Enternasyonalin de kucağına bir şeyler bırakırsın; bu arada içindekileri de ortaya dökmüş olursun!

Bana uyar, neden olmasın, tarihe henüz düşmediyse, belki biz vesile oluruz; düştüyse de düşenleri bulup çıkarıp hatırlatmış oluruz!

Lenin, Ekim Devrimi’nden sonra şöyle diyordu:

“Eğer gelişmiş bir kapitalist ülkede bir sosyalist devrim olsaydı Sovyet devrimi hem model olma niteliğini yitirecekti, hem de sovyet ve sosyalist anlamda geri olacaktı.”

Ancak olmadı ve tarih, ihaleyi Rusya proletaryasının kucağına bıraktı; geri topraklarda en ileri devrim gelip çatmış ve patlamıştı; belki de yarısı daha önce, 1905 Şubatında patlayan devrimle gerçekleşmişti; ikinci yarısı, önceki yarımın yarım kalmış görevlerini yerine getirmek üzere başlamıştı ve sonunda en ileri devrime, Ekim Devrimi’ne sıçramıştı!

Ne yani,”erken oldu” veya ”sıra burjuvazinindi” ya da “sıra Avrupa’ da idi” deyip, bu sıçramayı, alıp ilerletmemeli mi idiler?
Eğer öyle yapsalardı ne olacağını, yani, eskisinden çok daha katı ve koyu bir kanlı karanlığın, Rusya’nın ezilen ve sömürülen halklarının, sınıflarının karabasanı olacağını hepimiz biliyoruz ama bu ayrı, asıl önemli olan “erken gelmiş devrim” olmaz; devrim gelmişse, devrimi bekleyenler, ona hazırlananlar, onu tam zamanında görmüş ve dört elle yakalamış olmalıdırlar!

Sosyalist devrimin ilk önce gelişmiş bir Avrupa ülkesinde gerçeklemesini istemek, buna önem vermek başkadır; yorgun güçlere dayanıp ille de Batı’da sosyalizm aramak başkadır!

Öyleyse “Tek ülkede sosyalist devrim zafere ulaşamaz” diye kestirip atıp, devrimin boğazlanmasına göz yummak da olmaz!

“Blankici” suçlamalarından tırsarak bu işten vaz caymak da olmaz; hatta daha önemlisi “güç hesabı” yaparak,”devrim yapacak gücümüz yok” diyerek de bu işten vazgeçmek olmaz, devrim zamanı geldi ise gelmiştir ve öyleyse devrime sahip çıkılması gerekir!

Anti parantez, zamanı gelmediyse, allame-i cihan olsan devrimi yakalayamazsın da, ilerletemezsin de; tut ki bişi oldu, yakaladın, ya da yakaladığını sandın, dört elle sarıldığın “devrim” döner sana öyle bir tekme atar ki,”devrim”e bile “nefretle bakarsın!”

Marx ve Engels birlikte ve daha 1845 Ağustosunda yazdıkları “Alman İdeolojisi” nde şu vargıya varmışlardı:

“Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen halkların "hep birden" ve eşzamanlı hareketi olarak olanaklıdır, bu da üretici gücün evrensel gelişmesini ve buna bağlı olan dünya ilişkilerini varsayar”

Daha sonra Engels’in, Komünist Birliğin Paris örgütünün talimatı üzerine kaleme aldığı ikinci program taslağı olan “Komünizmin İlkeleri” adlı yapıtında bu vargıyı detaylandırarak şöyle ifade etti:

“Komünist devrim, salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya'da, aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır. Bu, dünya çapında bir devrimdir ve dolayısıyla kapsamı da dünya çapında olacaktır. Bu ülkelerin herbirinde devrim, o ülkenin daha gelişkin bir sanayie, daha çok zenginliğe ve daha hatırı sayılır bir üretici güçler kitlesine sahip olup olmayışına bağlı olarak, daha çabuk ya da daha yavaş gelişecektir…”

Bu vargı, Tekel-öncesi kapitalizm dönemi için doğruydu. Ancak emperyalizm çağında kapitalizmin eşit olmayan ekonomik ve siyasal gelişimi yasasını hareket noktası olarak alan Lenin, farklı bir vargıya ulaştı. Buna göre, yeni tarihsel koşullarda, tekelci kapitalizm döneminde, sosyalist devrim ilkin birkaç ülkede, hatta tek bir ülkede zafere ulaşabilecekti ve devrimin bütün ülkelerde ya da ülkelerin çoğunda aynı anda zafere ulaşması olanaksızdı.

Lenin, 1915 yılında yazdığı "Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine" adlı makalesinde şöyle diyordu:

“Eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme, kapitalizmin mutlak yasasıdır. Böylece, sosyalizmin zaferi, önce birkaç, ya da hatta yalnızca bir tek kapitalist ülkede olanaklıdır. Bu ülkenin başarılı proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi sosyalist üretimini örgütledikten sonra, öteki ülkelerin ezilen sınıflarını kendi davasına çekerek, bu ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmalara yol açarak ve sömürücü sınıflara ve onların devletine, gerektiğinde silahlı kuvvetlere bile karşı koyarak, dünyanın geri kalanının, kapitalist dünyanın karşısına çıkacaktır. Proletaryanın, burjuvaziyi alaşağı ederek zafere kavuşacağı toplumun siyasal biçimi bir demokratik cumhuriyet olacaktır ki bu, o ulusun ya da ulusların proletaryasının, daha sosyalizme geçmemiş bulunan devletlere karşı savaşımında güçlerini giderek daha çok merkezileştirecektir. Ezilen sınıfın, proletaryanın diktatörlüğü olmaksızın sınıfların ortadan kaldırılması olanaksızdır. Ulusların sosyalizmde özgürce birleşimi, sosyalist cumhuriyetlerin geri kalmış devletlere karşı azçok uzun ve kararlı bir savaşımı olmaksızın olanaklı değildir.”

İki olguyu ve anlatımı üst üste koyunca yeterince açıklık sağlanıyor!

Sonuçta Batı’da gerçekleşmeyen devrim, Rusya’da Ekim Devrimi olarak patladı; beklenen devrim, Ekim Devrimi’nin arkasından da gelmedi ama emperyalistlerin, Ekim Devrimi’ne içerden ve dışardan karşı koymaları gecikmedi; müthiş bir karalama kampanyası yanında, kışkırtıcı yöntemlerle, Rusya’nın ezilen ve sömürülen halklarının bir kısmını, Ekim Devrimi’ne karşı “eğitip-donatarak-önlerine cezbedici otlar koyarak” kullandılar, güttüler!

Lenin’in, devrimden sonra kalan az bir ömrünün nerede ise tamamı bu savaşlarla geçti; suikast de cabası.

Öcalan’ın ve sizin de göklere çıkarttığınız, model yapmaya çalıştığınız Kropotkin bile bu savaşlarda, emperyalistlerin bayrağını taşıdı!

Emperyalistler Sibirya’ya kadar girmişler, babalarının çiftliği gibi, ortalıkta dolaşıyor ve etrafı yağmalıyor, devrimi tersine çevirmenin hayallerini kuruyorlardı; bu hayallerini daha çok Rusya’daki o zavallı, yabancılaşmanın doruğunda yaşayan insanları devrime karşı kışkırtarak, kendilerine çete yaparak olgunlaştırmaya, gerçek haline getirmeye çalışıyorlardı; emperyalistlerin hepsi, Amerika’sı da, Japonya’sı da, Rusya’nın içlerine kadar girmiş, devrimi boğmak için çeşitli tertipler içinde cirit atarken, aynı zamanda birbirlerinin de arkasına geçip, puanlarını yükseltmeye çalışmışlardır!

Ekim devrimi, bir enternasyonalist, bir dünya devrimiydi, ama hiçbir şey kitaplarda yazıldığı gibi olmuyordu; pratik kitaplarda yazılandan daha yeşil; en azından “gri” değil ve daha nettir; gri göründüyse, bu onun suçu değil, ona bakanların ya da bakamayanların veya bakıp ta göremeyenlerin, ya da görse de “gri” görenlerin suçudur!

Evet, enternasyonalistti, bir dünya devrimi idi ama ne Avrupa bir araya gelip tek vücut Ekim Devrimi’nin üzerine çullanabildi; ne de Ekim Devrimi Avrupa’ya doğru ilerleyip, devrimi genişletebildi; yapsaydı ne olacaktı, belki bir tek Troçki sevinecekti, diğerleri ve dünyanın öteki kısmında kalan işçi ve emekçiler, bu sefere omuz vereceklerine, eyvah devletimize saldırıyorlar, hür dünyamızı yıkacaklar, mallarımızı mülklerimizi, kadınlarımızı elimizden alacaklar diye ayağa kalkarak Sovyet devrimcilerinin üzerine yürüyeceklerdi; yürüdüler de; bu ayrı ve zaten Ekim Devrimi, daha içerdekilerle, içerde süren emperyalist saldırıların defterini dürerken yorgun düşmüştü; iyi ki de Avrupa’ya sefer düzenlemeye kalkışmadı ve iyi ki de, Avrupalı emperyalistler, kendi kıçlarındaki sorunlarla uğraşırken, kıçlarına güvenemeyip, büyük ordularını Sovyet Devriminin üzerine gönderemediler!

Sonuçta, eksikleri ve yanlışları bir yana, Ekim Devrimi, dünyaya yaşayabilen bir sosyalizm getirmiştir; artık sosyalizm dünyaya gelmiştir ve prematüre de değildir; yetmiş yıl öyle ya da böyle (derinleştirmeye gerek görmüyorum, totoloji yaparak konuyu uzatmamaya çalışıyorum) yaşadıktan sonra, bir coğrafyadaki sosyalizm pratiğinin sona ermesi, sosyalizmin sona ermesi değildir; önemli olan budur!

Bu anlamda Sovyet sosyalizminin yıkılmasıyla birlikte, kedere kapılanların da, sevinçten zil takıp oynayanların da yeteri kadar sosyalist olamadıklarını, hatta hiç sosyalist olmadıklarını düşünmek gerekiyor!

Kedere kapılmayı gerektirmiyor ama önemli olan,pratiğin dayattığı zorunluluklar bir yana, Ekim Devrimi’nin , “dünya devrimi” anlamında devrim savaşını yapamamış olmasıdır; yani dünya devrimi olamamış olmasıdır; daha sonra gecikmiş olarak gelen dünya savaşı ise, bir bulaşıklıkla birlikte geliyor; sosyalizm, kapitalizmle (geçici de olsa) ittifak yaparak, kapitalizmi şiddet yoluyla korumak ve önündeki engelleri veya tehlikeleri kaldırmak isteyen Hitler’in güçlerine karşı savaşmak zorunda kalıyor; Hitler püskürtülüyor ama kapitalizm gerilemiyor; hatta emperyalist konuşlanma daha da güçleniyor; beraberinde sosyalizme bulaşması hız kazanıyor; savaş ise, artık şiddet yoluyla değil, barış yoluyla ve emperyalizmin hegemonyasında devam ediyor; “soğuk savaş” diyoruz; emperyalizm sosyalizmle “savaş içinde bir arada yaşama” politikası güdüyor izliyor; adına “soğuk savaş” diyor; sosyalizm ise emperyalizmle “barış içinde bir arada yaşama” politikası izliyor; “soğuk savaş”ın, hele ki ”barış içinde bir arada yaşama” poltikasına sadık kalarak, son derece bulaşık olacağını hesaba katamıyor ve net olduğu kadar karşıt bir cephede konuşlanması yerine, sosyalizmi kemirerek yok etme karakteri ve potansiyeli taşıyan bir mücadele ile karşı karşıya kalıyor; savaşın karakterine uygun düşmeyen bir “bir arada yaşama” politikası izlediği için, emperyalizmi ”kemirerek” yok edemiyor ama kendisi “kemirilerek” sona eriyor!

İki antagonist siyasal ve ideolojik sistemin birbiri ile bulaşık yaşaması, kaçınılmaz olarak, eski düzen sahiplerinin işine yarıyor ve bu, eski düzene karşı, yeni düzenin sürdürmesi gereken dünya devriminin önünü tıkıyor!

Ancak tarihin, bu ilk zafer kazanmış sosyalist devrimin önüne koyduğu pratik zorlukları ve zorunlulukları göz ardı etmemek gerekiyor; Ekim Devriminin, proletarya açısından güçsüz bir ülkede gerçekleştirilmesi ve ardından beklenen başka sosyalist devrimlerin gelmemesi, devrimci dünya savaşını yapamaması sonucunu doğuruyor!

Birinci Dünya Savaşının hemen öncesinde, büyük bir dünya piyasasının oluşmasına karşın, işçi sınıfı önderlerinin ve proletaryanın çok büyük bir kısmının, üretim süreçlerinden doğan bağ yerine, ulus bağına bağlı kaldıklarını ve patlayan savaşta birbirlerini boğazladıklarını gördük; bunun, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçilerinin nasyonalist davranmalarının, işçi sınıfının enternasyonalist niteliğini ortadan kaldırmadığına inanıyorum; ancak bir eksiklik olduğu kesindir; işçi sınıfının enternasyonalizminin ifadesi olan dünya düzeni kurma projesi etkinliğini kaybettiği zaman, gelişmiş ülkeler işçi sınıfının enternasyonalist davranması ve Sovyet devrimine olumlu cevap vermesi mümkün olmuyor, neticede dünya devrimi projesinden uzaklaşıyor!

Gelişmiş kapitalist ülkelerin proletaryası, biraz da dönek liderlerinin sinsi manipulasyonlarına kapılarak, dünya devrimi projesinden uzaklaşınca, geri Rusya’da ileri bir devrim gerçekleştiren proletaryanın, bu devrimi dünya devrimine ilerletmesi mümkün olmuyor; bu sırada gelişmiş kapitalist ülkelerin emekçileri birbirlerini boğazlamakla meşgul oluyorlar, liderleri ise kapitalizmin nimetlerinden olmamak için, işçileri, vatanlarını yani burjuvalarının mallarını mülklerini savunmak üzere manipule ediyorlar!

Devrimci dünya savaşını yapamayan Ekim Devrimi, devrimini içerde, “tek ülkede sosyalizmi” inşa etmek üzere sürdürüyor!

Ancak bunun zorunlu faturaları oluyor; birincisi ve en ucuz görünen ama zararı, hem tek ülkede sosyalizm açısından, hem de dünya devrimi açısından büyük olan “demokratizm” dir; sosyalizme yabancı olan ama kolaylıkla sosyalizmin içine giren “demokrasi”, sosyalizmin en sinsi kemireni oluyor; sosyalizmi kemirdiği için çok alkışlayanı oluyor; kemirmesi kesintiye uğradığı zaman çok eleştireni oluyor!

Bir sosyalizm pratiğinin sona ermesinin en önemli nedenlerinden biri olan “demokrasi” nin bir devlet durumu olarak sosyalizm ile bağdaştırılması mümkün değildir; ancak bağdaştırılıyor ve en geçerli “sosyalist yaklaşım” sayılıyor, oysa “demokrasi”, çok sınıflı bir düzenin kabulü anlamına gelir ki bu, sınıfsız ve sömürüsüz bir düzeni değil, sınıflı ve sömürücü bir düzeni varsayar; dolayısıyla “demokrasi” sosyalizmden vazgeçmektir;

Neticede, sosyalizmin içine giren “demokrasi, diğer başka etmenlerle birlikte, sosyalizmi kemiriyor ve bir coğrafyada sona erdiriyor!
“Demokratizm”, emperyalizmin ideolojik-politik hegemonyasının sosyalizme kaktığı en sinsi ve en “insancıl” silahı oluyor!

Demek ki, emperyalizmin kendisi uzaklaşırken, sosyalizme kaktığı “demokrasi” programları, devrimci bir dünya savaşını önlemek için sosyalizmin içini kemirerek onu yok etmek anlamına geliyor!

İkinci fatura, “barış” politikasında ortaya çıkıyor; daha çok Hitler’in saldırısı ve Amerika’nın atom bombasına sahip olması, sosyalizmi ”barış” politikasına zorluyor;“barış” politikası, İkinci Dünya Savaşı’nda yirmi milyon insanını kaybetmiş olan Sovyet sosyalizminin, ilk sosyalist anavatanı korumak için, kendisi ile birlikte dünyanın bütün sosyalistlerine ödettiği pahalı bir faturadır!

“Barış” politikası, ister istemez ve kendiliğinden, en iyi niyetleri de beraberinde taşıyarak, pasif ve şiddet kullanımını kınayan insanı varsayıyor; bu ise teorik olarak devrim yolunu reddetmeyi içeriyor!

Öyleyse “demokrasi” ve “barış” programlarını sosyalizmin yanına koymak, ister istemez, “demokrat” ve “barışçı” insanları arayıp bulmayı ve öne sürmeyi ön görüyor; böylece ortaya çıkarılan “demokrat” ve “barışçı” kişi, sosyalist ile aynı yere ve çoğu zaman da sosyalizm mücadelesi yapanın önünde bir yere konuluyor; böylece, sosyalist, kendisinden daha önemli sayılan,”demokrat” ya da “demokrasi savaşçısı” ve “barışçı” ya da “barış savaşçısı” kimliklerine alışmak, hatta arkasında bir yerde saf tutmak zorunda bırakılıyor!

Bu durumun, sosyalizmde son derece tehlikeli bir ideolojik –politik bulanıklık yarattığı açıktır; artık görülüyor ama görmemekte direnenlerin çokluğu, bu görülmenin etkilerini gölgede bırakıyor!

Sonuçta, devrimci dünya savaşını yapamayan Ekim Devrimi ile bir coğrafyada kurulan (daha doğrusu tam olarak kurulamayan) sosyalizm, sürekli olarak içinden kemirilerek, sürekli olarak geriliyor; en sonunda da kemirenlerinin şeklini alarak ve dünya sosyalist hareketinin önüne nur topu gibi bir “demokrasi” ile çok sevimli ve “insancıl” bir “barış” program ve mekanizması bırakarak sona eriyor.

Buradayız ve “Komintern” ile “21 koşul” una buradan bakmanın çok daha yararlı ve aydınlatıcı olacağını düşünüyorum!

Burada mı?

Burada, dünyanın, daha ileri bir sosyalizme ihtiyaç duyduğunun ve öyleyse daha ileri bir sosyalizm için daha ileri bir teoriyle donanmış ve elbette daha ileri bir noktadan hareket edecek bir devrimci yükselişe ihtiyaç duyduğunun işaretlerini verdiği bir tarihsel nesnellik var!

Buradan, sosyalizmin dünya işçi sınıfının düzeni olduğunu ve Sovyet sosyalizminin pratiğinin, bunu kanıtladığını görebiliyoruz!

Buradan, dünya sosyalizminin sorunlarını aşmanın o kadar da güç olmadığını; sorunları aşmak için, sosyalizm bayrağını yerden kaldırıp, en yüksek yere dikmenin en büyük ilaç olduğunu görebiliyoruz!

Buradan, devrimin iktidara yönelik olduğunu ve iyice silahlanmış bir iktidarı almayı göze almanın, son derece saldırgan bir emperyalizm ile karşı karşıya gelmeyi de göze almak demek olduğunu görüyoruz!

Öyleyse başlıyoruz!

Dünya devriminin eşikte ve eşiği eşeliyor olduğu düşüncesiyle, dünya devrimini yönetmek amacıyla ve oldukça acele edilerek kurulmuş olan Komintern, büyük ölçüde Lenin’in projesidir!

Lenin’in “çocukluk hastalığı” çalışması, Komintern ile nerdeyse yaşıttır; Komintern’ in 1920 Temmuzundaki ikinci kongresine yetiştiriyor!
İkinci Kongre, Kızıl ordu’nun Polonya kuvvetlerini püskürttüğü bir zamana denk getiriliyor.

İşte bu ikinci kongre, Kominterne üye olabilmek için ünlü “21 koşul” u formüle ediyor!

Kominternin dünya devrimini örgütleme amacına karşılık, “21 koşul”, bir yanıyla yapılmış devrimleri yönetmeye daha çok önem verdiği izlenimini getiriyor; buna göre, 3.Enternasyonale üye olabilmek için, her durumda Sovyet Devrimi’ni desteklemeyi görev bilmek bir koşul olarak ortaya konuyor.

İkinci kongreden itibaren, Haziran 1921 yılında çalışmalarına başlayan 3.kongreye kadar geçen zamanda Kronştad ayaklanması oluyor; NEP ilanı da bu aralıktadır; bir de, İngiltere ile ticaret antlaşması ve Türkiye ile ve diğer iki güney komşusu ile dostluk antlaşmaları var.

Ve bu aralıkta olan bitenler, 3.Kongre’ye tez olarak sunuluyor; Lenin, 3. Kongrede Sovyet Rusya’nın uluslar arası durumunu “istikrarsız denge” olarak niteliyor ve devrimin bir “nefes alma” dönemine ihtiyacı olduğunu belirtiyor; 3.Kongreye sunulan tezler için bunların açıkça “kompromi” olduğunu söylüyor!

Buna karşı çıkanlara, daha dinamik olmayı ve pasiflikten aktif politikalara geçişi savunmayı ve proletarya diktatörlüğünü hatırlatıyor; sosyalist-devrimcilerin de bu tür (kompromiye karşı) sözler ettiklerini, şimdi hapiste olduklarını, başka bir diktatörlük yolu olmayacağını söylüyor!

Biz “santristleri” yani menşevikleri, suçlamakla kalmadık, partiden de attık diyor ve şunu ekliyor; “şimdi tehlikeli gördüğümüz bir başka yan ile uğraşmalıyız” ; merkezcileri değil, artık daha sol eğilimleri partilerden atma zamanının geldiğini belli ediyor; bunu herkes böyle anlıyor!

“Diktatörlük için hazır olmalıyız ve bu, bu tür sözlerle ve değişiklik önergeleriyle mücadele etmek demektir” diyor; “kompromi” ye karşı çıkanları hapse tıkarız dediğini herkes anlıyor!

Lenin, Nisan Tezleri sırasında, devrimde tereddüt edenlere tahammülsüzlüğünü hatırlatırcasına , ”sol “ önerilere tahammülsüzlüğünü vurguluyor!

Avrupa’da devrimin gerilediği saptamasını yaparak “kitlelere” sloganını kabul eden 3,Kongreden hemen sonra toplanan, Komintern kurulları , “Birleşik İşçi Cephesi “ programını kabul ediyor.

Komintern politikaları ve “21 Koşul”, partilere çok geniş bir alan tanımıyor; haliyle TKP’ ye de tanımıyor; buna göre TKP,( “üzerine yatanlar bir yana) hem Sovyet devrimini, hem de Kemalist devrimi desteklemek durumunda kalıyor!

“21 Koşula” tereddütsüz uyan TKP, dış politika gereklerini, SBKP’nin politikalarına uyduruyor; örnek olsun Şeyh Sait isyanında Kemalist rejimi desteklerken, Irak’taki Kürt ayaklanmasında ise Kürtleri tutuyor.

Lenin’in 1921 yılından itibaren Komünist Partilerde “sol” eğilim gösterenlerin önlenmesini ve tasfiyesini istemesine karşılık, 1928 yılından itibaren Komünist Partilerde sağ eğilimin tasfiye süreci başlıyor; 6. Kongrenin almış olduğu” sınıfa karşı sınıf” kararı ve sağ sapmanın en büyük tehlike kabul edilmesi, hızla temel görüş oluyor.
“Sınıfa karşı sınıf” çizgisini  ve sosyal demokrasiyi kapitalizmin dayanağı sayma görüşünü Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı ile Nazım Hikmet ciddiye alıyorlar; Nazım Hikmet,”putları yıkıyoruz” kampanyasını bu dönemde başlatıyor!

1930 yılından itibaren hem Kominternin yönetiminde, hem de ayrı ayrı komünist partilerinde çok şiddetli iç mücadeleler oluyor; ibre sola kayıyor; sınıfa karşı sınıf çizgisi ve sağ sapmanın en büyük tehlike kabul edilmesi, hızla temel görüş olmaya başlıyor!

1930 -1935 dönemindeki iç mücadelede, sağ eğilimleri, Dimitrov, Thorez, Kuzinen, Togliatti ve 1924 yılında TKP ‘yi “sağ” eğilimle suçlayan Manuilsky temsil ediyorlar; Bela Kun, Knorin, Lozovskiy ve savaş sırasında,”kapitalizmin değiştiğini” öne sürerek saf değiştiren Y.Varga ise “sol” eğilimi temsil ediyorlar!

15 Mayıs 1943’te toplanan EKKİ (Komintern Yürütme Konseyi)prezidyumu, savaş döneminde bir Komintern kongresinin toplanamayacağını belirterek, partilere, Komintern’in sona erdirilmesiyle ilgili kararını bildirir, üyelerini Alman faşizmine karşı mücadeleye çağırır.

Böylece Komintern’in yoğun ve çalkantılı faaliyet dönemi kapanmış olur; bu tarihten itibaren Sovyet yönetimi ve feshedilen Komintern yöneticileri “barış içinde bir arada yaşamaya “ ve bunun gerçekleştirilebileceğine inanıyorlar!

1947 Yılında, Varşova’da toplanan komünist partileri yöneticileri, şartların “barış içinde bir arada yaşama” şartlarının değiştiğini ileri sürerek,”Kominform” adıyla bilinen “Komünist ve İşçi Partileri Enformasyon Bürosu”nu kurmaya karar veriyorlar.

Amerika’nın “Sovyet Düzenini Kuşatma” doktrinine karşı,”İki Kamp” düşüncesini kabul ettiren Jdanov ön plandadır!

1956 yılında SBKP’nin 20.Kongresinden hemen sonra, “şartların değişmesi” ve temel görevin “barış ve demokrasi” için safların sıklaştırılması olması gerekçesiyle “Kominform” da feshediliyor!

Buyur BORGA, konu değişmiştir; zaten senin istediğin bir göz budur ama işte Ulak’ın verdiği iki gözdür; artık eteklerindeki taşları dökebilirsin!

Böylece,” Biraz eleştirsek “küfür” sayıyorsunuz; sabah akşam “küfürden beter” şeylerle üzerinize geliyorlar, hala “çözüm” dileniyorsunuz; hala mecliste bir sandalye kapmaya çalışıyorsunuz; hem de canavarlığına vurgu olsun diye “TC” diye çığırdığınız devletin parlamentosunda… ve şimdi bir de “hükümet” edecekmişsiniz hepimize; “hangi bakanlık verilirse kabulünüzmüş…”, ”Yeter ki bu hükümete alsınlar mış… Almazlarsa yapacağınızı bilirmişsiniz ” şeklinde özetlediğim olgu üzerinde kimse ileri – geri konuşup, ”anarşist” ve hatta “blankist” de takılan Kürt aktivistlerini üzmek için fırsat bulamaz

Böylece de, canavarlığına vurgu olsun diye “TC” diye çığırdığınız devletin iktidardan düşmüş bir hükümetini yeniden iktidara çıkarmak için katıldığınız “geçici hükümet” te birkaç bakan kapmanın erdemlerini, sevinçle ve bir kompleksten kurtulmuşçasına anlatırken, koca koca “devletçi” yaftaları kafamıza fırlatmanızın, mantıksızlığı bir yana, delikanlılığa sığmayacağı gerçeğine kimse kafa yormaya fırsat bulamaz!

Evet, buyur dök; dök, dök; istediğin gibi dökebilirsin içindekileri, kimsenin bir yerini acıtmaz, ama yukarıdaki olguları da, içini dökmene vesile olan olguları da kesinlikle içerdikleri olgudan başka bir olguya uzaklaştıramaz; çünkü bu olgular tarihseldir ve nesneldir!

Fikret Uzun

29 Ağustos-2015

Hiç yorum yok: