26 Ağustos 2015 Çarşamba

LAİKLİK DEVLET VE OTORİTE ÜZERİNE



LAİKLİK DEVLET VE OTORİTE ÜZERİNE

“demokratik” lafazanlık ile beraber “devletin reddedilmesi” lafazanlığı, birbirinden farkı olmayan bir burjuva lafazanlığıdır"

“Siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar.

Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar.

Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla —akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla— dayattığı bir eylemdir ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir.(Engels, Otorite Üzerine.)”

Ve işte yine bir "tarihe not" tadında ders ile buradayız ve az da olsalar, hatta şimdi Berkeley kılıklı bilim papazlarının etkisinden kurtulamamış da olsalar, burayı gerçekten "sosyalizm okulu" bellemiş olanlar için dersimize, "İnanç özgürlüğü!" ile başlayıp, "devlet" ile devam edip,"laikliği" de unutmadan,"demokrasi"ye de "Materyalizm" e de değinerek ve komün" e dair de zihinleri açarak başlıyorum!

"İnanç özgürlüğü!" mü?

Bu, öyle pek karmaşık ve halledilemeyecek bir sorun olmamakla birlikte, yüz elli yıl önce çözümüne dair en açıklıklı sözler ile netleştirilmiş bir konudur!

“Eğer” der Marx,“şu anında liberalizme kendi eski sloganları, yani 'Kültürkampf'ı, anımsatılmak isteniyorsa, bu, ancak şöyle yapılabilirdi:“

"Herkes, polis burnunu sokmadan, dinsel ve bedensel gereksinmelerini yerine getirebilmelidir. Ama işçi partisi, burada, burjuva ‘inanç Özgürlüğü’nün, akla gelebilecek her türden dinsel inanç özgürlüğünün hoşgörüyle karşılanmasından başka bir şey olmadığının farkında bulunduğunu ve partinin, kendi payına, inancı, dinin göz bağıcılığından kurtarma çabasında olduğunu ifade edebilirdi. Ama ne çare ki, "burjuva" düzeyini aşmama yolu seçiliyor.”


Hepsi budur ve eğer burjuva liberaller, geçmişte Bismarck hükümetinin yaptığı gibi, “laiklik” adı altında, egemen sınıfın egemen dini dışındaki dinleri ve mezhepleri hedef alarak, bu bahane ile gerçekte ulusal baskıyı şiddetlendirdiği ve şiddetlendiriyor olduğu için ama daha çok bu dine uygulanan baskı ile dinsel arzuları daha çok körükleyerek, işçileri sınıf savaşımından uzak tutmayı amaçladığı için ve sonunda, gelişmekte olan işçi sınıfı hareketini göz önünde bulundurarak, gerici politikalarını pekiştirmek üzere, bu laiklik” adını verdiği ve dine uyguladığı kendi baskı politikalarını uygulamadan kaldırdı diye, daha önce laik olmaması bir yana, kaldırdıktan sonra da özgürlük şampiyonu da olamayacağı gibi, sosyalistler de bunun için “özgürlük şampiyonluğuna” soyunmayacak olmaları bir yana, laiklikten de vazgeçecek değillerdir; bu, egemen sınıflar ve yönetimleri, dinin üzerinden kaldırdıkları baskı uygulamalarını, bunu ”laiklik” olarak sunup, dizginleyemedikleri sosyalist hareketin yükselmesini göz önünde bulundurarak, gerici politikalarını pekiştirmek üzere “laiklik” e saldırmalarına sessiz kalmayacaklardır!

Bunu anlamayıp,“inanç özgürlüğü” konusunda, daha çok “Türban özgürlüğünü” ve “tarikat özgürlüğünü” öne çıkararak nutuk atanların sosyalist düşünce ile yakından uzaktan ilgileri yoktur!

Laikliği “dinsizlik” ya da din düşmanlığı” olarak görmeleri ve göstermeleri ise, tam bir ham kafalılıktır!

Değilse, bir burjuva işin içinde oldukları kesindir!

Laiklik mi?

Laisizm bir iktidar kavgasıdır; bir politik mücadele demektir; doğru bilgiyi kilisenin, ya da tanrının hükmü altından çıkarıp, aklın hükmü altına alma mücadelesidir!

Bunun “dinsizlik” olduğunu kim söyleyebilir ki?

Feodal mülkiyet ilişkilerine karşı savaş, aynı zamanda laik savaştır!

Çünkü feodal mülkiyet ilişkilerine karşı savaş aynı zamanda bilgiyi hükmü altında tutan kiliseye karşı savaştır; bilgiyi kilisenin, ya da ruhban sınıfının hükmünde bırakıp, toprağı asillerin hükümranlığından çıkarmak ve böylece ulusallaştırmak mümkün değildir!

Batı’da mülkiyetin biçim değiştirme savaşı bitince, yani feodal mülkiyet ilişkilerine karşı savaş bitince, laisizm de hükmünü kaybetmeye başlıyor; aydınlanmış, Avrupa, yoğun bir dinselliğin içine savruluyor!

Öyleyse Türkiye’yi bundan ayrı tutamayız; zaten içinde olan Türkiye’nin de akıl yolundan ayrılıp, dinci-gerici bir yolun içine daha fazla girmesi kaçınılmaz olmuştur; öyleyse laisizme karşı mücadele resmi mücadele olmuştur!

Materyalizm, antik olanı dâhil, bir bilim ve bir bilme yoludur; bilimsel bir bilgi kaynağıdır; doğru bilgiyi hükmü altında tutan bir akıl yoludur; bir doğma değildir; öyleyse eleştirel bir akıl yoludur!

Öyleyse Materyalizmi, sonsuz bir eleştiriye dayanan aydınlanmadan ayrı tutamayız; Marx’ın ve Engels’in en önemli yapıtlarında eleştiri, ya bütünü kapsamakta ya da en büyük yeri kaplamaktadır; Lenin’inkiler de aynıdır!

"Hobbes, Bacon materyalizminin tanrıcı önyargılarını yıkmıştı; Collins,Dodwell, Coward, Hartley, Priestley de Locke'un duyumsalcılığını kuşatan son tanrıbilimsel engelleri yıktılar.

Ne olursa olsun, pratik materyalist için, Tanrı fikrini âlemin kişisel olmayan ilk nedeni olarak kabul eden ve doğaya ve insan yaşamına müdahale etmediğini ileri süren bir dinsel-felsefi eğilim olan Yaradancılık (deism),  dinden kurtulmanın yalnızca kolay bir yoludur.” (Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi)


“Bilinemezcilik” de bir materyalizmdir; en azından, "utangaç" bir materyalizmdir; bilinemezci doğa kavramı, baştan sona materyalisttir.


Bizim bilinemezcimiz, Bizim bildiğimiz kadarıyla, maddenin ve hareketin ya da şimdi dendiği gibi, enerjinin, ne yaratılabilir, ne de yok edilebilir olduğunu, ama elimizde, herhangi bir zamanda yaratılmamış oldukları konusunda tanıt bulunmadığını söyleyebilir; ama kabul ettiği bu gerçeği herhangi özel bir halde kendisine karşı kullanmayı denerseniz, sizi hemen tersleyecektir.


Tinselciliğin (Spiritualism) olabilirliğini soyut olarak kabul etse de, onun somut olarak ele alınmasını istemez.

Bize şöyle diyecektir:

Bildiğimiz ve bilebildiğimiz kadarıyla, evrenin bir Yaradanı ve Düzenleyicisi yoktur; madde ve enerji, bizim bakımımızdan, ne yaratılabilir ve ne de yok edilebilir; bizce, akıl, enerjinin özel bir biçimi, beynin bir işlevidir, bütün bildiğimiz, maddesel âlemin değişmez yasalarla yönetildiğidir, yb..

Velhasıl, bilinemezci, bir bilim adamı olduğu ölçüde, herhangi bir şey bildiği ölçüde, bir materyalisttir; biliminin dışında, hiçbir şey bilmediği alanlarda, bilgisizliğini Yunancaya çevirmekte ve ona bilinemezcilik (agnostisizm)demektedir.


Ne olursa olsun, bir şey anlaşılır görünüyor: bir bilinemezci olsaydım bile, besbelli, bu küçük kitapta kabataslak sunulan tarih kavramını "tarihsel bilinemezcilik" diye niteleyemezdim. Dindar kimseler bana gülerdi, bilinemezciler ise kendileriyle alay mı ettiğimi öfkeyle sorardı. Onun için, önemli bütün tarihsel olayların sonal nedenini ve büyük itici gücünü, toplumun ekonomik gelişiminde; üretim ve değişim tarzlarındaki dönüşümlerde ve bunların ardından toplumun farklı sınıflara bölünmesinde ve bu sınıfların birbirlerine karşı savaşımlarında arayan görüşü adlandırmak için, başka birçok dilde olduğu gibi, İngilizcede de "tarihsel materyalizm" terimini kullanırsam, bundan, İngiliz saygınlığının bile pek sarsılmayacağını umuyorum. (
F.Engels: Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm)
Öyleyse asıl soru şudur; doğru bilgi tanrının mı yoksa aklın mı hükmü altındadır?

Bu, Türkiye’nin topraklarının kimin mülkiyetinde olacağı sorusuyla bir ve aynıdır!

Öte yandan, erken gelmiş bir dahi rolünü çabuk benimseyen Öcalan’ın Marx’ın “devleti iyi tahlil edemediğini, bunu Kropotkin’in daha iyi tahlil ettiğini” vaaz etmesi ise Marx’ın, devlet tahlilinin merkezine, egemen sınıfların ölümüne korktuğu “proletarya diktatörlüğü” nü koymasındandır!

Egemen sınıfın düşünceleri ile senkronize hareket edenler, doğal olarak korkuları ile de senkronizedir!

Oysa Marx’ın bu tahlili son derece anlaşılırdır; Marx, kapitalizmden komünizme geçişte özel bir aşamanın ve buna tekabül eden "proletaryanın devrimci diktatörlüğü" nün tarihsel zorunluluğuna ilişkin önemli bir önermede bulunmaktadır.

Diğer yandan, Öcalan’ın ve tilmizlerinin ki artık iyiden iyiye köy imamı kafası taşıdıklarını saklamıyorlar, “Marx’ı aşıyorum”culuk oyunlarının merkezine “devlet” söz konusu olduğunda Kropotkinleri koyarken, “Marx’ın Hegel’den kurtulamadığını” vaaz etmeleri son derece ahmakçadır; tekrar olacak ama ahmakça değilse, kesinkes bir burjuva işidir!

Marx’ın, Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisi, “devlet”in eleştirisinden başka bir şey değildir, siz bunu “tahlil”i olarak kabul edebilirsiniz; Hegelci marksolog Kostas Papaioannou çevirisi, “Hegelci devletin eleştirisi, 1843 Elyazmaları başlığını taşıyordu.

Sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıtıldığı ve belli bir süreç içinde ve gelişen toplumsal koşullar altında yok olduğunun açıkça söylenmiş olması ”150 yıl önceki eskimiş bilgi ya da önerme” olarak kabul edilirken, bugün bu bilgiye ya da önermeye karşı yeni bir şey konulmamıştır; “yeni” diye koydukları, yine 150 yıl önce ortaya konulan ve Marx ve Engels tarafından aynı zaman aralığında çürütülmüş olan önermelerdir!

Lenin'i, 20. yüzyılın başında, iktidara yürürken eleştiren, Lenin’in felsefi çalışmalarına siyasi hasımlarını ezme ve siyasi merkeziyetçiliği tesis etme gayretinin damga vurduğunu ve Lenin’in "din karşıtlığı" biçimindeki materyalizminin Marksizm'den geri bir noktaya düştüğünü iddia eden Hollandalı sosyalist Pannekoek, "Proletaryanın savaşımı, yalnızca burjuvaziye karşı devlet iktidarı için bir savaşım değildir; aynı zamanda devlet iktidarına karşı bir savaşımdır da... Proleter devrim, devlet gücünün aletlerini parçalamaya ve onları proletarya gücünün aletleriyle ortadan kaldırmaya (yok etmeye, dağıtmaya) dayanır... Savaşım, ancak nihai sonuç alındığı anda, ancak devlet örgütü tamamen yıkıldığı anda biter. Çoğunluk örgütü, egemen azınlık örgütünü yok ederek, üstünlüğünü tanıtlar" diye yazar!

Sosyal-demokratlarla anarşistler arasında tamamen yanlış bir ayrım kurup, marksizmi kesin olarak çarpıtmış ve alçaltmış olan Kautsky, Pannekoek’in sözlerini
"Şimdiye dek, sosyal-demokratlarla anarşistler arasındaki karşıtlık, sosyal-demokratların devlet iktidarını ele geçirmek, anarşistlerin ise onu yıkmak istemelerinden ibaretti; Pannekoek ikisini birden istiyor" diyerek yanıtlar!

Lenin buna karşılık şu açıklamayı yapar:

1) Marksistler, devleti tamamen ortadan kaldırmak istemekte devam ederek, bunun ancak sosyalist devrimle sınıfların ortadan kalkmasından sonra, devletin yok olmasına götüren sosyalizmin kuruluşu sonucu olarak, gerçekleşebilir bir şey olduğuna inanırlar; anarşistlerse, bunu olanaklı duruma getiren koşulları anlamaksızın, devletin bugünden yarına tamamen ortadan kalkmasını isterler.

2) Marksistler, proletarya için, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra, eski devlet makinesini tamamen yıkmanın ve onu silahlı işçilerin Komün örneğine göre örgütlenmesine dayanan yeni bir devlet makinesiyle değiştirmenin zorunlu bir şey olduğunu söylerler; anarşistler ise, devlet makinesinin yıkılmasından yana olmakla birlikte, proletaryanın onu ne ile değiştireceğini ve devrimci iktidarı nasıl kullanacağını ancak çok belirsiz bir biçimde düşünürler; onlar devlet iktidarının devrimci proletarya tarafından kullanılmasını yadsımaya dek, devrimci diktatoryayı yadsımaya dek giderler.

3) Marksistler, çağcıl devletten yararlanarak, proletaryanın devrime hazırlanmasını isterler; anarşistler ise böyle bir davranışa karşıdırlar.

Bu polemikte, Pannekoek, Kautsky'ye karşı marksizmi temsil etmiştir; çünkü Marks, açıkça, proletaryanın devlet iktidarını ele geçirmekle yetinilemeyeceğini (eski devlet aygıtının yalnızca başka ellere geçmekle kalmaması anlamında), ama bu aygıtı kırmak, parçalamak ve onu bir yenisiyle değiştirmek zorunda da olunduğunu öğretmiştir.

Oportünist: "Eski devlet makinesini yıkmayı düşünmemeli bile; bakanlardan ve memurlardan nasıl vazgeçebiliriz?" diye akıl yürütür.

Anarşistler ise: "Yalnızca eski devlet makinesini yıkmayı düşünmek gerekir; daha önceki proleter devrimlerden çıkan somut dersleri derinleştirmek ve yıkılan şeyin yerine neyin ve nasıl konacağını çözümlemek yararsızdır" diye akıl yürütür; bu nedenle anarşistler, somut, gözü pek, sert, ama aynı zamanda yığın hareketinin pratik koşullarını da hesaba katan devrimci bir etkinliğe değil, umutsuzluk taktiğine varır.

Anarşistlerle polemiğe giriştiğinde, sorunu en açık biçimde ortaya koyan Marx, işçiler kapitalist boyunduruktan kurtulduklarında, "silahları bırakmalı mıdır, yoksa kapitalistlerin direnişini kırmak için bu silahları onlara karşı mı kullanmalıdır? diye soruyor ve bunun bir devletin "geçici biçimi"nden başka bir şey olmadığını vurguluyordu.

Anti-Dühring’te, “Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görülür bir kurul biçimindeki bireşimiydi, ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başına temsil eden sınıfın devleti: ilk çağda köle sahibi yurttaşların, orta çağda feodal soyluluğun, çağımızda burjuvazinin devleti olduğu ölçüde böyleydi. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu bireysel yaşama savaşımı ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık bir baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet, zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem —üretim araçlarına toplum adına el konması—, aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere karışması, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırakır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner” derken proletaryanın, devlet iktidarını eline geçirerek, "böylece devlet olarak devleti ortadan kaldırdığını" söyleyen Engels, anarşistleri devletin ortadan kaldırılmasından yana oldukları için değil, devletin bugünden yarına, onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, bir vuruşta ortadan kaldırılması, yani, ilga edilmesi yolundaki istemlerini eleştiriyordu!

Yani Engels burada, proletarya devrimiyle burjuvazinin devletinin "ortadan kaldırılma"sından söz eder; oysa "sönme" üzerine söylediği şeyler, sosyalist devrimden sonra, proleter devletten ne kalmışsa onunla ilgilidir. Engels'e göre, burjuva devlet "sönmez"; devrim sırasında proletarya tarafından "ortadan kaldırılır".

Bu devrimden sonra sönen şey, proleter devlet, başka bir deyişle, bir yarı-devlettir.

İkinci olarak: Devlet "özel bir baskı gücüdür". Bundan şu sonuç çıkar: proletaryaya karşı burjuvazi tarafından milyonlarca emekçiye karşı bir avuç zengin tarafından kullanılan bu "özel baskı gücü" yerine, burjuvaziye karşı proletarya tarafından uygulanan bir "özel baskı gücü"nün (proletarya diktatoryası) geçmesi gerekir. "Devletin devlet olarak ortadan kalkması" nın anlamı, işte budur. Ve toplum adına üretim araçlarına el koyma "eylem"inin de anlamı budur. Kendiliğinden anlaşılır ki, bir "özel gücün" (burjuvazinin devleti) bir başka "özel güçle" (proletaryanın devleti) böylesine bir yer değiştirmesi hiçbir zaman "sönme" biçiminde olamaz.

Burjuva devlet, proleter devlete (proletarya diktatoryasına) yerini "sönme" yoluyla değil, genel kural olarak, ancak ve ancak zora dayanan bir devrimle bırakabilir.

Üçüncü olarak: Bu "sönme", ya da daha renkli bir deyimle, bu "uykuya dalma" yı, Engels, hiçbir anlam belirsizliğine yer vermeksizin, "devlet tarafından, toplumun tümü adına üretim araçlarına el koyma"dan sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki döneme erteliyor.

Hepimiz biliriz ki, "devlet"in o andaki siyasal biçimi en tam demokrasidir. Ama marksizmi utanıp sıkılmadan çarpıtan oportünistlerden hiçbirinin aklına gelmez ki, bu durumda Engels'te söz konusu olan şey,”devlet”in o andaki siyasal biçiminin, yani en tam demokrasinin "uykuya dalma"sı ve "sönme"sidir.

Bu, ilk bakışta çok garip görünür. Fakat bu ancak demokrasinin de bir devlet olduğu ve bunun sonucu, devlet yok olduğu zaman, aynı biçimde demokrasinin de yok olacağı gerçeğini düşünmeyen biri için "anlaşılmaz" bir şeydir.

Burjuvazinin devletini, ancak devrim "ortadan kaldırabilir". Genel olarak devlet, yani en tam demokrasi ise, ancak "sönebilir".

Komün mü? Komün de bir devlettir ama devletsizliğe geçişin ifadesi olarak, devlet olmayan bir devlet anlamında!

Onun gerçek gizi, şudur:

Özsel olarak bir işçi sınıfı hükümeti, üreticilerin, temellükçüler sınıfına karşı sınıf savaşımının sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan en sonu bulunmuş siyasal biçimdir; bu son koşul olmaksızın, komünal kuruluş olanaksız bir şey ve bir aldatmaca olurdu...

Öyleyse, her türlü devleti reddedip, tıpkı devlet gibi, kendisi de bir devlet ve bir geçici, tarihsel-nesnel kategori olan komün’ü fetişleştirmek, dilim varmıyor ama ahmaklık değilse, bir burjuva işinden öteye değildir!

En sonu, komünizm, devleti büsbütün gereksizleştirir; çünkü o zaman, sırtı yere getirilecek hiç kimse, hiçbir sınıf anlamında "hiç kimse" yoktur; nüfusun belirli bir bölümüne karşı sistemli bir savaşım, artık yoktur.

Biz ütopyacı değiliz ve bireysel aşırılıkların olanaklı ve kaçınılmaz şeyler olduğunu hiçbir zaman yadsımıyoruz; ama bu aşırılıkları bastırmanın zorunlu olduğunu da yadsımıyoruz.

Nedir ki, her şeyden önce, bunun için özel bir makine, özel bir bastırma aygıtı hiç de gerekli değildir; silahlanmış halk, herhangi bir uygar insan topluluğunun, hatta bugünkü toplumda bile, dövüşen insanları ayırması, ya da bir kadına kötü davranılmasına göz yummaması kadar yalın ve kolay bir biçimde, bu görevi kendisi üstlenecektir.

Sonra, biliyoruz ki, toplum içinde yaşama kurallarına bir saldırı oluşturan aşırılıkların derindeki toplumsal nedeni, yoksulluğa, sefalete adanmış yığınların sömürülmesidir.

Bu temel neden, bir kez ortadan kaldırıldıktan sonra, aşırılıklar kuşkusuz "sönme"ye başlayacaklardır. Hangi hız ve hangi sırayla, onu bilmiyoruz; ama biliyoruz ki, söneceklerdir. Ve bu aşırılıklarla birlikte, devlet de sönecektir.

Demokrasi mi?

Demokrasi, özgürlük değil, ama eşitlik demektir; ama demokrasi yalnızca biçimsel eşitlik anlamına gelir. Ve bütün toplum üyelerinin, üretim araçları mülkiyetine göre eşitliği, yani emek eşitliği, ücret eşitliği gerçekleşir gerçekleşmez, biçimsel eşitlikten gerçek eşitliğe, yani "herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinimlerine göre" ilkesinin gerçekleşmesine geçmek için, insanlığın karşısına tamamlanması gereken yeni bir ilerleme sorununun dikildiği görülecektir.

Demokrasi çeşitli devlet biçimlerinden biridir. Öyleyse, her devlet gibi, demokrasi de, zorun, örgütlenmiş olarak, sistemli biçimde insanlara uygulanmasıdır; yani demokrasinin (burjuva demokrasisinden söz ediyorum) bir devlet biçimi olma karakteri, onun mutlaka özel mülkiyetle ve zor uygulamasıyla birlikte olmasını gerektirmektedir. İşin bir yanı, bu; ama öte yandan, demokrasi yurttaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak, devletin biçimini belirleme ve onu yönetme hakkının resmen tanınması anlamına da gelir.

Öyleyse bu, bir yanda ister “saf”,”tam” da diyebilirsiniz, ister burjuva demokrasisi ile diğer yanda diktatörlüğü aynı kategori içine sokmaktadır; demek ki, diktatörlük ile demokrasi arasında, bir nitelik değil nicelik farkı vardır.

Öyleyse bundan şu sonuç çıkar ki, demokrasi, gelişmesinin belirli bir aşamasında, önce proletaryayı, bu devrimci anti-kapitalist sınıfı birleştirir; sonra da, onun, cumhuriyetçi de olsa, burjuva devlet makinesini, yani sürekli orduyu, polisi, bürokrasiyi yıkmasını, parçalamasını, yeryüzünden silip atmasını ve onlar yerine milise katılan silahlı işçi yığınları, sonra kerteli olarak, tüm halk biçimi altında, daha demokratik, ama gene de bir devlet makinesi olmaktan geri kalmayan bir devlet makinesini geçirmesini sağlar.

Burada, "nicelik niteliğe dönüşür"!

Bu aşamaya eriştikten sonra “demokratizm”, burjuva toplum çerçevesinden çıkar ve sosyalizme doğru evrimleşmeye, sosyalizme dönüşmeye başlar. Eğer herkes gerçekten devlet yönetimine katılırsa, kapitalizm artık tutunamaz.

Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması için gerekli bir örgütlenme biçimidir.

Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun, insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan kaldırılmasını koyuyoruz.

Ancak azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemiyoruz.

Fakat sosyalizme ulaşmak için mücadele ederken, onun komünizme doğru gelişeceğinden ve bununla bağıntılı olarak, genelde insanlara karşı zor kullanımının, bir insanın diğerlerine, nüfusun bir kısmının diğer kısmına tâbi olmasının her türlü gerekliliğinin ortadan kalkacağından da eminiz, çünkü insanlar toplumsal ortak yaşamın temel kurallarına zor ve tabiiyet olmaksızın uymaya alışacaklardır.

İşte bu nedenle, “demokrasi” yi ya da “demokratizm” i dilinden düşürmeyen ve anarşist de takılan Kürt aktivistlerin bayrak edindiği, yüz elli yıl öncesinin anarşistlerinin düşüncesi olan, devletin bugünden yarına, onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, bir vuruşta ortadan kaldırılması, yani, ilga edilmesi yolundaki istemlerinin eleştirisi ve karşısına Marx ve Engels’in yine yüz elli yıl önceki, bu anarşist düşüncelerin yanlışlığını ortaya koyan düşüncelerinin konulması, son derece anlaşılır olmalıdır!

Devlete olan kölece inanç ile demokrasi mucizesine fetiş biçimde inanmak arasındaki fark ikincisinin birincisinden daha kötü olmasıdır!

Öyleyse “demokratik” lafazanlık ile beraber “devletin reddedilmesi” lafazanlığı, birbirinden farkı olmayan bir burjuva lafazanlığın ötesine geçemez; başka ifadeyle, bugün dillerinden “demokrasi” ya da “demokratik” sözcüğünü düşürmeyenlerin, “devleti istemezük” diye haykırması majestelerinin soytarılığından öte değildir!

150 yıl önce, nasıl ki Alman İşçi Partisi bugünkü toplumu, bugünkü devletin temeli olarak kabul edeceğine, tam tersine, devleti, kendi entelektüel, manevi ve özgür temellerine sahip bağımsız bir gerçeklik olarak ele alıyorduysa; “devlet” gerçeğinin üzerinden atlamak için “anarşist” takılan bilumum zevat da, bugün aynı şekilde ele almaktadır.

Oysa Marx ve Engels’in çoktan vurguladıkları ve “anarşist” takılan zevatın ve onları izleyerek burjuvazinin ardından sürükleneni bilumum zevatın,“150 yıl öncedir” diyerek burun kıvırdığı dünyanın gerçekleri, hala bu günkü dünyanın da gerçekleridir; bu gerçeklikte, insanlığın büyük çoğunluğunun mülksüzleştirilerek, zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişkili hale getirilerek bu tabancılaşmanın ortadan kaldırılmasının pratik koşullarının hazırlanmış olduğu gerçeği de vardır!

Diğer yandan, çok doğrudur ki, sosyalizmin, devlet yönetiminin fonksiyonlarını basitleştirdiğini, buyrukçuluğu ortadan kaldırmayı ve tüm meseleyi tüm toplum adına işçiyi, ustabaşını ve muhasebeciyi egemen sınıf olarak işe alan proleterlerin örgütüne indirgemeyi mümkün kıldığını biliyoruz.

Ancak bunun, aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tabiyet olmadan yapılamayacağını da biliyoruz.

Öyleyse proletarya diktatörlüğünün görevlerini yadsımaya dayanan, bürokrasiyi her yerde aniden ve tamamen ortadan kaldırma yönündeki bu anarşist düşlerin, marksizmin özüne yabancı olduğunu ve gerçekte sosyalist devrimi insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet edeceğini de biliyor olmalıyız.

Dolayısıyla sosyalist devrimin şimdiki insanlarla, tabiyet olmadan, denetim olmadan, ustabaşı ve muhasebeci olmadan yapamayacak insanlarla gerçekleştireceğimizi de biliyor olmalıyız.

Kapitalistler devrildiğinde, direnişi kırıldığında, modern devletin bürokratik mekanizması parçalandığında, karşımıza asalaklardan kurtarılmış, teknik açıdan mükemmel bir mekanizma çıkar; birleşmiş işçiler, bu mekanizmayı, teknisyenleri, gözetimcileri, muhasebecileri işe alarak pekâlâ işletebilirler; işte komün’ün tüm tröstler karşısında somut, pratik, derhal uygulanabilir görevi budur. Bir sonraki hedef ise, tüm ulusal ekonomiyi posta örneği misli örgütlemektir.

İşte proletaryanın devletinin ekonomik temeli budur.

Engels, Friedrich Cuno' ya yazdığı bir mektupta,"Bakunin için temel kötülük devlet olduğuna göre, devleti, yani cumhuriyet olsun, krallık olsun, ya da başka çeşit devlet olsun, her türlü devleti ayakta tutmak için hiç bir şey yapılmamalıdır. Bunun sonucu olarak, her türlü politikanın tamamen dışında kalınmalıdır. Herhangi bir siyasi eylemde bulunma ve özellikle bir seçime katılma, ilkelere ihanet olur. Propaganda yapmalı, devlete karşı atıp-tutmalı, örgütlenmelidir ve bütün emekçileri tarafına kazandıktan sonra, yani halkın çoğunluğunu kazandıktan sonra, bütün makamları alaşağı edersin, devleti ortadan kaldırırsın ve onun yerine Enternasyonalin örgütünü koyarsın. Bin yıllık krallığı başlatacak olan bu yüksek başarının adı “sosyal tasfiye'dir."diye yazıyor ve bunun kulağa pek aşırı devrimci gibi geldiğini, beş dakika içinde ezberlenebilecek denli basit olduğunu ve bunun için, bu Bakuninci teorinin, İtalya ve İspanya'da genç avukatlar, doktorlar ve başka doktrinciler arasında hızla yayıldığını ifade ediyordu.

Engels burada durmuyor, buna karşın, emekçilerin tabiatları gereği, politik olduklarını hatırlatarak, politikayı bir yana bırakmalarını öğütleyen kimseleri eninde sonunda bir yana bırakacaklarını ve işçilere, şartlar ne olursa olsun, politikadan uzak durmayı vaaz etmenin, onları papazların ya da burjuva cumhuriyetçilerinin kucağına itmek olduğunu da yazıyordu.

Burada çoğunluğun azınlık üzerindeki otoritesi de sona ermektedir. Her birey, her komün özerktir; ama iki kişiden meydana gelse bile, her biri özerkliğinin bir parçasından vaz geçmedikçe bir toplumun nasıl mümkün olabileceği konusunda da Bakunin susmaktadır.

Demek ki enternasyonal de bu modele göre örgütlenmelidir. Her seksiyon özerk olduğu gibi, her seksiyondaki her üye de özerktir. Genel konseye zararlı bir yetki tanıyan ve onu ifsat eden Basel kararları bize vız gelir! Bu yetki, gönüllü olarak verilmiş olsa bile, sona ermelidir, çünkü yetki otorite demektir. Bu şarlatanlığın belli başlı noktaları kısaca bunlardır...

İşte Engels böyle söylüyordu ve eminin, o zamanki anarşistlere olduğu gibi, bugünün anarşist de takılan ve burjuva devletin yıkılmasından itibaren sönüp giden bir devletten söz ettiklerini ve şu “demokratik komün" vurgusunu da bu çerçevede yaptıklarını gördüğümüz Kürt aktivistlerinin kulaklarına da pek hoş gelmiyordur.

Peki, neden hoş gelmiyordur?

Fikret Uzun

12-Ağustos-2015

Hiç yorum yok: