25 Ağustos 2015 Salı

EMPERYALİZMİN ORTAÇAĞ TRENİNE BİNEN MODERN BERKELEYLERİN YAKASINA DEĞİL DE PAÇASINA YAPIŞANLARA DİN DERSİ



EMPERYALİZMİN ORTAÇAĞ TRENİNE BİNEN MODERN BERKELEYLERİN YAKASINA DEĞİL DE PAÇASINA YAPIŞANLARA DİN DERSİ

“Ortaçağ, bütün öteki ideoloji biçimlerini: felsefeyi, siyaseti, hukuk bilimini, tanrıbilimin bir eki haline getirmiş, bunları tanrıbilimin birer alt-bölümü yapmıştı. Böylece her toplumsal ve siyasal hareketi tanrıbilimsel bir biçim almaya zorluyordu; büyük bir fırtına koparmak için, yığınların yalnızca dinle beslenen kafasına kendi öz çıkarlarını dinsel bir kisve altında sunmak gerekiyordu. Nasıl ki daha başlangıçtan itibaren, burjuvazi, kentlerde, mülk sahibi olmayan ve tanınan hiçbir toplum katına ait bulunmayan ve gelecekteki proletaryanın habercileri olan bir plebyenler, gündelikçiler ve her türlü hizmet görevlileri ordusunu yarattı ise, aynı şekilde bu ilk mezhep de (Protestanlık) bir ılımlı burjuva mezhebi ve bir de bu burjuva mezhebinden olanların bile nefret ettikleri devrimci plebyenler mezhebi olarak çabucak ikiye bölündü. ” ( F.Engels-L. Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu-Diyalektik materyalizm)

“İnsanın dinsel olmayan yurttaş ve dinsel özel kişi olarak ayrışmasının siyasal kurtuluş ile nasıl hiç çelişki durumunda bulunmadığı, Bay Bauer’e gösterilmişti. Eğer devlet dinden, dini uygar toplum çerçevesinde kendi kendine bırakarak, kendini devlet dininden kurtararak kurtuluyorsa, bireyin de dinden, ona karşı artık bir kamu işi karşısındaymış gibi değil, ama onu kendi özel işi sayarak, siyasal olarak kurtulduğu, ona (Bauer’e) gösterilmişti.” (K.Marx- Yahudi Sorunu.)

Ey ahali, bu tersine dönmüş dünya ile gurur duymayı mı yoksa bu gurur duyduğunuz tersine dönmüş dünyayı mı unuttunuz bilmiyorum ama her ne ise unutup daldığınız leylek Muhabbetiniz bitti ise, dersimizi açıyorum; Devlet dini!

Türkiye’de ve bu bölgede buna Siyasal İslam diyoruz!

Amerikan İslamı demektir ve epeydir ılımlı İslam olarak Müslüman halklara dayatılmaktadır!

Bundan ala ve daha ucuz, egemen sınıfların ekonomi-politiğine bağlı olarak büyütülen bir disiplin bulamazlardı ve bulduklarını görüyoruz!

Siyasal İslam tamı tamına Türkiye’nin emperyalist ABD ve AB ile bütünleşmiş haldeki büyük büyük zenginlerinin fabrikalardan sınıfı atıp, ümmi dinamiğini, kul dinamiğini yani, yersiz yurtsuz, adı sanı bilinmeyen, edilgen insanların dinamiğini yerleştirmek üzere sarıldığı en ucuz disiplin, yani en ucuz sopadır!

Böylece devlet zorunun yetmediği yerde, tanrı korkusu yerleştirilmiş olur ki bayat ekmek arası zor bela yararlanılan hava ve suya mahkûm edilen çalışan sınıfların güdülmesi için bu gerek şarttır ve bu tümüyle politik ekonomi içindedir.

Burada söz konusu olan egemen sınıfların dine dönme hadisesidir ki egemen sınıfın ideolojisi artık din olmaktadır ve bu evre, dine dönmede bir zirveye tekabül etmektedir.

Dine dönmeyi 1792 devrimi ile Fransa’da asiller sınıfında ve 1848 devrimi ile Fransız burjuvazisinde görüyoruz ki haberini Tocquevelle vermektedir.

Ateist Napoleon, filozoflara sempati duymakla beraber, imparator olunca dinin önemini kabul ederek Ortodoksluğa dönüyordu(Daniel Bell –The End of İdeology).

Türkiye’de de modernizasyon hareketinin, dine dönme ihtiyacını çok erken bulduğunu biliyoruz. Buradan hareketle modernizasyon hareketine veya moderniteye savaş açanların ki ABD-AB emperyalizminin kendi çocuğunu boğması mislidir ve örnek olsun,Öcalan’ın da bu kervanda dizildiğini görüyoruz; ancak dine dönme ameliyesine pek dikkatlerini vermemelerindeki çelişkilerin net olduğunu söyleyebiliriz.

Burada bir parantez açıp, açıklığı artırmak için, parti kavramı üzerine de bir iki hatırlatma yerinde olacaktır; biz biliyoruz ki parti, belli bir taban üzerinde örgütlenme yapan basit bir kuruluş değildir. Parti tastamam taraftır ve taraflaştırmaktır. Örnek olsun işçi sınıfının partisi sadece işçi sınıfının tarafında olmakla kalmaz, politikayı da işçi sınıfı lehine taraflaştırır. Bundan, diğer sömürülen sınıfları da peşinden sürüklemesi ve yeri geldiğinde bütün ülkeyi yönetebilmesi, yani proletarya hegemonyası sonucu çıkar! Buradan da parti olmayı ve bu anlamda siyaseti, işçilerin yanında olmaya indirgeyemeyeceğimiz ortaya çıkar!

Bu gün işçi sınıfı ve sınıf sözcükleri hepimiz için net olmakla birlikte parti ve politika konusunda zoraki bir bulanıklık olması,son derece kayda değerdir, manidardır demek istiyorum! Öyle ki Bolşeviklerle Rusya’nın ilk devrimcileri sayılan Narodniklerin kavgasının odağında da bu vardı ve bu gün de hala Narodnizmi Bolşevizm’e karşı savunan ama “ sınıf” ,”işçi sınıfı” sözcüklerini bol bol kullanan çok kişi vardır.
Diğer yandan “parti” kavram ve olgusunun kıymeti harbiyesini idrak edebilmiş isek, bir sınıfın birçok partisi olabileceğini ve olduğunu kabul etmek gerekir; örnek olsun burjuvazi için pek çok parti olduğunu biliyoruz; cumhuriyetçiler, demokratlar, radikal-sosyalistler, bağımsız liberaller, muhafazakârlar vesaire vesaire sayabiliriz.

Ancak bunların, zaman zaman bir birleri ile dalaşsalar da, birbirlerine sık sık tahta kılışlar çekseler de, ayrı ve bağımsız partiler olmadıklarını, tersine burjuvazinin tek partisinin parçaları olduğunu da biliyoruz!

Uygulamada, temel sorunlarda ve özellikle de özel mülkiyet sorununda, bütün bu farklı partiler, bir ve tek burjuva partisi misli hareket ederler!

Bunu bu gün bile görmek mümkün ama ne komik ve acı ki, bu konuda ahkâm kesenler bile bu yalın gerçeğin burnumuzu gıdıklayan pratiğini görmemek için gözlerini yummaktadırlar; en son Mursi ‘ye destek, yani siyasal islama, Amerikan İslamına, Ilımlı İslama destek anlamında ama “darbeye karşı olmak” adına, birbirleri ile her gün tahta kılıçlarla cenk eden BDP’sinden CHP’sine ve MHP’sinden AKP’sine, hepsi tek bir bildiri altına yan yana imza atarak dosta düşmana taraflarını ilan etmişler ve taraflarının Ilımlı İslam olduğu ama daha önemlisi şeriata dayalı faşist diktatörlüğe pek bir itirazlarının olmadığı apaçık ortaya dökülmüştü; demek ki hepsinin tek bir parti olduğunu anlamak o kadar zor olmamaktadır!


Ve şimdi, bu bayrağı BDP’den klonlanarak “Türkiye’nin partisi” yollu şişirilen HDP’nin aldığını ve şu ucube ama ucube olduğu kadar da sinsi bir slogan olan “Yetmez ama evet” sloganının mucitlerini aratırcasına, “Devlet’e hayır ama TC yönetimine talibiz “ yollu nutuklarla, şeriata dayalı bir faşist diktatörlüğe pek bir itirazlarının olmadığını göstermeleri, şarkıdaki gibi,“ hepsinin kapkara bir fidanın kapkara güller açan dalları “ olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koymuştur!

Buradan şu sonucu çıkarmak zor değildir, bütün bu partiler, egemen sınıfların bir ve tek politikasına hizmet eden partilerdir dolayısıyla bu partilerin İslamcı bir parti olması için, İslamcı bir sermayeye veya İslamcı bir tabana dayanıyor olması gerekmemektedir!

Yani “siyasal İslamın, bir İslamcı sermayenin örgütü olarak iktidar kavgası verdiği” çıkarımı beş yaşında çocuğun zekâsına bile hakaret olmaktadır!

Öyleyse büyük resmi dolduran gerçekliği, egemen sınıfların “dine dönme” politikası olarak görmek zor değildir! Bugünkü düzenin ki uzun zamandır böyledir, gericiliğin düzeni olmasını ve bu çerçevede önemli bir konsensüs sağlanmış olmasını egemen sınıfların “dine dönüş” ameliyesine bağlamak durumundayız!

Ve çok net görünüyor ki HDP de, CHP de ve hatta MHP de ve dahi AKP de, kendini şeriatçı bir parti olarak tanımlamamakta ve ilan etmemektedir; hatta AKP, anayasa mahkemesi tarafından verilen hükümle irticai bir yapılanma içinde olduğu kayıt altına alınmış olsa da, şeriata dayalı bir yönetim anlayışına sahip olduğunu ve bunun özlemini duyduğunu,bütün icraatları en incesinden,en kabasına bu yönde olduğu halde hala inkâr edebilmektedir! Diğerlerinin icraatları da AKP’nin durduğu yerde durduklarını apaçık göstermektedir.

Egemen sınıfların egemen politikası olan “ılımlı İslam” politikası etrafında yekvücut olarak bütün bu partiler, tek bir partinin, büyük büyük zenginlerin, bazılarının kulağa hoş gelsin diye telaffuz ettiği mali-oligarşinin tek partisinin birer parçası olduklarını apaçık göstermektedirler!

Bu bağlamda, egemen sınıflar, büyük büyük zenginler, oligarşi, plütokrasi, politik partileri kontrol ederek mi politikalarını sürdürmektedir, yoksa hep ve kendi halinde bir parti olarak mı hareket etmektedir sorusu ortaya çıkmaktadır; yani asıl soru budur!

Ve sorunun cevabı o kadar karmaşık değildir; oligarşinin partisi, bu burjuva partilerin bir konfederasyonu olarak kendini göstermektedir!

İşte bütün laf cambazlıkları üzerine sürdürülen“politik”gevezelikler, bu gerçeğin üzerinin örtülmesi içindir!

Şimdi, içine olabildiğince net çizgileriyle bir parti olgusu sığdırdığım parantezi kapatarak ,“dine dönme” politikasına kaldığım yerden devam edebilirim.

Bizde dine dönüşün ne zaman başladığı sorusunun cevabı net ve kısadır; bu tarihi, Yunus Emre’nin yayılmasının başlangıcı olarak formüle edebiliriz!

Burada, İslamcı bir ülkede, tarikat olmadan, İslamı düşünemeyeceğimize, her şeye rağmen, kimsenin itiraz edemeyeceğine eminim!

Türkiye’de tarikatların İslam demek olduğunu ve tarikat dışında İslamı anlamanın ve tarif etmenin mümkün olmadığını da biliyoruz!

Türkiye’de İslamın tasavvufi tarikatlar yoluyla tatbik edildiği apaçık ortadadır!

Demek ki bir de ruhban sınıfının varlığını dikkate almak gerekmektedir!

Öyleyse her iktidarın tasavvuf ve tarikatlarla ilgilendiğini düşünmek zorundayız; dolayısıyla ruhban sınıfının iktidarın içinde olduğu sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır!

Ve öyleyse tarikatları kapatmayı dinden uzaklaşma ve tarikatları açmayı da dine dönme saymak yerindedir. Ancak böyle bir çıkarımın mutlak olmadığının da altını çizmek gerekmektedir!

Diğer yandan, Yunus Emre’nin bir Bektaşi –Hurufi tarikatı propagandisti olduğunu söyleyebiliriz. Hem Yunus ve hem de isyan etmiş bir tarikatın ifadesi olan Bedrettin propagandalarını ve bunların devlet tarikatları haline gelmiş olmalarını rasyonalizmden ayrılış olarak kabul etmemiz yerinde olacaktır.

Buradan hareketle Cumhuriyetin kurulduğu aşamada, hem “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü şiar sayarken, hem de cehaletin propagandasını yapan birini peygamberleştirmenin çelişki olduğunun da altını çizmek gerekmektedir!

Bu çelişkiden altmışlı yıllardan bu yana Türkiye solunun kurtulamadığını ve çözmek için ise hiç gayret göstermediğini, aksine üzerini örttüğünü söylemek haksızlık olmaz.

Belki de aydınların ve solun post modernizme ve kolaylıkla teslim olmasını burada aramak gerekir.

Buradan Osmanlıda “yeniçerilik” kavram ve olgusuna değinmek yerindedir; yeniçeriliğin bir sermaye sınıfı olduğunu biliyoruz ve bütün yeniliklerin karşısına çıkıyordu; silahlı kuvvetlerin sermaye sınıfı olmasının tehlikeleri ve olumsuzlukları en çok yeniçerilikte kendini göstermiştir; yeniçerileri ise tefeciler finanse ediyordu ve tefecilerin de Yahudi sarrafları olduğu bilinmektedir.

Yeniçeriliğin kökünü kazımak isteyen Mahmut-u Adli, bunu göz önünde bulundurarak, pek çok zengin ve nüfuz sahibi Yahudi sarrafını idam ettirmişti.

Diğer yandan yeniçeri ocağı ile Bektaşilik özdeşleşmişti ve yeniçeriliğin olduğu her yeri kazımak isteyen Mahmut, Bektaşi tekke ve zaviyelerini kapattırdı. Önemli Bektaşi şefleri sürüldü.

Dinden kopma bu tarihlerde böylece başladı. Tanzimat hareketinin bunun üzerine geldiğini ve dinsizlikle özdeşleştirildiğini biliyoruz.
Ancak Tanzimatla birlikte gelen dönemde Bektaşilik hep yasaklı ve kovuşturmaya tabi tutulurken, Mevlevilik, iktidarda bir sufizm olmayı sürdürmüştür. Bu da dinden uzaklaşmanın mutlak ve tam olmadığını göstermektedir.

Demek ki Bektaşiliğe karşı Mevlevilik, iktidar içindedir ve sufist tarikatlar, iktidarı sürdürmenin araç ve mekanizmaları olmuştur. Bu arada, Mevlana’dan Mevleviliğe uzanan yol ile ilgili olarak, Mevlana halkçı ama Mevlevilik aristokratik olarak tarif edilmektedir.

Siyasal İslam mı demiştik? Siyasal İslam tam bir devletli dindir. Bunları hatırlamadan siyasal İslamı göremezsiniz!

Öte yandan şu da bir gerçektir ki ister Mevlevilik olsun, ister Bektaşilik ya da Yunus Emrecilik olsun, hepsi hümanist, bütün kutsal kitaplara saygılı, yoksula acıyan nazariyeler içermektedirler; bu da tarikat düzenlerinde var olan ruhban sınıfının, yönetimin bir araç ve mekanizması olarak kullanılmalarına imkân vermektedir!

Türkiye’de ilkokullarda din dersi öğretilmeye başlaması, Şemsettin Günaltay’ın hükümet başkanlığına denk düşer ki 1948 yıllarına denk gelmektedir!

Ayrıca Günaltay’ın ilk İmam hatip kurslarını başlatmakla övündüğünü de biliyoruz! Demek dine dönme bu yıllarda başlamıştır, daha doğrusu kurumsallaşmaya başlamıştır ve Günaltay’ın ilahiyatçı olduğu da biliniyor! Arkasından Menderesin gelmesi dine dönüşte bir devamlılık olduğunu göstermektedir. Demek ki dine dönüş bir devlet politikasıdır ki, burada sözünü ettiğimiz din, devlet dinidir.

Türkiye’de sınıflar olduğunun bilincinde olan büyük sermayenin, laisizmden ürkerek, devletin bir yönetim aracı olarak dine döndüğünü görmemek için ya ahmak olmak, ya da bir burjuva işinin muhibbi olmak gerek!

Peki, tesadüf mü? ”Komünizmle Mücadele Dernekleri” de, NATO’da bu tarihlerde kuruluyor ve Türkiye, Arapların kendilerini sırtından vurulmuş olarak hissetmelerine neden olarak, bu tarihlerde İsrail devletini ilk tanıyan devlet oluyordu!

Dahası var, askere din dersinin okutulmaya başlaması da bu yıllardadır ki cumhuriyetin kuruluş ilklerinden uzaklaşıldığı bir dönemdi ve subaylara Kemalizm daha o zamandan fazla geliyordu; Kemalistler yönetmek için dine dönmek ihtiyacını o zamanlarda keşfetmişti.

Öyleyse din, baskı ve çürüyüş dönemlerinin icadıdır.

Ve 12 Eylül ile başlayan 80’li yılların, Türkiye’nin İslamlaştırılması çağı olduğunu da çok iyi biliyoruz!

Ayrıca İslamlaşma, solun yükselişine karşı silahlı kuvvetlerin bulduğu bir politikadır ki kökleri geçmişte olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dine dönme politikaları içindedir ve zirvesi olmaktadır.

İslamın altın çağı diyerek altını çiziyoruz!

Bu, aynı zamanda Amerikan emperyalizminin de temel politikasıdır ve darbenin ilk yılında ABD’nin Türkiye’ye atadığı büyükelçi Robert Straus –Hupe’ dur; Türk basınının Amerika’ya bağlanmasında en önemli adımların atılması bu zat-ı muhterem sayesindedir.

İlk çengelin Hasan Cemal’e ve ardından Ufuk Güldemir’e atıldığını; Ufuk Güldemir’in de Yasemin Çongar’a çengel atarak, birbirlerine bağlandıklarını biliyoruz. Hepsi aynı tarihlerde, temel çizgilerinden birinin “İslamlaşma” olduğunu ama “sol” ve “Kemalist” görünümlü olduğunu bildiğimiz Cumhuriyet gazetesinde idiler ve Amerikan politikalarını savunanların başını çektiler. Osman Cengiz Çandar’ ın da aynı yerde ve Cumhuriyetin büyüttüğü bir İslamcı olduğunu biliyoruz!

Bu arada netleştirmek için bu tür İslamcıların, dindar olmaları gerekmiyor; önemli olan Türkiye’nin ezilen ve sömürülen halklarının ve sınıflarını en ucuz disiplin olan dinin şefkatli kollarında ümmileştirilmesidir; tarihsel vazgeçilmez çıkarlarından ve sınıf bilincinden uzaklaştırılmasıdır!

Şimdi bu aktörlerin TESEV’ in “demokrasi” danışmanı olarak, Kürtleri gericiliğin karanlığına sokmanın ,"devrimcilikten" arındırmanın “bir bilen” uzmanlığına soyunduğunu da görüyoruz!

Bu çerçevede, Hupe’ nin, sık sık İstanbul’a giderek toplantılar yaptığını ve çoğunu bir Cumhuriyet gazetesi çocuğu olan Mehmet Barlas’ın evinde yaptığını da basından takip ediyorduk. Bu görüşmeler sonrası, Cumhuriyet gazetesi, Ufuk Güldemir’i Washington temsilcisi yapıyordu. Aynı anda Milliyet gazetesi Sedat Ergini geri çekerek, Cumhuriyetten transfer ettiği Yasemin Çongar’ı Washington temsilcisi yapmıştır.

Yasemin Çongar’ın Amerika’dan Taraf gazetesine ithal edilmesinin şaşırtıcı bir yanı olmamıştır ve Çongar’ın yine ABD’nin politikalarını savunduğunu biliyoruz.

Bu zaman aralığında Siyonist belgelerde, Chomsky’nin deşifrasyonu ile, Türkiye’ nin de içinde olduğu ve eskiden “Osmanlı mülkü” olan bu bölgenin, Etnisite ve dinsellik düzleminde cemaatlere ayrılarak dağılması anlamına gelen “Osmanlılaştırma” ya da “ottomizasyon” politikasını görüyoruz;

Chomsky, eskisinde Türkler hâkimken yenisinde yönetici konumda İsrail Devleti’nin olacağına işaret ediyordu.

1982 tarihli bu belgede, Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt olmak üzere üç bölgeye ayrılması yazılı idi. Aynı şekilde bu Siyonist belgede, gene Chomsky haber veriyor, Van’a kadar olan bölge ,”Vaad Edilmiş Toprak” içinde kabul edilmektedir.

Dolayısıyla Kudüs’ten Erivan’a kadar uzanan bir “Ortadoğu” kapısı açılmaktadır. Otuz yıl önce açıklanan bu politik yol haritaları, ol zaman Amerikan elçiliklerinin duvarlarını süslerken, 12 Eylül gericiliği ile iş tutmayı “demokrasi” mücadelesinden sayan sahte solcular ve ahmak solcular, bunu inkâr ediyor ve olmaz öyle şey diyorlardı; şimdi oldurduklarını görüyoruz, haritalar ayyuka çıkmış ve bu haritalara güzellemeler yanında, felsefi tarifler yapılmaktadır!

Şimdi adını pek anmadıkları, daha doğrusu bir ilkel aşiret komünü ütopyası ile üzerini örttükleri “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” yollu haykırarak ve Türkiye’nin devrimcilerinin bu hakka ilgi göstermediğinden yakınarak, şimdi vazgeçtikleri anlaşılan bir bağımsız Kürt devleti isteyen Kürtler de bu güzellemelere pek bir kapılmışlar ve putlaştırdıkları Öcalan’ın felsefi “yeteneği”nden yararlanarak, “artık devlet istemiyoruz”, hatta “devlet bütün günahların anasıdır” demekte ve ilkel bir aşiret düzenini “demokratik komün” veya “demokratik özerklik” olarak tarif ederek Kürt halkına da, Türk halkına da dayatmaktadırlar; üstüne üstlük bir kara mizah örneği misli, şimdilerde TC’nin yani 12 Eylül rejiminin devletinin yönetimine talip olduklarını ve hatta buna yakın olduklarını böbürlenerek haykırmaktadırlar!

Bütün bunlar, tümüyle ve ABD’nin kırk yıllık İslamlaştırma ve “Büyük Kürdistanlaştırma” politikaları ile ve elbette 12 Eylülün arkasından görücüye çıkarılan Siyonist belgelerdeki “Osmanizasyon” politikaları ile uyumludur.

Bu politika,”Osmanizasyon”, bu bölgede ABD-AB emperyalizmi açısından yüz yıldır aranan stabilizatörün bulunmuş olduğunun ifadesidir; bunun anlamı, eski Osmanlı mülkünde bir devletin ve modernitenin reddedilmesi, cehalet ve kayıtsızlık ifade eden bir etnik ya da tarikat türünden cemaat örgütlenmesi nin kabul edilmesidir!

Bu ise, Tanzimat öncesi bir Osmanlı İmparatorluğuna dönülmesi demektir!

Demek ki “Osmanlılaştırma” ile İslamlaştırma bir madalyonun iki yüzü olmaktadır ve emperyalist ABD-AB’nin çaresizliğinin çaresi olan “ortaçağa dönüş” treni içindedir!

Öyleyse, “Siyasal İslam” ın kıymet-i harbiyesini tasvir etmiş bulunmaktayım!

Bu, tam da ABD emperyalizminin kozmopoltizmine uygun, “dünya vatandaşlığı” vaaz eden sahtekâr solcuların sahte teorileri ile senkronize olan, uluslararası sermayenin renksiz, milletsiz ve dahi sınıra ihtiyaç duymayan ihtiyaçlarının karşılanmasının garantisi için gerekli bir yapılanma olduğu görülmektedir.

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti, TC, sosyalist hareketin önünü kesmek anlamında, ileriye gitmemek için, bir silah olarak İslamcı partiyi yaratmış ve kurucu partisini, üstelik kurucu partisi eliyle, deforme etmiştir; şimdi bunlar, iktidar ve muhalefet olarak ve Kürt partisini de yanına alarak, cumhuriyetin karşısında, şeriata dayalı faşist bir diktatörlüğün kurulması çabalarında bir ve aynı yerdedirler. Arada çıkardıkları gürültü-patırtı ise, bulundukları yeri gizlemek içindir!

İşte sonuç itibarıyle bugün siyasal İslamın kıymet-i harbiyesinin özetinin özeti budur!

Eskiyi eleştirerek köksüzlüğü kabul ettirmek, ancak birikimi ve devamlılığı kesmekle, insan beynini sürekliliği algılayamayacak hale getirmekle mümkündür; işte büyük sermayenin, tekellerin dine dönmesi bunun içindir.

En başta BORGA beyefendi olmak üzere, adında “sosyalizm” olan bu forumda pek çok cehalet katsayısı yüksek kişilerin, tıpkı köy imamı kafalı Profesör İdris Küçükömer gibi ,“dinciliğin gericilik olmadığı ” yönünde düşünceler üretmek için çırpınmaları, dinciliği ilericilik, hatta devrimcilik saymaları bu yüzdendir ve bu, tekellerin dine dönmesi ile aynı yerde mevzi almış olmalarının ifadesidir!

Gerici Profesör İdris Küçükömer, İslamın ve İslamcı siyasal akımların, terakkiperver fırkanın, Milli Selamet Partisinin ilerici olduğunu vaaz ediyordu; haliyle bu kategoriye girmeyen her şeyi gerici sayıyor, bu yönde vaazlar veriyordu!

12 Eylül faşist darbesinin ve yerleştirilen rejiminin, aşırı dinselliği yerleştirmek ve bu toprakları ortaçağa sürüklemek için gerçekleştirildiğini artık daha açıklıkla görmekteyiz; katliamların ve tasfiyelerin, laisizmin, rasyonalizmin ve sosyalizmi bu coğrafyadan kazımak konusunda başarılı olamayan Kemalizmin kökünü kazımak ve bu işi dinci akımlara vermek için olduğu artık açıkça görülmektedir.
Böylece, “Dine dönüş” ün, solun yükselişine karşı bulunan en önemli tertip olduğu da artık açıklık kazanmıştır ve yüksek komutanların eli mahsulü olduğunu artık daha da netlikle biliyoruz.

Diğer yandan, İslamizasyon hareketinin merkezinde “Komünizmle Mücadele Dernekleri” içinden gelenlerin olduğunu ve kanlı pazarla birlikte siyasete atıldıklarını da artık daha açıklıkla biliyoruz; 12 Eylül yönetimi,1983 ylında TİB’i kurdu ve TİB adı, amacının toplumu İslamize etmek olduğunun işaretini taşıyordu; bir yıl sonra ise DİTİB kuruldu. İslamizasyon doludizgin ilerletildi. Taktikleri de son derece sinsi idi ki “din tehlikesini önlemek için herkesi dindar yapmayı” öneriyorlardı. Amaç laikliğin kökünü kazımaktı ve böylece laisizm silahsızlandırıldı; ancak, toplumsal tabanının pek de azımsanacak bir taban olmadığı şimdi daha açıklıkla görülmektedir.

Bitirirken, cehaleti politika sayarak “Dinciliğin gericilik olmadığını”, söyleyenlere hediye niyetine, dinciliğin eninde sonunda öğrenme kabiliyetini tüketmek olduğunu; dolayısıyla insanı insanlığından çıkarmak operasyonu olduğunu; dinciliğin sınıfsal olduğunu, dolayısıyla fabrikada sükûnet peşinde olduğunu, yani sınıf bilincini fabrikadan kovmanın peşinde olduğunu yani işçileri ümmi sürüler haline getirme operasyonu olduğunu ve İslamizasyonun, kolay yönetim ve diktatoryal rejim için taban hazırlama işi olduğunu; cahil ve tabi insan imalatı demek olduğunu hala görememenin, hala idrak edememenin, ham kafalılık, ahmaklık, politik körlük değilse, bir burjuva işi olduğunu hatırlatıyorum; böylece, bunlar gericilik değilse nedir diye düşünmelerine imkân tanıyorum!

Ancak bu vesile ile İslamizasyonun öğrenme kabiliyetini önemli oranda tüketmiş olduğunun kanıtlarını de göstermiş oluyorum,
Adında “sosyalizm” olan ve “okul” yollu iddialar taşıyan bir alanda, bir taraftan “komünizm” I referans gösterirken, diğer yandan Marx’ı cahilane bir şekilde eleştirerek, aştığı iddiasında bulunan, diyalektik- miyalektik sayıklayarak, materyalizm filan mırıldanarak, Marxist felsefeye gönderme yapıp dinciliğin gericilik olmadığı, tam tersine dinciliğe yer açmayan işçi sınıfı partilerinin gerici olduğu, en azından Kabul edilemez olduğu yollu vaazlarına bilimsel bir ton vererek mutlaklaştıran bir yaklaşımla hareket edenler bu kanıtın en önemli göstergesi olmaktadırlar!

Bu köksüzlük değilse nedir? Bu belleksizlik değilse nedir? Bu cehalet değilse nedir? Bunların hepsi bir politika olarak sol içinde pompalanıyorsa; gelip gelip 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğünün karanlığı içine girmek, ilericilik olarak dayatılıyorsa ve bu, Eylülist politikaların hegemonyasına boğazına kadar batmış olmak olarak görülmüyorsa ve daha önemlisi ABD emperyalizminin köleleştirici, gericileştirici, yok edici politikalarının sadık hizmetkârı olmuş olmak demek olmuyorsa, başka ne demek oluyor?

Bunu akıl taşıyan, derdi ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların ulusal ve sınıfsal kurtuluşu olan, bunun önündeki ne başat engelin bu sömürü düzeni olduğunu, bu düzenden beslenen tekeller olduğunu, yani ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların bu durumunun yegâne sorumlusu olan egemen sınıflar olduğunun ve aslolanın bu egemenliği yıkarak bu sömürü düzenini ortakçı bir düzene dönüştürmek olduğunun bilincinde olan herkesin enine boyuna düşünmesi gerekmektedir!


Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen hayali güneşten başka bir şey değildir; bu anlamda eleştiri, zincirlerin üstünü örten hayali çiçekleri, insanı gerçek umutsuzluğa götüren zincirler taşısın diye değil, zincirleri atsın ve canlı çiçekler toplasın diye yolar; bu anlamda eleştiri, hayalleri olmayan, akıl çağına gelmiş bir insan gibi, kendi gerçeğini düşünsün, etkilesin, ona biçim versin diye insanın hayallerini yıkmıştır!

Öyleyse tarihin görevi, gerçeğin öteki dünyasının ortadan kalkmasından sonra, bu dünyanın gerçeğini göstermektir. İnsanın kendi kendini yabancılaştırmasının kutsal biçimi bir kez açığa çıkarıldıktan sonra, kutsal olmayan biçimlerde kendi kendini yabancılaştırmasının maskesini indirmek, ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevidir. Böylece cennetin eleştirisi, yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi, hukukun eleştirisine, tanrı bilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür.

Diğer yandan, hatırlatmalıyım ki tarih, hiçbir şey yapmaz, o engin zenginliklere sahip değildir, savaşlara girişmez. Her şeyi yapan, her şeye sahip olan ve savaşlara girişen sadece gerçek ve yaşayan insandır; tarih, sanki tikel bir kişi imiş gibi, kendi ereklerini gerçekleştirmek için insanları kullanmaz, o, kendi ereklerini gerçekleştirmeye çalışan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir.

Öyleyse burada gerçek ve yaşayan insanın kendi kendini yabancılaştırmasının maskesinin indirilmiş olmasının ve dünyanın gerçeğinin gösterilmiş olmasının önemi ortaya çıkar; çünkü toplum tarihinde etkin olanlar, yalnız bilince sahip, düşünüp taşınarak ya da tutku ile hareket eden ve belirli erekleri izleyen insanlardır; hiçbir şey bilinçli bir erek olmadan, istenen bir erek olmadan meydana gelmez!

İşte bu yüzden, bilgisizliğin şeytanın ta kendisi olduğunu bilenler, ortalıkta dilenci papazlar misli dolaşarak cehalete methiye düzmekte,” ol dedi oldu” dan öte kelam etmemektedirler!

Bu nedenle bütün kavramlarla birlikte tarihi baş aşağı çevirmekte ve gerçeğin üstünü örten kavramlarla baş aşağı durmasını garantilemeye çalışmaktadırlar; örnek olsun, edilgen bir öğeye yani maddi bir temele gereksinim duyan devrimden ve teorisinden ebediyen vazgeçirmek için, teorinin, bir halkta her zaman bu teorinin sadece halkın gereksinmelerinin gerçekleşmesi olduğu ölçüde gerçekleşeceği gerçeğinden uzaklaştırmayı tek teori bellemişlerdir! Bu ise cehaletin gezici vaizliğini yapan dilenci papazlar gibi dolaşmadan mümkün olmaz! Başka ifadeyle bu dilenci papazlar misli aramızda dolaşarak cehaletin vaizliğini yapanlar, gerçeğin düşüncesinin istekleri ile toplumun gerçekliğinin bu isteklere verecekleri yanıtlar arasındaki mesafeyi cehaletin karesi ile çarpmaya çalışmakta ve böylece teorinin ilelebet gerçek dışı olduğunu, dolayısıyla halkın gereksinimlerini hiçbir zaman karşılayamayacağını kanıtlamaya çalışmaktadırlar! Bu zorluğu aşmak veya kolaylaştırmak için, orta çağda olduğu gibi, bütün öteki ideoloji biçimlerini; felsefeyi, siyaseti, hukuk bilimini, tanrıbiliminin içinde eritmek veya tanrıbilimin birer alt bölümü yapmak gerekmektedir ve böylece de, her toplumsal ve siyasal hareketi tanrıbilimsel bir biçim almaya zorlamak da kolaylaşacaktır!

Böylece, günümüze kadarki toplumların tarihinin, çağlara göre değişik biçimlere bürünen uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları ile yapıldığı gerçeğinden, dolayısıyla modern tarihte bütün siyasal mücadelelerin sınıf mücadeleleri oldukları ve sınıfların bütün kurtuluş savaşlarının, zorunlu olan siyasal biçimlerine karşın, son tahlilde ekonomik kurtuluşun etrafında döndükleri gerçeğinden uzaklaştırarak, devletin ve siyasal düzenin, ikincil öğeyi, ekonomik bağıntılar alanının ise belirleyici öğeyi meydana getirdiği gerçeğinin üzerini örtmeleri kolaylaşacaktır.

Daha açıkçası, sınıflar mücadelesinin, sömürenlerle sömürülenler arasındaki üretim ilişkilerinde mevcut olan temel çelişkiyi yansıttığının ve bu mücadelenin, bu ilişkilerle üretici güçler arasındaki zorunlu uygunluk yasasının belirli bir andaki elverdiği sınırların ötesine geçemeyeceğinin ve bu anlamda sınıf mücadelesinin tarihin motoru olduğu gerçeğinin üzerini örtmek kolaylaşmış olacaktır.

Bu ise insan soyunun yenilenmesinin, kendi kendisine yabancılaşmasından kurtulmasının, ahlaki ya da felsefi propaganda ile ya da şiddet kanunları koyarak değil, ancak sınıf sömürüsünün ortadan kalkmasıyla dolayısıyla sınıf mücadelesinin ortadan kalkmasıyla mümkün olabileceği ama bunun için de sınıf mücadelesinin sonuna kadar götürülmesi gerektiği gerçeğinden uzaklaştırmak demektir!

Bunun yerine, bu cahiliye devrinin gezici vaizleri misli dolaşarak akıl bozuculukta rekor kırmaya çalışanlar, utanmasalar Âdem ve Havva efsanesini dahi dillendirecek olmaları bir yana, bütün toplumların tarihini egemen üretim ilişkilerinden soyutlayarak, ilkel toplumların da bir ekonomik temele dayandığı gerçeğinin üzerinden atlayıp, Hegel’in bile gerisine düşen ve zavallılığı tavan yapmış olduğu ölçüde egemen yapılmaya çalışılan gerçeksiz ilişkiler içindeki bir sevgi dinini ve ahlakını koymaktadırlar.

Bunun anlamı ise, doğmanın, tanrısal hukukun yerini alan insan hukukunun, kilisenin yerini alan devletin asıllarına döndürülmesi, yani yeniden tanrı bilimci anlayışın cismanileştirilmesi çabasıdır!

Öyleyse bu çaba ile mücadele etmeyip, aksine bu çabanın neredeyse müridi olarak hareket ederken, devlet ile ve sadece devlet ile kavga etmek ve sadece onu ortadan kaldırarak bütün sorunların çözüleceğine inanmak; başka ifadeyle, devleti var eden, dolayısıyla devletin devlet olarak yüklenmiş olduğu günahların hem yaratıcısı hem de yükleyicisi olan koşulların bütün gerçekliği ile ayakta durduğu bir tarihsel zamanda, bu koşulları değiştirmeden, devleti bir çırpıda ortadan kaldırarak bütün sorunların çözüleceğine inanmak ve inandırmaya çalışmak son derece yaman bir çelişkidir!

Oysa akıl taşıyanlar en azından aklı hala bozulmamış olanlar, dolayısıyla cehalete teslim olmayanlar biliyorlar ki, bırakalım doğmaları ve tanrısal hukukun üzerini örttüğü gerçeklikleri, işçi sınıfının kendisi, ancak, şeylere kendi gerçeklikleri içinde, burjuvazinin dayattığı hukuksal renklerle boyanmış gözlükler olmadan bakarsa, içinde bulunduğu durumu tam olarak tanıyabilir!

Öyleyse işçi sınıfı, tüm sessizliğine karşın ve hatta tam bilincine erişmemiş bile olsa, içinde bulunduğu durumu tam olarak tanıyabilme noktasına hızla yaklaşmaktadır ki burjuva hukuku yetmemekte, bu nedenle de yeniden tanrıbilimci anlayışa dönmek –son çare olarak- egemen sınıfların hem ideolojik ve hem de politik yaklaşımı olmaktadır!

Öyleyse cehalete gönüllü teslim olanların, egemen sınıfların tanrıbilimci anlayışını yansıtan ideolojik ve politik disiplinine ve gönüllü olarak teslim olduklarını söyleyebiliriz!

Öyleyse bu türlerin dilindeki “sosyalizm”, gerçekte “hukukçular sosyalizmi” nin de gerisine düşen “papazlar sosyalizmi“ ile “feodal sosyalizm”in amalgamasyonundan başka bir şey olmamaktadır!
İşte bu türlerin bilimsel sosyalizmden kaçmak için bin dereden su getirmeleri, tam da bu nedenledir!

Ve bütün derslerimize bigâne kalmaları, hatta sessizliğe taşıdıkları su ile boğmaları ve bu da tutmazsa, üfürüp-üfürüp saman tadındaki anlamsız lakırdıları ipe asmaları bundandır!

Ama derslerimiz, keçeleşmiş akıllarıyla ve taşlaşmış vicdanları ile aramızda dolaşan ve kendilerine inananları en fütursuz demagojileri ile yalanları ile aldatan bu gezici Berkeley kılıklı vaizlere değildir; neden olduğunu artık herkes duymuştur; bu nedenle derslerimiz, daha çok bu Berkeley kılıklı gezici vaizlerin, “sosyalist” maskesi de takarak derssiz ve derse muhtaç bıraktıkları ve dolayısıyla kendilerinin bile inanmadıkları yalanlara mahkûm bıraktıkları bütün alanlaradır; bu alanlar, bu alanlarda “sosyalizm” arayanlar ama bu Berkeley kılıklı gezici vaizlerin demagojik lakırdılarından feyz alanlar da bigane kalırsa, işte o zaman, derslerimiz tarihe nottur!

Fikret Uzun

08-Ağustos-2015

Hiç yorum yok: