11 Temmuz 2014 Cuma

BUGÜNÜN KUTSAL AİLESİNE KARŞI AMANSIZ BİR POLEMİĞİ GÖZE ALAMAYANLAR MARXİZMİN PENCERESİNİ GENİŞLETEMEZLER


BUGÜNÜN KUTSAL AİLESİNE KARŞI AMANSIZ BİR POLEMİĞİ GÖZE ALAMAYANLAR MARXİZMİN PENCERESİNİ GENİŞLETEMEZLER VE HATTA MARXİZMİN BAYAĞILAŞTIRILMASININ ÖNÜNE DE GEÇEMEZLER
“Eğer proletarya zaferi kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz, çünkü o, bu zaferi ancak hem kendi kendini hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir. Öyleyse, onu içeren karşıtı olan özel mülkiyet kadar, proletarya da ortadan kalkmıştır.
Eğer sosyalist yazarlar proletaryaya bu tarihsel rolü veriyorlarsa, bu, hiç de, eleştirel eleştirinin inanır göründüğü gibi, onların, proleterleri tanrılar olarak gördükleri için değildir. Daha çok, bunun tersi doğrudur. Sonuna değin gelişmiş proletaryada tüm insanlığın, hatta insanlık görünüşünün soyutlaması, pratik olarak tümlenmiş bulunur; güncel toplumun tüm yaşam koşulları, en insan dışı yanlarıyla, proletaryanın yaşam koşullarında yoğunlaşmış bulunurlar.

Proletaryada insan, gerçekte kendi kendini yitirmiş, ama aynı zamanda bu yitirmenin teorik bilincini de kazanmıştır; üstelik artık ne sakınabileceği ne de allayıp pullayabileceği sefalet, kendini ona önüne geçilemez biçimde zorla kabul ettiren sefalet - zorunluluğun pratik dışavurumu- , onu böylesine bir insan dışılığa karşı doğrudan başkaldırmaya zorlar; bu nedenle, proletarya, kendi kendini kurtarabilir ve zorunlu olarak kurtaracaktır da.

Nedir ki, o,kendi öz yaşam koşullarını kaldırmadan kendi kendini kurtaramaz. Güncel toplumun kendi öz durumunun özetlediği tüm insan dışı yaşam koşullarını kaldırmadan da kendi öz yaşam koşullarını kaldıramaz.
Söz konusu olan, şu ya da bu proleterin, ya da hatta tüm proletaryanın bir an için hangi ereği tasarladığını bilmek değildir. Söz konusu olan, proletaryanın ne olduğunu ve bu varlık uyarınca tarihsel olarak neyi yapma zorunda kalacağını bilmektir. Onun ereği ve tarihsel etkinliği, güncel burjuva toplumun tüm örgütlenmesinde olduğu gibi, kendi öz durumunda da, elle tutulur ve bozulmaz bir biçimde çizilmiş bulunmaktadır.” (K.Marx-F.Engels- Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi)
Değerli tartışmacılar,
Neden sus pus oldunuz, konuyu da, tartışmayı da siz açmadınız mı ve hepiniz gibi ben de düşüncelerimi söyleyerek katkıda bulunmuş olmuyor muyum?
Yanlışsam neden yüzüme vurmuyorsunuz? Doğru isem, neden sizin dediklerinize pek uymuyorum?
Turgut arkadaş ne güzel ve pek yerinde vurgu yapmış; “yiğidi öldürün ama hakkını verin!” diyor ki şüphesiz kastettiği Marx’tır; ancak Marx’ın izleyicileri de aynı durumda değil mi?
Ama siz, zaman zaman sessizlikle boğma girişiminde bulunsanız da, ne Marx’ı ve ne de izleyenlerini, ne öldürebiliyorsunuz, ne de haklarını vermek içinizden geliyor!
Öyleyse açtığınız her konuda, tartışmayı netleştirerek sonuca götürmek için değil, yine Turgut arkadaşın dikkat çektiği gibi, “gargaraya getirmek” için, açtığınız veya açıldıktan sonra katılmaktan kurtulamadığınız her konuyu ağzınızda biraz çalkalayıp, tükürmek için çabaladığınızı mı düşünmeliyiz?
Bakınız, BORGA, “Tartışma böyle başlar sonra da bunu kastetmedik muhabbetine geçiş yapılır.” Diyor! Doğru mu değil mi? Kimseden, yani Ulak ve Turgut’dan başka kimseden, hatta konuyu fetiş bir şekilde orta yere asan Akseymen kardeşimizden de çıt çıkmıyor!
Çıkmazsa, geriye, BORGA’nın bu konularda “epey yazıp çizmiş olduğu” ve “daha fazla yazıp çizmesine gerek kalmamış olduğu” sonucu kalıyor ki bunun BORGA’nın dayatması olduğu aşikârdır!
Öyleyse “herkes BORGA’yı can kulağı ile dinlesin, anlamasalar da dinledikleri kulaklarının bir köşesinde kalsın ve otursunlar oturdukları yerde”, öyle mi?
Diğer yandan, BORGA haklıdır; son tahlilde, tartışma bu sus pus noktada kilitlenince, Komünist Parti Manifestosu’nun (Manifesto of the Communist Party) içeriğini gargaraya getirme girişiminin mevcudiyeti daha çok öne çıkıyor ki BORGA da buna, bu “gargaraya getirme” ameliyesine, “itiraz etmek gerekiyor.” diyor!
Çok haklıdır ama benim ve elbette Turgut’un da buna itirazı vardır; fakat itirazlarımız BORGA’nınkilerden çok farklıdır; daha doğrusu BORGA’nın ki bambaşka bir itirazdır! Müzmin bir düşmanlıkla beslenmiş olan bir itirazı içermektedir!
BORGA’nın kendi ifşaatıdır ki, BORGA kardeşimiz, marxist de değildir, Marxizm’e karşı sempatisi de empatisi de yoktur!
Öyleyse, Marxizmi veya Marx’ın düşüncesini düzeltmek, neden üzerine vazife oluyor?
Çünkü her çatlaktan, Marxizm düşmanlığını sokmak için önüne çıkan fırsatları değerlendiriyor!
Ne diyor?
* Manifestoya göre, BAĞIMSIZLIK yani yerel davranış iyi mi kötü mü? * Manifestoya göre kozmopolitizm iktisadi köklere dayanan bir devrimdir. Sizlere göre de öyle mi?
Önüne gelen fırsatla coşmuş, yerinde duramıyor ve ilave yapıyor;
* Asalak sınıflar olmadan bizler koyun sürüsünden öteye geçemez miyiz? BORGA, Manifesto’nun imbiğinden bunları damıtmış!
Doğru mu-değil mi? Buna cevap vermek, öncelikle fetiş bir yaklaşımla “Bu satırlardan daha edebi ve daha derin bir metne rastlamadım.” diyen ve bu başlıkla, ilgili satırları tartışmacıların dikkatlerine sunan AKSEYMEN kardeşimize düşmez mi?
Ve üstüne üstlük, gerçi tekrar sayılır ama çok daha başka telden çalan Ulak da tartışmaya dâhil oluyor, bir konsensüs mü var ki, Ulak’ın her daim bulunan “yanlış”ları yüzüne vurulmamaktadır? Hatta hayret ki, “gene uzun yazmışsın ama konuya deymemişsin “ bile denmemiştir!
Böyle tartışma olur mu Akseymen arkadaş? Sen demiyor mu idin, daha yeni bir ayını doldurmuş olan bir tartışma ile dikkatlerimizi çektiğin “Eleştirel eleştiri” başlıklı mektubunda, Günümüzde en moda olan şey, Marx, Lenin veya da Stalin yoldaşlar(a yöneltilen) eleştirilerdir; ülkemizde bir de buna özellikle TKP’nin 73 atılımını gerçekleştirmiş olan İ. Bilen’e yöneltilen eleştiriler eklenir.”

Ve eklemiyor mu idin,”Bu eleştirel eleştiriciler, kendi doğrularının doğruluklarından da, objektif olduklarından da o kadar eminler ki başkalarının doğrularını kabullenmeleri mümkün bile değil.” diye?
Dahası var, gerçi senin vurgun, “Yeni Tipte Leninci Parti” yedir ama bu bir şeyi değiştirmez,“Bizim kafamız bu arkadaşlar kadar çalışmıyor tabi ki, bu arkadaşlarımız süper zekâ biz geri zekâlıyız. Lanet olsun ki işte bizim bu yoksulluktan, bu sefaletten, bu rezillikten, kurtulmak ve her türlü sömürüyü yok etmek, insanca yaşamak gibi zorunlu bir derdimiz var. Bu yüzden bunu başarabilmemiz için de her şeyi öğrenmek gibi de bir zorunluluk ortaya çıkıyor.” demiyor muydun?
Öğrenmek için ne yapıyorsun bilmiyorum ama işte al sana o “bizim kafamızdan daha çok çalışan” süper zekâlı arkadaşımız, her konuda ve her tartışmada ama daha çok Marxizm-Leninizm konusunda, bütün bilgiçliği ile karşımızda ve şimdi hepimize, Marxizmin kurucularının, henüz 1848 devrimleri bile gerçekleşmemişken ama herhalde tarihsel koşulların gerektirdiğini düşündükleri için ki muhtemelen, sosyalizm adına bilinen sistemlerin, Owenist, Fourierist vb.ütopyacı sosyalizmlerin, artık giderek ölmekte olan tarikatlara inmiş olduğu ve ayrıca, sermaye ve kar’a hiç zarar vermeden kurulması planlanan sosyalizm reçetelerinin de yaygınlaşmış olduğu bir zamanda yazmış oldukları “Komünist Parti Manifestosu” nu ve daha çok da bu Manifesto’daki aksaklık ve gedikleri öğretmeye ya da yüzümüze vurmaya çalışıyor!
Hem de bize(daha doğrusu önce sana sonra bize) veriyor talkın’ı kendi yutuyor salkım’ı! Yani “başını sonunu bilmeden okuma” diyor fakat kendisi başından da sonundan özerk lakırdılarla önüne düşen fırsatı en tam ifadesiyle kullanmaya çalışıyor!
Sen zaten, Marx ve Engels’in birlikte yaptıkları ilk çalışma olan “Eleştirel eleştiricilerin-Yani Bruno Bauer ve hempalarının- idealist görüşleri” ne gönderme yaparak açtığın tartışma ile en baştan, bu“ Kutsal Aile”nin, ideolojik düzeyde kurgusal felsefenin ağırlık kazanması, siyasal düzeyde de gericiliğin desteklenmesi gibi, hiç değilse, öznel erekleri bakımından aykırı sonuçlar veren “eleştirel eleştiri” lerine karşı gerçekten amansız bir polemik yapmayı başa koymuş olmuyor mu idin?
Bu Kutsal Aile’nin yüzüne,“Komünizmin, yaratılması gereken bir durum ya da gerçekliğin kendini ona uydurması gereken bir ülkü” olmadığı gerçeğini vurmak istemiyor mu idin?
Hatta bununla da kalmayıp, “Her kim Stalin’e ve İ. Bilen’e kısacası her kim komünistlere küfrediyorsa o işçi sınıfı komünisti değildir. Bizim içinde bulunacağımız siyasal örgütte de yerleri olamaz. Ben de onların bulunduğu siyasal örgütün içinde yer almam.” Demiyor mu idin?
Öyleyse, hadi son dediğini görmezden gelelim, çünkü boğazına kadar ve hem de içinde bulunduğun, pardon sempatizanı olduğun, örgütün ile birlikte o mahkûm ettiklerinin bulunduğu örgüt içindesiniz, ayrıca bu günlerde sık sık İşçinin Sesi’nden esen rüzgârları taşıdığın da gözden kaçmıyor, ama işte fırsat, vur be kardeşim, vur yüzlerine ki, bu fırsatı, günümüzün “kutsal ailesi” olmakta direnenlere bırakma, bırakma ki bu fırsatı kullanıp, gerçekliğin üzerinde tepinip durmasınlar ve sen de gerçekten neyin içinde olduğunu bize göster!
Ama nerdeee… Sen kutsal aileyi başka yerde aradığın sürece veya soyut “kutsal aile”ye veryansın ederken, somut olanının etrafından dolaştığın müddetçe, ya da daha doğru ifadeyle gerçekte boğazına kadar bu somut “kutsal aile” ile birlikte olduğun sürece hiç inandırıcı olamazsın!
Bu vesile ile hatırlamalısın ki, Engels ve Marx,“Kutsal Aile” ye birlikte yazdıkları önsözlerinde, “Gerçek insancılığın, Almanya’da, gerçek bireysel insan yerine,‘ kendinin bilinci ’ ya da ‘tin’ i koyan ve İncil yazarları (Evangelistler) ile birlikte: ‘Her şeye can veren tindir, ten hiçbir işe yaramaz’ diye öğreten tinselcilik (spiritüalizm) ya da kurgucu idealizmden (spekulatif idealizm) daha tehlikeli bir düşmanı yoktur.” derler ve bu çalışmanın ereğinin, en yüksek derecesine ulaşmış Alman kurgusunun ahmaklığını ve soytarılıklarını göstermeye yönelik olduğunu yani, yığınları aydınlatmaya yönelik olduğunu vurgularlar.
Engels ise, Birinci bölümün başında, “ Eleştirel eleştirinin, “sosyalist olduğunu ve ‘yoksulluk üzerine yazılar’dan söz ettiğini ve kendini tanrı ile bir tutmayı dolandırıcılık saymadığını ama kendine yabancılaştığı için, ciltçi ustası biçimine bürünerek ahmaklığa kadar alçaldığını… ” yazar ki bu sözlerin, eminim bu günün “kutsal aile”sini de tanımlayan sözler olduğunu sen bile kabul etmeye çekinmektesindir ama “ELEŞTİREL ELEŞTİRİ” başlığında hepimize talkım vermeyi ihmal etmemişsin!
Ve hatta belki de, bu kutsal aile’nin görüşlerinin kendilerini bağladığını, seni bağlamadığını söylemeye bile, daha önce yaptığın gibi, yine cür’et edebilirsin!
Bu arada başka bir başlıkta ,“Tartışmalarda üslup ve Yöntem”, başlığında, salkımı kendin götürürken, talkımı bize yutturduğun da gözümüzden kaçmamıştı; sen her halde bu konuda fazla uzmansın ki en son HDP üzerine süren tartışmanın son mektubu olan mektubuma da buna benzer lakırdılar etmiştin!
“Mesela” diyordun ve “sana göre çok ilginç” olduğunu belirterek devam ediyordun ve şöyle anlatıyordun ; “ yıllardan sonra ilk defa, bir arkadaşımla bir gün bir araya gelip sohbet etme olanağını bulacaktık ki, söylediği bir söz tüm konuşma ve kendisiyle sohbet etme isteğimi bir anda sıfıra indirdi. ‘Ya Arkadaşım iyisin hoşsun da sen çok konuşuyorsun’ dedi” diyordun.
Ve şunu eklemeyi de ihmal etmiyordun:
“Arkadaşın bu önyargısının da o anda değil daha önce başkaları ile tartışmalarımdan ve söylemlerimden rahatsızlık duyan kesimlerin söylemlerinden etkilendiği açık bir şeydi. “
Pek güzel! Ve son mektubuma “Keşke biraz daha sık ve ''kısa'' yazsa… Ama O, bu şekilde Ulak oluyor...” sözlerinle karşılık vererek beni gülümsetiyordun! Bir adım öncesinde ise, daha çok gülümsemiştim ki, …iyidir, hoştur, forumumuzda bir renktir ve yazdıklarından yararlanırım da ama ah bir de “orta yolcu” olmasa, “geriden bakıp herkesi eleştirmese” diyordun ya, ne de güzel birbirini hem çelen ve hem de bir birine pek benzeyen lakırdılar etmiş oluyorsun!
Dediklerinin hepsini alt alta koyduğumuzda, aralarındaki çelişkiler ve yılan eğrisi misli kıvrımlarla birbirlerine bağlanmaları bir yana, şu sonuç ki kendi tespitin olması bakımından ilginçtir, kendiliğinden ortaya çıkıyor; yani, ” söylemlerimden rahatsızlık duyan kesimlerin söylemlerinden etkilendiğin açıkça belli oluyor.”
Ve şimdi de seni duyabiliyorum; bu dediklerimi okurken, şöyle mırıldanıyorsun, “konumuzla ne alakası var?”
Konumuzla çok alakalı olmakla birlikte, asıl olarak bu hatırlattıklarım, tarihin sayfalarına kaydedilmek üzere ve tam da ilgili konuların üzerine aklıma geldiği için dile getirdiklerimdir!
Ama sen çekinme, gene diyeceğin varsa, demekten geri durma ve emin ol onlar da tarihe not olmakla notlarımın daha iyi anlaşılması açısından bir katkı olacaklardır!
AKSEYMEN kardeşim, eğer Marxizm'e, hâlâ BORGA’nın da kapsama alanında devindiği, şu tam bir “kutsal aile” görünümü veren sahte sol gömleklilerin ve ahmaklıkta sınır tanımayan izleyicilerinin ve de eskinin eksikli ve bir o kadar daha vurgun yiyerek marxizmden epey bir uzaklaşmış olan tarihimizin yüz karası zat-ı muhteremlerinin penceresinden bakacaksak, vay halimize!
Ayrıca, ince ya da kaba ama bir o kadar da cahilane saldırıları ile Marxizm-Leninizm’ e hücum etmeleri karşısında sus-pus olmayı seçiyorsak gene vay halimize!
Bunlar çoktan, Marxizme hiç girmemiş olmaları bir yana, yükselen bir dalga olarak bir süreliğine kanatlarına binmiş oldukları Marxizmden uzaklaşmış ve bu uzaklaşmanın ardından, bulundukları yerlerde insanları Marxizmden uzaklaştırmak için her türlü sahtekârlığı hüner niyetine uygulamış ve şimdi Marxizmin yine yeniden yükselmesi ile birlikte, "bu yükselişin tepesine nasıl bineriz de, nasıl gene eskisi gibi çok uzak köşelere yöneltiriz veya önünü nasıl keseriz"in hesabını yaparak harekete geçmiş olan ve hiçbir zaman Marxist olamamış ve olmayı da istememiş olan yaratıklardır.
Bunlar hâlâ darbeciliği bir siyasal akım, darbecilerin de yargılanınca, zindana atılınca kökünün kazınacağını sanan ve tümüyle egemen sınıfın penceresinden bakan ve biraz akıl taşıyanların aklını bozmak üzere, o pencerenin dar ufkuna hapsetmeye çalışan sahte sol gömlekli azap zebanileridir.
Şimdi dillerinden düşürmüyorlar, düşürenler, yeniden vaaz vermek için alıp ağızlarına tepiyor; duyduğumuza göre,“Dünyayı değiştirecek fikirler “ taşıyorlarmış, öyle mi?
Ne oldu da bu fikirler akıllarına geldi acaba? Daha açıkçası, dünyayı kimin adına değiştirmeye soyunmuşlar ve o dünyayı değiştirecek fikirler kime ait “öğretilmiş fikirler”dir acaba?
Onlarca yıldır devlet kapısına kapılanmış,12 Eylül rejimini "demokrasi" diye yutturan; son on yıldır AKP nin kuyrukçuluğunu, hem de AKP ye rağmen yapanlar, yaptıranlar, Türkiye’nin emek sürecinin yükselttiği bütün çelişkilerin üzerini örtmek için türlü – çeşit, yalan - yanlış laboratuar teorileri üreten bu yaratıklar, etrafta "KANDIRILDIK" edebiyatı ile günah çıkartarak yeniden insanları kandırmanın kapılarını açmak için anahtar arıyorlar demek ki.
Çünkü bunlar, yükselen dalgalara binmeye alışkın zevattır ve dalga düşünce, dalga değiştirmeyi pek bir severler ve becerirler, şimdi de yükselen dalgaya bu nedenle binmek istemektedirler.
Şimdi dün peygamber saydıkları, bu gün ise sünepe tabir ettikleri işçi sınıfından uzaklaşıp, daha uygun ifadesiyle sırtından inip, resmi politikaların da gözdesi olan “Kürt”ün,” Kürtlük”ün yanına dükkân açmak, ya da daha uygun ifadeyle sırtına binmek pek bir geçer akçe olmuştur!
Ve işte asıl fikirleri budur ve dünyayı değiştirmenin anahtarı da “Kürt” ya da “Kürt sorunu” ve tabii “Kürt çözümü” olmaktadır!
Epeydir yükselen dalga “Kürt” dalgası idi ve inmemek için bir birleri ile yarış halinde idiler; hâlâ üzerindedirler ve şimdi olası bir irtifa kaybını tolere etmek için yükseltilen “Öcalan” dalgasına binmeyi temel politika yaptılar; şimdi Öcalan, herkesin ve hepsinin “Önder”idir; emin olunmalı ki, ola ki Kemalizm yeniden yükselen dalga olsa, yine üzerine binmek için bir birlerini yerler!
Çünkü yükselen dalgalara ya egemen sınıfların egemen dalgası olduğu için ya da egemen sınıfların söndürmeyi emrettiği dalga olduğu için binmeyi maharet ama daha çok, geçer akçe saymaktadırlar.
Ama o taşıdıkları ki laboratuar teorilerini içerdiğini biliyoruz,"öğretilmiş bakışları" ile insanları yeniden zehirlemeleri eskisi gibi kolay olmayacaktır.
Onları ve onlar gibi tarihin tozlu raflarında bile yer bulamayacak olan bu tekellerin benimseticisi, tekellerin ideolojik tetikçisi kişileri hâlâ solda ve Marxist sayanların ve bu sahtekârlardan medet umanların ise silkelenip, akıllarının kendilerine ait olup olmadığını tartmaları gerekmektedir.
Şimdi akıl taşıyanların tarihsel görevi, bu kişileri sosyalizm alanlarından, Marxizm alanlarından defedip, bu alanları temizlemeleri, saflaştırmaları ve her türlü ve “Marxizm” diye yutturulan zararlı fikirlerden arındırarak bu alanları genişletmenin formülünü ortaya koymaları gerekmektedir.
Bunlardan artık, hiçbir halt olmaz, bunlar, yıllardır bozmaya çalıştıkları veya ilerlemesini, yükselmesini, genişlemesini engellemek için her çabayı gösterdikleri bu alanları bozamadıklarını, Marxizmi tekellerin istediği kıvama sokamadıklarını anlamış olmanın telaşı ile tekellerin kestiği havuçları yine yeniden elde etmenin gayreti ile hareket etmektedirler.
Bu apaçık ortadadır. Onlarla Marxizmi aynı alanda ve onları Marxizm içinde sayarak tartışmak, “farklı fikirlerin zenginliği” tuzağına düşmekten başka bir sonuç getirmez.
Oysa kitleler, özellikle hafızası geriletilmiş işçi sınıfı, bulanıklıktan kurtulmak istiyor,önünde net hedefler ve teoriler görmek istiyor Bu sahtekârlar,bulanıklığın ta kendisidir, farklılıklarından çıkacak zenginlik, kitleleri tekellerin kuyruğuna takmanın zenginliğidir ve elbette kendilerine düşen havuç zenginliğidir.
Öyleyse ve ille de onlarla Marxizm mi tartışılacak, bu bir ideolojik mücadele zemininde ve en sert olanından bir tartışma ile yani sosyalizm alanlarının genişlemesi için üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirenlerin, önlerine çıkanlarla kavga etmesi misli olmalıdır. Yani bu sahtekârları, Marxizme ve sosyalizm mücadelesine kazanmak için değil.
Onlar devrim kapısından çoktan kaçmışlar ve taşıdıkları "öğretilmiş bakış" tam da bunun içindir, yani devrim kapısından kaçırmak veya devrim kapısına dayananlara bütün kapıları kapatmak ama sadece tekellerin değirmenine açılan kapıları açık tutmak içindir.
Öyleyse şöyle formüle edelim, dünyayı değiştirmek için dünyanın ihtiyacı olan teoriyi mi bulmak veya yaratmak istiyoruz? Ve bunun için Marxizme mi başvuruyoruz? O zaman ve öncelikle şunu unutmayalım, tekellere kin duymadan ve tekelleri ve onların düzenlerini benimsetmeye çalışanlara tiksinti duymadan bu teori zor bulunur, başvurulacak olan Marxizm ise ancak ve ancak tekellerin ihtiyacı olan "Marxizm" olur ki bunun Marxizm ile ilgisi olmayacağı açıktır.
İkincisi, bu minvalde hassasiyet gösterenlerin şu gerçekliği hatırlaması gerekir; Marxizmin temellerinin, üstelik sosyalizmin sadece bir coğrafyada yıkılmış olmasına karşın ve bu sahtekârlar sosyalizmin ve dolayısıyla Marxizmin teorik olarak da yıkıldığını, eskide kaldığını, sosyalizmin artık burjuvazinin de malı olduğunu ve işçi sınıfının devrimci rolünün tarihe karıştığını, devrimci rolün teknolojiye geçtiğini vaaz edip durmalarına rağmen, sapasağlam ayakta durduğunun, artık pratik olarak da kanıtlanmış olduğunu hatırlamak son derece önemlidir ve bu sahtekârlar, hâlâ bu bakışın, yani sosyalizmin ve Marxizmin teorik olarak yıkıldığını savlayan bakışın penceresinde otlamaktadırlar ve döndüklerini söyledikleri Marxizm’e, bu bakıştan başka bir bakışı içermeye çalışmayacakları apaçık ortadadır.
Bu temellere gelince, öncelikle Marx'ın teorik olarak 150 yıl önce ortaya koyduğu sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu gerçeği pratik olarak kanıtlanmıştır; ikincisi, tarihin ilerlemesinin lokomotifinin hâlâ sınıf mücadelesi olmaya devam ettiği apaçık görülmektedir ve üçüncüsü, emek sürecinin belirleyiciliğinin hâlâ devam ediyor olmasının kanıtlanmış olmasıdır.
Bu temellerin neden sapasağlam ayakta durduğunun göstergesi olan işaretleri bulmakta zorlananların etraflarına iyi bakmaları gerekmektedir, bu işaretleri bulmakta zorlanmayacaklarına inanıyorum; hele ki, son geçirilen yasa ile işçiler büsbütün sendikasız bırakılmışken... Ve bu işaretlere bakarken aynı zamanda, bugün bu temeller sapasağlam dururken, Türkiye’nin işçi sınıfının, emekçi halklarının bitkisel hayatta imiş gibi bir fotoğraf vermesinin nedenlerini ve müsebbiplerini de düşünmelerini öneriyorum.
Bu akıl dinamikleri kurulmadan, değil dünyayı değiştirmek, bu gün Türkiye’deki durumu, 12 Eylül darbesinin bir gün öncesine bile döndürmek mümkün değildir.
Kimsenin işçi sınıfına bu kadar yüklenmeye hakkı yoktur; sorun işçi sınıfının sadece 15-16 Haziran geleneği olmasında değil, sorun bu güne kadar ve özellikle 15-16 Hazirandan itibaren, işçi sınıfının varlığının su yüzüne çıkması ile daha doğrusu "yok" denilen işçi sınıfının “varım!” diye yumruğunu vurmasından itibaren, onun hafızasını yok etmek üzere bizzat onun içindeki sahtekârların ki, şimdi hepsi sahtekârlıklarının tam simetriğindedirler ki, bu da aynı tür bir sahtekârlıktır, önce işçileri kurtarıcı, bir “mesih” misli yapmaları, putlaştırmaları, tanrılaştırmaları ve yüce kurtarıcımız yapmaları ve sonunda ise bu putu kırmaları, tarihe gömmeleri, devrimcilik misyonlarını ellerinden alıp, bu misyonu teknolojiye vermeleri ve velhasıl işçileri kurda kuşa yem etmek için, bütün işçi sınıfı ile bağlı dinamikleri (adında “komünist” yazan örgütler de dâhildir) tekellere peşkeş çekmeleri ve bütün suçu tekellerin üzerinden veya başka ifade ile egemen sınıfın üzerinden alıp, tek dişi dahi kalmamış olan Kemalizme yüklemeleri, işçileri tekellere taban, Kemalizme düşman etmeleri, böylece ellerinde avuçlarında ne var ne yok, egemen sınıf tarafından alınmasına göz yummak zorunda bırakmaları, yani bu denli edilgenleştirilmeleridir.
Çünkü edilgen kitleler zincirli olduklarından bihaber olurlar, hareketsiz kalırlar ve hareket etmek akıllarına gelmez; öyleyse prangalara bağlı olduklarını bilememe, anlayamama durumu var; oysa ayağa kalkıp ileriye doğru tek bir adım atsalar, işte o saat zincirlerinin farkına varacaklardır ve yine o saat pek bir öfkeli olduklarını duyumsayacaklardır; edilgen kitlelerin öfkeleri de hareketsizlikleri ile birlikte zincire vurulmuştur; harekete geçtilerse, öfkelerine en kalın zincirler fayda etmez; öyleyse hareket, edilgenlikten kurtulmak, ayağa kalkmak için ön şarttır ve şartlar eninde sonunda şart olacaktır!
Ve size bir hatırlatma yapmalıyım ki, Rusya’da 1905 Burjuva devrimi patlak vermeden önce Rusya’nın İşçi sınıfı, Türkiye’nin işçi sınıfından çok daha bitki formunda idi; o kadar öyle ki, Papaz Gapon gibi bir vaizin peşinden Allah yarısı misli gördükleri çara, Rusya’nın sömürgen patronlarının kulağını çekmesi için dilekçe vermek için yürüyorlarken ki bir taraftan da her yerde grev dalgası vardı; Rus proletaryası, ayaklarındaki prangalardan bihaber idiler ve bütün reformistler çarın yanında işbaşında iken, işçiler Bolşevikleri değil, reformistleri dinliyor ve alanları onların bir işareti ile dolduruyorlardı.
Ama bu, Japon yenilgisinin de psikolojisi ve kızgınlığı içinde olan çarın askerlerini, bu işçi kitlesinin üzerine sürmesini engellemedi ve çar ile bin bir çıkar ilişkisi içinde olan patronları çara şikâyete giderken kılıçtan geçirilen işçilerde o saat olmasa da izleyen günlerde şafak attı ve zincirler kitlesel olarak kırılmaya başladı; artık yükselen yıldız, dün yüzüne bile bakılmayan Bolşevikler ve Lenin’in politikaları oldu.
Bu uyanıştır ki, bu şoktur ki, 1917 Ekim devrimine giden yolu döşemiştir!
Hepimiz hatırlayacağız, 1917 Şubat devrimi patlak verdiğinde, Lenin ve Rusya’nın ileri gelen Bolşevikleri ya yer altında idi, ya da sürgünde idi ve Lenin bu devrimin patladığını ancak nisan ayında öğrenmişti ve döner dönmez yeni bir rüzgâr estirdi, bütün muhalefete ve hatta tek başına kalmasına rağmen, sonunda işçiler, emekçiler ve akıl taşıyan herkes Lenin’de, evet Lenin’de, Bolşeviklerde de değil, Lenin’de buluştu ve yepyeni bir Bolşevik profili ile birlikte yepyeni ve tarihte görülmemiş, hatta öngörülmemiş bir biçimde Ekim devrimi gerçekleşti.
İşte Türkiye işçi sınıfı da bu fotoğrafı vermekle birlikte Rusya’nın o günkü işçi sınıfından çok daha ilerdedir ve çok daha çabuk ve hatta Gapon’lara gerek kalmadan ayağa kalkacaktır bundan kimse kuşku duymasın.
Aksi takdirde, kimse darılmasın ama bundan kuşku duymak, dün kurtarıcı görürken, bu gün işçi sınıfına ne kadar sünepesiniz diye veryansın etmek, eninde sonunda işçi sınıfına düşmanlığa götürecek olan bir reddin reddidir. Yani dün işçi sınıfına aşkla bağlı olup, bugünkü edilgenliği nedeniyle nefretle anmak komünistlere hiç yakışmaz! Bu, bunda ısrar edenleri, yakıştırmaya çalışanları, kralın çıplaklığında bırakan bir turnusoldür!
Ve bu, tekellere ve onun düzenine ve elbette tekelleri ve düzenlerini benimsetmeye çalışanlara yöneltilecek kin ve tiksintiyi işçi sınıfına yöneltmek demektir ki, son derece tarihsel bir gaftır.
Ve gene işte, onca zamandır insanların kafasına NİETSZCHE' leri, KUNDERA’ları, MEVLANA’ları kakmaları bundandır. Ve bu çerçevede herkes kendisini bir tartmalıdır, bu minvalde ne kadar su taşımışlar acaba? Bilerek ya da bilmeden hiç fark etmez.
Dahası bugün pratik, teorinin önüne geçmişken, yaşamın gerçekleri boylu boyunca önümüzde iken, bu gerçeklerle ilgilenmeyip, ya eskinin bayatlamış ve çoğu eskiden de yanlış olan formüllerini ısıtmakla meşgul olunurken, ya da bu gerçeklerin üstünü örten teorilerle meşgul olurken, işçi sınıfının bu edilgenliğini kimse mahkûm etmemelidir; aksine bunda payı olduğunun muhasebesini yaparak, işçi sınıfı bu edilgenlikten nasıl kurtarılacak, bu formül üzerinde düşünülmelidir.
Bunun için ise, ayak izleri tekellerin bahçelerine kadar uzanan bakışlardan kurtulmak gerekmektedir.
Bu gün demek ki, acilen dünyaya ve belki de daha çok Türkiye’ye bir teori gerekiyor, pratiğin gerisinde kalan teoriyi düştüğü çukurdan kurtaracak bir teoriye ve tarihin ilerleme çizgisi üzerindeki eksenine yerleşme sancısı çeken pratiği, o eksene oturtmak yanında, daha ileriye götürmeye yarayacak, kaldıraç olacak bir teori gerekmektedir.
İşte tekellerden, onun düzeninden bağımsız bir politik örgüt olmak ve bu yönde irade geliştirmek budur.
Var mı böyle bir örgüt? Herkes bu vesile ile şöyle enine boyuna bir sorgulasın, sorgulasın ki, işçi sınıfını küçümsemekle, ondan, suçu ona atarak vazgeçmekle komünistlik yapılamayacağını görme şansını yakalasın!
Son olarak, değerli arkadaşlar, 15-16 Haziran DİSK yönetiminin geri adım atmasına ve bu geri adım sinyali nedeniyle birçok işçinin kıyıma uğramasına rağmen, Türkiye’nin sınıf savaşı tarihinde belki de en şanlı sayfadır. Ancak bu şanlı sayfanın üzeri çok çabuk örtülmüş ve kerte kerte tüm kitlesel çıkışların önü kapatılmış; tekellere, büyük zenginlere ve elbette onların kurtarıcısı olan Kenan Evren'e "BİR DAHA ASLA " dedirten bir kitlesel çıkış geleneği olmasına rağmen, kitleler sessizleştirilmiş ve 12 Eylül faşist darbesinin ki buna rağmen son derece kanlı gerçekleşmiştir, hiçbir mukavemetle karşılaşmadan gerçekleşmesi sağlanmıştır.
Bu, işçilerin, emekçi halkın suçu değildir.
12 Eylül rejiminin, hiçbir mukavemetle karşılaşmamasına rağmen, son derece faşist bir renk taşıyarak işçilerin, devrimcilerin ve özellikle de gençlerin üzerine çullanması, idam etmesi, işkencelerden geçirmesi, kitlesel olarak zindanlara atması, tümüyle sınıfsaldır ve burjuvazinin, rejiminin tehlike altında olduğundan duyduğu korkusunun yansımasıdır.
Bu, korkanların, korku yaymasının ifadesidir.
Öyleyse işçilere dil uzatırken, işçi düşmanlığına varacak bir nefreti pompalama eşiğinde tepinirken çok dikkatli olmak gerekmektedir.

Elbette hepimiz bu duruma içerleniyor, öfkeleniyor ve çıkış arıyoruz ama çıkış, işçilere emekçilere kin duymakla, onları küçümsemekle, aşağılamakla olmaz.

Eğer işçileri, emekçileri, Türkiye’nin yoksul çilekeş halklarını bu duruma getirmede tekellerin, 12 Eylül rejiminin asistanlığını, tetikçiliğini, şaşırtmaca uzmanlığını ve elbette illüzyonist tiyatro elemanlığını yürüten sahte sol gömlekli zebanileri sosyalizm alanlarından defetse idik, onları hâlâ ve hâlâ solda görmese idik, sendikacıların, işçi liderlerinin patronlaştığını, düzenle uyumlaştığını fark ederek önlem alsa idik işçiler bu gün bu edilgenliğin içine hapsedilememiş olurdu; fabrikalardan sınıf bilinci kovulup, yerine ümmi bilinci konulamazdı; dolayısıyla şeriata dayalı faşist diktatörlüğün konuşlanması, konuşlanırken “ileri demokratik bir elbise ”ile salına salına üzerimize gelmesi mümkün olmazdı ki, herkes bilir, hatırlar yıllardır, hiçbir zaman bu sahtekârlara, bu hain, dönek, çift inançlı zebanilere karşı sözümü esirgemedim ama kimse dinlemedi ve hep “delidir ne dese yeridir” dendi, son DİSK patronunun şimdi vekil olduğunu herkes biliyor ve dikkat çekiyor, olabilir ama ben muhterem başkana dair eleştirel lakırdı ettiğimde, sendikal düzenin bozulmuş olmasına dikkat çektiğimde ne şerefsizliğim kaldı, ne işçi düşmanlığım.
En son SSGSS operasyonunda ihanetin boyutlarına, bozulmanın boyutlarına dikkat çektiğimde, herkes Taksime nasıl “anlı şanlı girildiğini” anlatıyordu. Peki, şimdi ne oldu da o “anlı şanlı Taksime girenler”, birden en "aşağılık" mahlûklar oldular, adam olmazlar oldular?
Herkes, özellikle de, bir komünist ülkü etrafında partilerini buldukları savları ile ortada dolaşanlar, bu dediklerimi enine boyuna irdelemelidirler. Ve işçi sınıfına yol gösterici rolü ile “bu işi en iyi biz yaparız” diye ortalıkta dolaşanların bunda hiç mi suçu yok değerlendirmeliler.
Ve herkesin hatırlamasını öneriyorum ki,"...insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar."
Bu nedenle, kendisinde, kendi kendisini yitirmiş olan insanı barındıran ve böylesine bir insan-dışılığa karşı başkaldırmak zorunda olan; ancak, kendi öz yaşam koşullarını kaldırmadan, kendi kendini kurtaramayacak olan; yani, güncel toplumun kendi öz durumunun özetlediği tüm insan dışı yaşam koşullarını kaldırmadan, kendi öz yaşam koşullarını kaldıramayacak olan proletaryanın veya ezilen sömürülen halkların önüne, çözüme bağlamalarına elverişli maddi koşulları mevcut olmayan sorunları koymak; buna karşılık asıl çözüme bağlayabileceği sorunların üzerini örtmek yanlıştır, ahmaklık bir yana, ütopyadır diyoruz!
Şimdi tam da bu noktadayız ama ne var ki, bu noktanın üzeri binlerce kat örtü ile örtülenmiştir. İşte bu nedenle öncelikle bu noktanın üzerindeki örtüleri paramparça yapacak bir teorik bakış gerekmektedir. Bu bakış ise "öğretilmiş bakış" taşıyan sahtekârlarca esir alınmıştır.

Ve işte işçi sınıfının, emekçi halkların bu noktada olduğunun farkına varması son derece önemlidir ve komünistlerin ve de onların yanında bilinçli işçilerin, aydınların, devrimcilerin tarihsel görevi, bu farkındalığı sağlayacak teorik bakışı ortaya çıkarmaktır.

Ancak bu bakış, bugün sosyalist iktidar mücadelesinin, başka ifade ile her devrimin temel sorunu olan iktidar sorununun üzerini örtmeye yarayan politik önermelerle bulanıklaştırılmaktadır.
Ve bu bakışa en yakın olanlar ise, tarihte görülmemiş denli şeytan taşlama ayinlerine maruz bırakılmaktadır.

Yani tüm akıl taşıyan arkadaşlarıma sesleniyorum ki, sorun yumak olmuşken, çaresizliği de beraberinde getirmişken, eninde sonunda, yanı başında çare de büyümektedir; bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır!

Yani çözümü sağlayacak maddi koşullara en yakın olduğumuz ama onu boğmaya hazırlananların saldırısının da en yakın olduğu bir zamandayız demektir bu ve bu zamanda, tarihte kalmış, dün bile yanlış olan formülleri ısıtmakla uğraşarak komünistçilik oynuyorsak, bu bir paradokstur ki işte ben, tam da bu ısıtmanın altında yakından bakıldığında neler görüleceğini anlatmaya çalışıyorum.
Yani dürbünün tersinden bakmaktan vazgeçilmesi gerektiğine işaret ediyorum.

Burada kimseyi kırmak niyeti taşımadan söylediklerimi herkes iyi tartmalı, birbirimizi kırmak, halklarımızı, işçi sınıfını kırmaktan, şapşala çevirmekten bin kat daha olumludur ve bin kat daha az kırıcıdır.

Bu vesile ile bunu böyle değerlendirip, sosyalist iktidar mücadelesinde yumuşaklığın, tekellerin işine yarayacağını bilince çıkarmayı öneriyorum.
Fikret Uzun
10 Temmuz-2014

Hiç yorum yok: