18 Temmuz 2014 Cuma

FORMÜLLER Mİ DAHA HAKİKİ OLGULAR MI DAHA GERÇEK YOKSA FİKİRLER YANINDA OLGULAR BEŞ PARA ETMEZ Mİ 3



III.
Bu bölümü Marx ve Engels’in birlikte yazdıkları ilk yapıt olan “Kutsal Aile”ye ayırdım ve bu çalışmadan uzunca bir alıntı ile başlamak istiyorum:

“ Proletarya ve zenginlik, karşıtlardır. Bu karşıt oluş durumları içinde bir bütünlük meydana getirirler. Her ikisi de özel mülkiyet dünyasının oluşumlarıdır. Herbirinin bu çelişki içinde hangi belirli yeri kapladığını bilmektir asıl sorun. Bunların bir bütünün iki yüzü olduklarını söylemek yetmez.

Özel mülkiyet olarak zenginlik, zenginlik olarak özel mülkiyet, kendi öz var oluşunu sürdürmek zorundadır ve bundan dolayı, özel mülkiyet, kendi karşıtı olan proletaryanın varoluşunu da sürdürmek zorundadır. Hoşnutluğunu kendi kendinde bulmuş olan özel mülkiyet, çelişkinin olumlu yanıdır.

Bunun tersine, proletarya, proletarya olarak kendi kendini yıkıp yok etmek ve dolayısıyla, yani bu kendi kendini yıkıp yok edişle, bağlı bulunduğu ve onu proletarya yapan karşıtını da, yani özel mülkiyeti de yıkıp yok etmek zorundadır. Proletarya, çelişkinin olumsuz yanıdır; çelişkinin yüreğindeki kuşkudur, eriyen ve kendi kendini yok eden özel mülkiyettir.

Mülkiyet sahibi sınıfla proleter sınıf, aynı insan yabancılaşmasını temsil ederler. Ama birincisi, bu yabancılaşmanın içinde, kendini kendi yerinde duymaktadır; bu yabancılaşmada kendisi için bir doğrulama bulmakta, bu yabancılaşmada kendi gücünü görmekte ve insani bir var oluşun görüntüsüne kavuşmaktadır. İkincisi ise, kendini bu yabancılaşmada yok edilmiş duyar; bu yabancılaşmada, kendi güçsüzlüğünü ve insandışı bir varoluşun gerçekliğini görür. Hegel’in bir deyimiyle söyleyecek olursak: Alçalma içindedir, bu alçalmaya karşı isyan içindedir. Ve insani doğası’nı hayattaki durumuna ( bu doğanın apaçık, kesin, bütüncül olumsuzlaşmasını meydana getiren o duruma) karşıt kılan çelişki, onu bu isyana zorunlu olarak iter.

Öyleyse bu çelişkinin bağrında: özel mülkiyet sahibi, koruyup sürdürücü, tutucu taraftır; proletarya ise, yok edici, yıkıcı taraf. Çelişkiyi koruyup sürdüren etki, birincisinden; çelişkiyi yok eden etki ise ikincisinden gelmektedir.

Özel mülkiyetin, ekonomik hareketi içinde, kendiliğinden, kendi yok oluşuna doğru yol aldığı da doğrudur; ama o bu işi, özel mülkiyet, kendinden bağımsız, bilinçsiz, kendi iradesine karşı gerçekleşen ve eşyanın doğasıyla koşullanan bir evrimle yapar: Bunu, sadece ve sadece, proletaryayı proletarya olarak, yani bu moral ve fizik sefaletin bilinçli sefaleti olan, bu insandışılığın bilinçli insandışılığı olan ve bu bilinç dolayısıyla kendi kendini aşarak ortadan kaldıran proletaryayı yaratarak yapar. Bu durumda, proletaryayı yaratmakla özel mülkiyetin kendi kendine vermiş olduğu hükmü infaz etmektedir proletarya; tıpkı ücretli emeğin de başkasının zenginliğini ve kendi sefaletini yaratmakla kendi kendine vermiş olduğu hükmü infaz ettiği gibi. Proletarya zaferi kazanacak olursa,bu, katiyen proletaryanın toplumun mutlak yanı halini almış olduğu anlamına gelmez;çünkü proletarya,bu zaferi ancak kendi kendini ve kendisiyle birlikte kendi karşıtını da yok ederek kazanmaktadır. Zafer kazandığı anda proletarya, kendini içeren karşıtıyla ,özel mülkiyetle birlikte ortadan kalkmış olur.

Sosyalist düşünürlerin proletaryaya bu tarihsel rolü yüklemelerinin nedeni, Eleştirel Eleştirinin inanır gözüktüğü gibi, proleterleri tanrılar olarak göz önüne almaları değildir. Burada tam tersi bir durum söz konusudur, diyebiliriz. Sonuna değin gelişmiş proletaryada, her türlü insanlığın, hatta insanlık görüntüsü’nün soyutlaması pratik olarak tamamlanmış bulunmaktadır; bugünkü toplumun bütün hayat koşulları, en insandışı yanlarıyla, proletaryanın hayat koşullarında yoğunlaşmış bir haldedirler. Proletaryada insan, gerçekten kendi kendini yitirmiş; ama aynı zamanda da bu yitirişin teorik bilincine ermiştir. Proletaryada, bunun yanı sıra, bir şeye daha ermiştir insan: Sefalete: Artık sefaletten kaçınamamaktadır, sefaleti kendi kendine mazur gösterememektedir; sefalet, zorunluk’un pratikte dile gelişi olarak, kaçınılmaz bir şekilde kendini kabul ettirmektedir ona ve onu, böyle bir insandışılığa karşı doğrudan doğruya isyana zorlamaktadır. İşte bunun içindir ki proletarya, kendi kendini özgürleştirebilir ve zorunlu olarak da özgürleştirecektir. Ne var ki, proletarya, ancak kendi hayat koşullarını yıkarak özgürleştirebilir kendi kendini.Ve proletarya, kendi hayat koşullarını, bugünkü toplumun bütün insandışı hayat koşullarını (proletaryanın kendi durumunda özetini bulan bu koşulları) ortadan kaldırıp yıkmaksızın yıkamaz. Proletaryanın o amansız, ama güçlendirici eme okulundan geçişi boşuna değildir. Artık burada söz konusu olan, şu ya da bu proleterin, ya da hatta tüm proletaryanın, şu an için hangi ereği tasarladığını bilmek değildir. Söz konusu olan, proletaryanın ne olduğudur; ve bu varlığı’na uygun olarak, tarihsel bakımdan neyi yapmak zorunda kalacağıdır. Proletaryanın ereği ve tarihsel eylemi, bugünkü kendi durumunda ve bugünkü burjuva toplumunun tüm örgütünde, elle tutulur ve önüne geçilemez bir şekilde çizilmiş bulunmaktadır. İngiliz ve Fransız proletaryasının büyük bir parçasının bu tarihsel görevinin bilincine çoktan ermiş olduğunu ve bu bilinci en yüksek açık görülülük derecesine ulaştırmak amacıyla durmaksızın çalıştığını, burada açıklamaya girişmek yersiz olacaktır.”
(Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, eleştirel yan not no,2)

Evet, AKSEYMEN, “Kutsal Aile” sonunda konusuna geldik ve aslında başından beri içindeydik ama umuyorum ki bu çalışmayı biraz daha, hiç olmazsa önemli noktalardan derinlemesine irdelemek senin için olduğu kadar, sempatizanlar için de yararlı olacaktır!

Öyleyse hemen, bunun komünlerin oluşumundaki en küçük hücre ile filan ilgisi olmadığını belirtmeliyim ki neyin nesi olduğunu mektubumda “Sen zaten, Marx ve Engels’in birlikte yaptıkları ilk çalışma olan “Eleştirel eleştiricilerin-Yani Bruno Bauer ve hempalarının- idealist görüşleri” ne gönderme yaparak açtığın tartışma ile en baştan, bu“ Kutsal Aile”nin, ideolojik düzeyde kurgusal felsefenin ağırlık kazanması, siyasal düzeyde de gericiliğin desteklenmesi gibi, hiç değilse, öznel erekleri bakımından aykırı sonuçlar veren “eleştirel eleştiri” lerine karşı gerçekten amansız bir polemik yapmayı başa koymuş olmuyor mu idin?” diyerek vurgulamıştım ama demek ki sen, bundan bihaber imişsin ve bu dediklerimden de bir bağlantı kuramamışsın ne diyeyim, bu vesile ile haberdar olmuş oldun! Ama işte senin sorunun budur, Yusuf Zamir’in peşinde ve İşçi’nin Sesi’nin internet sayfalarında gezeceğine, akıl dinamiklerini çalıştıracak ve geliştirecek olan Marxist kaynakları merak edip, incelemen gerekirdi; hadi Yusuf Zamir’in söylediklerine de değer biçtiğin anlaşılıyor ama Y.Z.nin, dediklerini, bazı Marxist kaynakları temel alarak söylüyor olduğuna da dikkatini vermemiş ve bu kaynakları irdeleme zahmetine bile katlanmamışsın!

Y.Z.nin, İşçi’nin Sesi’nin internet yayıncılığında fazlaca yer tuttuğu belli olmaktadır ve sen olduğu gibi, altına üstüne, bir dip not ya da, ilk not düşmeden paylaştığın bu makalelerden ne anladığını bir anlatsan da biz de düşüncelerinden çiçekler mi açıyor, başka bir şey mi saçılıyor, öğrensek ve gerekli bulursak, zihnini açmak için elimizden geleni yapsak!

Ama anlaşılan o ki, sen bunda da, Y.Z.nin görüşleri “kendini bağlar”, ben SF sayfalarına asarım, doğru yanlış, bu, Y.Z.yi bağlar ve zaten ”sempatizanlar” okuyup “mimlerler” diyorsun!

Oysa senin de önce İşçinin Sesi’nin ( tabii ondan ne kadar kaldı ise),ne dediğini enine boyuna irdelemen ve bununla birlikte sayfaları aracılığıyla yaydığı görüşlerin ne anlama geldiğini de iyice bir kantara vurman gerekmektedir.

AKSEYMEN kardeşim, Kutsal Aile, Marx ve Engels’in, sol Hegelist oldukları bir zamanda, genç Hegelcilerin görüşlerine karşı yönelttikleri eleştirilerden, yani şimdi burada, senin deyiminle “eğlenceli” bir biçimde yürüttüğümüz polemikler gibi polemiklerden oluşmuştur; Marx ve Engels, böylece hem Hegel’in idealist felsefesini de eleştirmişler ve hem de artık genç Hegelcilerden kopacaklardır; ama bundan önce teorik ve siyasal fikir ayrılıkları alabildiğine derin ve kesinlikle uzlaşmaz bir karaktere bürünecek, kendileri de idealizmden maddeciliğe ve sosyalizme geçeceklerdir.

Sevgili Akseymen, burada, Kutsal Aile’nin önemini hatırlatmazsak bu çalışma eksik kalır diye düşünüyorum; bence üzerinde durman da fayda var; yani benim aktardıklarım ve ifade ettiklerimle yetinmemelisin, bu çalışmayı ve bunun yanında Alman İdeolojisini ki, internetten bile bulabilirsin ama biraz dar kapsamlıdır; daha geniş, deyim yerinde ise “tuğla” gibi olanı da var, onu ise yine internetten ama para ödeyerek edinmen gerekecektir! Hiç kuşkun olmasın, paran boşa gitmiş olmaz; çünkü zihnin epey bir açılacaktır; öyle ki, partine bile faydan dokunabilir!

Bunu önerirken, birden aklıma, bir Nabi Yağcı müridinin küfür niyetine söylediği söz geldi; Nabi’yi eleştirirken biraz kantarın topuzunu kaçırmış olacağım ki, bay mürit, sen kimsin yahu, Nabi TKP’nin genel sekreteri olmuş bir kişi, seni sümüğünü sildiği bir mendil gibi buruşturup çöpe atar, sen onunla âşık atabilir misin demişti de pek gülümsetmişti; ama senin bu tür bir komikliğe yelteneceğini sanmıyorum; partini yönetenlerin donanımını ise gerçekten Nabi ile kıyaslamama bile gerek yoktur!

Ama tabii yine de politikada yanlışlıklar yapılabilir fakat yanlışta ısrar etmenin kıymet-i harbiyesini, hele bir de donanım konusunda sorun yoksa, ancak başka sınıfın penceresinden bakmak ile açıklayabiliriz.

Evet, Marx ve Engels’in Kutsal Aile’de eriştikleri ve tarihsel materyalizm anlayışlarına daha sağlam bir dayanak kazandıran yeni görüşler, düşüncelerinin gelişmesi içinde bu yapıtın önemini gösterir ve daha sonra, öğretilerini büsbütün hazırlamış bulundukları sırada, Kutsal Aile’den hâlâ utanmaları gerekmeyen bir yapıt olarak söz edebilmiş olmaları da kolay anlaşılır.

Marx, Engels’e yazdığı 24 Nisan 1867 tarihli mektubunda, şöyle yazıyordu;” Feuerbach tapınmasının şimdi çok gülünç bir etki yapmasına karşın, bu yapıtın (Kutsal Aile) yüzümüzü kızartacak bir şey olmamsını görmekten hoş bir şaşkınlığa uğradım.”

Eleştirel Eleştiri’ye karşıt olarak, Fransız Devrimini, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri adına, halkın genel çıkarlarını değil ama kendi sınıf çıkarlarını savunan burjuvazinin kurtuluş çabası ile açıklayan Marx, terörün ve Napolyon’un başarısızlığının, siyasetlerinin eninde sonunda burjuvazinin çıkarları ile ters düşmesinden ileri geldiğini ve 1830 Devrimi ile kesin olarak erkliğe (iktidara) geçerek, burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarına uygun bir devlet biçimi yaratmış bulunduğunu ve şimdi de erklikten bu çıkarları savunmak için bile yararlandığını gösteriyordu.

Aynı ilkelere göre, İngiliz ve Fransız materyalizminin oluşmasını, İngiltere ve Fransa’nın iktisadi ve toplumsal gelişmesi aracılığıyla açıklayan Marx, bu materyalizmin bilimsel ve toplumsal iki eğiliminin, sınaî gelişme ile aynı zamanda anti-feodal ve mutlakıyetçilik düşmanı, din düşmanı ve metafizik düşmanı bir duruma gelen burjuvazinin yükselmesinden geldiğini, bu devrimci eğilimin, mantıksal sonucu sosyalizm olan doğal hukuk teorisini yarattığını ve bu materyalizmin sınırlarının, burjuva ideolojisinin sınırlarının ta kendisine bağlı bulunduklarını belirtiyordu.

Proudhon öğretisini tahlilinde, onun ekonomi politik eleştirisinin devrimci niteliğini belirtili duruma getiren Marx, onun bu eleştiri ile kapitalist rejimin eleştirisini sonuna kadar götürmekteki yeteneksizliğinin, elde bulundurma (possession)biçimi altında doğruladığı özel mülkiyeti büsbütün yıkmak istememesinden geldiğini, bunun da toplumsal soruna geçerli bir çözüm getirmedeki güçsüzlüğünü açıkladığını gösteriyordu.

Lenin, Felsefe Defterlerinde, Kutsal Aile’nin çözümlemesini yaparken, “Hegelci felsefeden gelen Marx, burada sosyalizme varır” diye not düşmüştür!

Demek ki, henüz sol Hegelist olan Marx ve Engels’in,”Kutsal Aile” çalışması, Marxizmin gündoğumunun habercisidir!

Bu arada, Marx ve Engels’in sol hegelist oldukları bir zamanda Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın özü” çalışması ile karşılaştıklarında, ”birdenbire hepimiz feuerbahyen olduk” dediklerini de biliyoruz! Engels bu çalışmanın Hegel’i bitirdiğini ve kendilerine materyalizmle bağ kurmak için bir kapı açtığını belirtiyordu.

Marx’ın Feuerbach Manifestosunda, bir sistem olarak Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü çalışmasındaki çözümlemesinin özüne bağlı olduğunu ancak Feuerbach’ın düşünmenin ve teorinin uyarıcısı olarak duyumları görmesine karşılık, insan eylemini ve özellikle devrimcileştiren eylemi ihmal etmesini eleştirdiğini görürüz ki Marx’ın eleştiriye ve devrimcileştiren eyleme yapmış olduğu vurgu son derece zamanlıdır.

Ve Marx Feuerbach Manifestosunda 10 numaralı tezinde, “Eski materyalizmin bakış noktası ‘sivil toplum’dur, yenisinin bakış noktası insani toplum veya toplumsallaşmış insanlıktır.” Diyor ki, böylece, Feuerbach’ın en önemli eksiğini, devrimcileştiren toplumsal eylemliliği sistemine sokmuş oluyor!

Marx, altıncı tezde, “insanın özü’nün bir bireyin özünün soyutlanması olmadığını ve gerçekte, insan özü’nün mutlaka toplumsal ilişkilerin bir bütünlüğü olduğunu belirtiyor ki, burada, örgütlü ve siyasal eylemlilik gizlidir.

Bu yapıtı sunan Gilbert Badia’nın ifadesiyle bu iki yapıtın birçok sayfalarından, birbirine çok yakın bir ses çıkar.

Lenin, emperyalizmin çelişkilerinin Marxist çözümlemesini başarıyla yerine getirebilmek, Birinci Savaş’ın emperyalist karakterini açığa vurabilmek, İkinci Enternasyonal liderlerinin oportünizmini ve sosyal-şovenizmini ortaya koyabilmek, proletarya stratejisi ve taktiğini işleyebilmek için tarihsel ve diyalektik materyalizmden yola çıkmak gerektiğini biliyordu ve Marxist felsefeyi, Marxist diyalektik metodu, yaratıcı bir anlayışla, leri götürerek, yeni tarihsel dönemin derinlemesine bir bilimsel çözümlemesine girişmiştir. Lenin tarafından bu dönem boyunca yazılmış olan bütün yapıtlar, Kapitalizmin Son Aşaması Emperyalizm, Sosyalizm ve Savaş, Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine, Junius Risalesi Üzerine, Sosyalist devrim ve ulusların Kendi Kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı başlıklı çalışmalar, Felsefe Defterleri’ne sıkı sıkıya bağlıdır.

1895 yılına ait olan ilk metin, Marx ve Engels’in Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi (Bruno Bauer ve Hempalarına Karşı) başlıklı yapıtlarının bir çözümlemesidir; Lenin burada, Marx ve Engels’in, felsefi ve siyasal dünya görüşlerinin oluşumunu izlemektedir.

Bununla birlikte Lenin, Felsefe Defterleri’nde Marxizmin kaynaklarından biri olan Klasik Alman Felsefesine de dikkatle eğilmiştir!

Yani Marx ve Engels, diyalektik ve tarihsel materyalizme derinlemesine vakıf olmadan önce, önce Hegelist, en azından sol-hegelist ve sonra Feuerbahyen olmuşlardır; bu güzergâhta Kutsal Aile-Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, ilk basamaktır ve buradan itibaren hızlı bir ilerleme kaydedildiğini hep beraber görüyoruz!

“Kutsal Aile” Allgemeine Literatur-Zeitung ( Evrensel Edebiyat Gazetesi) çevresinde toplanmış bulunan Bauer kardeşlere ve öğrencilerine verilen gülmelik takma addır. Bu genç Hegelcilerin görüşlerine karşı yönelttikleri eleştirileri ile Marx ve Engels, aynı zamanda Hegel’in idealist felsefesini de eleştirmişlerdir.

Sonunda, Marx ve Engels, genç Hegelcilerden kopacaklardır ama bundan önce teorik ve siyasal fikir ayrılıkları alabildiğine derin ve kesinlikle uzlaşmaz bir karaktere bürünecektir.

Bunun nedenini, sadece Marx ve Engels’in idealizmden maddeciliğe ve sosyalizme geçişlerinde aramak gerekmektedir.

Mektubumun en başına, Kutsal Aile’den epey bir alıntı yerleştirmiştim ama galiba sen daha iyisini biliyorsun ki, pek itibar etmemişsin, etmediğin için de haliyle “Kutsal Aile” yi “Kutsal Aile tanımını” pek değil hiç anlamamışsın ama hemen “komünlerin oluşumundaki en küçük hücreden bahsedilmiş olabileceği aklına gelmiş (Komün’ü fetişleştirmenin yansıması olsa gerek) ;ve bu “en küçük hücrenin” ütopik bir sosyalizm isteği olduğu, iyi niyetli ama reelde oluşabilmesi için, jeopolitik ve ekonomik bir sürü argümanın denk düşmesi gerektiğinin ifadesi olduğunu belirtiyor ve Rojova’yı örnek gösteriyorsun!

Ama her halde artık fark etmişsindir ki, “Kutsal Aile” bambaşka bir şeydir!

Bu arada, bu mektubu hazırlarken, haksızlık etmekten kendimi sakınmak için, ”Eleştirel Eleştiri“ başlıklı, Hasan Ergün’e ait paylaştığın yazıya döndüğümde, gördüm ki:

“Bu yazı ile ilgili sağda solda bana küfür yağdıran arkadaşlar, İçlerindeki bütün kini kusanlar,Yürekleri yetiyorsa o yazdıklarını buraya taşımalılar..
Öyle kimsenin olmadığı ortamlarda Bana küfür sallayıp. Bilen Yoldaş'ın tüm komünist geçmişini inkâr edip son 3, 5 yıl üzerinden karalamakla olmuyor.
Madem eleştiriniz var, ne güzel başlık, gel yaz... Tüm küfürleri sahibine iade ediyorum.” Şeklinde bir not düşmüşsün.


Üzerime alınmadım ama etrafta bu tür küfür yağdıran kişiler veya eleştiriciler göremediğim için pek şaşırdım ve bu serzenişinin kıymet-i harbiyesini anlayamadım; geçerken bunu da arz etmek istedim!

“Kutsal Aile”, senin de dikkatini çektiği gibi, her tarihsel koşulda ama özellikle tarihin hızlı aktığı zamanlarda ortaya çıkan ve özünde gericilik olan hastalıkların taşıyıcılarına verilen traji-komik isimdir! Ve onları, bu isimden daha iyi belki de hiçbir söz tarif edemez!

170 yıl önce, Marx ve Engels’in, idealist görüşlerini, gerçek yaşamdan uzaklıklarını ve felsefe ve tanrıbilim alanlarındaki soyut söylevlerini eleştirdikleri, bu “Kutsal Aile”, öznelciliğe eğilim gösteren bu genç-hegelci Bauer kardeşler, halk yığınlarını cansız bir maddeden, tarihsel süreç içinde yararsız bir yükten başka bir şey olarak görmüyorlar ve buna karşılık,”tin” taşıyıcıları,”mutlak eleştiri” taşıyıcıları olan seçkin kişiliklerin ve özellikle kendilerinin, tarih yapıcıları olduklarını ileri sürüyorlardı.

Bu zat-ı muhteremler, Almanya’nın ilerleyici bir evrim yolu üzerindeki başlıca engeli, o sıralarda Almanya’da egemen olan gerici toplumsal düzende değil, ama sadece egemen düşüncelerde, özellikle de dinde görüyorlardı!

Şimdinin, burjuvazinin içindeki ve burjuvazi adına ezilen ve sömürülen sınıfın içinde zoraki ideologluk ( ideolojik tetikçilik) yapanların halet-i ruhiyesinin bu genç-Hegelcilere ne de çok benzediğini görmemek mümkün değildir!

Bu konuda daha ayrıntılı olarak, Alman İdeolojisine başvurulabilir ve gene Marx ve Engels’in birlikte yaptıkları bu çalışmanın önsözünde şöyle yazar:

“İnsanlar, şimdiye kadar, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. Sahip oldukları ilişkileri, Tanrı hakkındaki, normal insan hakkındaki vb. tasarımlarına uygun olarak düzenlemişlerdir. Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beynin üstüne çıkmıştır. Yaratıcılar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır.

Öyleyse onları, boyunduruğu altında ezildikleri kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayali yaratıklardan kurtaralım. Fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım. Biri, insanlara bu yanılsamaları değiştirip, yerine insanın özüne uygun düşen düşünceler koymayı öğretelim diyor, bir başkası, bu yanılsamalara karşı eleştirici bir tutum almayı öğretelim onlara diyor, bir üçüncüsü ise, bunları kafalarından çıkarıp atmalarını öğretelim diyor ve bugünkü gerçekliğin böyle çökeceğini iddia ediyorlar.

Bu masum ve çocuksu düşler genç-Hegelcilerin bugünkü felsefesinin çekirdeğini oluştururlar ki bu felsefe, Almanya'da, kamuoyunca korkuyla karışık bir saygı ile karşılanmakla kalmıyor, ama felsefi kahramanların kendileri tarafından, canice sertlikteki bu fikirlerin dünya için devrimci bir tehlike taşıdığı inancı içinde, büyük bir ciddiyetle sunuluyor.

Bu kitabın birinci cildinin amacı, kendilerini kurt sanan ve başkalarının da kurt sandıkları bu koyunların ne olduklarını ortaya koymak, onların meleyişlerinin Alman burjuvalarının tasarımlarının felsefi bir dile yinelenmesinden başka bir şey olmadığını ve bu felsefi yorumcuların palavracılıklarının, Alman gerçekliğinin zavallı yoksulluğunu yansıtmaktan başka bir anlam taşımadığını göstermektir.

Bu cilt, Alman ulusunun hoşlandığı, düşlerle dolu uyuklamaya pek uygun düşen, gerçekliğin gölgesine karşı yürütülen bu felsefi savaşın maskaralığını ortaya çıkarmak ve onu bütün saygınlığından yoksun bırakmak amacındadır. “

Peki, bu ifadeler, bizim ne yaptığımızı ve ne tür bir ideolojik saldırı ile karşı karşıya olduğumuzu, bu öğretilmiş veya öğretilmeye çalışılan düşüncelerin nemenem düşünceler olduğunu ortaya koyduğumuzu, fikirlerin egemenliğine karşı başkaldırmaktan başka bir şey yapmadığımızı, biraz olsun göstermiyor mu?

Dahası, günümüzde fikirlere verilen paye’nin, binde birinin bile gerçekliğe verilmediğini göstermiyor mu?

Yani ne de çok benzerlikler var dersem yanlış mı söylemiş olurum?

Ayrıca, şu ifadeler de var ki oldukça aydınlatıcıdır:

“Bir zamanlar, yürekli adamın biri, insanların, salt yerçekimi fikrine saplandıkları için suda boğulduklarını sanıyordu. Ona göre, insanlar, örneğin, bunun dinsel boş inanlara dayanan bir düşünce olduğunu söyleyerek bu fikri kafalarından çıkarıp atsalardı, ondan sonra artık her türlü boğulma tehlikesinden korunmuş olurlardı. Ömrü boyunca, bütün istatistiklerin, sayısız ve boyuna yinelenen tanıtlarla zararlı sonuçlarını kendisine gösterdikleri bu yerçekimi yanılsamasına karşı savaştı durdu. Bu saf yürekli adam, modern devrimci Alman filozofları tipinin aynısıydı.”

Bu ifadeleri, üst üste koyup, derinlemesine irdelersek, bu günkü “Kutsal Aile”ye varmakta zorlanmayız! Dolayısıyla Öcalan’ın, ütopik düşüncelerinin, Marx’ı ve Lenin’i reddetmeye götürdüğünü, başka ifadeyle bu ütopik düşüncelerin kaçınılmaz olarak varacağı yerin, Marxizm-Leninizmin reddi olduğunu görmekte zorlanmayız ve tabii haliyle şaşırmamış oluruz!

Böylece,örnek olsun, Öcalan’ın, insanların, salt “devlet” ve “ Ulus-devlet” fikrine saplandıkları için acı çekmeye, mutsuz olmaya, ezilmeye ve sömürülmeye mahkûm olduklarını zannettiklerini düşündüğünü; insanların, bu fikirden,onu kafalarından atarak kurtulsalardı, ondan sonra artık her türlü mutsuzluk ve ezgi ve dahi sömürü tehlikesinden korunmuş olacaklarını düşündüğünü ve bu melanet fikri, insanların kafasından atmak için savaşarak, bütün kötülükleri bu dünyadan silip atacağını ve belki yüz yıl sürecek bir uzun erimli aydınlatma mücadelesi ile bir cennet misli “demokratik “ komün düşünü insanların kafasına sokabileceğini ve böylece de gerçeklik haline getirebileceğini düşündüğünü; öyleyse, idealizm bataklığına boğazına kadar battığını ve oradan kurtulmak için bir hamle yapmaya niyetinin olmadığını düşünmekteki haklılığımızın kaynağını net olarak görmüş oluruz!

Tabii, Öcalan’ın kafasının içinde başka bir köylü kurnazlığı yoksa!

Ama işte çok kolay görülüyor ki, Öcalan ve Öcalanistler de, tıpkı bu “Eleştirel Eleştiriciler” gibi, Türkiye’nin ilerlemesi ve toplumsal kurtuluşunun önündeki ve elbette Kürtlerin ulusal kurtuluşunun önündeki başlıca engeli, Türkiye’de egemen olan gerici 12 Eylül faşist rejiminde ve emperyalizmin bildik oyunlarında değil ama sadece egemen düşüncelerde, mesela “Kemalizm’’ de, ”devlet” ve “ulus-devlet” düşüncesinde görmüyorlar mı?

Ve Öcalan, bunun karşısına, egemen olan dinci-gerici-faşist 12 Eylül rejimi ile mücadeleyi koyacağına, soyut bir düşman olarak kurguladığı ve tanrılaştırdığı “ulus-devlet” i ortadan kaldırma soyut düşüncesini koymuyor mu?

Böylece, can çekişen, çürümüş, kokuşmuş bir bütünsel yapının en sulak, en enerjik, en ekolojik ve en kırılgan ama bir o kadar öfke ve çelişki biriktirmiş olan ve de emperyalizmin, egemenliği için, sömürüsü için işbirliğine girmeyeceği kötülük olmayan ve hatta bu kötülüklerin hazır ve nazır olduğu coğrafyasında, lotus çiçeği misli çiçek açacakmış gibi resmettiği “devletsiz” devletlere vurgu yapmıyor mu?

Böyle bir çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun, her tarafı saran pisliğin içinde lotus çiçeğinin bile açmayacağı açıkken, bu düşünceyi egemen kılarak, kitlelerin kafasına kakmak, bu kakılan fikirleri belagat çiçekleri ile donatmak değil midir?

Öyleyse bu, tam da idealizmi ve “eleştirel Eleştiricileri” hatırlatıyorsa, buna işaret ediyoruz diye bizi kim kınayabilir ki?

Akseymen kardeş, Alman ideolojisinde, olgucu (positif) idealizme son biçimini veren Hegel, tüm maddi dünyayı bir fikirler dünyası haline ve tüm tarihi de bir fikirler tarihi haline getirmiştir.

Alman filozofları, kendi düşsel âleminden kurtulmak için silkindikleri zaman, gerçek fiziksel dünya tasarımına, fikirler dünyasına karşı çıkarlar...

Alman felsefe eleştirmenlerinin hepsi, fikirlerin, tasarımların, kavramların, şimdiye değin gerçek insanlara egemen olmuş ve onları belirlemiş olduklarını ve gerçek dünyanın, fikirler dünyasının bir ürünü olduğunu iddia ederler.

İşte bu günün “Kutsal Aile”si de, tıpkı bu şekilde ama ya biraz inceltilmiş, ya da biraz yarım doğru halinde, sonuç olarak gerçekleri tersyüz edilmiş biçimde sunarak, gerçek dünyanın, fikirler dünyasının bir ürünü olduğunu ortaya saçan iddialarla beynimizi yemektedirler!

Bunların hepsini biliyoruz ama bunu bilirken, bu günün “Kutsal Aile”sini hiçbir yerde görmüyorsak, burada bir terslik var demektir!

Bu tersliği düzeltmek, bu günün “kutsal Aile”sinin fikirler dünyasına girip, egemen kılmak istedikleri fikirlerinin bu günün gerçek yaşamında karşılığı olmadığını, yani nesnel olmadığını, tümüyle kurgucul olduğunu, öznel bir tasarım olduğunu, bu nedenle de hayat bulmasının mümkün olmadığını göstermekle mümkündür ve bu da ancak ve ancak bilimsel bir teori ile donanmış olmaktan geçer!

Bu, bilimsel teori ile donanmaktan ısrarla kaçanların başarabileceği, daha doğrusu başarmayı isteyeceği bir sorumluluk ve görev değildir; öyleyse bu görev, yine ideolojik-politik bilinçle donanmış komünistlere düşmektedir!

Bu dediklerime bir itirazın varsa ve/veya bu dediklerimden bir sonuç çıkaramadıysan çekinme lütfen söyle! Ben ne yapar eder, cevabını veririm, sen yeter ki mutlu ol ama biraz da dediklerimi anla!

Daha önce, egemen ideolojinin, egemen sınıfın ideolojisi olduğunu; bir zamanlar egemen sınıfın ideolojisi olan Kemalizmin artık egemen ideoloji olmadığını ve artık egemen ideolojinin, dinci akımların ideolojisi olduğunu; ama ne hikmetse (ki hikmetini de anlattım), artık, egemen sınıfın egemenliği bir yana, bu sınıfın egemen olan ve egemenliğini pekiştirmeye çalışan yeni ideolojisinin hegemonyası ile mücadele edileceğine, aksine bu ideoloji ile senkronize olunmaya çalışılırken, egemenliği kalmamış olan Kemalist ideoloji ile kavga edildiğini ve bunun pek manidar olduğunu işaret etmiştim; ama pek ses verilmemiş, onun yerine yafta bombardımanı ile karşılaşmıştım; ne “Kemalist”liğim, ne de “ulusalcı”lığım kalmıştı!

Şimdi yeniden konu açıldığı için, bu vesile ile bu dediklerimi ve bu dediklerimin dayanaksız olmadığını bir kez daha hatırlatmayı yararlı buldum!

Ve demek ki, okumak ve tekrar tekrar okumak her zaman, her koşulda ve özellikle komünistler için son derece gerekli olan bir olmazsa olmazdır.

Marx ve Engels, birlikte yazdıkları Alman İdeolojisi’nde, “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.

Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler.

Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki, bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridir.

Örneğin kraliyetin, aristokrasinin ve burjuvazinin iktidar için çekiştikleri ve dolayısıyla iktidarın paylaşılmış olduğu bir devirdeki bir ülkede, kuvvetlerin ayrımı öğretisinin artık "ebedi yasa" olduğu öne sürülen egemen öğreti olduğu görülür.” derken, bu dediklerime işaret etmemişlerse başka neye işaret etmişlerdir, lütfen sen söyle ki, hepimizin zihni daha çok açılsın!

Burada bitiriyorum, bu mektubum da biraz ekşi elma ısırmak misli oldu ama olsun; gerçekliğe sahip çıkmak o kadar kolay olmuyor!

Fikret Uzun

16-Temmuz-2014

Hiç yorum yok: