29 Temmuz 2014 Salı

MODERNİTE Mİ POSTMODERNİTE Mİ PREMODERNİTE Mİ YOKSA SOSYALİZM Mİ



MODERNİTE Mİ POSTMODERNİTE Mİ PREMODERNİTE Mİ YOKSA SOSYALİZM Mİ
Felsefi gücünü 18.yüzyıl Aydınlanma felsefesi'nden alan modernite, aklı ve insanı merkez olarak belirler, toplumsal yaşamı rasyonalize eder, dini toplumsal yaşamda arka plana iter ve laikliği ilke olarak benimser. Öznenin ve özgürlük fikrinin yaygınlaşıp güçlenmesi ve bunların tüm siyasal ve felsefi düşüncenin merkezi durumuna gelmesiyle anlamını bulur. Ayrıca terimin gelişen anlamlarının, 18. ve 19. yüzyılların keşifleri ve buluşlarıyla da ilişkili olarak boyut kazanmış olduğunu da belirtmek gerekir. Özet olarak modernite, düşünsel olarak Aydınlanma Çağı'na, politik olarak Fransız Devrimi'ne ve ekonomik olarak da Sanayi Devrimi'ne bağlıdır. (Viki Sözlük)

Öyleyse, bir Strüktüralizm olan Moderniteyle aydınlanmayı birbirinden ayıramayız. Aydınlanma, modern düşüncelerin yayılmasıdır ve inançta, bilgide, zihniyet ve ahlakta modernite ile aydınlanma özdeş tutulmaktadır.
Entelektüel ve iyi niyetli krallar, parlak ve aydınlanmış bakanlar, hep gelişen bir ekonomi, zenginleşme, adetlerin, hukuk ve savaşın hümanizasyonu, aklın önündeki bütün engellerin yıkılması, durmaksızın ilerleme; işte aydınlanma budur!
Aydınlanmanın doğumu 17.yüzyıldadır ve kurucuları arasında Descartes’i görüyoruz; ancak modernite 18 yüzyıla damga vurmuştur. Kilisenin ve feodalizmin bin yıllık egemenliğine son veren burjuvazi eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkeleri ile tarih sahnesine çıkmıştı. Bilim, teknik ve sanat alanındaki ilerlemelerle insanlığın devamlı ileri gideceği ve özgür olacağı düşünülüyordu. Kendinin farkındalığı olarak öznenin bu ilerleme ve özgürleşmede tarihsel bilginin ve tarih yasalarının bilgisinin sahibi olarak yer alacağı da sabit bir veriydi.
Marx, aydınlanmanın olumlu yanlarına (bilimin gelişmesi, inanç yerine bilgi, usa güven vb.) sahip çıkarken, aydınlanmanın sınırlarını ortaya koydu: “Özel mülkiyet; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkeleri ile zıtlık içindedir.” Hümanizmi ve özgürlüğü getirecek sistem sosyalizmdir. Tarihin öznesi, işçi sınıfıdır ve gercek anlamda Aydınlanma projesini gerçekleştirecek olan da bu öznedir. Çünkü aydınlanma düşüncesinin kurucusu burjuva sınıfı ve dolayısıyla burjuva toplumu belli bir anda aydınlanmacı ideallerle çelişkiye düşmektedir. Marx, yapıtlarında bu çelişkinin maddi olarak toplumsal ekonomik ve siyasal yapısını göstermeye çalışmıştır Ancak Marx tüm bu köktenci eleştirilerinde yine de aydınlanmacı ilkelere (akıl, nesnellik, ilerleme, özgürlük vb.) bağlı kalır. Ama eleştirel çalışmasının toplamı, bir anlamda onun kendi hedeflerinden ve niyetlerinden de bağımsız olarak aydınlanmanın sınırlarını göstermekten geri kalmaz.
Nietzsche ise, (İlerleme yalnızca modern bir düşüncedir, fakat yanlış bir düşüncedir.) diyerek modernleşmenin temel ilkelerine karşı çıkmıştır. Nietzsche, ilerleme, özgürlük ve hakikat kavramları gibi temel aydınlanmacı kavramları sorunsallaştırmış ve çoğu yerde yadsımıştır.
Aydınlanma rasyonalizmin kitleselleşmesidir! Ancak yine de aydınlanmayı salt rasyonalizm veya modern düşünce olarak alamayız.
Diğer yandan aydınlanma ile materyalizmi de birbirinden ayıramayız. Aydınlanmada bir ilerleme damarı var ve ilerlemenin ilk krizleri ve kapitalist gelişmenin insanı insanlıktan çıkaran sonuçları ortaya çıkınca ütopyacılar ortaya çıktılar.
Ütopyacılar mı? Ütopyacılar sosyalizmin atalarıdır.
Saint Simon, özel mülkiyeti kaldırarak, bütün çalışanları, sanayiciyi ve işçiyi bir araya getiren atölyeler geliştirdi; Fourier, özel mülkiyeti reddetmeden, sanayici ve işçi tüm çalışanları Falans adını verdiği, üretim ve tüketimi içine alan büyük otellere benzetilen birliklerde topladı; Owen ise New Lamarctaki deneyimlerin sınırını özel mülkiyette görerek, özel mülkiyetin olmadığı, çamaşırhaneden komünal mutfağa kadar tüm yaşamın planlandığı ve tüm bireylerin ortak depodan ihtiyacı ölçüsünde yararlanabileceği Kooperatif Toplum’u savundu. Ve Thomas Moore da var ve daha önce aktarmıştım!
Türkiye Cumhuriyeti de, aydınlanmanın bütün kazanımlarına hücum ile kazıyarak kendi içinden ve altmışlı yılların ikinci yarısından itibaren çökmeye başlamıştır; yüksek “Kemalist” komutanlar ve büyük sermayedarlar,”kurtuluşu”,ki sosyalizmden kurtuluştur, dine ve cahilleşmeye dönmekte bulmuşlardır. Gelişmiş dünyanın aydınlanmaya acımasız bir savaş açması ile aynı yerdedir. Sosyalizmi önleyebilmek için, kapitalizmin kendi adına yazılı bütün kazanımları kazıması zorunludur.
Tekellerin düzeni, bunun trajik sahnesidir!
Buraya varana kadar genç kapitalizm var ve dinsizdir! Ancak, kapitalizmin dine dönüşü çabuk ve hızlı olmuştur. Tekelci düzen ise dindardır başka ifadeyle yobaz düzendir. Tekeller, sınıflı düzenlerin bir rahip veya imam ve bir cellât olmadan yaşayamayacağı düsturuna sarılarak, kitlesini yobazizme hapsetmek zorunluluğu duymaktadır.
Aydınlanma artık her planda eleştirilmektedir. Eleştirenlerin en başında John Gray geliyor. Ancak farklı (daha doğrusu cingözce) bir eleştiri geliştirmiştir. 20.yüzyılda “kötü” gördüklerinin hepsini aydınlanma pratiğine bağlıyor. Globalizmi mahkûm ederken bile, bir aydınlanma projesi olarak niteliyor. Bu ise Globalizmin rasyonel olduğunu ve aklı çalıştırdığını kabul etmek demektir ki yanlıştır; çünkü Globalizm, aklın bozulması demektir, post-modernizm ile birlikte başlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti de, ikinci savaş biter bitmez, İslamizmi yerleştirme kararı almıştır; komünizmle mücadele derneklerini, başta Fetullah Gülen olmak üzere, vaizlere kurdurmuştur. Patlatılan iç savaşın bir tarafında vaiz ve imamlar vardır ve pek çok tarikatın devlet himayesinde finanse edildiğini, büyütüldüğünü biliyoruz.
İki binli yılların başından itibaren yaşadığımız yıllar, aydınlanmacılığın ve aydınların altın çağı olan altmışlı on yıllardan intikam almanın dönemidir!
Kemalizm modernist idi ve modernitenin strüktüralizm demek olduğunu artık biliyoruz!
Kemalist cumhuriyette, 1926-1966 periyodunda, pek çok strüktür, (yapı ve kurumlar) ortaya çıkarıldı; sanayi de bu türdendir, artık bunlar, 12 Eylül 1980 darbesi ile iktidara gelen tekellerin ve dinci akımların marifetleriyle ve Kemalist yüksek komutanların dahli ile kazınmıştır.
Kazınanlarla oluşan boşluğun yerine modernite öncesinin kalıntılarının konması kaçınılmaz olmuştur.
İşte sürüler dünyası böyle oluştu; bir yeteneksizlerin, ikiyüzlülerin ve aptalların dünyasıdır, köşesizlik, şekilsizlik bu dünyanın hâkim rengidir; post-modernizm diyoruz. Çağdaş insanı kendisine saygı duyan insan olarak tanımlayabiliriz, ancak tekellerin düzeninde, insanların kendine güveni ve saygısının olmaması esastır; halkın ve yurttaşın sürüye dönüşmesidir. “inanıyorum öyleyse doğrudur “ilkesinin yönetim doğması olduğu bir yerde yönetebilmek için yeteneksiz olmak gerekiyor. Bunu “modernite”ye bağlamak mümkün değildir, ortaçağda değilsek, tekellerin düzenine veya post modernizme bağlamak gerekiyor.
Diğer yandan tekellerin, post-modernizmin hıncı devlete değildir, devletin merkezi halinedir ve devletin, devletlere bölünerek dağıtılmasını esas almaktadır ve Hobson’un emperyalizm teşhisinden itibaren, modern devletin çözülmeye başladığını çözümlemek isabetlidir.
Bunu, Öcalan’ın hıncının da “devlet”e olmadığı, devletin “merkezi” haline olduğu şeklinde anlamak gerek! Öcalan’ın da “devletin, devletlere bölünerek dağıtılmasını esas aldığı” apaçık görülmektedir!
“Kapitalist” modernite’ye hayır,”demokratik modernite”ye evet demesi, tam da bunu anlatıyor!
Aslında bu,”modernite”ye ve “modernizme” hayır, “postmodernite”ye ve “postmodernizme evet demektir! Aslında tam doğrusu, “pre-modernite” ye davetiye çıkarılmış olmasıdır
Kapitalizmin çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu ve hatta can çekişmişliğini en iyi anlatan veya bu evresine denk gelen “modernite” değil, ”postmodernite” ve “postmodernizm” dir! Postmodernizmin modernite ile hesaplaşması bitince boşluğu “pre-modernite” yani “pre –kapitalizm” dolduracaktır!

Postmodernizm ile bozulan akıllar, pre-moderniteye pek yakışır!
İşte, ortada somut hedefler varken, ezen ulusun egemen sınıfları, tekeller, emperyalistler ve işbirlikçileri ve de ezilen ulusun egemenleri ortada iken, devlet de, hükümdar da onlar iken ve onlar hep beraber egemenliklerini perçinlemek için, postmodernizme sarılıp, moderniteyi kazıyarak, pre-kapitalizme hazırlanırken, hayallerle, gölgelerle kavga etmek, soyut düşmanlarla akılları daha çok bozmak böyle bir köylü kurnazlığıdır; bunun politika ile alakası yoktur; bu “demokrasicilik” oyunu ile demokrasiden milyonlarca kilometre uzağa kaçmaktır; yani “demokratik” modernite, pre-modernitenin kod adıdır ve bozulmuş, geriletilmiş akıllar, bu nedenle gerek şarttır! Ezilen, sömürülen halkların, devrimcisizleştirilmesi, edilgenleştirilmesi, sürüye döndürülmesi bu yüzdendir!
Bunun açıklamasını ortaçağa dönüş formülü ile açıklayan çok olmuştur, şimdi daha da çoktur; korkarak ve iğreti yaşamak, insanın güvenini yitirmesi, kitlesel işsizlik ve her yerde sosyal güvenlik ve sendika düzenlerinin yıkılması ortaçağ hipotezlerini güçlendirmektedir.
Minc de, Berdiav da, ortaçağa dönüşe işaret edenler arasındadır ancak Alan Minc ortaçağa dönüşü olumsuzlarken modern çağın sonunun geldiğine işaret eden Nikola Berdiav, ortaçağı kurtuluş olarak görmektedir ki makinenin yaygın olarak kullanılmaya başlamasını, insanlığın sonunun başlangıcı olarak almaktadır!
Huxley’in “Makine Çağı” başlıklı denemesinden sonra yazdığı “Cesur Yeni Dünya”sı da, bu açıdan önemlidir! Yenidünyanın, insanın köleleşmesi üzerine olduğunu yazıyordu. Köleliği ise akılsızlaşma ile özdeşleştirmiştir. Ve aynı yerde “1984” romanının yazarı George Orwel’i görüyoruz; Orwel’de, insanın köleleşmesi dıştandır, modern insan hep gözlenmektedir ve korku, köleliği doğurmaktadır ve Huxley’e göre zorlama yoktur, kölelik içtendir ve artık yeni insan köle olarak koşullanmış doğmaktadır.
Ve Spengler’in şu tespiti oldukça öğreticidir; “sorun, eskiden insanların özgürce düşünmeye cesaret edememeleriydi ve artık cesaretleri var ama sorunumuz özgürce düşünememelerindedir.”
Buradan düşünmeyi, sadece direktifleri düşünmek sayan ve bunu tek özgürlük kabul eden bir insan türüne çıkmak zor olmamaktadır! Ve bu formülasyon kalıcılığını koruduğu sürece, faşizmi kazımanın zor olduğunu düşünmek isabetli olmaktadır. 30 yıldır 12 Eylül faşizminin etkilerinin, bir demokrasi illüzyonu içinde hissedilmemesini anlaşılır kılmaktadır!
“Demokrasi” diye diye, kitleler ”demokrasi” dini önünde secdeye yatırılmıştır!
Son olarak Johan Huizinga’nın işaret ettikleri de önemlidir; “bir yitik-akıl dünyasında veya bunamışlar âleminde ya da alzheimerler dünyasında yaşıyoruz” diyordu ki Türkiye’ye çok uymaktadır.
12 Eylül rejiminde, üretilmek istenen insan modelinin “korsakof” olduğunu ve bunun tekelci düzende en yüksek “yurttaş” türü olduğunu görebiliyoruz! Göremeyenlerin bu modelin içine hapsedilmiş olduğunu düşünüyorum. Huxley’in laboratuarları da bunu üretiyor ve toplumun içine salıyordu.
Korsakof ’ mu? Hani bir süre önce en sadık şakşakçılarından zehir zemberek öfke kusan yazısında CHE_1955 adlı forum üyesi, B-vitami önermişti ya; bana bir küfür niyetine B-vitamini önerirken, kendisinin korsakof modelinin içinde olduğundan haberdarmıydı bilmiyorum ama işte bu vitaminin eksikliği ile bellek bozukluğu ve soyutlama yetisinin kaybı meydana gelebiliyor; geriye ve ileriye doğru belleğini kaybetmeleri bu hastaların temel özellikleri arasındadır ki Türkiye toplumunun ve topyekün bellek yitimine uğratıldığını hepimiz biliyoruz; sık sık tekrarladığımız sürü lafzı ile bunu da anlatmış oluyoruz!
Elbette sık sık eleştiri konusu olan tekrarlarımız da bundandır. Bellek yitimine derman olmaya çalışıyoruz!
1983 yılında cezaevinde ölüm orucuna yatanlardan bazıları, ölüm orucundan ölmeden çıktıklarında, “korsakof”a dönüşmüşlerdi; böylece 1881 yılında keşfedilmiş olan bu sendromu Türkiye de öğrenmiş oluyordu. Kim bilir, belki de Tekellerin düzenine uygun olan insan modeline bu keşif, kaynaklık yapmıştır!
Bütün bunlar ortaçağa dairdir ve bugün emperyalizmin, tekelci düzenin, ortaçağ renkleri verdiği çok daha açıklıkla görülebilmektedir! Ve bu renkleri taşıyan emperyalizmin, tekellerin düzeninin modernite ile alakası yoktur; aksine moderniteyi düzlemenin adı olduğunu artık daha net görebiliyoruz.
Öyleyse Öcalan’ın kapitalist ya da demokratik olsun, moderniteye takılmış olmasını, eğer çift başlıklı cümleler kurmak eğiliminde değilse, tekellere ve emperyalizme mülakatında verdiği mesajları örtme çabasına bağlayabiliriz!
Çünkü her ne kadar önüne “demokratik” sözcüğünü koyarak sunsa da, bu modernitenin de, tekellerle birlikte hücum ettiği “modernite” ile bir ve aynı olduğunu, başka ifadeyle farkın nitelik olarak değil, nicelik olarak var olduğunu bildiğini düşünmek zorundayız!
Demek ki Öcalan’ın hücumunun ucu, aydınlanmaya yöneliktir ki tekelci düzenin de, emperyalizmin de, post-modernist ideolojinin de saldırısının bu noktaya ve sosyalizmi bertaraf etmek için olduğunu biliyoruz; ancak,”demokratik modernite” ya da “demokratik komün” kavramına dolayarak ortaya saçtığı düşünceleri ile hem Marx’ı aştığını ve hem de post-modernizme ayar verdiğini düşünüyor olabileceği ihtimalini göz ardı etmemeliyiz!
Değilse uzun hapislik yıllarının Öcalan’ı epey bir değiştirmiş olduğunu düşünmemiz gerekmektedir!
Öcalan’dan gelen işaretler, “Demokratik” İslam Kongresi ve Medine sözleşmesine vurgusu; ardından Ümmet toplumunun yükseltilmesi, hatta sosyalizm ile özdeşleştirilmesi ve en sonu, Marxizm-Leninizm’i aşmayı da aşarak, tümden reddetmesi ve hatta düşmanca saldırması, tıpkı emperyalizmin, tekellerin moderniteyi, aydınlanmayı düzlemeye çalıştığı gibi, düzlemeye çalışması, artık Öcalan’ın kendisini de aştığını, eski Öcalan’a büsbütün yabancılaştığını düşünmemiz haksızlık olmaz!
Bunu kabul etmezsek ve bunun yerine Öcalan’ın asıl şimdi kendisine döndüğünü kabul edersek, öyleyse, Öcalan’ın daha önce kendisine yabancı olduğunu kabul etmiş oluruz ki bu da, tekellerin bilumum ideolojik tetikçilerinin dün Öcalan’a uzak durmasını, dolayısıyla bu gün Öcalan’dan çok Öcalancı olmasını açıklar!
Neticede her şeyin, Kürt egemenlerini kurtarmak ve hükümdar yarısı yapmak için, devrimci renkleri budanmış, gericiliğin pençesine itilmiş, ortaçağa yakışan insanlardan oluşan Kürt renkli bir sürüler dünyasını emperyalizme hediye etmek için olduğu apaçık görülmektedir!
Ve burada teessüflerimizin büyüğü, baştan beri sahtekârlık içinde komünist hareketin yüksek olduğu zamanki dalgasına binerek kariyer elde edenler bir yana, onların Öcalan’ı tekrarlayan karikatürvari fıkralarından feyz alarak, bu coşku içinde, üzerimize fırlatanlaradır!
Bu arada iki Nabi muhibbi’nin şimdi Öcalandan çok Öcalancı olması da, son derece açıklayıcıdır!
Bu gün dünyada ve özellikle de Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu coğrafyada kapitalist moderniteden ve modernizmden geriye ne kaldı ki, “modernite” ye cenk açıp, yerine “demokratik” olanını koyarak bütün sorunların çözüleceği hayali ile kuruntularını okşuyorlar anlamak zor; ama biz anlıyoruz; çünkü bu gün var olan kapitalist modernite ve modernizm, emperyalizmin yenidünya düzenine kapıları ardına kadar açan, en “demokratik” ideolojik elbisesi ile beynimizi yiyen postmodernizmdir!
Kapının arkasında bekleyense, pre-kapitalizmdir!
Modernizm, aydınlanma ilkelerini temel alan toplumsal projenin adıdır. Aydınlanma ise, inanca karşı bilgiyi, teolojiye karşı bilimi ön plana alan bir düşünce sistemidir. Modernizm, aydınlanma düşüncesini temel alır. İlerlemeye inanır. Akıl ve bilimi ilerlemenin aracı olarak görür. Nesnel, evrensel ve yegâne bilginin akıl ve deney yoluyla edinilebilir olduğuna yönelik epistemolojik konum, bütün modernist öğretilerde sabit noktadır.
Modernizm bu halde, her tür öğretiye dayanak olacak olan bir epistemolojik ve tarihsel bilinç zeminidir.
Post-modernizm ise, belli bir öğreti ya da felsefi fikir değildir; asıl olarak, bütün öğretilerin ve felsefi sistemlerin üzerinde durduğu kuramsal zeminin sorunsallaştırılmasıyla, modernleşme projesinin ve hatta Batı felsefesi ya da Batı düşüncesi denilen düşünce yapısının, başlangıcından itibaren genel geçerliliğe sahip olan Hümanizm, özgürlük, kurtuluş, evrensellik, bilim ve akıl gibi nosyonları yerlerinden etmek, kazıyarak ortadan kaldırmaktır!
Postmodernizm, emperyalizmin, tekellerin ortaçağa dönüş yolu üzerindeki en sinsi ve en akıl bozucu ideolojisidir; korkarak ve iğreti yaşamak, insanın güvenini yitirmesi, kitlesel işsizlik ve her yerde sosyal güvenlik ve sendika düzenlerinin yıkılması, postmodern saldırının içindedir ve ortaçağ hipotezlerini güçlendirmektedir.
Sonuç olarak, Ömer Ağın’ın yaptığı, “modernite”ye açıklık getirmek değildir; yaptığı, TKP MK’den gelip gelip, Öcalan’ın “demokratik” modernitesinin acemi tellallığıdır!
Biz buna şaşırmıyoruz, bunların bu kaçınılmaz sonları, küreselleşme bayrağına sarıldıklarında, postmodernizmin heyecanına kapıldıklarında, sosyalizmi dudak ucuyla bile telaffuz etmeyecek kadar unutup,“demokrasi” havarisi kesildiklerinde belli olmuştu zaten!
Ne diyoruz, globalizm bir akıl bozma serüvenidir; postmodernizm, akıl bozuculuğun ideolojik yolla yapılmasıdır!
Fikret Uzun
21- Temmuz-2014

Hiç yorum yok: