20 Kasım 2011 Pazar

NietzscheNİN DÜŞÜNCELERİNDEN YOLA ÇIKARAK TEKELLERE CEPHE ALMAK YERİNE, SÜRÜYE DÖNÜŞEN KİTLELERE CEPHE ALMAK -YA DA ÜSTÜN İNSAN




Marx'ın yaptığı, kendi ifadesiyle, SOMUTUN ZENGİNLİĞİNDE SOYUTA ULAŞMAKtır. Ve gerçekten soyutlama yapmadan somuta varmak mümkün olmuyor. Bunun anlamı yüzeydekilere bakarak derindekileri yani gerçekliği bulmaktır. Ve laf lafı kovalıyor ki, diyalektik işte ne yapayım, burada da Marx, öz ile görünen aynı olsaydı bilim olmazdı der. Ve Marxizm işçi sınıfının ideolojisidir ki, sosyalizmin ideolojisi oluyor ve sosyalizm henüz reel olarak yaşanmıyor iken Marxizm’in kurucuları Sosyalizmin işçi düzeni olduğunu teorik olarak göstermişler ve gösterirken de, tarihin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu; belirleyici olanın emek süreci olduğunu temellendiren yapıtlar bırakmışlardır. Şimdi, Sovyet sosyalizminin yıkılmış olduğu günümüzde Marx ve Engels’in önermelerinin doğru olduğu ve hâlâ geçerliğini koruduğu bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Ne var ki, Marxizm’in kurucuları, bütün bu gerçeklikleri somutun zenginliğinden bulup çıkarmışken, bizler maalesef gözümüzün içine girecek denli açıklıkla önümüzde duran bu gerçeklikleri göremiyor ve başka reçeteler aramak için bin bir bahane öne sürüyoruz. Bahanelerden biri de yakın zamana kadar Nietzsche idi ve sık sık bu duvarlarda asar dururduk dediklerini, oysa Marxizm hâlâ en ileri, en devrimci ve en bilimsel bir teori olmaya ve üzerine tuğla konmamasının üzerinden çok uzun yıllar geçmesine karşın, bu tuğlaları koymaya çalışacağımıza, Nietzscheden veya başka yerlerden kelamları asmakla kendimizi oyalıyoruz.
Marxizm bize, işçi sınıfının tarihsel görevinin, dünyanın komünist yeniden inşasını gerçekleştirmek olduğunu, dolayısıyla dünyayı değiştirecek ve yalnızca ekonomide ve politikada değil, kültürde de daha ileri gitmeyi sağlayacak toplumsal gücün, insanlığın eksiksiz daha yüksek ahlaki ve estetik değerlere ulaşması için gerekli koşulları yaratan gücün, işçi sınıfında bulunduğunu görmüşler ve göstermişlerdir.
Ve ne yazık ki, bunu emperyalist kapitalistler bütün çıplaklığı ile görüyor ve duyumsuyor dolayısıyla da en sinsi önlemleri, en karmaşık saldırı metotlarını kullanırken, her kelâmı Marxizm adına söylediğinden hareketle konuşanlar bu gerçekliklere gözünü kulağını kapatmakta ve haliyle dilini de sükûtun altın değerine hapsetmektedirler. Kimse, ABD nin 500 bin paralı askerini Arap çöllerine ve Kafkasya’ya ve Kuzey Afrika’nın çöllerine neden yığdığını, bütün kapitalist yönetimlerde kavga ve telaşın neden hâlâ emek sürecinde yaşandığını, bu sürecin yükselttiği çelişkileri bastırmak, üzerini örtmek için çabalandığını görmek istememektedir.
Öyleyse, KORKANLAR KORKUTMAK İSTER,
ÖYLEYSE KORKANLAR KORKUTMAK İÇİN EN KORKTUĞU YERİ VURMAK İSTER,
ÖYLEYSE KORKANLARIN EN KORKTUĞU YER HÂLÂ EMEK SÜRECİDİR, SINIF MÜCADELESİDİR VE HÂLÂ İŞÇİ SINIFININ DÜZENİDİR.
İşte bu gerçeklik Nietzsche hatim ederek yüzeye çıkartılamaz, hatta yüzeye çıkmışken bile görülemez. Nietzsche Nietzsche demek bir yana ama insana en çok yakışan düzenin kurulmasını çabuklaştırmak için bize Marxizm hâlâ yeter diyoruz.
Son olarak, dün olduğu gibi, bu gün de iki felsefenin karşıtlığını yaşamakta olduğumuzu vurgulamak isterim. İdealist felsefe ve materyalist felsefe. Dünya hâlâ bunun etrafında dönmekte ve sınıf mücadelesine de bu felsefi karşıtlığın mücadelesi damgasını vurmaya devam etmektedir. İşte dananın kuyruğunun kopartılmak istendiği nokta tam da burasıdır, yani idealist felsefeyi insanlığın kafasına kakarak yerleştirmeye çalışmaktadırlar, çünkü idealist felsefe geriye dönüşü veya geride kalmışı savunmanın felsefesidir ki merkezinde din var. İşte bu nedenle sınıf mücadelesi bu gün ideolojik planda şiddetlenmektedir, çünkü idealizmin cenderesine hapsedilmiş kitleler, Tekellerin, emperyalist kapitalizmin ideolojik hegemonyasına bağlanarak edilgenleştirilmişlerdir. Bu nedenle de en devrimci işin en sert ideolojik mücadele ile hücuma geçmek olduğunu vurgulamaktayız. Ama kendimizi, elimizde hâlâ en ileri ve devrimci ve de bilimsel teori olduğunu kanıtlayan Marxizm varken, Nietzschelere hapsedersek, bu ideolojik mücadeleyi veremeyiz ve tekellerin ideolojik hegemonyasını kıramayız, bu da idealizmin dünyayı daha da saracağına işaret olur. Demek ki, şimdi dünyanın bir aydınlanmaya daha ihtiyacı vardır ki, aydınlanma demek despotik aydınlanmacılara ihtiyaç var demektir, o da işçi sınıfının tarihsel görevini ve bu görevini sonuna kadar götürmek ve tamamlamak için ihtiyacı olan iradeyi öne çıkarmaktadır.
Demek ki, ihtiyaç despot aydınlanmacıda ise ama bu gün despotlardan aydınlanmacı olmalarını beklemek ham hayal ise, kilise ve camilerden böyle aydınlıkçıların çıkması da pek zor ise, öyleyse iş gene işçi sınıfına kalmakta ve Marxizm’in kurucuları bunu da bizim önümüze teorik olarak koymuş, Lenin ve Sovyet komünistleri bunu reel hale getirerek olmazsa olmazını bütün dünyaya göstermiştir.
İlknur hocam şimdi bana ne alaka diyebilir ama her şey bir bütündür ve elbette bütünün zenginliğini soyutlayarak somutlamak mümkündür öyleyse benim yaptığım da bir anlamda soyutlamadır ve burada Marx ve Engels'in, aydınlanmanın yalnızca toplumsal düşüncedeki bir hareket olmadığını, büyük Fransız Devriminin öngünlerinde, feodal mutlakıyetçiliğe karşı savaşmak için ayaklanan ilerici burjuvazinin çıkarlarının ideolojik bir ifadesi olduğunu gösterdiklerini hatırlatarak, Değerli İlknur hocanın dediklerini düzeltmek anlamında değil ama bir katkı daha sunarak teşekkür borcumu ödemek isterim,
“Bütün inançların inanç erklerine bakın, en çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalârını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: - oysa o, yaratıcıdır.” “yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları” diyor Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’de.

Felsefenin temel konusu, doğru bilgi edinmedir ancak Nietzsche’nin ilgisi bu alanda değildir, onun ağırlığı insan üzerine düşünmektedir. Ancak en çok insan üzerine düşünen ve belki de sadece insan üzerine düşünen Nietzsche’nin insana güvenmediğini görüyoruz. Dolayısıyla ilerlemeye de inanmamaktadır. Çünkü insana güvenmek ilerlemeye güvenmektir.

“İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.” Nietzsche-Deccal

“Bir canlıya, bir türe, bir bireye, içgüdülerini yitirmişse, kendisine zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa, yozlaşmış derim.” Nietzsche-Deccal

Kısaca şöyle anlamak mümkündür, Nietzsche Tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir dönemde yaşıyor ( 1844-1900) tekellerin bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görebiliyor; ancak tekellere cephe almak yerine, sürüye dönüşen kitlelere cephe almaya yelteniyordu, sıradan insana cephe almaya yelteniyor, bu onu insana karşı bir ahlak geliştirmeye itiyor.

Nietzsche, sıradan insanı hep zayıf duygusal, kolay kandırılabilir sürü olarak görüyor ve Süperman, üst insan ya da “insanüstü insan “ arıyor. Nietzsche, Parmanides’in (*) karşıtı, Herakleitos’a hayranlığını öne çıkarmaktadır.

Şöyle diyor,“Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yok, oluşun, yok edişin olumlaması ki, Dion-yosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır,- karşıtlıklara, savaşa ve ‘varlık’ kavramını kökünden yadsıyarak – oluşa evet deyiş: Şimdiye dek düşünenler içinde bana en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. ‘Bengi dönüş’ öğretisi, yanı sınır tanımadan, sonsuza dek her şeyin durmadan yok olup yeniden doğması, Zerdüştün bu öğretisi daha o zamanda Herakleitos’ça öğretilmiş olabilirdi.” Nietzsche-Ecce Homo

Kundera’da bir Nietzsche takipçisidir ve “bengi hafiflik” öğretisini savunmaktadır. İnsanlara bitkisel hayatı öneriyor.

Ancak Engels, ‘İngiltere’de işçi sınıfının durumu’nu anlatırken, bitkisel yaşamın resmini şöyle çiziyordu, “Ancak, entelektüel olarak ölü idiler; basit, özel çıkarları için, tezgâh ve bahçeleri için yaşıyorlardı ve ufuklarının üstünden insanlığı kaydıran güçlü hareketten haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahattılar ve sanayi devrimi olmasa, bu rahat, romantik olmakla birlikte insanoğluna yakışmayan varlıklarından hiç çıkmayacaklardı. Gerçekte insani varlık değillerdi, o zamana kadar tarihi sürüklemiş olan bir avuç aristokratın hizmetinde emek makineleriydiler”

İlginç mi gelir, şaşırmaz mısınız bilemem ama kadını aşağılayan Kundera’nın kaynağını Nietzsche’den aldığını görmekteyiz.

“ Öç ve hınç duyguları zayıflıktan nasıl ayrılamazsa, saldırganlık tutkusu da öyle ayrılmaz güçten. Örneğin kadın öç gücüdür; başkasının acısına duyarlığı gibi bu da zayıflığından gelir.” Nietzsche-Ecce Homo

Yaşlı kadın hızla geçen Zerdüşt’e sesleniyor; ‘kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma !’ Böyle Buyurdu Zerdüşt.

Engels, Anti-Dühring adlı yapıtında şöyle diyor “iyi ve kötü kavramları, ulustan ulusa ve dönemden döneme o kadar çok değişiyor ki, genellikle birbiriyle tümden çelişir duruma geliyor. İnsanlar ahlak düşüncelerini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en sonunda sınıfsal konumlarının dayandığı pratik ilişkilerden, üretimi ve değişimi sürdürdükleri ekonomik ilişkilerden türetirler.”

Marx ise, “…Stirner hep yapıyor, hâlbuki komünistler hiç ahlak vaaz etmezler. İnsanların önüne ‘birbirinizi sevin’ , ‘egoist olmayın’ türünden ahlaki talep koymazlar. Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey yoktur.”

Nietzsche’yi Faşist ideoloji ile yakınlaştıranlar ve Hitlerin üstün ırk yaklaşımını, Nietzsche’nin ‘üst insan’ düşüncesinden aldığını söyleyenler de vardır, o kadar detayına inmek gerekmiyor ama Macar Marksist düşünür G. Lukacs’ın şu ifadeleri kayda değerdir. “Tam gelişimini faşizmde bulan emperyalist felsefe, merkezi kategorisi olarak, paradoksal bir şekilde ‘yaşam’ denilen ama yaşama karşı olan her türlü ilkenin bir bileşimi olan bir anlayışı kabul eder. Bu yaşam anlayışı, insan yaşamına, insan ruhuna, binlerce yıllık insani evriminin doğurduğu değerlere karşı bir savaş ilanıdır.”

Yani İlknur hocam, hâlâ ısrar ediyorum, bize Nietzsche’ler değil, Marx ve Engels’ler gerekiyor ve yetiyor. Marx ve Engels’in kurduğu Marxizm’e tuğla koyacak olanlara da razıyız ama Nietzsche’leri beklemiyoruz, takipçileri Kundera gibilerdir ki, “büyük yürüyüş” olarak tabir ettiği sosyalizm mücadelesini Kitsch (**) yapan, büyük anayurt savunmasında Hitler faşizminin işkencelerinde öldürülen Stalin’in oğlunun cesedini kitsch ile tartıp, kitschin daha ağır geldiğini ifade eden ve bir süre önce kısa bir eleştirisini yaptığım (***)Çekoslavakya kaçkını Çekoslavaktır, onları hiç istemiyoruz.
Fikret Uzun
20 Kasım 2011

(*) "varlık nedir?" sorusunu soran ve felsefi olarak cevap arayan ilk filozoftur. Ona göre varlığı, varlıktaki değişimi ve hakikati yalnızca akılla kavrayabiliriz. Varlığın bilinebilir olduğu görüşündedir.


(**) Kitsch= bok demek oluyor.

(***) http://fikretuzunn.azbuz.com/readArticle.jsp?objectID=5000000013633436

Hiç yorum yok: