11 Mayıs 2011 Çarşamba

TEORİ VE PRATİK ÜZERİNE GENÇLERE SESLENİŞ

TEORİ VE PRATİK ÜZERİNE GENÇLERE SESLENİŞ
Bu çağda gencinden yaşlısına, işçisinden, işsizine ve memuruna, kadınından, erkeğine kadar herkes, yani toplumun ezici çoğunluğu sorunlarla boğuşuyor ama bu boğuşma gölgesi ile güreş eder gibi oluyor. Gerçek anlamda bu sorunların çözümü nerededir sorusunu cevaplayacak nitelikte hâlâ somut bir yaklaşım geliştirememiş; Hatta işçiler bile, hemen hemen, kişisel sorunları bir yana, aynı toplumsal, sınıfsal sorunları yaşadıkları halde, hem farklı çarelere, hem farklı örgütlere, hem de birbiri ile kavgaya bile yönelebilmektedir.
Diğer yandan, onca yenilen kazıklara, vaatlerin üst üste yerine getirilmemesine rağmen, yine de aynı siyasi aktörlerin ya da örgütlerin oy deposu olmaya devam edilmektedir.
Ortada bir de Kürt sorunu var. Kimi der UKKTH; kimi der hem de hâlâ, Kürtler yabanıldır, onlara devlet mevlet yok, otursunlar oturdukları yerde; kimi der, Kürtler değil, onları kendi içindeki ağalık, beylik düzeni içinde olan, Türkiye’nin egemen burjuvazisi ile iş tutan kapital sahibi zenginler devlet ister; kimi der, verelim kurtulalım; kimi der, devlet verelim ama aynı zamanda da, Kıbrıs’ta olduğu gibi ekonomik olarak biz bakalım.
Kimi de der ki, Kürtlerin, özellikle de yoksul, emekçi Kürt halkının kurtuluşu Türkiye’nin işçilerinin, emekçi halkının kurtuluşu ile bağlıdır ve bunun anlamının, Türkiye’nin bölünerek küçülmesi değil, bölünmeden, büyüyerek Kürt ulusunun emekçi halkının, işçi sınıfının, köylülerinin demokratik bir kalkınma hamlesi ile Türk halkı ile birlikte düze çıkabileceğini söyler.
Bununla birlikte, Kürtlere özerklik bahane, emperyalizme ve tekellere devasa zenginlik akıtan musluklar şahane diyenler de vardır.
Uzatmayacağım, yani Türkiye’de her geçen gün, faşizm dişlerini göstermek üzere yerleşirken, yine her gün bu yerleştirme "ileri demokrasi "diye yutturulurken, bazı akıllılar hem bunu ileri demokrasi belleyip ve de belletip, hem de demokrasi mücadelesini temel sorun ve temel mücadele olarak alırken, bazıları daha ileri giderek, işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin sömürülenlerin hiçbir zaman iktidara gelmemesi gerektiğini, onların hep demokrasiyi genişletme mücadelesi vererek toplumu iyileştirmelerini yüce bir düşünce misli salık verirler.
Bazıları da vardır ki, insanın bilincini düzelterek, iyiden yana düşünceler kazanmasını sağlayarak, yani bireyi düzeltip toplumu da düzeltmiş olarak, mesela sömürünün bile ortadan kaldırılabileceğini, savaşların kalkabileceğini, çevre katliamının son bulabileceğini, şiddet, terör vesaireyi hortlatan saldırganlık içgüdülerinin terapiye tabi tutularak iyileştirilebileceğini dolayısıyla terörün ve şiddetin ortadan kaldırılabileceğini, hatta daha da ileri gidilerek, insanlara erdemli duygular aşılayarak, bireysel olarak bunu çoğaltıp, mesela hiç hırsızı olmayan toplum yaratılabileceği gibi birçok teori yanında, örgütlenme dinamiği öne sürülmekte, kafalara kakılmaktadır.
Öyleyse, sorunları çözmek için önümüze bir proje koymak üzere, hangisinin ne derece doğru ve hangisinin ne derece maksatlı olarak, insanların kafasını bulandırmak için ortaya atıldığını nasıl anlayacağız.
Bunda netleşmeden, sorunların çözümüne yönelik projeler nasıl gelişebilir ya da gelişebilir mi? O nedenle, Sorosvari örgütlerin Fonlamak amacıyla yönlendirdikleri projelerin, toplumda grift hale gelmiş sorunları tek tek çözmek bir yana, genel olarak bu sorunların kaynağından uzaklaştırmak üzere ve daha çok demokrasi ve insan hakkı, özgürlük, barış gibi temalar üzerine işlendiğini görmüyor muyuz?
Bu gün özgürlük derken, net olarak ne demek isteniyor? Hangi gencimiz özgürce görüş bildirebiliyor. Eşitlik-Özgürlük-Kardeşlik 1789 burjuva devriminin harcı olan yaklaşımlardı. Burjuva devrimini gerçekleştiren ve bunun için işçi sınıfı ile birlikte hareket eden yeni yetme burjuvazi, daha sonra iktidara geçince, hem işçi sınıfına ve hem de bu harca saldırmadı mı? Saldırırken hep evrensel barıştan, evrensel kardeşlikten, evrensel özgürlükten söz etmedi mi? Şimdi ise artık, o devre de çok geride kaldı. Şimdi tekeller daha çok kâr için, üretimi artırmaları da para etmediğinden, artı değerlerini yani işçilerin emeğinin ürettiklerinden çaldıklarını artırmanın telaşındadır.
Bu da daha çok baskı, daha çok kölelik demektir. Öyleyse, özgürlük bu noktada ne anlama geliyor. Uluslararası tekeller ta Çin’e, Endonezya’ya ne bileyim Nijerya’ya ya da başka bir ülkenin topraklarına girip üretim yapıyorsa, oradaki insanları iş sahibi yapmak, ekonomiyi canlandırmak için midir, yoksa çok daha ucuz iş gücü sağlamak ve çok daha fazla kâr elde etmek için midir? Bu nedenle işçileri vatansız, ne oldukları belli olmayan, dünya vatandaşı misli köleler yapmak istemiyorlar mı?
Ve daha birçok olguyu sayabiliriz ama uzadıkça uzar, sözün özü bütün bu dediklerimde hep birlikte fikir birliği içinde miyiz ki, Teoriden kaçıyoruz, eyleme geçilmesi gerektiğini haykırıyoruz, eylemi fetişleştiriyoruz.
Bu olguların üzerinden yükselen sorunlar, bu sorunların yarattığı ve keskinleştirildiği çelişkiler, teori olmadan çözüm yolunda değerlendirilebilir mi?
Bu gün dünyanın kapitalizmin barbarlık derecesindeki saldırısı ve sömürüsü koşullarında, bir taraf sürekli yoksullaşıp, yoksunlaşırken, kapitalistler ise hem merkezileşmekte, hem azalmakta ve hem de daha da zenginleşmekte dünyanın bütün doğal kaynaklarını bu uğurda talan etmektedir. Yani Kapitalizm, geldiği noktada artık hem işçi sınıfını, emekçileri ve ezilen halkları daha çok ezip, daha çok sömürmekte, hem de onların para vermeden kullanabilecekleri doğa ürünlerinden mesela suyundan, havasından, denizinden, güneşinden, ağaç gölgesinden onları mahrum etmekte, ederken de doğayı da geri dönüşsüz tahrip etmekte, mesela ozon tabakasını delmekte, kanseri artırmakta, balık neslini tüketmekte, doğaya zehirli atık atarak, gömerek nesillerin yavaş yavaş zehirlenmesine neden olmakta vesaire vesaire.
İşte bunlar ve diğer bütün üretim faaliyeti içindeki yaşamsal sorunlar, kapitalizmin geldiği son noktanın ürünüdür ve bunlarla nasıl baş edileceği konusunda envai çeşit proje geliştirilmekte, geliştirenler fonlanmakta ama değişen bir şey olmamaktadır. Yani sorunlar çözülemediği gibi, daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.
Çünkü dünyanın egemenliği, üretim araçlarının egemenliği, doğa üzerindeki hâkimiyet Kapitalistlerin elinden alınıp, dünyanın neredeyse toplamını teşkil eden, bütün zenginlikleri yaratan emeğin sahiplerine, onların nesnel ve öznel bağlaşıklarına verilirse ancak çözülebilecek sorunlar olduğunu onlar da biliyor ama gerçeklerin üstünü örtmek ve geri dönüşsüz bir köleler dünyası yaratmak için, var güçle demagojik, şaşırtmacalı, akıl bozucu projeleri ve propagandaları kitlelerin önüne koyuyorlar.
Öyleyse, gençler, bu gün üşenip, anı yakalamakla, yaşamakla vakit tüketirlerse, tükettikleri gelecekleri olacaktır. Bu da geleceğin tüketilmesinde kapitalistlerin ekmeğine yağ sürmek demektir.
Demek ki teori en önemli silahlardan biridir ve bu günlerde çok daha önemlidir. Ama teori öyle anı yaşar gibi, insanın aklına, bilincine, ruhuna, davranışına, sorun çözme hünerine, anı doğru yaşama yeteneğine içerilemiyor maalesef. Bunun için biraz akıl yürütmek, bunun için de aklımızı kendi elimize almak gerekiyor. O da okumaktan, okuduklarımızı eleştirmekten geçiyor. Yadsımıyorum, olmasın da demiyorum ama bir iki kelimeden ibaret aforizma tabir ettiğimiz sloganlaştırılmış sözleri bile yakalayamayan iletişim kümeleri ile bunu başaramayız.
O,sadece birbirimizle iletişim köprüsünü aynı renk ve tonda oluşturmamıza yarar ve bu da gereklidir elbet ama bu hâkim olursa, bir süre sonra o köprünün de rengi solar, tonları grileşir, kapkara bir hal alır ve de o köprüden birbirimizin yüreğine aklına yönelmemiz mümkün olmaz. Olsa da ki bu daha tehlikelidir, karanlık, nereye yöneldiğimizi görmemize engel olacağı için, muhtemelen hiç istemediğimiz veya ummadığımız bir noktaya ilerleyebiliriz ki, bu özünde gerilememiz demektir.
Bu nedenle, 80 kuşağının, belli oranda bir dünya görüşü var ve rengini 12 Eylül karşıtlığı ile boyamış olarak yer alıyor, bu dünya görüşünün şekillenmesinde bu rengin hakkını vermek gerekiyor. Bunun için de teoriyi küçümsememek, aksine çok daha fazla ciddiye almak gerekir.
Nazım ustanın dediği gibi, teoriyi ciddiye alacaksın, çünkü yaşamın sorunları ile baş etmeye çalışmak şakaya gelmez, anı yaşamaya çalışarak sorunları çözemeyiz de, çözümü için formüller de geliştiremeyiz. TEORİ BU GÜN EN DEVRİMCİ İŞTİR. ( diğer bütün yaşamsal görevleri askıya almadan tabii)

Teori, hem karanlıkta hareket etmekten kurtaracak, hem de özverinizin sahte dinamiklerce kullanılmasının önüne geçecek bir silahtır ama daha çok bu teori ile anı da, geleceği de bir bütün halinde ve geriden gelenlere yansıtabilecek iradeyi de kazanarak yaşamanın kodlarını sağlayacaktır.
Hem toplumun, hem bireysel olarak, bu temelde hareket etmeyen gençliğin bir adım önünde olmanın ve kendi geleceğini yönlendirebilmenin yanında, toplumsal gelişmeye de katkı olacaktır.
Bunları konuşmayacak, bunlar üzerinden fikir geliştirmeyeceksek, 80 Kuşağı rengi ile alanları doldurmanın, taraftar çoğaltmanın ne gibi bir kıymeti harbiyesi olabilir?
68liler bir rüzgârla ilerledi, hızlı ilerledi, 78lilerle aralarında çok mesafe bırakmadan 78 kuşağının koşusunu başlattı ve hâlâ iki kuşağın üyeleri de bu toplumda yerlerini korumakta ama daha çok bu kuşakların ruhu toplumun yüreğinde dolaşmaktadır.
Denizlere toplumun bu gün daha da fazla sahip çıkması, bu sahip çıkma üzerinden rol kapmak ve bu dinamiği sömürmek için oyunlar oynanması, bu toprakların iyiye, güzele olduğu kadar, doğruya ve yiğitliğe de yüzünü kararlı bir şekilde dönmüş damarları hâlâ akışkan olduğunu göstermektedir.
Şimdi 80 kuşağı, bu kuşakların üzerine ama arada bir boşlukla geldi. 80 kuşağının, bir taraftan, kendisinin elle tutulur, gözle görülür bir gerçekliği yaşamaktan uzak olması, diğer taraftan kendinden öncekilerin taşıdığı, eksiklikleri de, doğruları da süzgeçten geçirmelerinin ve kendi doğrusunu bulmalarının gerekliliği ona daha fazla sorumluluk yüklemekte, o oranda teoriye daha fazla eğilmesini gerektirmektedir.
68liler 40 ile 50 doğumlulardı. 12 Martı da 12 Eylülü de yaşadılar. 78 liler 55–60 doğumlulardır ve bunlar, 12 Martı daha çok 68 li ağabeylerinden dinlediler ama 80 kuşağı, 80 doğumlular ve 12 Eylülde bebek ya da çocuk olanların kuşağıdır ve onlar ne bizden ne de bizden öncekilerden kalanlardan 12 Martı da,12 Eylülü de dinleme fırsatı bulamadan büyüdü. Bu kopukluğu ve karanlık boşluğu doldurmak ve yepyeni bir düzlemde yaşamın yeşil ağacının yeşil rengini toplumsal gelişmeyi tarihin nesnel ilerleme çizgisi ile örtüşecek biçimde ana kanala akıtabilmek için, özveriyi geçmişten bağımsız ama onu inkâr etmeden göstermek şeklindeki tarihsel bir sorumlulukla yüz yüze kalmışlardır.
Bu sorumluluğu yerine getirmek için özveri göstermeleri, onlardan hemen sonra yaşama adım atan kardeşlerini de, geçmişin eksikli ve yanlış bakışlarından ama daha çok da bilinçli olarak, sahtekârca bu güne monte edilmeye çalışılan, hatta geçmişteki isimlerini de ön plana çıkararak monte edilmeye çalışılan eksikli ve yanlış düşüncelerden koruyacaktır.
Bunun için hâlâ en ileri ve en bilimsel teori ile yakınlık kurmak, onu küçümsememek, onu şakaya getirmeden ele almak bu gün onları güçlü yapacak ve geçmişten gelen ufuk karartan, perspektiflerini zayıflatan tehlikelerden koruyacaktır.
Bunu kendilerinden sonra geleceklere ve bu topraklardaki ezilen, sömürülen emekçi halklara borçlular. Ama en çok kendilerine borçlular.
Fikret Uzun
Mayıs 2011

Hiç yorum yok: