18 Mayıs 2011 Çarşamba

S. SIRRI ÖNDER MARKSİZMİ ELEŞTİRİYOR MU YOKSA KARŞI MI ÇIKIYOR

S. SIRRI ÖNDER MARKSİZMİ ELEŞTİRİYOR MU YOKSA KARŞI MI ÇIKIYOR
EMEK VE ÖZGÜRLÜK PLATFORMU BAĞIMSIZ ADAYI NE KADAR SOSYALİST?
Neşe Düzel nasıl ki daha önce Radikalde, en son Taraf gazetesinde, bildik kişilerle ve bildik sorularla mülakatçılık yapıyorsa, Nuriye Akman’da, ZAMAN gazetesinin mülakatçısıdır. İşlevleri aynıdır.

Nuriye hanımefendi, “ Ben sizde filozof bir yan da gördüm Senaryo kanaviçe gibi işlenmiş” diye konuya girip, “Sizde başka bir damar da var sanki Solcuların o acı dili yok sizde” diye devam ederek, daha Sırrı Süreyya’ya sorularını sıralamadan, Sırrı bey coşuyor; *

“Yazı ile uğraşan bir adam olduğundan, Sinema ile profesyonel bir ilişkisi olmadığından ama çok sıkı bir izleyici ve merak eden bir adam olduğundan, İyi ustaların elinde yetiştiğinden, sosyalist gelenekten geldiğinden ve babasının berber olduğundan ve de TİP in Adıyaman il başkanı olduğundan ve evlerine Boranın, Sargının ve Gezmişin gelip gittiğinden…” dem vuran bir girişle, Coşkunluğunu taşırmaya başlayarak; Moda terimle şifreyi verir. Verdiği Şifre önemlidir, böylece “yedi yaşından itibaren okuma sürecinin içerisine bütün Risale-i Nur külliyatını da dâhil ettiğini Çünkü babasının böyle bir gelenekten geldiğini; Dayısının da insan güzeli, bir Nur şakirdi yani Nur cemaatinin üyesi olduğunu ve çocukları çok ciddiye aldıklarını öğreniyoruz” Ama daha da önemlisi, “şansının” nereden geldiğini öğreniyoruz.

Biz de, bundan farklı bir şey söylemiyoruz. Sırrı Beyin yaptığı ise, bir yanıyla, şansını artırmak için mülakat vermek ise, diğer yanıyla bizim baktığımız yerden gördüklerimizi teyit etmektir.

Gördüklerimiz çok öncedir ve birçok yerde daha önce gösterilmiştir. Anlatımı aşağıdadır.

Merhaba
Bugünlerde internette Marks'a ait olduğu söylenen bir ifade her soydan ve boydan anti-komünist, oportünist, Marksizm düşmanı, neo- liberal eski solcular, yaranmacı devşirmeler tarafından dillerine
pelesenk edilmiş olup, buradan hareketle Marksizm'i idealizme yaklaştırmanın kapısını açmaya çalışmaktadırlar. Hep söylerim, Marksizm'i eleştirmek başka şeydir, karşı çıkmak ayrı bir şey. Marksizm'i eleştirmek için öncelikle Marksizm'i ona katkı sağlayabilecek derecede anlamak ile mümkündür.

Marksizm'i anlamayanların onu eleştirebilmesi mümkün değildir. Bu anlamda dün de, bu gün de Marksizm'i bilgisizlikle eleştirenlerle, Marksizm'e karşı olanlar aynı çizgide birleşmişlerdir. Bu, Marksizm’in ifade ettiklerinden çıkarılan anlamların karşılıklı eleştirisi değildir, bu bizzat Marksizm'e karşıtlık temelinde ifadelerini evirip çevirmek ve idealizmle yakınlaştırmak için yapılan bir eleştiridir. İşte bu nedenle ideolojik mücadele ve bunun için de ideolojik donanım olmazsa olmazdır.

İfade şöyle ve ifadeye yaklaşım da beraberinde gelmektedir; Pirimiz, “Materyalist kadercilik diyebiliriz belki!”diye başlayarak, "Marks, 'Tarihte ne olmuşsa başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur.' “ diyor Ve devam ederek,”Bunun kaderle arasında ince bir çizgi var. İslam'da kader mevzuu biraz ferasete bırakılmıştır. Cüzi iradeyle külli iradenin etkileşimi, İslam mütefekkirinin de içinden çok net çıkamayıp iman perdesine bıraktığı bir meseledir." Diye devam ediyor.

Evet, böyle diyor yazarımız; on parmağında on hünerini Risale-i Nur Külliyatının ışığından almış kendi savlarını vitrin yapmak için ve “şansını” biraz daha artırmak için, bu ifadeye can simidi gibi sarılan yazar ve bundan kendi bakış açısına yaklaşmış bir Marksizm, kendi deyimiyle bir "materyalist kadercilik çıkartıyor" Marks'ın Bu ifadesi, üretimdeki gelişmeler ile tarihsel ilerleme arasında ilişki kuran materyalist tarih anlayışının bir ifadesidir.

Ekonomik bir olgu olan sınıfsal eylem ile toplumsal hareket arasında herhangi bir tarihsel ilişki kurulamayacağını düşünenler bu ifadeye sıkı sıkı sarılmaktadır. Bunun çıkış ucu, bu güne kadar ki tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu yadsımaya götürür.
Tarihi yaratan toplumsal varlığın iradesi, sınıf mücadeleleri içinde gerçeklik kazanır. Öte yandan bu tarihsel iradenin kendiliğinden ortaya çıkacağı gibi bir düşünce de savunulamaz.

Bu konuda mutlak bir tarihsel zorunluluktan hiçbir biçimde söz edilmemiştir. Tam tersine, tarihi yapan insanın, aynı zamanda tarihsel koşulların belirlenimine tâbi olduğu vurgulanmış ve bu yüzden devrimci kuramın kılavuzluğuna gereksinim duyulmuştur.
Böylece, burjuvaziyle olan mücadelesinde devrimci kuramdan yoksun bir işçi sınıfının devrimci bir pratik ortaya koymasının mümkün olmayacağını gören Marks, proletaryanın kendini dönüştürmeden maddi dünyayı dönüştüremeyeceğini belirtmiş olmaktadır.

Marksizm'in düşmanlarının ve elbette Marksizm'den ölümüne korkan emperyalist kapitalizmin, Lenin'i Marksizm'den ayırmak istemelerinin nedenini ve önemini anlatan bu ifadeyi, internete girdiğinizde hemen hemen bütün antikomünist ve anti Marksist ve metafiziğin gücünü şişirme meraklısı, idealist kişi, kuruluş ya da grup varsa diline doladığını ve sicilli devşirmelerin bu ifadeyi bulmak için epeyce göz nuru dökmüş olduklarını görebilirsiniz.

İşte Lenin'in önemi buradadır, çağdaşları olan diğer Marksistlerden ayrıldığı ve öne çıktığı ve Marksizm'in Marksizm-Leninizm olarak tarihe geçmesi, Marksizm'i bir ulusal kütüphanenin vazgeçilmez felsefe kitapları arasında raflarda kalmaktan ya da üniversitelerde ders kitabı olarak okunan bir felsefe kitabı olmaktan kurtararak, dünyayı değiştirici, dönüştürücü bir kuram olduğunu pratikte gösterebilecek denli anladığı ve anladıklarını ona kattığı içindir. Bu denli katkısı olduğu içindir ki, Lenin'i, Marksizm düşmanları her fırsatta Marksizm'den ayırmak istemektedirler.

Bu nokta çok önemlidir. Bu noktaya Stalin üzerinden Lenin'i Marksizm'den ayırma kıvamına getirerek ilerlenmekte ve beraberinde, kendi yaşadıkları tarihsel koşullarda Marks ve Engelsin bütünsel olarak anlatmaya çalıştıklarının içinden Marksizm'i tahrif etmek ya da başka ifadeyle burjuva ideolojisine uyumlu hale getirmek için öne çıkardıkları, her tarafa çekilebilecek ifadelerle Marksı daha kolay gözden düşüreceklerini hesaplamaktadırlar.

Acı olan, bugün bu çabaların ne yazık ki, tekellerden çok, eskiden Marksizm'i savunan ve bugün de Marksist olduğunu iddia edenler tarafından yoğunlaştırılmasıdır.

Bu çabalar, bir taraftan da, bu çabaların sahiplerinin çelişkilerini ortaya koymaktadır. Şöyle ki, Lenin'i Marksizm'den ayırmaya haklı ton vermeye çalışanların, daha ayıramadan, Marks'ın "Tarihte ne olmuşsa başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur." İfadesinin, üretimdeki gelişmeler ile tarihsel ilerleme arasında ilişki kuran maddeci tarih anlayışının bir ifadesi olduğunun üzerinden atlayıp, bir çırpıda idealizmle özdeşleştirmesi, bu ifadenin, tarihi yaratan toplumsal varlığın iradesinin sınıf mücadeleleri içinde gerçeklik kazandığını anlattığını, buradan hareketle, tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu işaret ettiğini görmezden gelerek, daha doğrusu üstünü örterek, bütün bu olanların, bütün bu gelişmelerden bağımsız bir metafizik gücün varlığı ile ilişkili olduğunu bu ifadeye dayandırmaya çalışmaktadırlar.

Oysa tam da burada Marksizm'den ayırınca, Marksizm'in çağa daha uygun olacağını iddia ettikleri Lenin'in, Marks ve Engelsin ifadelerini pratiğin sınamasına tabi tutarak yerli yerine oturtan; Marksizm'i, Marksizm-Leninizm yapan kişi olduğunu bizzat kendileri göstermiş olmakta iken, Lenin'in, tarihsel süreçte özneye verdiği etkinlikteki diyalektik yaklaşımını kavrayamamaktadırlar bile.

Marks'ın, yaşadığı çağa egemen olan ve toplumsal varlık olarak insanı veya onun iradesini dışlayan tarih anlayışları ile hesaplaşma çabasını, 19. Yüzyıla kadar geçerli olan felsefenin, tarihi daha çok öznel ve rastlantısal olgulara bağlı olarak kendiliğinden gelişen bir süreç olarak görmesindeki yanlışlığı göstermeye çalıştığını ve bu ifadeleri dile getirdiği tarihsel koşulları dikkate almadan bu ifadenin gerçekte ne anlama geldiğini, Lenin'i hesaba katmadan da pratikte nasıl sınandığını göremeyiz.

Başka bir acı durum daha var ki, buna nerdeyse hepimiz seyirci kalmaktayız. Bunun temel nedeni de, Marksizm diye diye, Marksizm'den bir haber olduğumuzu unutmamızdır. Daha da, vahimi unuttuğumuzu kabul etme erdemliliğini gösteremememizdir.

Diğer yandan, eğer önemliyse, sadece Süreyya Önder'in dedikleri önemli değildir, örneğin Önder, "Diktatörlerin aptallığını "Beynelmilel'de gösterdiğini söylüyor, bu mu önemli kelam,oysa diktatörlerin diktatörlüğünün, karşısındakilerin edilgenliğine bağlı olduğunu, daha açıkçası onları daha fazla edilgen hale getirmek için edilgenliklerinden yararlandıklarını söylemek nesnelliği daha net ifade etmektedir. Ve sözünü ettiğimiz, burjuva diktatörlüğünün biçimi olan Faşizmdir. Ama diktatörlükleri, sınıfsal temelinden ayırırsak, diktatörlükleri de, diktatörleri de bütün nesnel sınıfsal ve tarihsel olguların üstünde, bu olgulardan bağımsız bir düzleme koymuş olur ve onları yendiğimizde, burjuva diktatörlüğünü de, faşizmi de, yenebileceğimiz yanılsamasına kendimizi kaptırabiliriz. Buna felsefi
ton bile verebiliriz.

Ve Süreyya önder tam da bunu yapmaktadır. Yukarıda alıntıladığım ve eleştirdiğim ifadesini, diktatörlükleri sınıfsal temellerinden ayırarak, bütün diktatörlüklere karşı olmanın mantıksallığını göstermesi açısından vitrinine koyması başka nasıl açıklanabilir ki? 12 Eylülde,18 yaşında olduğunu söylüyor ve 12 yıl verdiler diyor. Kime vermediler ki, ondan daha gençleri yaşını büyütüp asmadılar mı? Biz ise daha az ceza ile 12 Eylülün zindanlarından kurtulduk ama bu bizim söylediklerimizin önemini azaltır mı ya da yok saymayı gerektirir mi? 12 Eylülün İşkenceleri, elbette hiçbirimizin hafızasından silinmeyecek izler bırakmıştır. Ama sadece Sayın Önder'in gerçeği değildir ve bu işkencelerin hesabı, yalnızca işkenceyi yapan ve yaptıranların ellerini, emir verdiği dillerini kesmekle sorulabilir mi.

Bu işkencelerin hesabı, o işkencelerin kaynağından yani burjuva diktatörlüğünden yani tekellerden yani hala devam eden tekellerin düzeni olan 12 Eylül rejiminden sorulursa, en azından hedefi bu olursa bir anlam taşır. Gerisi, gördüğümüz işkencelerden muzdarip oluşumuzu ve bunun baş aktörlerini yani 5 tane generali ağlamaklı bir tonla birbirimize şikâyet ede ede, bu şikâyetleri 12 Eylül rejiminin, tekellerin işleme koymasını istemeye yöneltmekten başka bir şey olmaz.

Oysa bizim ağlamaya değil,12 Eylül rejimini sürdürenleri, bu rejimi yerleştirenleri, tekelleri ve onlara yaranmaya çalışanları ağlatmaya gereksinim duymamız söz konusu olmalıdır. Hesap böyle sorulur. Aksi takdirde, 12 Eylül diktatörlüğüne karşı çıkarken,12 Eylül rejimini meşrulaştırmış oluruz. Asıl olan 12 Eylül rejimine karşı bir irade geliştirmektir. 12 Eylülün diktatörlerinden hesap sormak bunun içindedir.

12 Eylül rejimine karşı bir irade geliştirilemezse, 12 Eylül diktatörlerini nasıl yargılayabiliriz ki. Bu nasıl bir yaman çelişkidir ki, bir 12 Eylül diktatoryasında yaşarken, aynı diktatoryanın, kendi mimarlarını yargılamasını beklemeyi sol bir tonla sol kadroların önüne koyabiliyoruz.

Kaldı ki, kitlelerin böyle bir dinamik içinde olmadığı da açıkça görülmektedir. Öyleyse hala kendimizi kandırmanın âlemi yoktur. Bu düpedüz 12 Eylül rejiminin, emperyalist kapitalizmle entegrasyonunun, doğasına uygun olarak, kendine has faşist diktatörlüğünü gerçekleştirmesinin dayanaklarının da tamamlanmasına yönelik, hukuksal düzenlemelerine geçit yaratmanın zeminini oluşturmaya yönelik bir manevradan başka şey değildir. Bu, onlar açısından bakıldığında anlaşılabilir ama buna sol ton vermek tekellerin oyununda ki kiri pası temizlerken, buna sol ton verenleri kire pasa bulamaktadır.

Diğer yandan, aynı düşünce tarzının vardığı nokta, bütün darbelere anlamında, bütün diktatörlere karşı olma dinamiğidir ki, bu ise darbelerin, diktatörlüklerin sınıfsal temelini, bunun egemen sınıfın politikalarının devamı olduğu gerçeğini görmezden gelme noktasıdır. Bu görülmezse ne olur, örneğin 12 Eylül faşist darbesinin daha 1978'lerden itibaren, yani daha Kenan Evrenin genelkurmay başkanlığı ufukta görülmeden önce, dahası 24 Ocak kararları alınmadan önce kurgulandığını göremeyiz. Olayın bir 11 Eylül- 12 Eylül mesafesinde gerçekleştiği yanılsamasına düşeriz. Ve daha önemlisi, bu darbenin, burjuvazinin yeni bir düzeni yani tekelci düzeni, yerleştirmesinin politikasının ürünü olduğunu göremeyiz. Bu gün içinde yaşadığımız rejimin de, bu darbenin ürünü ve devamı olduğunu göremeyiz.

Bunları göremezsek, daha neyi göreceğiz sorusu bir yana, göremezsek, 12Eylül diktatörlüğünü,12 Eylül rejimine şikâyet etme ve bu rejimde kalarak, onu meşrulaştırarak, 12 Eylülcülerden hesap sorulabileceği beklentisiyle ve sivil anayasa lafzı ile şimdiye kadar yerleşen faşist diktatörlüğün hukuksal dayanakları yetmezmiş gibi, bu faşist diktatörlüğün son hukuksal dayanaklarının da düzenlenmesine kitleleri ortak etmek ve bu dinamikle beraber, işçi ve emekçi kitleleri sınıfsal çelişkilerden uzaklaştırmanın dinamiklerini yaratmak kolaylaşacak, faşizmin sessiz sedasız, bütünüyle yerleşmesi tamamlanmış olacaktır.

Buradan hareketle,"bütün darbelere karşıyım" diyenlerin bu ifadelerinde sınıfsal bir temel olmadığını göstermek için, başka bir yerde yayınlanan mektubumda, 1988 de Nabi Yağcının da yargıçların dikkatine sunduğu gibi, 27 Mayıs devirmesi ile ilgili ifadelerimi tekrarlamak istiyorum; Nabi Yağcı,1988 de yargıçlara verdiği savunmasının 78. Sayfasında, 27 Mayıs 1960 darbesine değinerek; "1961 anayasası klasik demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçlıyor, sosyal devlet ilkesini benimsiyor, bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru gelişmesinin önünü açıyordu. Bir yandan ulusal egemenliğin, halk egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyordu." Diyerek, bu öngörülerinin asıl yönüne yönelemediğine vurgu yapıyor,"Böylece ulusal kurtuluş savaşının yarım kalmış görevlerini tamamlama görevini" yerine getiremediğini söylüyordu.

Evet, Nabi Yağcı da, şimdi "bütün darbelere karşıyız" sloganına sıkı sıkı sarılıyor olabilir ama 1988 de böyle diyordu ve yanlış da demiyordu.

Biz tarihsel olgulara nesnelliği içinde yaklaşmak zorundayız ve bu yaklaşımımız bizi, yaklaştığımız olgunun tarafgiri yapmaz. Yani biz sosyalistiz, Kemalist değiliz ama bu bizim 27 Mayısın tarihsel gerçekliğinden uzaklaşmamızı gerekli kılmaz. Bu 27 Mayısçıların gerçekten, Kemalist devrimin eksikliklerini tamamlamak ve var olan Kemalist devrimden sapmaları gidermek için yola çıktığını yadsımamızı emretmez. 12 Martın, bir önceki başarısız müdahalenin içindeki kaypaklık gösterenleri de içine alarak, ordu bütünlüğü içinde 27 Mayısın geriletilmesine kapı açtığı gerçeğini yadsımamızı da emretmez.

12 Mart darbesi, 27 Mayısa toptan karşı çıkışı sergileyememiştir ama bu yönde bir dönüşüm başlatmış,12 Eylüle kapı açmıştır.12 Eylül faşist diktatörlüğü bu kapıdan girmiştir. 12 Mart ve 12 Eylül, 27 Mayısın bıraktığı hukuki ve politik yapı ile burjuvazinin Türkiye'yi yönetemeyeceğini anlamalarının sonucudur. Bu anlamda, Nabi Yağcının, savunmasının 140. Sayfasında açıkladığı gibi,"Türkiye, 12 Eylül ile her alanda bir tarihsel çözülme süreci içine girmiş, en geriye özgürlük sağlanmış, en geri iktidara getirilmiştir. " 12 Eylül,27 Mayısın bütün kazanımlarını ortadan kaldıran bir operasyondur.

Dahası Türkiye'yi, zorla tarihin gerisine çekme operasyonudur. 27 Mayısın sonucu,1961 anayasasıdır. Ve 1961 anayasası ile geniş bir toplumsal katılıma alan açılarak, devlet gücünün kullanımı ve hızının dengelenmesi sağlanmıştır. Çift meclisli yapısı ile özerk kurumları ve örgütlenme hakkıyla devlet gücünün kullanımına, devlet aygıtının işleyişinin hızını azaltacak bir toplumsal katılımı sağlamıştır. Bu, şimdilerde sıkça öne çıkartılan bir mücadele dinamiği olan burjuva demokrasisini işaret etmektedir.
Bu işaretler, 27 Mayısı salt askeri bir hareket olmaktan çıkarmaktadır. Öyleyse "bütün darbelere karşıyız" derken bu gerçeklikleri hatırlamak gerekmektedir.
"Bütün darbelere karşıyız" demek, darbelerin toplumsal tartışma ve çatışma dinamiklerinden kopuk olduğunun kabul edilmesi ve ordunun bu dinamiklerden herhangi birinin etkisinde ya da yönetiminde ve lehinde bu dinamiklere müdahale ettiğinin yadsınması demek değil midir?

Dün, Nabi Yağcı'nın dediği gibi, 27 Mayısın ve onun anayasasının, klasik demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçladığında; sosyal devlet ilkesini benimsediğinde; bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru gelişmesinin önünü açtığında ve ulusal egemenliğin, halk egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyor olduğunda birleşilmesi söz konusu iken, bugün 27 Mayısın bu niteliğine karşı gerçekleştirildiği yani burjuva demokrasisinin bütün kurumlarını yok etmek için gerçekleştirildiği açık olan 12 Mart ve 12 Eylülün, 27 Mayıs ile aynı kefeye konulmasında birleşilmesini anlamak ve kabul etmek mümkün müdür?

Burada iki yönlü paradoks yaşandığına da dikkat çekerek bitirmek istiyorum. Birincisi, demokrasi mücadelesinden söz ederken ( bu burjuva demokrasisi için mücadeledir.) ,bu demokrasinin en son 27 Mayısla bu topraklara girdiğini ve 12 Eylülle çıktığını unutarak, demokrasinin yolunu gözlemek, ikinci olarak da, dönmeyi istediğimiz demokrasiyi ifade eden 27 Mayısı,12 Eylül ile aynı kefeye koyup,12 Eylül diktatörlük rejiminden, darbecilerin yargılamasını talep ederek demokrasiye geçileceğini ümit etmektir.

* http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=483811

Hiç yorum yok: