6 Mayıs 2011 Cuma

İDEALİZM VE MATERYALİZM

DURKHAYMCILIK DA BİR İDEALİZMDİR.

Toplumbilimci Durkhaymcılar, tanrı bilimi ve metafiziği mahkûm ederler. Evrimleri içinde değerlendirilen toplumsal olayların(hukuk, töre, kurumlar vb.)elverişli ya da elverişsiz ön yargılardan uzak,”olumlu” bir şekilde incelenmesini ileri sürerler. Ama istemekle yapmak arasında çok yol vardır ve Durkhaymcılar da, böylece İdealizmden kurtulmuş olmazlar.

Genel olarak burjuva toplum bilimcileri, maddi değişmeleri “kolektif bilinç” in gelişmesi ile açıklarlar. Bu kolektif bilincin kendisi de, gizemli bir şey olarak kalmaktadır. Bu durumda toplumlar tarihi, daha antik çağdan beri insan bilincinin bir yerinde uyuklayan özlemlerin derece derece gerçekleşmesi şeklinde ortaya çıkıyor.

Kolektif bilinç neden şu şekilde değil de, bu şekilde evrim gösteriyor bilinmez.
Aslında toplum bilimciler, üretimin, sınıf savaşımının, tarihin devindiricilerinin ne olduğunu bilmez. ( bazıları da bilmek istemez) Yüzeyde kalırlar. Örneğin, toplumsal güvenliğin var oluşu, “fikirlerin gelişmiş olması”ndandır. Bütün bunlar,”bilincin ilerlemesi” sonucuna varır.

Proudhon da, idealizmin en ateşli şampiyon savunucularındandır. Ona göre, toplumların tarihi, insanlığın başlangıcından beri “bilinç” in içindeki kendiliğinden var olan “içkin” adalet fikrinin derece derece cisimleşmesidir. Böylece üretim ilişkileri insanlığın kişiliksiz aklı içinde uyumakta olan iktisadi kategorilerin gerçekleşmesi olmaktadır. Bu yaratılmamış bilinç, Proudhon’un deyimiyle “toplumsal deha” ,bütün tarih boyunca vardır ve her şey onunla açıklanır, kendisinin açıklanacak bir şeyi yoktur. Ve bilinç bugün neyse, her zaman o olduğuna göre, Proudhon buradan tarihin gerçeğini bile yadsımaya varır.

Marks, Felsefenin Sefaleti adlı eserinde, Proudhon’un, “öyleyse, bir şeyin belirdiğini, bir şeyin üretildiğini söylemek doğru değildir; evrende olduğu gibi uygarlıkta da, her şey ezelden beri vardı, hareket etmekteydi. Bu toplumsal ekonominin tümü için geçerlidir.” Dediğini aktarmaktadır.

Öte yandan Proudhon, kendi devrim sistemini Tanrı esini sitemine karşı çıkartır. Cizvitlere, ilahiyatçılara karşı atıp tutar. İşçi sınıfının partisini bir kiliseye benzeten de odur.

Marks, yine Felsefenin sefaletinde, “Bay Proudhon ile birlikte kabullenelim ki, gerçek tarih, yani zaman sırasına göre olan tarih, düşüncelerin, kategorilerin ortaya koymuş bulundukları tarihsel sıralanmadır.” Demektedir.

“Her ilke, kendisini içinde ortaya koyacağı kendi öz yüzyılına sahip olmuştur. Otorite ilkesi, örneğin,11.Yüzyıla sahipti. Tıpkı bireycilik ilkesinin 18.yüzyıla sahip olması gibi. Mantıksal sıralanmaya göre ise, ilke yüzyıla değil, yüzyıl ilkeye aitti. Başka bir deyişle, ilkeyi yapan tarih değil, tarihi yapan ilkeydi.
Bunun sonucu, tarihi olduğu kadar ilkeyi de kurtarmak için, kendi kendimize belirli bir ilkenin herhangi bir başkasında değil de, neden 11.ya da18. Yüzyılda ortaya çıktığını sorduğumuzda, zorunlu olarak, insanların 11.yüzyılda nasıl olduklarını,18.yüzyılda nasıl olduklarını, bu yüzyıllardaki gereksinmelerinin, üretici güçlerinin, üretim biçimlerinin, üretimlerinin, hammaddelerinin neler olduklarını – kısacası, bu var olma koşullarının ortaya çıkardığı insanlar arası ilişkilerin neler olduklarını-inceden inceye incelemek zorunda kalıyoruz.
Bütün bu soruların altından kalkmak demek, her yüzyıl için insanların gerçek, sıradan tarihini yazmak ve bu insanları kendi dramlarının hem yazarları ve hem de oyuncuları olarak sunmaktan başka nedir?
Ama insanları kendi tarihlerinin oyuncuları ve yazarları olarak sunduğumuz anda,- dolambaçlı yoldan – gerçek başlangıç noktasına ulaşırsınız, çünkü daha baştan sözünü etmiş olduğumuz ölümsüz ilkeleri bırakmış bulunuyorsunuz
M.Proudhon, bir ideologun, tarihin anayoluna ulaşmak için tuttuğu patika boyunca dahi yeterince yol almış değildir.“ sayfa 120–121

Marks, bunları ifade ettikten sonra, Altıncı gözlem başlığı altında,”M.Proudhon ile kavşağa birlikte varalım” diye başlayarak; “ değişmez yasalar, ölümsüz ilkeler, ideal kategoriler olarak görülen ekonomik ilişkilerin, etkin ve enerjik insanlardan önce var olduklarını teslim edeceğiz.” Diyerek sürdürdüğü eleştirel gözleminde, Proudhon’un yaptığının, tarihi açıklamaya çalışırken, tarihi yadsımak; toplumsal ilişkilerin peşi sıra ortaya çıkışını açıklarken, herhangi bir şeyin ortaya çıkabileceğini yadsımak; bütün evreleriyle üretimi açıklarken, her hangi bir şeyin üretilip üretilemeyeceğinden kuşku duymak olduğunu gösteriyor.

Ve “bu amaçla yeni bir akıl icad ettiğini, bu aklın ne saf ve bakir mutlak bir akıl, ne de farklı dönemlerde yaşayan ve hareket eden insanların sıradan akı olduğunu, bunun apayrı bir akıl olduğunu -kişi-toplumun aklı olduğunu- özne olduğunu, insanlığın aklı olduğunu ve M.Proudhon’un, bunu zaman zaman toplumsal deha, genel akıl ve nihayet insan aklı olarak biçimlendirdiğini” ifade eden Marks, “bunca ad ile süslenmiş bu aklın, iyi yanı ve kötü yanı ile panzehirleri ve sorunları ile Proudhon’un bireysel aklı olarak yine de kendini ele verdiğini “ belirtiyor.

Buradan varacağımız sonuç şudur, idealizm fikirleri bildirir, ilan eder, onlara geçit yaptırır ve “aşağılık” materyalizmi, fikirleri yadsımakla suçlar. Oysa materyalizm, fikirleri yadsımadığı gibi, onların gerçek anlamını ve varoluş nedenlerini yani toplumsal fikirlerin, tarihin maddi nesnel gelişmesinin yansısı olduğunu ortaya koyar.
Ve böylece, Materyalizm, gerçekte idealizmin, fikirleri ne kadar az anlıyorsa, o kadar çok sözünü ettiğini de gösterir. İdealistler, fikirlerden her şeyi açıklamalarını ister ama fikirler onun için açıklanmaz kalır.

MATERYALİST DİYALEKTİK TEZ

“Doğanın, varlığın, maddi âlemin ilk veri, oysa bilincin, düşüncenin ikinci veri, türev olduğu doğru ise; maddi dünyanın, insanların bilincinden bağımsız olarak var olan nesnel gerçeklik olduğu, oysa bilincin bu nesnel gerçekliğin bir yansıması olduğu doğru ise, bundan çıkan sonuca göre, toplumun maddi yaşamı, toplumun varlığı da, aynı şekilde ilk veridir. Buna karşılık, toplumun manevi yaşamı, ikincil bir veri, türevdir. Toplumun maddi yaşamı, insanların iradesinden bağımsız olarak bulunan nesnel bir geçekliktir. ,oysa toplumun manevi yaşam bu nesnel gerçekliğin yansısıdır.” Stalin-Leninizm’in Sorunları s–664
Dinin nesnel idealizmi, Rönesans’tan itibaren, bilimlerin gelişmesiyle her yandan top atışına tutulmuş ve 18.yy da materyalizmin darbeleri altında belini doğrultamayacak hale gelmişti.
Bu tarihten itibaren, Materyalizm karşısında büyük darbe alıp, batmaya yüz tutan dinin nesnel idealizminin yerini, yeni bir idealizm biçimi aldı. Bu idealizm, İngiliz piskoposu Berkeley’in adına yazılmaktadır.
Bu idealizmin amacı, maddi ilkenin dünyada var olmadığını tanıtlamaya çalışarak, bilimsel buluşların teorik önemini baltalamaktır. Ancak engizisyon dönemi çok gerilerde kalmıştır ve Materyalizmin engizisyon ateşinde yakılması mümkün görünmemektedir. Öyleyse, Maddenin bir kuruntu olduğuna ilişkin karar çıkartılacak ve böylece, gerçeğe dayandığını öne süren bu felsefeye son verilecekti. Bundan böyle yalnızca “bilinç” üzerinde felsefe yapılacak ve bilincin sınırlarını aşan her şey felsefi olmayan ilan edilecektir.
Lenin, Ampiriokritisizm çalışmasında, Berkeley’den şu sözleri aktarmaktadır.“Madde, bir kez doğadan sürülüp atıldıktan sonra, tanrı bilimciler ve filozoflar için, onların görüşlerini karartan, gözleri önünde birer perde olan bir sürü kuşkucu ( tanrıtanımaz) ve dinsiz yapıları da ve bir sürü tartışmaları ve karmakarışık soruları da kendisiyle birlikte alıp götürür; madde, insana o denli yararsız iş yüklemiştir ki, bizim ona karşı ileri sürdüğümüz kanıtlar, pek tanıtlayıcı olmasaydılar bile, bu yüzden gerçeğin ( feodal ideolojinin) ,barışın( feodal düzen) ve dinin tüm dostlarının bu kanıtların yeterli sayılmasını istemek için, her türlü nedene sahip olduklarına daha az inanmış olmayacaktım.” Sayfa–18–19
Berkeley, başka bir yerde şöyle der; “Eğer bu ilkeler kabul edilmiş ve onlara gerçek gözüyle bakılmışsa bundan şu sonuç çıkar; tanrıtanımazlık ve kuşkuculuk, ikisi birden tamamıyla yenilmiştir, karanlık sorunlar aydınlanmıştır. Hemen hemen çözülmez olan güçlükler çözümlenmiştir ve aykırı düşüncelerden hoşlanan insanlar sağduyuya varmışlardır.”
Berkeley’in yaptığı, bilimin bütün buluşlarına, özellikle matematikteki sonsuz derecedeki küçük sayılar hesabına çatmaktır. Onları saçma, mantıksız ve aykırı düşüncecilik olarak ilan etmektir.
Berkeley’in görüşleri, çağdaş idealizmin özünü belirler. O nedenle Berkeley’in görüşünü incelemek önemlidir.
Berkeley’in sistemi hakkında,”…insan aklı ve felsefe için ne utanılacak şeydir ki, hepsinin en saçması olduğu halde, savaşım verilmesi en güçlü olan sistemdir.” Diyen Diderot, bu sistemin gerici önemine vurgu yapıyor ve Berkeley’in idealizminin ne tür bir idealizm olduğunu şöyle açıklıyordu “ sadece kendi varlıklarının, kendi içlerinde birbirlerini izleyen duyumların bilincinde olan başka bir şeyi kabul etmeyen bu filozoflara idealist denir.”Ampiriokritisizm-sa–27
Şu halde söz konusu olan, bizim düşüncelerimizin, tasarımlarımızın, fikirlerimizin dışında hiçbir şeyin var olmadığını “tanıtlamak”tır.
Dış gerçek yoktur; her şey, son tahlilde bizim tasarımlarımız olan akli tasarımlara varır. Ve eğer bilinç ya da denildiği gibi,”ben” ortadan kaldırılırsa, bütün gerçek kaybolur. Böylece varlık, doğa, madde, bilincin, benim bilincimin dışında ve ondan bağımsız olarak var olamazlar. Onun içindir ki, bu tür idealizme öznel idealizm adı verilir.
Berkeley’i dinlemeye devam edelim; “ madde, bizim aklımızın, zihnimizin dışında var olduğunu düşünürken sandığımız şey değildir. Biz sanıyoruz ki, şeyler vardır, çünkü onları görüyoruz, onlara dokunuyoruz; bize duyumlar verdikleri içindir ki, onların varlığına inanıyoruz.”
“Ama duyumlar, bizim zihnimizdeki, bizim sahip olduğumuz fikirlerden başka bir şey değildir. Şu halde, duyularımızla algıladığımız nesneler, fikirlerden başka bir şey değildir. Ve fikirler bizim zihnimizin dışında var olamazlar.
Berkeley’in örneği çok basit, maddenin bir fikir olduğunu bir çırpıda tanıtlamış; “ellerinizi ılık bir suya daldırınız, diyelim ki ellerinizden biri soğuk, diğeri sıcak olsun; su, sıcak elinize soğuk, soğuk elinize sıcak gelmeyecek midir? Şu halde, su, hem sıcak, hem de soğuktur mu demek gerekecek? Bu, saçmalık değil midir? Öyleyse benimle birlikte şu sonuca varın ki, suyun kendisi, maddi olarak ve bizden bağımsız olarak var değildir; bu, bizim duyumlarımıza verdiğimiz bir addan başka bir şey değildir; su, ancak bizde vardır, bizim zihnimizde vardır. Kısaca, madde, bizim madde hakkında yarattığımız fikirdir; madde, fikirdir”
Duyumların, çelişkili, bağıntılı oluşundan, maddenin var olmadığı sonucuna varan Berkeley, tam da duyumlar çelişkili olduğu için, suyun ılık olduğu sonucunu çıkarmayı unutuyor.
Berkeley’in bu mantığının peşine takılırsak, ayın kimi zaman hilal, kimi zaman dolunay biçiminde görünüşünden, ayın, bizim dışımızda var olmadığı sonucunu çıkartmamız gerekir.
Birinin kırmızı bir kumaşı sarı görmesinden bu kumaşın bilincimizde var olduğu sonucuna varmak değil, kırmızıyı sarı gören kişinin renk körü olabileceği ya da sarılık hastası olabileceğini düşünmek gerekir.
Yine, bir çubuğun, suya batırılmış olduğu zaman, kırılmış gibi görünmesinden, bu olayın ancak bilinçte var olduğu sonucu çıkmaz, tam tersine, ışık ışınlarının sudan geçerken kırılmalarının bilincin dışında ve nesnel bir olay olduğunu düşünmek gerekir.
Eğer madde yoksa “biz”de her an ortaya çıkan bu duyumlar nereden gelebilir? Yanıt hazır, onları bize gönderen tanrının kendisidir. Berkeley böylece, nesnel idealizmi kurtarmak üzere, sahneye öznel idealizmi sürmüş, bütün tanrı bilimi kurtarmayı hedeflemiştir.
Bu gün, bilmem kaçıncı yıldızın varlığının keşfedildiği günümüzde, hala idealizmi savunan filozofların, Materyalistlere karşı, Piskopos Berkeley’i aşan, kanıtlar üretmişler midir, doğrusu incelemesi eğlenceli olacaktır.
Ancak, burjuva ideologların, laboratuarlarda harıl harıl çalışarak dini kalkındırmak için, insanları koşulsuz, tanrının kollarına atmak için, teoriler ürettikleri ama bunu akıl taşıyanlara inandırmakta başarılı olamadıkları, bunun için ise, insan aklını geriletecek ideolojik şaşırtma formülleri üzerinde daha çok çalıştıkları görülmektedir. Artık, burjuva düzenin ekonomik alt yapısı yanında, ideolojisinin de iflas ettiği apaçık ortadadır. Argo tabirle, Kapitalizm okeye dönmekte ama okey bir türlü gelmediği için, oyunu bir türlü bitirmemekte, taşların dökülmesine izin vermemektedir. O nedenle, ideolojisini kanıtlayıcı dayanaklar üretmekle vakit harcayacağına, insan aklını geriletmenin formülleri üzerinde çalışmaktadır. Çünkü artık, burjuva ideolojisine inandırmak ancak, akıl geriliğinin kitleselleşmesi ile mümkündür.
Öyleyse, diyalektik ve tarihsel materyalizm, bu güne kadarki tarihin ve maddi yaşamın ortaya koyduğu nesnel kanıtları ile birlikte ele alınıp, derinlemesine incelenerek, burjuva ideologların akıl bozucu formüllerinin önüne konursa, insanın, insan olmak için önce dış dünyasındaki maddi yaşamın nesnelliğini anlaması, bu maddi yaşama egemen olmanın formüllerini bulması ve kendi çaresizliğinin öznel karşılığı olan tanrı düşüncesinden, çarelerin hâkimiyetini eline geçirerek kurtulacağını anlaması dolayısıyla insan gibi insanın fışkırmasının mümkün olması gerçekleşecek ve yeryüzünde bir zamanlar tanrı olduğu, insanların kendi yarattıkları bu öznel varlığa gönüllü köle olduğu hatırlanmayacak bir çağın başlangıcı başlayacaktır. Kim bilir, işte o zaman belki insanlar, peygamberlerin tanrının aracısı olduğu inancını pekiştirmek için Barack misli, şimşek hızında hareket eden araçlar yapıp, göğün 9 kat tepesinden çok daha uzağa, gidebilmeye muktedir olacaklardır. Şimdiden ve tüm karanlık dayatmalara karşın, bilim insanlarının göğün uzak mesafelerine ulaşmak için basamakları artırdıklarını söylemek yanlış olur mu?

Bitirirken, bir parantez açıp, varoluşçuluğa, bir hatırlatma yapmak üzere değinmek istiyorum;
İdealizmin en son sakızının, Jan Paul Sarter’in Varoluşçuluğu olduğu hepimizce malumdur. Buradaki varoluş,“benim varlığımın, varoluşumun bil inci”nden başka bir şey değildir.
Varoluş, bir durumla sınırlandırılmıştır ve insan bir durum içindedir. Bu durum onun bilincini belirlemez, tam tersine, bu durumunu belirleyen onun bilincidir.
Öyleyse, insan” kendi kendisini seçebilir” yani insan kendisini maddenin var olduğunu hissetmemek üzere ayarladığı andan itibaren, madde artık yok olacaktır. Ve eğer işçi, kendini işçi olarak seçmezse, işçi değildir diyerek, parantezi kapatıyorum.

Bu yazının ana temasının önemini ve güncelliğini hala koruduğunu göstermiş olduğumu umarak, bu vesileyle ortaya çıkan iki gerçekliğe de işaret etmek istiyorum.

Birincisi, şimdi, Neo-Liberalizm diye ortada dolaştırılan Liberalizmin, Emperyalizmin “YENİ” DÜNYA (TOPYEKÜN KÖLELİK) DÜZENİ” ne çok yakıştığını ve Emperyalizmin, kurtuluşunu kalıcı kılmak için, kendi nesnel gelişimi içersinde başka gidecek yer bulamadığından, ORTAÇAĞA -FEODALİTE ye -dönmeye kendi çaresi olarak sarıldığını kanıtlarcasına, İDEALİZMe sarıldığı gerçekliğidir.

İkinci olarak, Marks’ın ve Engels’in, yaşadıkları zaman diliminde, netliği, açıklığı sağlamak ve karanlık düşüncelerin nesnel yaşamla hiçbir ilintisinin olmadığını, aksine toplumsal gelişmenin nesnel yasalarının üzerini örtmek için var olduklarını göstermeye çalıştıklarını ama aynı zamanda, bu çabaları sırasında, ne kadar çok iler tutar yanı olmayan düşüncelerle mücadele ettiklerini, böylece toplumsal gerçeklikleri, toplumsal gelişme yasalarını netleştirerek, billurlaştırarak toplumların önüne, hepimizin önüne koyduklarını görürken, bu gün, geçmişteki, Marksizm’in kurucularının mücadele ettikleri düşünceleri taşıyan filozoflar misli hareket eden, inci döken düşünürler ile hatta bilim adamları ile mücadele edilirken, 21.YY da aydınların ne denli çağın gerisine savrulmuş olduğu gerçekliği bir yana, bunlarla mücadelenin küçümsendiğini ve bundan kaçıldığını gözler önüne seren gerçekliktir.

Belki bir üçüncü gerçekliğe daha dikkat çekmek gerekebilir ki, o da, bu tür karanlık ve iler tutar yanı olmayan, insan toplumunun maddi yaşamının yansıttığı gerçekliklerle örtüşmeyen, aksine bu gerçeklikleri örtmeye yarayan düşüncelerin artık laboratuarlarda üretildiği ve emperyalizmin “YENİ” DÜNYA sına hizmet ettiği gerçekliğidir.
O zaman, bir kez daha yinelemek gerekir ki; bu gün, en devrimci ve bilimsel iş - diğer bütün işleri askıya almadan - ideolojik mücadeledir.

Fikret Uzun
06 Mayıs 2011

Hiç yorum yok: