30 Ocak 2011 Pazar

BU GÜNÜN KARANLIĞINDA TKP’NİN TARİHİ AYDINLATILABİLİR Mİ?


BU GÜNÜN KARANLIĞINDA TKP’NİN TARİHİ AYDINLATILABİLİR Mİ?
Merhaba Hasan Balcıoğlu dikkatli okumaların için sağ ol. Sözünü ettiğin Naciye Babalık hocanın Doktora tezi olan kitabı konusunda kendisiyle çok konuştuk. Senin gördüğüne ilaveten, onun, Nabi Yağcının da Sovyetlerdeki glasnosttan sonra değiştiği çıkarsaması Var. Benim asıl tartışmam bu ve kitabın ismiyle ilgili olmuştur. Bu konuda Naciye hoca hiç geri adım atmadı. Ona yeni baskısında kitabın başlığındaki "sönümlenme" ifadesinin aslında "sönümlendirilme " anlamında kullanıldığını önsöze ek olarak düzeltmesini önermiştim, çünkü öyle olduğunu iddia ediyordu, ama önerim pek itibar görmedi. Sözünü ettiğin diğer kişinin yani İbrahim Topçuoğlunun kitabını ise hiç rastlamadığım için okumuş değilim. Şüphesiz başkaları da var. Gerçek anlamda TKP nin tarihini aydınlatmaya yönelik olduklarından emin değilim.
Benim Mustafa Suphilerin hatırlanması üzerinden öne çıkardığım ise, bir ikiyüzlülüğe vurgudur. Hem Mustafa Suphilerin izindeyim diyeceksin, hem de, ulusal kurtuluş savaşına Lenin’in ve Suphi’nin bakışının üstünden atlayarak ve Kemalizm üzerinden sağa sola saldıracaksın, ama aynı zamanda da bir Kemal Tahir hayranı olmaya devam edeceksin.
Diğer yandan, hem Kemalizm’e ateş püsküreceksin ve tek politikayı bu göreceksin, ama öte yandan burjuva demokrasisini baş tacı yapacaksın.
Hem SİP-TKP ye faşist diyeceksin, ulusalcı diyeceksin, ismimizi çaldı diyeceksin, öte yandan Nabilere yumurta atmalarını aynı temelde değerlendirecek ve sesiz kalacaksın, buna karşı faşizme karşı ulusal demokratik cepheden hala söz edeceksin ama TKP’yi, ideolojik anlamda eleştirecek bir şey göstermeyeceksin. Bunlar hep çelişkiden çok, bir şeyleri örtme çabasının ifadesidir.
Hem yaklaşan tehlikenin tam karşısında bir yere ama uçurumun kenarına zaten sürüklenmiş olan güçleri, yok saymak yanında, gerçek sosyalistlerden yani iktidar perspektifli sosyalistlerden koparmaya çalışacaksın, sonra da Ulusal Demokratik cepheyi hala soyut bir biçemde savunacaksın. Bunu şimdi SİP-TKP ve başkaları da savunuyor.
Kaldı ki 12 Eylül öncesi, faşist diktatörlüğün geliyorum dediği koşullarda bile, bir broşür olmaktan öteye gidemeyen bu politika ile ilgili, düne dair tek kelime etmeyeceksin, mesela UDC nin başköşesine CHP nin konulduğunu ama TİP ve TSİP in ve diğer sol örgütlerin isterlerse UDC ye katılabileceklerinin ilan edildiğini yok sayacaksın, sonra da hem sosyalist iktidardan tek kelime söz etmeden UDC yi TKP yi ayağa kaldırmanın bayrağı yapacaksın ama ortada UDC nin orasına ya da burasına koyacak bir güç bırakmayacaksınız, peki kiminle faşizme geçit vermeyeceksiniz. Bir avuç Ürün’cü, ya da Savaş Yol’cu veyahut da Almanya’daki boykotçu komünistlerle mi UDC yi kuracak faşizmin geçitlerini kapatacaksınız.
UDC nedir, bir sosyalist iktidarın cephesi mi, yoksa burjuva demokrasisinin ifadesi mi?
Bunun net cevabını vermeden ve bunun sosyalist iktidar yürüyüşünün bir ifadesi olduğu izlenimi bırakarak,üst düzeyde de olsa süren kavgayı,hem burjuvazinin arasındaki kavga sayıp, taraf olacaksın diye ödün patlarken, hem de zaten burjuva kokan UDCyi komünistlere sosyalist iktidara götürecek cephe imiş gibi yutturmaya çalışacaksın.
Hem yurtseverleri, demokratları yani ulusal demokratik cephenin içine doldurduğunuz, burjuvazi dahil, bütün güçleri çağırıyorsunuz, hem de yok sayıyorsunuz. Ondan sonra da,Mustafa Suphi üzerinden, Kemalizm düşmanlığı yapmayı bir politik hüner sayıyorsunuz. Bu nasıl politika, bu nasıl ideolojik gözlük.
Faşizme karşı güçler, uçurumun kenarındaki güçlerdir. Komünistlerin de oraya sürüklendiğini göremiyorsanız körsünüz demektir. Uçurumun kenarındaki güçler olmadan, hiç kimse bir halt yiyemez. Ama mesele oradaki güçlerin temsilcisi olanların, kendine o güçleri taban yapmış olan tepe kadroların, üst düzeyde sürdürdükleri, kimi zaman kavga, kimi zaman uzlaşma olarak süren mücadelesinin kuyruğuna takılmadan, o uçurumun kenarındaki güçleri, faşizme karşı, burjuva demokrasisine değil, sosyalist iktidar yürüyüşüne yönlendirmektir. Bunun için önce o uçurumun kenarındakilerin nesnel olan kavgasını birlikte yapman gerekir ama bunu yaparken de asıl kavganın ve onların kavgalarını da başarıya götürecek olan kavganın, sosyalist iktidar kavgası olduğunu onların anlayacağı dilden ve sistemli olarak anlatmayı becermen gerekir. Ve bunun için eğer gerçek anlamda, ismi ne olursa olsun, siz UDC diyorsanız öyle olsun, faşizme karşı bir cephe kurmak istiyorsanız, bu cephenin başköşesine burjuvaziyi değil, işçi sınıfını koymanız gerekir ama uçurumun kenarındakilerin içinde burjuva demokratları da varsa onları da bu cephenin içine koymanız gerekir.

İşte bu gerçekliğin bilinci ile hareket eden Mustafa Kemal, tümüyle ideolojik olarak, yani sınıfsal yaklaşarak, Mustafa Suphilerin, emekçi kitleler arasındaki ve yüzünü komünizme dönmüş kitleler arasındaki propagandasını tehlikeli bulduğu için ama sinsi yöntemlerle komünist hareketin can damarlarını kesmiştir.
İşte bu nedenle burjuva demokrasisi mi-sosyalist iktidar mı diye sordum. Ve cevabını da verdim. Ama bunun burjuva demokratlarla ve yurtseverlerle ittifaktan kesinkes uzaklaşmak demek olmadığını da gösterdim. Her fırsatta da, komünistlerin en iyi yurtsever olma yarışında olmadığını ama bu nesnel olguyu da yok sayamayacaklarını yineledim durdum. Faşizmin karşısında, ki tekellerin artık hiç bir tabanı kalmamıştır, onun nesnel ve öznel olarak karşısında olan bütün güçleri harekete geçirerek başarılı olunabilir. Bu da sağlam bir bakış açısı gerektiriyor; bu açı ile politik hüner göstermek gerektiriyor.
O nedenle uzun zamandır anmaları, anmaları ilgilendiren olgunun içini boşaltmak için kullandılar. Hepsini izlemiyorum ama Ürünün bir iki yıl önceki anmalarında hem kürkçüyü vitrin yapmaları, hem de Soros’dan beslendiği apaçık belli olan bir feminist eskisi bayanı vitrin yapmaları, onların da hangi kervana katıldıklarının göstergesi idi.
En son, Savaş Yolu çevresi de, referandumda boykot kervanına katılarak sınıfta kaldığını göstermiştir.
Demek ki, politika öyle kolay bir şey değildir ve sınıfsal bakış sağlam değil ise, en kolay hamleler bile ayağa dolaşıveriyor. Ama görünen o ki, kimsenin politik hüner göstermeye niyeti yok. Bunun açığa çıkmasından da çekinmiyor. Çünkü kitlelerin edilgenliğine kendilerini öyle kaptırmışlar ki, bir parti fetişizmine sürüklemekle işi kurtaracaklarını sanıyorlar. Ne diyelim yüce gök, akıl taşıyanların aklını korusun, akıl taşıyanlar da neyin ne olduğu konusunda aklını daha çok çalıştırsın.
Diğer yandan,12 Eylülde bütün politik yapıların utanmaları gereken noktalar var. Ama TKP’ninki bambaşkadır. Ve bu noktaların, TİP ten ve TSİP ten bir dinamik olarak kopup da, TKP nin aranması sürecinde biriktiğine inanıyorum. Bu sürece hepimizin bildiği gibi Atılım süreci denmektedir.
Oya Baydar bile aniden, kurucusu olduğu TSİP ten ayrılıp, belki ayrılmaya bile gerek görmeden TKP yi arıyor ve buluyor. TKP yi herkes arıyor, polis de arıyor. Yörük oğlu bile, başında olduğu gençlik örgütünü öylece bırakıp, aniden kaybolarak TKP yi aramaya koyuluyor ve buluyor. Bunlara kim köprü oluyor, bu dinamik aniden nasıl başlıyor? Hepimiz TKP’yi merak ediyorduk ama aramaktan ziyade, bize ulaşmasını bekledik. Aradıysak da, yanımızda, etrafımızda aradık. İyi şeylerde aradık.
Ve şimdi, Nabilerin de dâhil olduğu bu kervanı, hiç çekincesiz ve kolaylıkla partiye aldıklarını ve çok kısa zamanda en üst noktalara, hem de grupları ile birlikte koopte ettiklerini görüyoruz. Bunları ise ne TKP yi sadece kendilerine indirgeyen Nabi ve diğer gruplar konuşuyor, ne de Nabilere likidatör suçlaması yapmaktan başka politika üretmeyen karşıt öbekler konuşuyor. Öyleyse, hepsinde belli bir korelasyon var. Sanki aynı babanın çocukları misli kavgalılar. Ve eninde sonunda, aynı babanın çocukları olduğunu hatırlıyorlar. Buradan bir yenilik çıkmaz. Çıkmıyor. TKP nin tarihi de, komünist hareketin tarihi de yerinde sayıyor, giderek sıfırlanıyor. Yakında, TKP tarihinden sadece 15 Leri anacak kadar tarih kalırsa şaşmayız.
Oysa bütün yapılar, TKP nin eteklerinden düştüklerini öne çıkartarak, TKP den rol çalmaya çalışıyor. Öyleyse, kesin bir nokta var, bunların hepsi ayrı ve ortada ve olduğu yerde duruyor. Dursun ve yeniye bulaştırılmasın diyoruz ki, en doğru perspektif budur. Bulaştıkça, eskiyi çözümleyemeden, eskinin eksikli ve yanlış bakışları parçalı olarak yeniye yerleşiyor, yeniyi bozuyor. Bu politika ise, ya da taktik, emperyalist burjuvazinin politikaları ile uyumlu görülüyor. Yani burada da bir korelasyon var. Emperyalist burjuvazinin politikasında, sosyalizm alanının bozuk kalması var. Eğer sosyalist hareketin önüne geçemezse, ya da tümüyle yok edemezse, bozuk sosyalizm alanından ilerlemesini ve eninde sonunda kucağına düşmesini istiyor. Nabiler bilinçli olarak ve diğer öbekler de belki farkındalar, belki değiller, bunu kolaylaştırıyor.
Bunu görmek için tek noktaya bakmak yeterli, iktidar perspektifi ya da, hırsı hangisinde var. En ateşli propagandalarında bile bu hırs görülmüyor. Bu, perspektiften uzak oldukları pek açık. En masumane yapılan, sosyalizm aşkını yürekte taşımak ama kurmayı torunlara bırakmak olarak görülüyor. En çok TKP isteyende dahi, bu hırsı ve perspektifi göremiyoruz.
İktidar perspektifi olmazsa, sosyalizm adına, başka ve yakın hedefleri merkeze koymak ve sonunda bu hedefleri sosyalizm saymak hem kolaylaşıyor, hem kaçınılmaz oluyor. Ama bunun bilinçli mi, yoksa aymazlıkla mı yapıldığının netleşmesi gerekiyor. Bunun için de, ideolojik tartışma gerekiyor. Hiç bir alçak gönüllülüğe yer vermeden, ideolojik tartışmayı keskinleştirmek gerekiyor. İdeolojik ayrışmayı hızlandırmak gerekiyor. Kimin saklandığını, kimin aymaz olduğunu, kimin tam ahmak olduğunu deşifre etmek gerekiyor. Bu da ancak ve ancak, sosyalist iktidara olan güvenle ve bu yöndeki sorumlulukla hareket etmekle mümkündür.

Yani Hasan arkadaşım, sosyalist hareketin önündeki engellerin hangi kılıkta karşımıza çıkacağı önceden belli değildir. Bunu açığa çıkarmanın tek yolu ideolojik mücadelenin şiddetini artırmaktır. “Ay sözlerin canımı acıttı”, “vay biçemin bozuk”, “hey sataşıyorsun”, “uzun yazma okuyamıyorum”… diyerek bu mücadeleden ya da tartışmadan kaçanlar, bu engelin potansiyel güçleridir. İstisnaları ayırıyorum ama bunun böyle olduğu çok daha net görülüyor ve TKP nin tarihi ile ilgili somut ve bu güne ışık yansıtacak bir çalışma söz konusu değilken,tam tersine TKP nin tarihi sıfırlanmaya çalışılırken, TKP yi fetişleştirircesine sahiplenmeye çalışmada yarışan öbekler, bu konuda hiç bir duyarlık göstermiyor ama bulaşık yaşamaya, pragmatik davranmaya ve ideolojik mücadeleden kaçmaya özel gayret gösteriyor.
Hiç birisi iddialarının ağırlığı kadar bile, TKP nin tarihi üzerine kendileri bir çalışma yapmıyor. Hatta belki, geçen gün andığın Hasan Basri’nin 1945 teki intiharı konusunda bile bir fikirleri yoktur. Hatta o dönemde MK nın büyük çoğunluğu tutuklandığı halde MK nın deşifre edilemediğini bilmemektedirler ve bunda muhtemelen Hasan Basri’nin payı olduğunu, belki bu nedenle hayatını feda ettiğini akıllarına bile getirmiyorlardır. Tıpkı deniz yoldaşın ölümü gibi, her ne kadar sır olsa da, teorik olarak çözümlemesi yapılacak olan bu olgulardan uzak durmaktadırlar. Bu olguları model yapmaktan bile çekiniyorlar.
Ve "önce insan" diyerek merkeze, Nabilerin yaptığı gibi, insanı koymanın manevrası peşindeler. Eleştirince de, farklı manalar çıkarmış olmakla suçluyorlar. Ama ne manada olduğunu ise açıklamıyorlar. Velhasıl bu topraklar mıymıntılığa alıştırılıyor. Edilgenliğe alıştırılıyor. Bir milliyetçi tandanslı sendikanın üyelerine saldırmayı, onlarla kavga etmeyi bir politika sayarlarken, tekellerin sahipleri olan insanı da, farkında olarak veya değil, işçi ile birlikte aynı merkeze koymaktan kaçınmıyorlar.
Aslında kavgadan korkuyorlar, bütün bunlar çelişki olabilir mi, bu kadar tesadüf aynı anda olabilir mi? hayır, olamaz; bu düpedüz nesnel olanın üstünü örtme gayretidir. Bunun için bir ya da iki kişinin manipülasyonu yeter. Neden? Çünkü Marksist teorinin birkaç harfini ezberleyip, kendini sosyalist hareketin içinde bulanlar, ondan sonra diğer harflerden uzaklaştırılıyor ve aynı harflerin içine hapsedilerek, mürit yapılıyor. O zaman en iyi niyetli ve en safça yapılan yanlışlarda bile, bilinçli manipülasyon aramak yanlış değildir. Mutlaklaştırmamak ama ilkesel olarak muhtemel saymak yerindedir.
Ve ben bunları ve bu gibi sözleri sarf edince ya çokbilmiş oluyorum, ya da hep eleştiren, kendi doğrularını mutlaklaştıran oluyorum. Ama aksini kanıtlamaya kimse çalışmıyor. Ben neyim, ben uzaydan mı geldim, ben de aynı tarihin ve aynı yapının çocuğu değil miyim? Ben, TKP nin de tarihine eleştirel gözle bakarken, TKP yi inkâr mı ediyorum, onlara üvey de olsa kardeşlik yapmadım diye, söz yerindeyse babamı red mi ediyorum? Aksine, onlardan daha fazla sahip çıkıyorum ama bu, sahteliklere, yanlışlıklara, eksikliklere ve bunun hangi dinamiklerle bağlı olduğuna açıklıkla işaret etmemi engellemiyor.
Nabileri, yani TKP yi arayanları, TKP ile buluşturan kişi bellidir, burjuva basını da yazdı, çizdi. Bu kişi kimdir, neyin nesidir deyince, bütün öbekler sus pus oluyor. Burjuvazinin bildiğini, hatta polisin bildiğini, birbirlerinden saklıyorlar. Ama hepsinin ayranı bir diğerininkinden daha tatlı.
İşte böyle Hasan arkadaş, senin anlayacağın ,"biz 40 kişiyiz, birbirimizi biliriz" diyen herkesin, yani hiç kimsenin, ( suyun başını tutanları kastediyorum) gerçekliğe fener tutmak derdi olmuyor, aksine örtmek için yarış ediliyor. Faşizm geliyormuş,bunu biz de biliyoruz,geliyorsa durdur. İddialarında mangalda kül bırakmıyorsun,senin ayranından başka tatlı ayran yok, senin gücündeki akıldan başka akıl taşıyan yok, senin tabanından başka( tabanı var sayarsak tabii) daha net taban yok. Öyleyse neden politik hegemonya kuramıyorsun, neden diğerlerini kendine bağlayamıyorsun. Bu sadece politik-pratik çabalarla mı olur. İdeolojik mücadeleye ne oldu. Bu, öncelikle ideolojik mücadele ile olur. Kuru örgütlenme taktikleriyle olmaz. Olmuyor.

Bugün Türkiye’de, gidişattan hoşnut olmayan emekçilerden, yoksullardan, işsizlerden, gençlerden, emeklilerden geçilmiyor. Hepsi de olan bitene karşı tepkili, hatta öfkesi kabarmış, bu gün bir kıvılcım hissedilir oranda öne çıksa, burası da Tunus, ya da mısır olmaya aday ama bizimkiler, bu güçleri, bu somut güçleri yok sayıp, komünist biriktirmeye ve çatılarının altına toplamaya çalışıyor. Birincisi çatıları sağlam değil, ikincisi çatının altındaki alan moloz kaynıyor, üçüncüsü kimse kimseye güvenmiyor. Öyleyse bozuk çatının altına, moloz yığınlarının üstüne kimseyi toplayamazsın. Toplasan bile, toplama yapmış olamazsın. Çünkü elmalarla armutlar toplanamayacağı gibi, çürük elmaları, sağlamları ile toplasan bile, diğerlerinin çürümesi kaçınılmazdır. Çürük elmalardan, onları ayırarak, ya da onlardan ayrılarak kurtulursun, toplayarak değil.
İşte bize geçmişten kalan miras bunlardır ve bu bizim trajedimizdir ve tekrar yaşamamız isteniyor. Bunu aşmak için ise, ilke, sosyalist iktidar perspektifi olmalıdır. Bu temelde, ideolojik olarak ayrışmak gerekmektedir. O nedenle de, kimsenin gözünün yaşına bakmadan en sert şekilde ideolojik olarak eleştirmek gerekmektedir. Sosyalist iktidar yürüyüşü kavgasız büyümez. Kavganın ise şiddetsiz tadı da, tuzu da olmaz. Saygılar.
Fikret Uzun
29.1.2011

29 Ocak 2011 Cumartesi

YETMEZ AMA EVETÇİLEREDEN YOLDAŞ OLUR MU?

Öncelikle, ifade ettiklerime, özellikle de özüne gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederim.
İkincisi, yazdıklarım, sizin üzerinizden, kastettiklerinize yönelik mesajların ifadesi değildir.
Ben onlara ve onların müritlerine, mesajlarımı doğrudan gönderiyorum zaten ve hiç birisi de herhangi bir cevap, ya da dediklerimi çürütecek bir açıklama yapmıyorlar. Cevap veriyorlarsa da, onlardan farklı düşündüğüm için ve onların düşüncelerinin tekellere hizmetin ifadesi olduğunu teşhir ettiğim için, tıpkı yumurtalı protesto yapanlara kükredikleri misli kükreyerek, faşist, ulusalcı, milliyetçi türü yaftalarla küfür ediyorlar, ya da hızlarını alamayarak, psikolojik rahatsız olduğumu öne sürerek küfür ediyorlar.

Devamla, ben “yetmez ama evet”çileri, arkadaşlar olarak görmüyorum. Ve işte demek istediklerimin bir ucunda da bu var. Nasıl ki, İzak Alaton veya Vehbi Koç veyahut da RTE ile sınıfsal karşıtlık anlamında ve onların taşıdığı ideoloji ile kesinkes karşıtlık taşıyan bir ideolojik bakışa sahip olduğum için, örneğin Ufuk Uras ile Baskın Oran ile Nabi Yağcı gibi, listeyi uzatabileceğimiz kişilikler ile ve onlarla onca açıklığa rağmen bulaşık yaşamakta ısrar edenler ile ve aynı gerekçe ile bir arkadaşlığımın olamayacağına inanıyorum. Sosyalist hareketin içinde olduğu iddiasında olanların buna inanması gerektiğine inanıyorum.

Bu temelde, onlarla fiziksel bir arkadaşlık söz konusu olmasa bile, en azından düşüncede, onları da solun içinde ama farklı fikirler taşıyan arkadaşlar olarak görmenin, başka ifadeyle onların tekellerin hizmetinde olan ideolojik silahlar olduğunu görememenin, dolayısıyla ideolojik mücadeleyi tekellerin ideolojik saldırısına karşı nasıl sürdürüyorsak, bunlarla da aynı temelde ideolojik mücadele yürütmek gerektiğini görememenin yanlışlığına ve hatta tehlikelerine, tuzaklarına dikkat çekiyorum.

Dediğim budur ve bu, benim hayalen ürettiğim düşüncelerin ifadesi değildir. Tümüyle Marksist-Leninist teori ile bağlı, sosyalist ideolojinin bakış açısı ile maddi yaşama yani Lenin’in, Goethe’den ödünç alarak ünlü yaptığı sözüyle yaşam ağacının taşıdığı yeşil renge fener tutarak yansıtmaya çalıştığım düşüncelerdir.

Dolayısıyla, Başbakan RTE nin bile sözlerine yerleştirdiği gibi ve sizin de eleştirinize yerleştirdiğiniz gibi, gece rüyamda görüp, sabah da yaymaya başladığım ve benim tekelimde olan soyut doğrular değildir düşüncelerim.

Hatırlarsınız, bu temeldeki demagojiler, burjuva ideologlarının ideolojik saldırıları içindedir ve “farklılıklar zenginliktir” sloganını her yere asmaları bundandır. Ne diyor burjuva ideologları, solcular, sağcılara, sağcılar da solculara kendi düşüncelerini tek doğru imiş gibi, tek seçenekmiş gibi dayatmamaları gerekir. Ne yüce yaklaşım değil mi? Bu yüce yaklaşımın sol içindeki uzantısı ise,” farklılıklar zenginliktir” biçimine bürünür. Oysa bu tam bir tuzaktır ve Marksist teoriyi zenginleştirmediği bir yana, onun ince bir tahrifini içerir.

Diğer yandan bir düzeltme yapmak istiyorum, bulaşık olanları işaret ederken, Nabileri Kastetmedim, onlar bulaşık değil, tamamıyla bilerek ve isteyerek Tekellere hizmet eden ve bu yönde bir dinamik oluşturmaya çalışan ve bu anlamda tekellerin ideolojik silahı olarak ideolojik solun içine sis bombaları sıkan kişilerdir. Bunlar ayrı, bulaşık olmak, bunlarla birlikte hareket edilmese bile, onları solda sayıp, onların ideolojik şaşırtmalarının ifadesi olan fikirlerini zenginlik olarak nitelendirmektir.

Gelelim eleştirilerinize ve hemen şunu belirtmeliyim ki, açık yürekli olduğuna inandığım eleştirileriniz beni sevindirdi. Ayrıca bu eleştirilerinizi “yiğidi öldür, ama hakkını ver “ yaklaşımı ile birlikte dile getirmeniz ayrı bir önem taşıyor. Ve itiraf etmeliyim ki, her ne kadar öze dair bir eleştiri yoksa da, böyle kapsamlı bir eleştiri ile ilk kez karşılaşıyorum.

Ve cevap borcumu ödemeye başlıyorum. Umarım borcumu yeterince ödeyebilirim.

Diyorsunuz ki,”…(deşifre olduktan sonra) süreçten kopmuş, şu anda bir şeyler yapma gereğine inanan ve neyin ne olduğunu anlamaya çalışan binlerce arkadaşımıza yol gösterici ve tarafsız yazılarınızdan alınacak dersler var ama insanları karşınıza değil yanınıza alarak daha etkili olursunuz …”

Haklısınız ama birçok kişi ifade ettiklerimden neyin ne olduğunu anlamaya çalışmaları bir yana, bu ifadelerin, sizin deyiminizle tarafsız ama gerçek ifadesiyle Marksist teori ile ve nesnellikle bağlı olan ifadelerimdeki öze değil de biçime ve ifadelerimin uzunluğuna takılıp, beni kendilerinin karşısına ya da kendilerini benim karşıma koymaktadırlar. Bunda ben kendi açımdan da, sosyalist hareket açısından da bir kayıp göremiyorum.

Bana göre, sosyalist hareketin içindeki insanlar, hele ki, geçmişin yenilgisi içinden gelerek, sizin deyiminizle deşifre olduktan sonra, bu gün, sosyalizmin tüm güzelliklerini bilip de, bu güzellikler karşısında çaresiz kaldığı, ona ulaşamamanın, ulaştıramamanın acısını yaşadığı koşullarda, bu hareketin içinde kalmakta ısrar ediyorsa, kendilerini yarının sosyalist toplumunun kurucuları olarak görmeleri gerekir. Ama böyle görebilmesi için, bir iktidar perspektifi taşımaları gerekir. Buna iktidar hırsı da diyebiliriz. Bu perspektifi taşımıyorlarsa, yarını göremeden, sadece bu günü yaşarlar. Bu günü yarına bağlamak için hayal güçlerini bile zorlamazlar. Böyle olunca da, bu günkü eksikliklerini görmeleri, bunları gidermeleri ve kendilerini geliştirmeleri mümkün olmaz. Bu da, içten içe, sosyalist hareketin iktidara ulaşacağına inanmamayı biriktirir, en azından kendilerinin içinde olamayacağını düşündükleri bir uzaklığa ötelerler. Bunun sonucunda ise, sosyalizmin yerine yakında gerçekleştirilebilecek hedefleri koyarlar ve giderek bunu sosyalizm olarak benimserler.

İşte bunun sonucudur ki, kavgasız, gürültüsüz, empati yaklaşımlı teorik bile olmayan tartışmaların dışına çıkamazlar.

Oysa insanlığın sosyalizme yürüyüşü, şimdi yıkılmış durumda olsa da, sosyalizme daha önce ulaşanların bıraktığı deneyim ve katkıları ile hızla büyüyor. Bunun anlamı, sosyalizmin, dünyanın ve elbette Türkiye’nin de geleceği olmasıdır. Yani, tüm olumsuz görünen şartlara rağmen Türkiye, sosyalist iktidara ulaşacaktır. Şüphesiz bu basit ve küçük bir hücumla olmayacaktır. Ama gerçekleşmesi mümkün olan, gerçekleştirilmesinin nesnel temelleri bulunan bir gerçeklikten söz ediyoruz ve bunu görüyor, buna inanıyoruz. Ama kolay ve zahmetsiz olacağını da düşünmezken, torunlarımızın görebileceği bir uzaklığa da ötelemiyoruz.
Bu topraklarda da sosyalist iktidarın, sosyalizm adına yola çıkanlarla, bu yolda yürümekte ısrar edenlerin, gerçek anlamda sosyalist olmalarıyla yani sosyalist iktidar perspektifini her geçen gün ve hızla daha fazla özümsemeleri ile gerçekleşmesinin mümkün olacağına inanıyoruz.

Dolayısıyla sosyalist hareketin içinde olanların salt sosyalizmin bir yandaşı olarak hareket etmesi yetmiyor, Yetmedi. Geçmişten bu güne miras kalan bu yetersizliğin, bu eksikli yaklaşımın sosyalizm hedefini, sosyalizmin yıkılmasının da üstüne gelmesiyle gönülde yaşayan ama gözlerden uzak olan bir mesafeye ötelemesi bu gün hepimizin dramıdır.

Şimdi, bu dramı aşmak ve bunu şevk ve coşkuya dönüştürmek, sosyalist iktidara giden yolu kısaltmak ama daha önce aydınlatmak, sosyalizm yolundakilerin hem görevi, hem tarihsel sorumluluğudur. Ancak hepimiz görüyoruz ki, bu da yetmiyor. Eksik kalan, bu tarihsel görevi başaracağımızı inandıracak olan iddiamızdır.
Sosyalist iktidar perspektifi olmadan sosyalist iktidar yolunda yürümek iddiası hem ikna edici olmuyor, hem de bu yolu aydınlatmıyor, aydınlatmadı. Sonucu ise, bezginliktir ki sosyalist hareket içinde olanlar bu bezginlikle sosyalizmi kalbinden söküp atmasa da, sosyalizmi kurmayı gelecek nesillere bırakmaktan ve daha yakın hedeflere, sosyalizm adına yönelmekten kendini alamaz.

Dolayısıyla bilinen ve yaşanan engeller nedeniyle bu sonuca teslim olan sosyalistler, henüz bilinmeyen, kendini göstermeyen, gizleyen engeller ile karşılaştığında ki bu engeller çeşitli kılıklarda, çeşitli gömlekler giyerek gelir, bu engellerin engel olduğunu dahi göremez. Göremediği için ve bir kez başka hedefleri sosyalizm olarak görmeye kendini kaptırdığı için, tüm engelleri göstermeye çalışan, bu anlamda sahte sol gömleklilerin gerçek yüzlerini teşhir eden, gömleklerini parçalayan, bütün sahtekârlıklarını mahkûm eden ifadeler kulağına da, yüreğine de hoş gelmez. Çünkü bir yanıyla yüreğinde taşıdığı sosyalizmin ağırlığı ile diğer yanıyla sosyalizm adına yöneldiği yakın hedefe teslim olmasının çaresizliği ile gerçekle yüzleşmek ağır gelir ve isyan eder ama isyanının ucuna bu ifadeleri koyar, onlarla kavga etmeye başlar.

Benim yaptığım budur ve üslubumu şekillendiren de budur. Yani iktidar perspektifi taşımak. Yani sosyalist hareketin içinde kalmaya ve sosyalist iktidar perspektifini geliştirmeye kararlı sosyalistlere, bu kararlılıklarını, bu anlamda akıl dinamiklerini bozacak yönde ideolojik saldırı içinde olan, sosyalist hareketin önündeki engellerin gerçek yüzlerini göstermeye, o sahte sol gömleklerini parçalayarak altından çıkanın tekellerin ideolojik silahları olduğunu deşifre etmeye çalışıyorum.
Bunun dışında benim üzerimde, sosyalizm için duyulan sorumluluktan önce gelen hiçbir sorumluluk yoktur. Dolayısıyla benim için, üzerine gidilmeyecek hiçbir sahtelik, görmezden gelinecek hiçbir hata yoktur. Hele bağıra bağıra yaklaşan din tabanlı faşist diktatörlüğün gölgesinde özellikle önem taşımaktadır.

Bu noktada, sosyalist iktidar hırsı ile ya da perspektifi ile sosyalist hareket içinde kalmaya devam eden ve bu temelde bilimsel sosyalist ideolojinin ağırlığını korumak ve politik yaklaşımların örgütlülüğünü sanat misli yükseltmek için mücadele eden benden başka arkadaşlarımın da olduğuna inandığımı da belirtmek isterim. Sözlerimin bir yanıyla da onlara yönelik olduğunun anlaşılmasını istiyorum. Dünü olduğu gibi, Bu günü de ve bu günün görevlerini de nasıl gördüğümü daha çok onların anlamasını istiyorum. Ve bu gün de, ileride de onlarla açık ve net olarak ideolojik tartışmanın gerekli olduğuna da işaret ediyorum.
Sizin üzerinizden verdiğim mesajların yönünü arıyorsanız, böylece, mesajlarımın, tekellerin ideolojik silahlarına da, onlarla bulaşıklığı bir politika haline getirmiş olanlara da yönelik olmadığını, mesajlarımın asıl yönünün sosyalist hareketin içinde kalmakta kararlı olan ve sosyalist iktidar perspektifi ile ideolojik mücadele yürüten arkadaşlara yönelik olduğunu da göstermiş oluyorum.

Uzun olmaktan yine kurtulamayan bu ifadelerimin, “aynı düşüncede olduğumun görüldüğü konularda bile “mutlaka eleştirecek bir şeyler bulmamı” ve “haklısınız, ben de katılıyorum” dememe mi anlamanıza da yarayacağına inanarak, cevabımın bu bölümünü de, tüm sosyalist iktidar perspektifi taşıyan arkadaşlarıma yoldaşlık vaat ettiğimi, hep birlikte sosyalizmi, sosyalist Türkiye’yi kurmak üzere onlardan da yoldaşlık beklediğimi anlamanız gerektiğini belirterek bitiriyorum.

Eleştirilerinizin bir yerinde, "en doğru benim" tavrı içinde olduğumu ve bunu yazılarıma yansıttığımı ifade etmişsiniz. Aslında, bu kaygınızın( ki buna teşekkürü borç bilirim) ve gözleminizin yersiz olduğunu, yukarıdaki uzun ifadelerim göstermektedir ama yine de kısaca bu kaygınızı gidermeye çalışmak istiyorum.
Öncelikle Marksist teorinin bile tamamlanmamış olduğuna ve dokunulmaz olmadığına, Marksizm’in kurucularının bıraktığı teorinin geliştirilmesi gereken bir bilimin temel taşları olduğuna inanan birisi olarak ortaya koyduğum düşünceleri mutlaklaştırmam en azından böyle bir yaklaşımla hareket etmem mümkün değildir. Ancak, yine yukarıdaki ifadelerimi hatırlatarak diyorum ki, akıl dinamiklerine tekellerin ideolojik silahları olarak saldıran sahte sol gömleklilerin sosyalist hareketin önündeki sinsi engeller olduğuna yönelik çabalarımın ifadesi olan ve belli ki, sizde “en doğru benim” tavrı içinde olduğum izlenimi bırakan yazdıklarım, vurguladığım sorumluluğun yansımasından başka bir şey değildir.
Yani size “en doğru benim” tavrı olarak görünen, başka ifadeyle üstenci yaklaşım olarak görünen ifadeler, sorumluluğumun içinde üzerine gidilmeyecek hiçbir sahteliğe, görmezden gelinecek hiçbir hataya yer olmadığını gösteren ifadelerdir.
Oportünizmin çok daha öncesinden misyonunu tamamlamış olup, burjuva ideolojisi ile arasındaki farkın kaybolmuş olduğu bu günkü koşullarda bile, emperyalist kapitalizmin ideolojik saldırısının yarattığı sis nedeniyle bu ayrım fark edilememektedir. Öyleyse sosyalist hareketin önündeki ve sol gömlekli olarak çıkan engellerin fark edilememesi de normaldir. Dolayısıyla bu dinamiği parçalamak için, sosyalizm için duyulan sorumluluk dışında, başka hiçbir sorumluluğa yer vermeden mücadele etmek gerekmektedir.
Bu gün ve uzun zamandır, Marksist teoriye herhangi bir yeni şey getirilmediği gibi, yani proletaryaya hiçbir yeni mücadele yöntemi öğretilmediği gibi, tam tersine ya Marksist teorinin geçerliğini yitirdiği yönünde izlenimlerin dinamik hale getirilmesine ya da Marksist teoriyi, proletaryaya mücadele Kılavuzu olarak değil, en amansız düşmanları olan burjuvazi ile uzlaşma kılavuzu olarak öğretmeye ve Marksizmi bu temelde tahrif ve tahrip edip, sosyalist hareketin önüne tuzaklar üretmek üzere çıkarmaya çalışılmaktadır.
Öyleyse, size görünenlerin yanlış olduğunu görmeniz ve doğru olanın, bu sinsi saldırılar karşısında en doğru yol göstericinin hala ve belki daha uzun süre Marksist-Leninist teori olduğunun vurgusu olduğunu anlamanız gerekmektedir. Buradaki kesinlik ve keskinlik bu kadardır ve buna karşı yaklaşımın ise, bu keskinliği ”benim düşüncelerim en doğrusudur” şeklindeki, öznellik ve mutlaklık taşıyan yaklaşımla özdeşleştirmeden, kesinliğin de, Keskinliliğin de artması ve daha da netleşmesi için omuz vermek olmalıdır ki yoldaşlık beklediklerime bu yakışır. Gerisi ise bu çerçevede taşıdığım sorumluluk yanında hiçbir öncelik taşımamaktadır.
Bunu böyle algılamanızı ve onur duyduğum kaygılarınızdan kurtulmanızı tercih ederim.

Gelelim, “ önce insan” yaklaşımını öne çıkartanların, öne çıkarttıklarından ne anlaşılması gerektiğine;
Bu konuda da ayrıntılı olarak ve arka arkaya muhataplarına ve yine yukarda dikkat çektiğim sorumluluğun sınırlarında gerekli uyarıları yaparak, açık ve net ifadelerle cevap vermiştim.

O nedenle “Önce insan” neden olmaz uzun uzun tekrarlamayacağım, ancak en büyük ve işçilerin en yoğun, sanayinin en gelişmiş olduğu şehirlerde bile, canlılığını yitirmiş, ürkek, korkak, edilgen, güvensiz, sevmesini bilmeyen, kasabaların parçalı yapısını sürdüren kitlelerin üyelerine insan denilebilir mi diye sormak istiyorum. Ayrıca, bu tipolojilerin tekelci düzene biat etmiş yaratıklar olduğu söylenebilir mi. Tekeller hiç tabanları kalmadığı halde, düzenlerini yine de bir kitle desteği ile sürdürebiliyorlarsa, artık tırnak içinde insan dediğimiz bu yaratıklara “yok insan” diyebilir miyiz? Öyleyse tekellerin düzeninin insansız düzenler olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve öyleyse, önce insan diyerek, merkeze insanı koyarak insanlığın insansız kaldığı dünyada sorunlarını çözecek mekanizmaları kurabilir miyiz? Diye de sorarak devam ediyorum.

İfade tamı tamına Şöyle idi “ kimliklerinizi yakın ve dünyaya insan gözüyle bakın.” Bu kadar. Bu İGD ye ya da işçi sınıfına ya da devrimcilere, sosyalistlere yönelik bir mesaj mıdır ve bu ne demektir? Bunu elbette görmezden gelebilirdim, elbette birilerinin kendi aralarında terapi ağırlıklı sohbeti olarak görebilirdim, insan sevgisinin yansıması olarak görebilirdim ama bu ifadeyi asanların kimliği, benim de içinde bulunduğum tarihin, özellikle eksikli bakışlarının bu güne yerleştirilmesi çabaları söz konusu iken, bu tarihin üzerinde seyreden ve hala içinde olunduğunun iddia edildiği sosyalist hareketin adını taşıyor olması ve bunun adına konuşuyor olmaları, böyle görmemi ve bu sözde, sosyalist hareketin önüne döşenen bir engelin izi olduğunu görmezden gelmemi engellemiştir.
Ayrıca, sosyalist hareketin içinde hareket edenlerin insanı sevmesini, bu çerçevede öne çıkarmasını da yadırgamıyorum ancak bu, insanları seveni devrim kararlılığına daha fazla yöneltmek, devrim kararlılığı taşıyanları ise daha fazla insan sevgisine yöneltmek için öne çıkartılmalıdır. Çünkü bu gün tarihte olduğundan çok daha fazla insan sevgisinden uzaklaşıldığı, kendini ve kendinde yarattığı tanrıyı sevmeye yönelindiği bir zamandır.

Kapitalizm insanı insanlıktan çıkaran düzendir. İnsanı tekrar tanrının kölesi yapan düzendir. İnsanı kendine yabancılaştıran, kendi yarattığına taptıran düzendir. Kapitalizm, insanların arasındaki dayanışmayı, ilkel de olsa komünizan içgüdüleri ortadan kaldıran ve insanın kendisini sevmesinin ifadesi olan egoizme tutsak eden tek düzendir.

Tekelci düzen ise insansızdır, kendisini sevmesine değecek bir değeri bile kalmamıştır. Tanrıya kulluğu ise, Tanrı sevgisi ile değil, korkusu iledir. İnsanın kendine yabancılaşmasının en üst seviyesidir ve kendi yarattığına duyacak sevginin de kalmaması, kendisini sevmesine neden olacak insanlığının da kalmamasının ifadesidir.

Yeni insana mı vurgu yapmak istiyoruz, öyleyse kimliklerimizi arkaya atıp, soyut olarak dünyaya insan gibi bakmaktan söz etmek yerine, hiç olmazsa Erasmus gibi bakalım, Martin Luther, Galileo, Newton gibi bakalım diyelim, Marksın ifadesiyle yeni insan bunlardır. Ortaçağın yıkılış çanlarının çalındığı zamanın insanıdırlar. Bu zaman aynı zamanda Kapitalizmin egemen olmadığı ama feodalizmin üzerindeki karanlığın dağılmaya yüz tuttuğu bir zamandır. Bu zaman, İnsanın Tanrı fikrine başkaldırmasının da zamanıdır. 1789 Fransız devriminde, halkın şiirlerine İsa’nın piç olduğunu yazıp Paris caddelerinin duvarlarına asmaları bunun yansımasıdır. Öyleyse insanı öne çıkartırken, sadece insan gibi bakalım diyerek gerçekte ne anlatmak istediğimizi göstermek mümkün olmuyor. İnsanı insanlaştırmak da mümkün olmuyor. Öyleyse yeni insanı yaratmak için başka bir mekanizmaya gerek var ve bu mekanizma, merkezine insanı koyarak çalışmıyor, mutlaka sekteye uğruyor. Merkezine en tam ifadesiyle insanlıktan çıkışın zirvesinde olan ve bunu bilince çıkartmış olarak, bu insanlık dışılığında, onun insan olmasının önündeki engele öfke biriktirmiş olan proletaryayı koymak ve yeni insanın fışkırması gerçekleştirmeden oradan indirmemek gerekiyor.

Dolayısıyla benim bakış açımla ki Marksist-Leninist baktığıma inanıyorum ve bu ifadenin paylaşıldığı alanın, işçi sınıfının yolunda yani işçi sınıfının ideolojisi ile yürümenin işaret edildiği İGD nin ardılı olduklarını iddia ederek kutlama dinamiği içinde paylaşımların sürdüğü bir alan olduğundan hareketle (sert devam etmiş olması, verilen karşılığın ciddiyetsizliği ve kaçamaklığı nedeniyledir.) yönelttiğim eleştirilere, hem açıklayıcı bir yanıt verilmemiş ve hem de eleştirimin devam etmesi üzerine (sertleşmesi üzerine de diyebiliriz) o sayfaya ulaşımım engellenmiş ve muhtemelen eleştirilerim de silinmiştir.

Dediğim gibi, bu minik ifadeye, deyim yerindeyse Fındıkkabuğunu doldurmayan ifadeye sığdırılan anlamın net olarak ortaya konulmasına yönelik olarak, hem eleştirilerimi yansıttım, hem de bu ifadenin anlamının ne olduğunu ayrıntılı ve netlikle ve de bilimsellikle gösterdim. Yaptığım budur ve karşılığında dediklerimin yok sayılması da bir olgudur. Ve bu da, benim dediklerimin bu ifadeye farklı anlamlar,hak etmediği anlamlar yüklemediğimi,aksine gerçek anlamını net olarak ortaya koyduğumu gösterdiğinin kabul edilmesidir.

Buna rağmen, daha önce eleştirilerimi çürütecek ikna edici açıklamalardan kaçınılmış olsa bile, birincisi bu ifadeye karşı yönelttiğim eleştirilerin, sosyalist hareketin içinde olmamın sorumluluğu gereği olsa da ve tümüyle inandığım, arkasında durduğum eleştiriler olsa da, sert( kaba anlamında ) ve hakaret içerikli algılanmasına neden olduysam özür dilemesini de bilirim, ancak ve ikinci olarak, bu ifadeye haksız bir anlam yüklediğimi ve gerçekte neyin anlatılmak istendiğini, henüz bu sözün sahipleri de, bu söze benim onca cümle harcadığım ifadelerimden çok daha fazla açıklık yükleyenler de göstermemişlerdir. Gösterilmediği müddetçe de, benim bakışımın değişmemesi son derece normaldir.

Son eleştirel önerinizle, “Tek başıma ve sadece eleştiren bir insan konumunda” olduğumu vurgulayarak, aslında bu temelde mahkûm ederek, bu konumdan çıkmamı öneriyorsunuz; böylece iyi niyetle ve “biz” olmak üzere bir şeyler yapma gayretinde olduğunu söylediğiniz ve benim düşüncelerime yakın olduğunu da eklediğiniz bir iletişim grubundaki insanlara, mesajlarımı rahatlıkla (kısa ve öz olmak koşuluyla :)) demeyi de ihmal etmeden) verebileceğimi, deneyim ve bilgi birikimleriniz ile önemli katkılarda bulunabileceğimi düşündüğünüzü ifade ediyorsunuz.

Önce bir soru; bu grupta iyi niyetle ve bir şeyler yapmak üzere, (herhalde bu “bir şeyler” sosyalist hareketle bağlı şeylerdir) hem de, benim düşüncelerime de yakın düşünceleri paylaşarak, “BİZ” olmak için çabalayanların ortak paydası, merkeze insanı koymak mıdır? Başka bir biçimde sorarsak, insanı merkeze koymayı, yani önce insan olmayı Marksizm’in içinde mi saymaktadırlar?

Buradan devam ederek ikinci olarak, merkeze “ben” olgusunu yerleştirerek hareket etmediğimi ve eleştiri olmazsa ilerleme olmayacağını, hiçbir hareketin, ya da kişinin niceliksel bir olgu olmaktan kurtulamayacağını, dolayısıyla nitelik olarak gelişemeyeceğini ve elbette bunun sonucu olarak, söz konusu olan sosyalist hareket ise, bu hareketin derinlemesine nüfuz edemeyeceğini, yapay ve yatay kalacağını söylemem gerekiyor.
Bunun sonucunda ise, sosyalist ideoloji ile derinlemesine donanamamış kadroların, sosyalizmin sorunları karşısında ve bu sorunları çözmek için, sosyalist ideolojinin ve politikanın derinliklerine inilmek gerektiğinde, hangi düşüncenin sosyalist hareketin önündeki engel olduğunu, tuzakların ifadesi olduğunu görmesi mümkün değildir diyorum. ( farklılıklar zenginliktir, propagandasının kıymeti harbiyesini burada aramak gerektiğini ve sosyalist hareketin önüne engel anlamındaki bir tuzağın ifadesi olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim)
Evet, ben iddialı yazıyorum ama bu, üstenci, ben bilirimci yaklaşımın ifadesi değildir, bilgi düzeyimden, deneyimimden, bugünü çözümlememden çok, sosyalizme olan inancımdan, bu yöndeki kararlılığımdan ve geleceğe olan güvenimdendir. Eğer söylediklerim baktığınız yerden “her şeyi ben bilirim, bir tek ben doğruyum” şeklinde görüyorsanız, bu bakışınızı bu şekilde düzeltmenizi öneriyorum.
Ayrıca, niyetimin kimseyi özellikle karşıma almak olmadığını ama bunun için sosyalist iktidara inanmadaki kararlığımda alçak gönüllü olamayacağımı, Burjuvaziye gösterdiğim hınçta alçak gönüllü olamayacağımı belirtmek istiyorum. Alçak gönüllüğüm yoldaş olarak kabul ettiklerime, hıncımın yansıdığı iddialılığım ise sınıf düşmanlarına ve onların politikalarını benimsetmek isteyen sahte sol gömleklilere ve de onlarla bulaşıklığı bir politika sayanlaradır. Bunun dışında kalanların, alınganlıklarının yersiz olduğunu ve beni eninde sonunda anlayacaklarına inanıyorum.

Ayrıca, her soruna eleştirel baktığım bir yana, her eleştirimin yanında mümkün olduğu oranda, çözümlerimi ve eleştirime konu olan olgunun gerçek içeriğini de ortaya koyduğumun dikkatinizden kaçtığını düşünerek, baktığınız yerden “tek başıma ve sadece eleştiren konumda bir insan” olarak ve “en doğru benim” tavrı içinde olarak görünenlerin, gerçekte ne olduğunu yukarıdaki açıklamalarımda göstermiş olduğuma inanıyorum.

Çok güzel demişsiniz, “iyi niyetle” ve “ biz” olmak ve “ bir şeyler yapmak” …

Ben, onca uzun ve özüne pek bir eleştiri getirmediğiniz ve sizin kadar bile bu öze dair söz söylenilmeyen ifadelerimle insanların kafalarını karıştırmış ve onları karşıma almış oluyorum, ama hem, sloganlaştırılan bir duvar yazısı biçimindeki “ kimliklerinizi yakın, dünyaya insan gözüyle bakın” ifadesi ile ve yukarda altını çizdiğim, söz konusu ettiğiniz gruba en yüce misyonu vermek için, sarf ettiğiniz soyut ifadelerle insanların akılları son derece billurlaşabilir ve yine vurgulamak zorundayım, söz konusu sosyalist hareket için bir şeyler yapmak ise, insanlar bu iyi şeyleri bir çırpıda görüp, yaklaşımlarına içerebilir oluyor ve sosyalist hareket böylece ilerliyor öyle mi?

Öncelikle Lenin’in nereden ödünç aldığını bilmiyorum ama ünlü yaptığı “cehennemin yolu, iyi niyet taşları ile döşelidir” sözünün oldukça öğretici olduğunu hatırlatmak isterim,

Diğer taraftan, “biz” olmanın, bir soyutluk taşıdığını ve bu soyutluktan kurtarılarak somutlanması gerektiğini vurgulamak isterim. Kolaylaştırmak için de, neye göre “biz” ,kim için “biz” ? Sorusunu ortaya atıyorum.

Bir diğeri de, “bir şeyler “ ifadesidir. Bu ifadedeki soyutluğu da aşıp, kim için, ne için “bir şeyler” yapmaktan söz edildiğini somutlamak gerektiğine işaret ediyorum.

Bu dediklerimin de en başta uzun uzun ifade ettiklerimle bağlı ifadeler olduğunu vurgulayarak eleştirilerinizi cevaplamayı bitiriyorum.

Bitirmeden bir parantez açıp, uzun yazma konusunda ve insan konusunda kimi hatırlatmalar yapmadan önce, bu gün Türkiye’de “biz” olmaya çalışmaktan, “iyi niyetle bir şeyler yapmak için bir araya gelmekten çok daha fazlasına ihtiyaç olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bu anlamda sosyalist ideolojinin ve politikanın çok daha fazla derinliklerine inilmesi gerektiğinin bilince çıkarılması gerektiğine işaret etmek istiyorum. Bununla bağlı olarak, önemli olanın, nicel birlikler oluşturmak olmadığını, nitelik içerilmiş birliklere ( en alt seviyedeki azınlığı ifade etse bile) ihtiyaç olduğunu dolayısıyla ideolojik ayrışmanın, ihtiyaç olan bu nitelik içerilmiş birliklerin kitlelere derinlemesine nüfuz edebilmesi için gerek şart olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Bulaşıklıktan kurtulmaya, sosyalist hareketin önüne sol gömlekleriyle engeller koyan tekellerin ideolojik silahlarını sol içinde saymaktan ve onların peşinde gidenlerle bulaşık yaşamaktan vazgeçilmesi gerektiğine, bu temelde dikkat çektiğimi bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Ve parantezi kapatıyorum. Ve önemli gördüğüm bir örnekleme yaparak sizinle biraz sohbet etmek istiyorum.

Sayın Bülent Serttaş, Belki boyumdan büyük örnek verdiğimi düşüneceksiniz ama Marksizm’in kurucularının yaptığı da oportünizmle, revizyonizmle mücadeleyi önemle sürdürmek değil mi idi?
Lenin de bu temelde mücadele etmiyor muydu, ? Ve bunun için sayfalar dolusu cümle ve günler, aylar yüklü zaman harcamadılar mı? Diye sormayı önemli buluyorum. Ve de, en çarpıcı ve hala önemini koruyan model olması gerektiğine inandığım çalışmanın Engelsin yapıtı, Anti-Dühring olduğunu düşünüyorum ve bu önemi öne çıkartan ifadelerimi yansıtmak istiyorum.

Engels, Anti- Dühring’te toplanan makalelerinin tamamını, Liebnecht’in deyişiyle, Dühring’in ipliğini pazara çıkarmak ve Dühring’in ortaya koyduklarından Alman Komünistlerinin olumsuz yönde etkilenmelerini, kafalarının karışmasını engellemek için yani netleşmelerini ve burjuvaziye karşı mücadelelerinde kesin tutum almalarını sağlamak için yapmıştır.
Marks ve Engels, baştan beri Dühring’in iç yüzünü anlamıştılar ama Alman Sosyal- Demokrat
Yöneticiler, teorik yetersizliklerinin ilacını Dühring’te bulduklarını sanıyorlardı. Dühring’in, en başında Kapital üzerine dürüst ve övücü bir makale yazmış olmasını Marks, daha o zaman Engelse yazdığı mektupta Kapital üzerinden “Profesör” Roscher'e saldırdığını işaret ederken, Kapitali övmesini kendi düşmanlıklarının işine yarayan bir yapıttan yana konuşmaktan duyduğu sevince bağlıyor, Kapitalde yeni olan şeyi anlamadığını ve birkaç gün sonra da, Hegel’in diyalektiğine karşı bir Doğal Diyalektik yazmış olduğunu belirtiyordu.
Buna karşın, Bebel, “Adamın bir alçak ya da gizli bir düşman olduğunu düşünmek için nedenleriniz var mı” diye soruyordu Engels’e. Daha sonra Engelsin eleştirilerine hak veren Liebnecht de başlangıçta Engelsin eleştirilerine kuşku ile bakıyordu. Bebel, “Dühring’in kafasının karışık ama kesinlikle dürüst ve sosyal-demokratlardan yana olduğunu” söylüyor, Engelsin eleştirdiği makalesinin ise, “doğru ama coşkulu olmadığını ve iyi niyetlerle dolu olduğunu, zararlı bir etkisinin de olmadığını” belirtiyordu. Diğer yandan, Liebnecht’in yönettiği partinin, yayın organı olan Volkstaat, Dühring’in, Marks’a sövgüler içinde olan ve Marksın ekonomik teorilerinin bilinçli bir çarpıtılmasını içeren tezlerinin bir tür propaganda organı haline getirilmesinde her hangi bir sakınca görülmüyordu.
Sonunda, Liebnecht, Dühring’i öven bir makale ile birlikte, “ İlişikte sana, Dühring salgınının, genellikle aklı başında olan kişilere de bulaştığını gösterecek bir elyazması var. Onun hesabını görmen mutlaka zorunlu” diyen bir not iletiyor.
Engels hemen harekete geçiyor ve öncelikle Marksa bir mektup yazarak fikrini alıyor. Marks’ın fikri, Dühring’in gözünün yaşına bakmadan eleştirilmesidir. Bunun üzerine Engels Dühring’in bütün yapıtlarını dikkatle okumaya koyuluyor ve iki yıldan uzun bir çalışma ve Dühring yandaşlarının bu çalışmaların etkisini azaltmak, yayınlanmasını engellemek için, Engels, eleştirilerinin tonuna gelen eleştirileri de çürüterek, Marks’ın da katkısı ile ve Brackey’e söylediği ifadeyle Dühring’in işini bitiriyor ve dünyaları verseler bu işe geri dönmeyeceğini belirtiyor.

Bunları, kendime pay çıkarmak için hatırlatmadım, ancak sosyalist hareketin içinde sağlam durmanın ve bu hareketin içinde bulunmanın yüklediği iddialı sorumluluğu taşımanın ciddi bir iş olduğunu ve kolay olmadığını hatırlatmak istedim. Bunun için de, iki üç sayfa yazıyı dahi okumaktan sıkılmamak gerektiğini, en azından, bu sayfalara yerleştirilen cümlelerin özüne bir sözümüz yoksa bunun için harcanan zamana ve yorulan akıllara saygının gereği olarak bu tembellikten kurtulmak gerektiğini ama daha çok, sosyalist hareketin içinde olunduğu iddiasını taşımanın, bu tembellikle uyuşmadığının görülmesi gerektiğini hatırlatıyorum.

Ve son tahlilde, Engels’in Dühring’i eleştirmek için onca zaman ve cümle harcamasının “ en doğru benim” yaklaşımı değil midir diye soruyorum. Buradaki, böyle görünen, “en doğru hala Marksizm’dir” demek değil midir diye soruyorum. Başka ifadeyle, Dühring’in çarpıtmalarına karşı sosyalizme olan inancını, kararlılığını ve geleceğe olan güvenini yansıttığı iddialar olarak görülmesi gerekmiyor mu ve bu iddiayı en saf ve keskin biçimde savunmaya şimdi çok daha fazla ihtiyacımız yok mu?
Buna ek olarak, benim ifadelerimi yansıttığım cümlelerin fazlalığından yakınmanın, Marksizm’in kurucularının bu fazlalıktan yüz kat fazla bir çabayla ortaya koyduklarının yanından bile geçilmediğini göstermiyor mu? Öyleyse iddiamız nedir? Hangi iddiayı savunuyoruz?

Aynı zamanda, değişen ne var ki, sorusunu açığa çıkararak, cevabının önemli olduğunu vurgulayarak, cevabımı, sadece oportünizmin ve revizyonizmin saldırılarının dozu ve sinsiliği artmıştır ve bir o kadar da Yeni Dühringler türerken, aynı zamanda, bu yeni Dühringlerin söylediklerini sadece önceden her nasılsa giymiş olduğu sol gömleğine bakarak Marksizm içinde sayanlar ve bunların ipliğini pazara çıkarmak için, Engelsin betimlemesi ile ekşi bir elmaya diş geçirmek misli eleştirilerin, ayrıntılı ve derinlemesine ifadelerle ortaya koyduğu cümleleri okumaktan sıkılan ama sosyalistliği de kimseye kaptırmaya niyetli olmayanlar türemiştir. Hepsinin Dühring’inin ayrı olduğunu söylememe ise gerek yoktur, şeklinde ifade ediyorum.

Bütün bunların, yani birkaç sayfayı bile okumaktan imtina etmenin ve bunu sorun etmenin, iktidar perspektifinden uzak olmanın yansımaları olduğunu belirtmek zorundayım ve böyle olunca da, sosyalist hareketi topyekûn tarihe gömmek için her türlü sinsi saldırıları gösteren tekellerin ideolojik saldırısının ve bu saldırıyı sosyalist hareketin içinde nasıl sürdürdüklerinin farkına bile varılmayacağını vurgulamak zorundayım.

Oysa şimdi dağ taş, Marksizm’e, ona olmazsa Lenin’e, ona da olmazsa Sosyalizme sinsi çarpıtmalarla saldıran yeni Dühringlerin vaazları ile dolup taşmakta, tekeller, bu yeni Dühringleri koyacak yüksek yer bulmakta zorlanmaktadır.

Bu söylediklerim size ağır gelebilir, ama gelmemeli, aksi olsaydı, kendisine sosyalist, hatta komünist diyenlerin, hem tekellerin, emperyalist burjuvazinin ideologlarını aratmayacak denli, Marksizm’i karalayan, bunun için üstelik tekellerin gazetelerinde en önemli köşeleri tutan, yetmiyormuş gibi, gericiliği ve din tüccarlığı ile tescilli gazetelerde ve bu temelde hem de ABD nin, bu coğrafyadaki emekçilerin köleleştirilmesi, halkların kardeşliğinin bozulması demek olan projelerinin eş başkanlığını her fırsatta övünerek ilan eden ve hem de muhafazakâr demokrat olduğunu öne çıkartarak din üzerinden politika yapan bir partinin siyaset akademisinde öğretmenlik ve danışmanlık yapanları sol içindeki “farklı fikir sahibi arkadaşlar” olarak saymak ve bunların kuyruğundan ayrılmayanlarla hatta onlara sol ton verenlerle bulaşık olmakta bir sakınca görmemeleri mümkün olmazdı.

Cevabımı, Marks’ın, “Feuerbach’ın, dinsel özü, insan özüne dönüştürdüğünü” ifade ettikten sonra,” ancak insan özü, her tekil bireyin bir parçası olmuş bir soyutlama değildir. Kendi gerçekliğinde, toplumsal ilişkilerin toplam sonucudur “ dediğini ve Engels’in, “ Toplum nasıl ki, şimdiye değin sınıf karşıtlıkları içinde gelişmiş bulunuyorsa, ahlak da aynı şekilde her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur “dedikten ve “ ahlak bakımından yine de bir ilerleme olduğunu” ekledikten sonra, “ Ama henüz sınıf ahlakını aşmamış bulunuyoruz. Sınıf karşıtlıklarının ve bu karşıtlıkların anısı üzerinde yer alan gerçekten insanal bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının yalnızca yenilmekle kalmadığı ama yaşama pratiği bakımından unutulmuş da bulundukları bir toplum düzeyinde olanaklı olabilir” dediğini hatırlatarak bitiriyorum.
Eleştirdiğiniz konulara cevap verirken yeterli açıklıkla ve açık yüreklilikle davranmış olduğumu göreceğinizi ümit ederek saygılarımı gönderiyorum. Kendimi yine uzun yazmaktan alıkoyamadığım için affınızı diliyorum.

Fikret Uzun
29-Ocak-2011

26 Ocak 2011 Çarşamba

15LERİ ANARKEN EN ÖNEMLİ SORU: BURJUVA DEMOKRASİSİ Mİ SOSYALİST İKTİDAR MI?

15LERİ ANARKEN EN ÖNEMLİ SORU: BURJUVA DEMOKRASİSİ Mİ SOSYALİST İKTİDAR MI?

1920nin,10–16 Eylül tarihleri arasında Bakü’de toplanan TKF Birinci ( kuruluş) kongresinde, 7 kişilik merkezi heyet üyeliğine seçilen ve daha sonra bu kurulun başkanlığına getirilen Mustafa Suphi, 04-Ağustos 1882 yılında Giresun’da doğmuş, dönemin koşullarına uygun olarak milliyetçi görüşleri paylaşan ve sonuna kadar da öyle kalan bir Türk aydınıydı.
İstanbul hukuk mektebinin ardından, Paris’teki, L’Ecole Libre des Science Politiques’i bitirmiş, ikinci meşrutiyet döneminde İstanbul’da Tanin, Servet-i Fünun, Hak ve İfham da gazetecilik ve İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinin dolayısıyla Marmara üniversitesinin atası olan Ticaret Mekteb-i Âlisi’nde ve Darülmuallimin-i Aliye, yani Yüksek Öğretmen Okulu’nda ve Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde hukuk ve iktisat öğretmenliği yapmış, ayrıca sosyoloji ile de ilgilenmiş, telif, tercüme birtakım kitaplar yayımlamıştır.
Mustafa Suphi, İttihat ve Terakki iktidarına karşı özgürlükçü muhalefet içinde yer aldığı için, bu parti hükümeti tarafından 1913 yazında Sinop’a sürgün edilmiştir. Ertesi yıl buradan Çarlık Rusya’sına kaçarak, siyasal sığınma hakkı istemiştir. Ancak birinci savaş patlak verince, düşman devletin uyruğunda olduğu için, Rus yetkililerce Kaluga’ya sürülmüştür. Suphi savaş yıllarında Bolşeviklerle tanışarak onların fikirlerini benimsemiş ve bir yandan Rusya Türk ve Tatarları, bir yandan da esir düşmüş Osmanlı askerleri arasında siyasal çalışmalar yapmıştır.

Mustafa Suphi deyince, onun daha 1918 Nisan’ında Moskova’da Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesinin Türkçe Naşir-i Efkârı olarak yayımlamaya başladığı ve son sayısının basıldığı 17 Şubat 1921 e yani Mustafa Suphilerin öldürülmesinden 3 hafta sonrasına kadar yayımlanmaya devam ettiği Yeni Dünya’nın hatırlanmaması olmaz.
Yeni Dünya’nın son sekiz sayısı “ TKF Merkezi Heyeti’nin fikirlerini neşreder “ alt başlığı ile yayımlanmıştır. 17 Şubat 1921 tarihli son sayısında, Mustafa Suphilerin öldürülmesi ile ilgili hiçbir haber yoktur. Bundan sonra da Yeni Dünya hiç çıkmamıştır.

TKF Merkez Komitesinin toplu ölüm haberi Bakü’ye ulaşınca, Rusya Komünist Partisi ve Komintern onayıyla beş kişilik bir TKP teşkilat bürosu oluşturulmuş ve onların seçtiği iki delege,1921 Temmuzunda toplanan Komintern’in üçüncü kongresinde Türkiye’yi temsil etmişlerdir. Bundan sonra Sovyet topraklarındaki TKP örgütü resmen dağıtılmıştır.
Bu arada Türkiye’den Batu’ma geçen Nazım Hikmet ile Vala Nurettin, Bakü’de bulunan Şevket Süreyya Aydemir ve Ahmet Cevat Emre ile birleşmiş ve TKP li olmuşlar, daha sonra KUTV da okumak üzere Moskova’ya gitmişlerdir.

Yeni Dünya’nın daha sonra tekrar yayımlanma tarihi, 1920 Kânunuevvel(Aralık) 1nci günüdür. Bakü’de yayımlanan bu Yeni Dünya’nın Alt başlığında,” Türkçe Komünist gazetesidir” yazmaktadır.

Başlığın yanındaki, iki cümle, “Burjuva hükümetlerinin terk-i teslihat ( silahları terk etme) teşebbüsleri fare eti yememek için yemin eden kedilerin haline benzer.” Ve “Kapitalist devletler, müstemleke (sömürge) haline koymak istedikleri memleketlere güler yüz gösterirler, kurbanlık koyunu süsleyip okşadıkları gibi.” Demektedir.
“Birleşiniz Bütün Dünya İşçileri! Yaşasın Mazlum Şarkın Azadlığı!“ başlıklı ve “TKF Merkezi heyetinin fikirlerini neşreder ve haftada iki kez çıkar” alt başlıklı Yeni Dünya’nın, 18 Kânunuevvel 1920 tarihli 65/17 sayısında, “BÜYÜK MİLLET MECLİSİ HÜKÜMETİ ve KOMÜNİST FIRKASI” başlıklı ve Mustafa Suphi imzalı bir yazı yayınlanır.

Yazı “TKF Merkez Heyeti, memleketimizi yeni bir devr-i faaliyet ve harekete sokan Anadolu Hükümetine karşı takip edeceği siyaseti, bu günkü nüshamızda 6 maddelik bir layiha ile ortaya koyarak, fikirleri tamamen ışıklandırmış ve her türlü yanlış anlamalara nihayet vermiş oluyor“ şeklindeki giriş bölümü ile birlikte şöyledir.

M. Suphi,18 Aralık 1920 tarihini kastederek, "şimdiye kadar Anadolu’da ara sıra komünizmden bahsederek, yeryüzünü birden her türlü melanetten temizlemekle alakadar olduklarını söyleyerek, elbette ki yüksek ve insani düşüncelerle ama abartılı olarak söz eden bazı kişilerin bu beyanatlarının, bazı hükümet çevrelerinde, TKF’ ( TKP) nin, Küçük Asya'da (Anadolu anlamında da kullanılmaktadır, ama M. Suphi’nin, Türkiye anlamında kullandığını sanıyorum) sosyal devrimi gerçekleştirecek şartların olduğu yönünde hareket ettiği gibi bir fikre kapıldıklarını, ama bunun yanlış olduğunu" belirtmekte;
"diğer yandan, Anadolu’da ayaklanma başladıktan sonra TBMM içindeki eski politikacılar tarafından meydana getirilen yeni parti ve grupların, özel mülkiyet meselesinde bile duraksamaksızın, sola doğru her adımda bir kaç menzil uzaklaşmaları, Komünistlerden bazı yoldaşların, "yine mi suni ve yalancı hareketlerle karşı karşıya kalıyoruz" kuşkusu uyandırmıştı. Biz ise, bu yanlış düşünce ve kötü anlayışların yeri olmadığını, Küçük Asya'da başlayan hareketlerin ise bize tabii olduklarını iddia ediyoruz" demektedir.
M. Suphi devam ederek, "Rusya’da başlayıp, Amerika ve Avrupa’nın içlerine kadar ilerleyen devrimin, Küçük Asya’yı da tesiri altına almaması beklenemez. TBMM nin esas teşkilatı olan, Halkçı ve halk zümrelerinin partisi de, Bolşevik devrimin rüzgârı içinde doğmuş bir takım hücrelerdedir. Anadolu’daki ayaklanmadaki nitelik farkı, bir ulusal hareket, bir halk hareketi olarak gerçekleşmiş olmasıdır." diyor ve "esaslarının TKP nin bildirgesinin 4. Maddesinde açıklandığı üzere, “bu durumun, Türkiye’nin şartlarına münhasır olduğunu ekliyor.
M. Suphi, daha sonraki ifadelerinde,"bu duruma göre, TKP nin, Anadolu hareketine karşı tutumu kendiliğinden ortaya çıkar; TKP, sosyal devrimi anlayan ve ona yürekten bağlı işçi ve köylünün bir siyasi örgütüdür. Memlekette ezilenler ve işçiler, fakirler ve işsizler çoğunluk olsalar da, sanayiin geri olması itibarı ile amelenin proleter örgütüne sahip ve etrafında toplanmış olmamaları, komünistlerin azınlıkta kalmalarına neden olmaktadır. Ve yine bu itibarla TKP mevcut durumda, devrimi yapacak ve iktidarı alacak büyük bir hükümet partisi biçiminde ve niteliğinde ortaya atılamaz." diyor.

"Buna karşın, yani memleket içinde azınlığı temsil eden bir örgüt olmasına rağmen, Komintern’in bir üyesi olarak, uluslararası komünist hareketinin bir müfrezesi" olarak kabul edildiğini" ve "bu nedenle misyonunun hem büyük, hem de evrensel olduğunu" vurgulamaktadır. ( Komintern, M.Suphi’nin TKP sini alırken, Mustafa Kemal’in kurdurduğu Komünist fırkayı üyeliğe kabul etmiyor)

M. Suphi, Komintern’in, işçi sınıfının ve örgütünün zayıf olduğu ülkelerle ve Türkiye ile ilgili yaklaşımına dikkat çekerek, “TKP nin misyonundaki hassasiyetin ve önemin takdir edilmesi gerektiğine“ vurgu yaparak, “Sosyal devrimin Türkiye’den beklediği hareketin, ezilenlerin zalimlere karşı ayaklanması” olduğunu ifade eder. Ve “bunu idrak eden zavallı bir Türkiye ile ve de fakir millet ile karşı karşıya olunduğuna” dikkat çeker. Buradan da, “Demek ki” diye başlayarak, “sosyal devrim karşısında TKP ye düşen görevin, “yağmacı emperyalizmin bütün baskılarına rağmen ayaklanıp varlıklarını kanıtlayan Anadolu isyancılarına ve onları temsil eden TBMM Hükümetine destek olmak ve Anadolu’daki bu hareketi, Şarkın diğer ezilen uygar ulus ve hükümetlerine uygulanacak bir model olarak göstermek şeklinde özetlenebileceğini” söyler.

M. Suphi, “Bundan başka, TKP nin halka karşı birçok borcu ve mecburiyetleri olduğunu; TKP nin kendi örgütü içinde işçi ve köylü halkın vicdanını terbiyeye, Küçük Asya’nın karanlık sokaklarında bile türlü mahrumiyetlerle dolaşan mazlum işçi ve köylülerimizi işçi ve köylüleri örgütlü ve bilinçli bir sınıf olarak diğer ülkelerin proleterlerinin meclisine tanıtmaları gerektiğini” söyledikten sonra:

“Aydın ve devrimci gençlerimiz, beyaz yakalı Frenk gömleklerini ve parlak kılınçlarını omuzlarından atarak, eli nasırlı mazlum halkımızın arasına girerler ve Komünist Fırkası saflarında bütün hayatlarını ve varlıklarını çaresiz, talihsiz işçi ve köylülerimizin açlık, karanlık ve kulluktan kurtulmaları yolunda feda ederlerse, halkımız, gerçek ve sosyal devrime doğru yükselecek, memleket, yağmacı emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin elinden tamamen kurtulma iktidarını gösterecek ve böylece Komünistler şarkta büyük bir işçi örgütünün temsilcisi sıfatıyla uluslar arası devrimciler arasında saygın bir yer tutmaya hak kazanacaklardır. “ diyerek açıklamalarını bitiriyor.

Bitirirken de, “Burada açıklamalarımıza son veriyoruz “ dedikten sonra; “YUKARDA GÖSTERDİĞİMİZ ESASLARA AYKIRI OLARAK BÜYÜK TEŞEBBÜSLER PEŞİNDE HEGEMONYAL İŞLER GÖRMEK VE HAZIRA KONMAK İSTEYEN HERHANGİ BİR KOMÜNİST, MENSUP OLDUĞU ÖRGÜTÜN (TKP NİN) TAKİP ETTİĞİ YOLDAN ÇIKAN VE DOLAYISIYLA FIRKAYA (TKP YE )İTAAT ETMEYEN BİR DERBEDERDİR” ifadesini ekliyor.

Mustafa Suphi’nin mücadeleli yaşamı ve kavga arkadaşları ile birlikte Karadeniz’de katledilmesi, Türkiye tarihinin en karanlık bırakılmış sayfalarıdır.
Bu karanlığa ışık tutan ilk belgesel eserin,1923 yılında, M. Suphi’nin hayatta kalan yoldaşları tarafından yazılarak Moskova’da,
BÜTÜN DÜNYA İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ
28–29 KÂNUNUSANİ 1921
KARADENİZ KIYILARINDA PARÇALANAN MUSTAFA SUPHİ VE YOLDAŞLARININ İKİNCİ YILDÖNÜMLERİ
Adı altında yayınlanmıştır.
Bu kitabın, Moskova’da Lenin kütüphanesinde kayıtlı olduğu bilinmektedir. TKP nin tarihi ile ilgilenen TUSTAV ın, bu kitabı, bu günlerde Lenin’in mozolesinden çıkartılıp toprağa defnedilmesinin tartışıldığı Moskova’daki kütüphaneden temin edip etmediğini ya da bu çerçevede bir broşür hazırlayıp hazırlamadığını bilmiyorum ama bu kitap 1974–1975 yıllarında İnfo – Türk ajansı tarafından orijinaline sadık kalınarak fakat muhtemelen eksik olarak Belçika’da yayınlamıştır.

Kitabın Mustafa Suphi’yi tanıtan bölümü, “Mustafa Suphi yoldaşın ölümü şüphesiz İnkılâp namına çok acıklı bir ziya’dır. Fakat geride kalan Türk komünistlerine inkılâba giden yolları pekiyi göstermiştir. Bizler onun ölümü karşısında fütur değil, cesaret ve iman duyar, açtığı yoldan gideriz.” Diyerek bitirilmektedir.

Kitaba yazı kurulunun yazdığı önsözde ise, “Mustafa Suphi ismi sana son nefeslerini tam bir komünist gibi veren 15 ölüyü hatırlatsın. Ve her senenin 28–29 Kânunusani’sinde bu kitabı yoldaşlarınla birlikte oku” denmektedir.

28-29 Kânunusani (Ocak) Mustafa Suphi ve arkadaşlarının yani 15LERİN,15 yiğit komünistin Karadeniz'de katledilmesinin tarihidir. Bu katliamın nedenlerini, İttihat ve Terakki’den yetişmiş kadrolarla ve İttihat Terakki’nin devamı olarak, yeni cumhuriyete kapitalizmi yerleştirmek için geliştirdiği sınıflar üstü politikasının gereği, Anadolu'da yükselebilecek bir komünist ve işçi sınıfı hareketinin önünü kalıcı olarak tıkamak ve yerleştireceği kapitalizm için mücadelesine bütün sınıfları katabilmek için çalışan Mustafa Kemal'in sınıfsal bakışı içersinde aramak gerekmektedir.

Türkiye sosyalistlerinin, bu katliamın nedenlerine yaklaşımı, biraz da Kemal Tahir'in anlatımı ile şekillenmiştir. Mustafa Suphilerin öldürtülmesini, Lenin'in ve Stalin'in isteğine ve onları tehlike olarak görmelerine bağlayarak yazan ilk Kemal Tahir'dir. Kemal Tahir'in, Mustafa Kemal'e, Kemalist cumhuriyete yaptığı güzellemesinin içinde yer alan bu yaklaşıma, sosyalistler (hepsi değil elbet) çok çabuk kanmış ve Türkiye'de yükseltilen, anti-Sovyetizmin argümanı olarak kullanılmasında, anti-Sovyetizmden uzak olsalar da, sessiz kalmışlardır.

Kemal Tahir, Mustafa Suphileri öldürtmek isteyenin Lenin ve Stalin olduğunu söylerken, Mustafa Kemal hayranlığına devam etmekteydi. Yaptığı başka bir şey de, Mustafa Kemal'in İttihat ve Terakki ile ihtilaf halinde olduğunu göstermesiydi. Bu yanılgı Mustafa Suphi'nin de yanılgısıydı. Bu yanılgı ile Mustafa Kemal'in kurdurduğu resmi Komünist Fırkasını İttihatçıların bir oyunu saydı. Mustafa Kemal'in ciddi bir şekilde komünizmi önleme çabası içinde olduğunu göremedi. Ve Anadolu'daki komünistleri ve Komünist partisini toplayarak, Mustafa Kemal'in yardımına koşmak için, Sovyet Rusya'daki komünistlerin uyarılarına rağmen, Anadolu'ya hareket etti.

Mustafa Suphi'nin İttihat ve Terakki ile daha Bakü'de TKP kurulurken, ihtilaf vardı ve aynı ihtilafı Mustafa Kemal'de de gördüğü için doğal olarak Mustafa Kemal ile bir ittifak yaklaşımı kolaylaşıyordu. Bu da, Mustafa Suphilerin boğdurulmasının sorumluluğunu Mustafa Kemal'den alıp, Lenin'e ve Stalin'e yüklemeyi kolaylaştırıyordu. Bunlar Kemal Tahir'de rastlanan yaklaşımlardır. Aynı Kemal Tahir, aynı mantıkla, Galiyef’in de Lenin ve Stalin tarafından icabına bakıldığını söylemektedir. Yani Galiyef "Asya tipi üretim Biçimi"ni Marks'tan keşfedip, Lenin'e söyleyen kişidir ve öyleyse yükselmesi tehlikelidir. Ne tesadüf ki, Mustafa Suphi de, Sultan Galiyef’in sekreteridir. Kemal Tahir’in Sherlok Holmeslik yaparak ortaya çıkardığı sonuç budur.

Mustafa Kemal, son derece sınıfsal hareket ediyordu ve İttihat Terakki ile arasında sınıfsal bir çelişki bulunmuyordu, aksine, yönetim hamleleri, İttihat Terakkinin devamı gibiydi. Burjuva hareketinin yükselmesi için çabalarken, işçi sınıfı ve emekçileri kontrol altına almaya çalışıyor, siyasal olarak örgütlenmelerini hep önlemeye çalışıyordu. Resmi Komünist Fırkasını bu nedenle kuruyor, silah arkadaşlarına yazdığı mektuplarda, "komünizm gelecekse onu da biz getiririz" diye yazıyordu.

Mustafa Kemal, daha en baştan Komünizme karşı sinsi bir mücadele içindedir. Ve Kemal Tahir'in yansıttığı ve Mustafa Suphi'nin de inandığı gibi, İttihat Terakki ile bir çelişkisi yoktur. Daha doğrusu çelişki sınıfsal değildir. Ve Mustafa Suphi, bu çelişkiyi abartıyor ve bu abartı içinde Suphi'ler Mustafa Kemal'e emperyalizme karşı mücadelesinde yardıma geliyor ama Mustafa Suphiler Karadeniz'de boğduruluyor.
Türkiye Cumhuriyet’i, İttihat ve Terakki'nin iyi yetişmiş kadroları ile kapitalizmi yerleştirmek ve geliştirmek üzere kuruluyor. Türkiye’deki siyasal örgütlenmelerin en başında İttihat Terakki geliyor, ikincisi demokrat partidir ve üçüncü önemli siyasal hareket ise, TKP nin eteklerinden doğan (Ertuğrul Kürkçü de "biz TKP nin eteklerinden doğduk diyor - bakınız- Ürün Dergisi -2008 -15LERİ anma toplantısı) TİP dir.

Aslında genellersek, bu siyasal hareket TİP-TKP-TSİP hareketidir ve hiçbir zaman Sosyalizmi kurmak için değil, demokrasiyi kurmak için çabalayan bir hareket olarak ömürlerini tamamlamışlardır. Tamamlandırılmışlardır desek belki daha yerinde olacaktır.
TİP-TKP-TSİP, demokrat yöntemlerle demokrasinin kurulamayacağını hiç görememişlerdir.

Sovyet tarihi gösteriyor ki, sosyalistlerin en çok savaştıkları, sosyalizmin kurulmasına en çok karşı çıkan demokratlardır. Ve tarihin bu sayfalarından dökülenlerle bu gün, Türkiye’nin dünya ile beraber içine girdiği nesnel ve öznel koşullarda, sosyalizmin kaçınılmaz olduğu görülüyor ama başka bir şey daha görülüyor, o da; bunu göremeyenlerin, daha doğru ifadeyle bu kaçınılmazlığı fi tarihine öteleyenlerin, sosyalist iktidar perspektifinden yoksun devrimci demokratlara demokrasi hırsı vermeye çalışarak, Mustafa Kemal'in sınıflar üstü burjuva demokrasisi için, yani "her sınıf için demokrasi" için, demokrasi mücadelesinde takılı kalmış olduklarıdır.

15LERİN anısını yüreğinde sınıf kini ile yaşatan ve bu deneyimden ve devamındaki hareketin deneyiminden dersler çıkartanlar, elbette sosyalizmi kurmak için, sosyalist iktidar yürüyüşünü başlatacaklardır ve 15LERİ unutmamanın, unutturmamanın ancak bu yürüyüşle anlam bulabileceğini, bu yürüyüşle mümkün kılınabileceğini bilmektedirler.

Şimdi AKP nin ve hükümetin başı olan Tayyip Erdoğan bile, Türkiye'nin rejiminin "ileri demokrasi" olduğunu söylemekte ve bunun anlamını biliyorsa, muhtemelen emekçi halkla, aydınlarla ve elbette sosyalistlerle, komünistlerle alay etmektedir. Bilmiyorsa "no comment" demek yeterlidir.

Baştan beri Türkiye'de şekillenen komünist hareket, legal ya da illegal yanlarıyla, iktidar perspektifinden uzak, hep bir demokrasi mücadelesi içinde olmuştur. ( TİP in kısa süren sosyalist mücadele programını çıkartırsak) Programlarında yer alan en başat çizgi, ya MDD, ya UDD veya İDD olmuştur. Örgütlenme yaklaşımları ise, bu çizgiyi değiştirmeden, biri legaliteyi fetişleştirirken, diğeri illegaliteyi fetişleştirmek şeklinde idi.

Şimdi, tarihin sayfalarından dökülen nesnelliğin, hem bunun yanlışlığını göstermesine rağmen, hem de bu gün daha bir nesnellikle, sosyalist iktidar perspektifinin görülmesi gerektiğini işaret etmesine rağmen, demokrasi mücadelesinin fetişleştirilmesini, sosyalizmi hedeflediğini söyleyen siyasal hareketlerin bile isimlerine demokrat-demokratik ön ekinin konulmasını görmekteyiz.

Öyleyse şimdi bir ara sonuç yazabiliriz. O da şu; Mustafa Kemal İttihat ve Terakki hareketinin devamıdır ve ama onu geliştirerek başarıya ulaştırdığı için reddidir de. Ve bunu Mustafa Suphi görememiştir. Mustafa Kemal'in sorununun İttihatçılarla değil, Anadolu'ya yerleşmeye başlayan komünist hareketle olduğunu da görememiştir. Ama Mustafa Kemal son derece sınıfsal bir bakışla, burjuva bakışıyla, İttihat ve Terakki ile mücadelenin değil ama komünist hareketle mücadelenin ertelenemeyeceğini görmüştür ve Mustafa Suphi'lerin Karadeniz'de katledilmesi bu öngörünün eseridir.

Sonrasında ve şimdi, "komünist hareketin en doğru ideolojik, politik ve örgütsel perspektifi bendedir" iddiasında olanlar dahi, Burjuva-Demokratlarına Lenin'in bakışından da bihaber olarak, hâlâ burjuva demokrasisinde takılı kalmışlardır. Kimisi salt demokrasi mücadelesi ile kimisi salt emperyalizme karşı mücadele ile kimisi ise ikisini birden fetişleştirerek, bu noktayı canlı tutmaya çalışmaktadır.
15LERİ anarken de, Mustafa Suphi üzerine konuşurken de, öne çıkardıkları ve pratikteki kavramsal ismini "demokratik sosyalizm" olarak telaffuz ederek düşündükleri, kapitalistlere de özgürlük olan, kapitalistlerle kavga etmeden kurulacak olan yani sınıf savaşına dayanmadan kurulacak olan ve de kapitalistlerin de katılacağı umulan "demokratik sosyalizm" dir.
Bu tam da, emperyalistlerle entegre olmaya çabalayarak burjuvaziyi geliştiren, kapitalizmi yerleştiren, İttihat Terakki hareketinin devamı olan Mustafa Kemal'in sınıflar üstü kapitalist cumhuriyeti ile uyum içindedir. Ama buna karşın, TC nin yıkılmasından ortaya çıkacak olanın, bir burjuva cumhuriyetinin bile gerisinde olacağını görmezden gelmektedirler.

Evet, Mustafa Suphilerin, kesintiye uğrayan komünist hareket için mücadelesi, sosyalist iktidar perspektifi aşamasına geçemeden Karadeniz'de boğdurulmaları ile Mustafa Kemal'in, sınıflar üstü politikasını uygulaması ve işçi sınıfının ve emekçilerin, üstelik en çok komünizm konuşulduğu, komünist olmanın bir prestij olduğu dönemden başlayarak, sosyalist iktidar perspektifine doğru gelişmesinin önünü tıkamış olması ve kapitalizmi, her sınıf ve katmanı bu mücadelesine katarak yerleştirebilmiş olması, onun ne denli sınıfsal ve sinsi bakmış olduğunu çok açık olarak gösterirken, sınıfsal bakıştan uzak kalındığı andan itibaren, adı sosyalizm olarak telaffuz edilse bile, kapitalizmin yaşaya geleceğini de göstermiştir.
Yani Mustafa Suphiler, o gün süren veya sürdürecek olduğu düşünülen eylemlerinin önlenmesi için değil, sonrası için, sonrasında işçi sınıfı hareketinin, sınıflar üstü burjuva politikaların peşine takılması için, komünist hareketin en başından önünü tıkamak için ve nihayet işte bu günler için öldürtülmüştür.
Sınıflar üstü politikalara sosyalistleri de, sosyalist düşünce imiş gibi katmanın kalıcı dinamiğini yerleştirmek için öldürtülmüştür. Bugünün nesnelliğinde, dünün nesnelliğinden dökülen sayfaların bu dersi anlattığı yazılıdır. Bundan sonra yazacak olanları ise, bu dersi yeterince anlayanlarla, anlamamakta direnenler arasındaki çatışmanın sonucu belirleyecektir.

Mustafa Suphi’nin, Mustafa Kemal’in Anadolu’daki komünist hareketi kontrol altına almak için kurduğu Resmi komünist partisini, İttihatçıların Mustafa Kemal’e karşı bir hareketi sayması, Mustafa Kemal’in Komünist harekete karşı saldırıya geçtiği tarihte, Mustafa Kemal’in yardımına koşması ile sonuçlanmıştır.

Mustafa Kemal’in, Resmi TKP sinin genel sekreteri Hakkı Behiç’in birlikte imzası ile Batı Cephesi Komutanlığına gönderdiği bir şifre ile "Parti ( resmi TKP) resmen kurulmuş olup, faaliyetini tanzim ettiğinden ve eskiden kurulmuş olan gizli Yeşil Ordu teşkilatı dahi partiye dönüştüğünden dolayı artık Bolşevizm, Komünizm fikir ve esasları üzerinde hiçbir cemiyet veya heyetin fotoğrafı, belge ve vesikanamesi olmaksızın kim olursa olsun, bir kişinin faaliyette bulunması da bırakılmayacaktır. Keyfiyeti iç işlerine bildirilmiştir." ( *)

Ve aynı tarihlerde, Resmi TKP nin yayın organı "yeni gün"de başyazar olan Yunus Nadi, resmi hareketin dışındaki hareketleri "tahripkâr" ilan ediyor. " Bolşevizmi ancak Türkler getirebilir ve ancak yukardan gelebilir." diyor.

Mustafa Suphi, bu tarihlerde, Kasım 1920 de, Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta, “TKF nın, TBMM Hükümetini, emperyalist devletlerle savaştığı müddet süresince bütün gücüyle desteklemeye, savaş cephelerinde zaaf ve dağılmaya sebep olacak her türlü aşırılıktan kaçınmaya karar verdiği gibi, zulüm ve iğtisaba karşı mücadele hislerinin halk sinesinde derinleşmesini sağlamak üzere Parti faaliyete geçmeye lüzum görmüştür ki, bunun kanuni şekilde cereyan etmesi için TBMM Hükümetince gereken müsaadenin ümit edilmektedir. TKP hakkında mektubumuzu takdim eden yoldaş bilgi verecektir." (*)

1920 yılının koşullarında Türkiye’deki Komünizm hareketini kaba yöntemlerle bastırmak çok zor. Çünkü Bolşevizmin prestiji çok yüksek. Bolşevizm bir kurtarıcı olarak görülüyor. Bu nedenle bilen, bilmeyen, inanan, inanmayan herkes komünist görünmeye çalışıyor. Bu, TKP sine komünizmin dışından ve başka arayışlarla girmeyi kolaylaştırıyor. Bu da TKP bünyesine zararlı mikropların girmesine olanak veriyor.

Mustafa Kemal ve arkadaşları ki, İttihat ve Terakkide yetişmişlerdir, bu kadar yüksek bir prestij taşıyan komünist hareketi cepheden saldırarak etkisiz hale getirmenin imkânsız olduğunu görüyor. Bu durumda Mustafa Kemal için tek yol, Komünist Hareketi kontrol altına almak oluyor. Ve Resmi TKP kuruluyor.

Aynı tarihlerde Sovyet Rusya’da, Mustafa Suphi’ye yakın olduğu anlaşılan Pavloviç’in bir çalışmasında, "Türkiye’de ve genel olarak Doğuda başlayan güçlü komünist hareketi kendi parti amaçları için kullanmak ve iktidara sağlam bir biçimde yerleşmek isteyen İttihat ve Terakki Partisinin eski taraftarları, tüzüğü ile birlikte Türkiye Komünist Partisinin adını benimsemekle kalmadı, Ankara’da bir komünist partisi genel merkez komitesi kurdu" (** ) diye belirtiyor.

Siyasal yaşamını iTTİHAT ve TERAKKİ ile mücadele ile geçirmiş olan Mustafa Suphi de muhtemelen böyle düşünüyor ve Mustafa Kemale yazdığı mektubundan kısa bir süre sonra Türkiye’ye hareket ediyor ve Trabzon açıklarında arkadaşlarıyla birlikte hunharca öldürülüyor.

Mustafa Suphi’nin Türkiye’deki ve başında Mustafa kemalin olduğu Kurtuluş hareketine yardıma gitmesinde bir terslik yok. Terslik, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının sinsiliğinde ve M.Suphi’nin bu sinsiliği Kemal yerine İttihat ve Terakkide aramasındadır.

Lenin, "tüm komünist partileri Burjuva-Demokrat kurtuluş hareketlerine yardım etmelidir " diye yazıyor. Bunun anlamı şudur, komünistler, demokratlarla işbirliği yapabilir, yapmalıdır. Ancak Lenin devam ediyor," geri ülkelerdeki Burjuva-Demokrat kurtuluş eğilimlerine bir komünist renk verme girişimleriyle kararlı bir biçimde mücadele etmek zorunludur."
Lenin, Komintern’in ikinci kongresinde okuduğu tezlerinde ,"Komünist Enternasyonal, kolonyal ve geri ülkelerde burjuva demokrasisi ile geçici bir ittifak yapmalıdır, fakat onunla birleşmemelidir ve her şart altında, en embriyonik halde olsa bile, proleter hareketin bağımsızlığını korumalıdır." diyor. Ancak Lenin’in bu tezleri özellikle geri ülkelerden gelen delegelerce vurgu açısından yumuşak bulunuyor.

Yumuşak bulanlardan birisi M.N. Roy dur. Kolonyal ülkelerde, birincisi, kapitalist düzen içinde siyasal bağımsızlık isteyen ulusal burjuva demokrat hareketlerle, ikincisi, her türlü sömürüye karşı topraksız köylünün mücadelesi arasında çok yalın bir ayırım yapan ve ikincisini birincisine tabi kılma girişimlerine Komintern’inin muhalefet etmesi gerektiğini vurgulayan Roy, "kurtuluş hareketinin gerçek gücü, temeli, sömürgelerde burjuva demokrat milliyetçiliğin dar çerçevesi içine sıkıştırılamaz." diyor.

Kuşkusuz Roy’un ve aynı yaklaşımı gösteren diğer delegelerin itirazlarında Lenin’in dedikleri ile öz olarak çelişen bir yan yoktu fakat vurgular ve varılan sonuç farklı idi.
Lenin, bunun üzerine, Roy'un tezleri üzerinde de canlı tartışmalar olduğunu işaret ederek, " sorun şöyle kondu" diyor ve ekliyor, "Biz kurtuluş yolunda olan ve bunlar arasında savaştan sonra ilerlemeye doğru belli adımlar atan geri ülkeler için, ekonomik kalkınmada kapitalist gelişme aşamasının kaçınılmaz olduğu iddiasını doğru mu kabul edecektik? Diye soruyor. Sonra da “Biz bu soruyu olumsuz cevapladık. Eğer muzaffer proletarya bunlar arasında sistematik propaganda yaparsa ve Sovyet hükümetleri ellerindeki tüm imkânlarla bunların yardımına gelirse, bu durumda geri halkların kapitalist kalkınma aşamasından kaçınılmaz olarak geçmesi gerektiğini varsaymak yanlış olacaktır."

Bunların konuşulduğu tarih ile Mustafa Suphilerin Türkiye’ye hareket ettiği tarih aynı tarih
dilimindedir.

Lenin’in, Mustafa Kemal’in liderliğindeki Burjuva Demokrat ulusal kurtuluş hareketi ile geçici bir ittifaktan yana olduğu görülüyor. Mustafa Suphilerin de Türkiye’ye bu ittifakı sağlamak için gitmeleri bununla uyumludur. Ancak bir sorun var, bu ittifaka, son derece sınıfsal olarak hareket eden Mustafa Kemal sıcak bakmıyor. Nedeni Bolşevizm’in Türkiye’deki yüksek prestijidir ve Proletaryanın bu yüksek prestijle kurtuluş hareketinin tarafları arasında sistematik propaganda ile daha da öne geçeceğini önceden hesap ediyor. Prestiji cepheden saldırarak kıramayacağını görüyor ve sinsi yöntemlerle Komünist hareketi kontrol altına almayı seçiyor. Önce içerdeki komünistleri, Bolşevizm’e savaş açmadan, içeri attırıyor, sonra Mustafa Suphilerin Trabzon’da katledilmeleri için her türlü şarta kapı açıyor. Mustafa Suphi, işin bu yanını göremiyor ve Burjuva Demokratlarla geçici ittifak için arkadaşlarıyla birlikte Türkiye’ye geçerek, Trabzon’da acı bir sonla karşılaşıyor.

Lenin, Mustafa Kemalle komünistlerin geçici ittifakını savunurken, Mustafa Kemalin ve diğer demokratların komünist renk çalmasına karşı çıkıyor, Mustafa Suphi’nin TKP si Komintern’e alınırken, Resmi Komünist Partisi Komintern’e alınmıyor.

15LERİN anmasındaki, onların unutulmamasındaki kodların bunlar olduğuna inanıyorum. Ama Kemal Tahir'e ve onun mantığını taşıyanlara göre böyle değil, K. Tahir şöyle diyor; "Mustafa Suphi ve arkadaşları, Trabzon’dan Yahya Kâhya'nın bulduğu bir motora bindiler, denize açıldıktan az sonra, Yahya Kâhya'nın adamı Faik reis, başka bir motorla peşlerine düştü ve geriye sadece Mustafa Suphi'nin güzel Rus karısı ile döndü. Sovyetler, böyle bir heyetin toptan katledilmesi karşısında, Türk Dışişlerine durumu soruyor ve aldığı cevapla yetiniyor. Rusların para yardımı yapmalarının da bu olaydan sonra olduğunu söyleyeyim de Mustafa Suphi ve arkadaşlarının kimin emriyle boğazlatıldığını siz kendiniz çıkarın". Evet, Kemal Tahir böyle diyor.
"...siz kendiniz karar verin" Diyor ya Kemal Tahir, işte verilen karar ve 15LER’den çıkarılacak ders bu oluyor, Kemal Tahir'in kafasını taşıyanlarca.

Oysa o tarihlerde Lenin, bir taraftan Proletarya diktatörlüğünü dünyanın siyasal durumunun merkezine koyarken, diğer taraftan Sovyet sisteminin dünya emperyalizmine karşı zafer kazanması gerektiğini koyuyor ve bunun için tek ülkede kurulan sosyalizmin, dünya emperyalizminin yıkıcılığından korunmasının birinci görev olduğunu ve bunun ulusal kurtuluş hareketlerinin başarıya ulaşmasının da tek koşulu olduğunu söylüyor.

TKP nin ilk önderlerinin Türkiye'ye dönmelerindeki kodları da burada aramak gerekmektedir ve elbette TKP sinin, bu politikaya bazı sapmalar olsa da, sadık kaldığını hatırlamak gerekmektedir. Sovyet deneyimine kan damlayan bir öfke ile yaklaşmak, bu güne taşıdığı dersleri görmezden gelmek ve bunu 15LERi anarken gündeme getirmek, dünya sosyalist hareketini, Sovyet sosyalizmini ve Türkiye Komünist hareketinin gelişimini, tarihi sınırları içinde, tarihinin özgül durumu içersinde ve gelişimi içinde ele almadan değerlendirme eğilimi ile yüklü bir kolaycılıktır. Bu kolaycılığı model yapmak isteyenler ise, kapitalizmden hiç bir zaman umudunu kesmemiş olan sahte sol gömleklilerdir.

Yine bu tarihlerde Lenin'in, Komintern’inin ikinci kongresinde, "Komünist enternasyonal, kolonyal ve geri ülkelerde burjuva demokrasisi ile geçici ittifak yapmalıdır, fakat onunla birleşmemelidir ve her şart altında, embriyonik halde olsa bile, proleter hareketin bağımsızlığını korumalıdır" demesinde ve "geri ülkelerdeki burjuva -demokrat kurtuluş eğilimlerine bir komünist renk verme girişimleri ile kararlı biçimde mücadele etmek gerektiğini" vurgulamasında, çok açık dersler olduğu ve yukarda örneklediğim tespit ve yaklaşımı ile uyum içinde olduğu görülmektedir.

Yani hem Kemalist cumhuriyetle ve aynı zamanda İngiltere ile dostluk ve işbirliği anlaşmaları imzalanmasının bu perspektif ve yaklaşımla bağlı olarak değerlendirilmesinin ve bundan Mustafa Suphilerin katledilmesinin Lenin'e ve Stalin'e bağlanmasının tarihsel körlük olduğunun anlaşılmasının o kadar da zor olmadığını görmek gerekmektedir.

Sonuç olarak ve tekraren, Mustafa Suphilerin katledilmesini, tümüyle İttihat ve Terakkinin devamı olan Mustafa Kemal'in, Anadolu'da bağımsız bir komünist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin yükselmesinin önüne geçmek ve bununla bağlı olarak geliştirdiği, sınıflar üstü politikası ile kapitalizmi yerleştirirken, bütün sınıfları kendine tabi kılma mücadelesinin içinde aramak gerekmektedir. Ve elbette Mustafa Suphi'nin, Mustafa Kemal'in bu sınıfsal bakışını göremediğini görmek gerekmektedir.

Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, komünizmin en prestijli olduğu bir zamanda sinsi bir şekilde katledilmesi, şüphesiz komünist harekete son derece büyük bir darbe vurmuştur. Komünist hareketteki bu kesinti, Bolşevizm'in bir kurtarıcı olarak görüldüğü, bu nedenle bilen, bilmeyen, inanan, inanmayan herkesin komünist görünmeye çalıştığı, bunun da TKP’ye komünizmin dışından ve başka arayışlarla girmeyi kolaylaştırmış olması ve böylece TKP’nin bünyesine zararlı mikropların girmesinin kolaylaşması koşulları ile bütünleşince, Türkiye'de, sosyalist hareketin, SOSYALİST İKTİDAR perspektifinden uzak, burjuva demokrasisini geliştirerek ve tamamlayarak sosyalizme geçme çizgisinde takılı kalması sonucunu getirmiştir.

15LERİ anarken, en doğru ve yararlı bakış, sınıfsal bakış, komünistçe bakış budur. Tarihsel ve doğru dersler bu bakış ile alınabilir.

O zaman Lenin, komünistlerin zaman zaman demokratlarla işbirliği yapılabileceğini ama demokratlarla sosyalistleri karıştırmamak gerektiğini işaret ediyordu. Buradan hareketle, Türkiye'de komünistler, Mustafa Kemal'i destekleyebilirlerdi ama Mustafa Kemal'in ve diğer demokratların komünist renk çalmalarına izin vermemeliydiler.

İşte bu nedenle Mustafa Kemal'in kurdurduğu resmi Komünist Fırkası (partisi) Komintern'e alınmamıştır.

Öyleyse, Lenin'in, Mustafa Kemal'in liderliğindeki burjuva-demokrat hareketlerle geçici bir ittifaktan yana olduğunu, Komünistlerin bunları desteklemesini istediğini anlıyorsak, Mustafa Suphi'nin bu politika gereği Anadolu'ya hareket ettiğini düşünmek o kadar zor olmasa gerektir. Ayrıca ve bununla birlikte, Lenin’in politikasına göre, Mustafa Suphi'nin ölmesi değil, ölmemesi gerekiyor. Dolayısıyla Mustafa Suphi'nin, öldürülmek üzere Türkiye'ye Lenin tarafından gönderilmiş olması da koca bir yalan olmaktadır.

Şimdi ise,15LERİ anma üzerinden Lenin'i ve Sovyet sosyalizmini, Mustafa Suphilerin katledilmesinin müsebbibi göstererek ve herkes için (bu burjuvazi için de demektir) "demokratik sosyalizm"i ya da, "özgürlükçü sosyalizm" i işaret ederek, Lenin'e inat, demokratların komünist renk çalmalarına izin vermek çabası hüküm sürmektedir. Bu ise, tarihten ders almamak yanında, ikiyüzlü bir anti-Kemalizm yaparken, 15LER üzerinden komünistlere, sosyalistlere, devrimci- demokratlara yanlış hedefler göstermektir. Bunu yaparken de, tarihi gerçekler çarpıtılmış olmaktadır.

Evet, 15LERİ unutmadık, unutmayacağız ve unutturmayacağız. Ama nasıl?
15LER üzerinden hem 15LERİN geride bıraktıkları komünist hareketi, emperyalist burjuvazinin ideolojisiyle uyumlu hale getirmeye çalışırken, hem de komünist hareketi, emperyalist burjuvaziye karşı, tekellere karşı ve 12 Eylül faşist rejimine karşı biriken öznel ve nesnel güçlerden koparmaya çalışanları ve bununla birlikte Komünist hareketi bozuk bir sosyalizm alanına sürüklemeye çalışanları deşifre ederek; tekellerin ideolojik hegemonyasına karşı yürütülen ideolojik mücadeleyi en saf biçimde ve en keskin şiddetiyle sürdürerek; vaktiyle Mustafa Kemal’in de korktuğu, komünistlerin, antenleri açık vaziyette olan emekçi kitleler arasındaki, şu anda uçurumun kenarına sürüklenmiş güçler arasındaki, politik hegemonyasını geliştirmek ve emperyalist burjuvaziye, tekellere ve elbette faşist 12 Eylül rejimine karşı olan güçleri sosyalist iktidar yürüyüşüne bağlamanın politik hünerini göstermektir.
Fikret Uzun

27 Ocak 2011

(*) Rasih Nuri İleri -Atatürk ve Komünizm
(**) M.Pavloviç-V.Gurko -F.Raskolnikov. Bağımsızlık Mücadelesinde Türkiye