7 Şubat 2016 Pazar

SİZİ GİDİ MARXİZM KIRAATHANESİNİN MARXTAN KORKAN TİLMİZLERİ-II



SİZİ GİDİ MARXİZM KIRAATHANESİNİN MARXTAN KORKAN TİLMİZLERİ-II

“Komünistler ne egoizmi fedakârlığın önüne koyarlar ne de fedakârlığı egoizmin karşısına çıkarırlar. Onlar bu karşıtlığı teorik olarak ne şu ehlikeyif ne de bu tumturaklı ideolojik biçimde ele alırlar; aksine onun kendisiyle birlikte kendiliğinden ortadan kalkacağı maddi kaynağını ortaya koyarlar. Komünistler, Stirner’ in uzun uzadıya yaptığı gibi ahlak vaazı vermezler, insanlara birbirinizi sevin, egoist olmayın vb. türden ahlaki talepler dayatmazlar; tersine onlar, egoizmin tıpkı fedakârlık gibi belirli koşullar altında bireylerin kendilerini başarıyla var etmesinin zorunlu bir biçimi olduğunu çok iyi bilirler. Dolayısıyla komünistlerin kesinlikle, Aziz Max’in sandığı gibi, genel, fedakâr insan uğruna “özel birey” i ortadan kaldırmak gibi bir niyetleri yoktur. Bu bir kuruntudur.

Tarih incelemesine ayırabilecek zamanı olan yegâne komünistler olan teorik komünistlerin ayırt edici özelliği, tam da, tarihin tamamında “genel çıkar”ın “özel insan” olarak belirlenmiş bireyler aracılığıyla yaratıldığını keşfetmiş olmalarıdır. Onlar bu çelişkinin yalnızca görünüşte olduğunu bilirler; çünkü onun “genel çıkar” denilen yanı, aralıksız biçimde “özel çıkar” denilen diğer yanı tarafından yaratılmaktadır ve birincisi ikincisinin karşısında kesinlikle bağımsız bir tarihi olan bağımsız bir güç değildir. Öyle ki bu çelişki pratikte sürekli olarak ortadan kaldırılır ve yeniden üretilir. Dolayısıyla söz konusu olan, bir karşıtlığın iki yanının Hegelci bir “negatif birliği” değil, bireylerin maddi olarak belirlenmiş önceki varoluş biçiminin maddi olarak yok edilmesidir. Bunun ortadan kalkmasıyla, birliği ile birlikte söz konusu çelişki de ortadan kalkacaktır.

Böylece,’sıradan anlamda egoist’in ve ‘fedakâr egoist’in karşısına konan ‘kendisiyle barışık egoist’in en başından itibaren her ikisine ve gerçek insanların gerçek ilişkilerine dair bir yanılsama üzerine kurulu olduğunu görmüş bulunuyoruz.”
(Marx, Alman İdeolojisi-

Yeni Ahit: “Ben” –Kendisiyle Barışık Egoistin Fenomenolojisi ya da Mazeret teorisi)
BORGA birader

Bir önceki mektubumda aktardıklarımla aydınlanmadıysan, başka ifadeyle asıl konuya dönüş yolunda kaybolup, bir türlü asıl konuya dönemiyorsan ve yukarda Marx’tan aktardıklarım da zihnini hala açmadıysa, zihnini açacak, yolunu aydınlatacak başka önerilerim de vardır, belki böylece zihninin açılmasına son bir yararım dokunur!

Önce şu başlıkta,
KOMÜNİSTLERİN YANITIDIR: Diyanet Sen Bir Sus başlığında; yani ”GERÇEĞİN PEŞİNDEN GİTMEKTEN KORKMAK, AHMAKLARIN VE CAHİLLERİN İŞİDİR, GERÇEĞİN ÖNÜNE DİKİLMEK İSE HAİNLERİN İŞİDİR!” dediklerimi değerlendir!

Sonra,
KOMÜNİZM PROLETARYANIN ÖZEL GÖREVİNİN KONUSUDUR başlığında dediklerimi değerlendir!
Olmadı,
Gururla Bakıyorum Dünyaya başlığında dediklerimi değerlendir!

Gene olmadı,
BİR KEZ DAHA HATIRLATIYORUM Kİ EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR başlığında dediklerimi değerlendir!

Olmadı yakın zamanda yazdığım “
PARADİGMANIN İFLASI–İFLASIN PARADİGMASI–I ve II” başlıklarında dediklerimi değerlendir!

Liste uzun, istersen başkalarını da değerlendirebilirsin, hiç biri olmadı, şunu değerlendir, hem soruyordun “kim?” diye; “
TEK BAŞINA MUTLULUK UTANILACAK BİR ŞEYDİR” başlığında astığım Deniz Hakan’ın “AHLAK TEORİSİNE DÖNÜŞ” başlıklı çözümlemesini değerlendir!

Masallarının gerçeklere karşı ne denli hurafe ve neticeye karşı ne denli hatice olduklarını bir kez daha göreceksin; haticelerle değil neticelerle ilerleyeceğimizi de çok net göreceksin!

Ama sen zaten bunu biliyorsun değil mi? Olsun ben gene de göstereceğim!

En mutlak olan eninde sonunda mutlaka bilgidir; gerçeklere eğilimimizin vazgeçilmezliği bundandır. Ama bilgiyi kilisenin ya da diyanetin hükmünde bırakarak, gerçeğe varamazsın; daha önemlisi bu şekilde “demokratik” olsun ya da olmasın Kürt ulusunu inşa edemezsin!

Bilgilenmek mi istiyorsun, neyin ne ile bağını kurmak gerektiği konusunda işin içinden çıkamıyor musun? Bırak Weitling’i meitling’i ya da Kropotkin’i mropotkini; eğer dikkatli değerlendirirsen ve “yerim dar” demekten vazgeçersen, bu değerlendireceklerinde her şey var, ne ararsan var; tarihe senden de notlar var; gelecek kuşaklar halimize müthiş gülecekler; önce senin zırvalarına, sonra da benim bu zırvalarını muhatap alıp da ciddi ciddi cevap vermeme gülecekler!

Evet değerlendir; ama gerçekten değerlendir; ondan sonra eleştireceksen eleştir; mahkûm edeceksen et; tiksineceksen de tiksin ve gene ama, gerekçelerini de değerlendirdiğin yerlerden bize göster; ne demişiz, ne anlatmışız, yalan mı anlatmışız, doğru mu anlatmışız, ya da anlayamamış mısın, anladıysan itirazın nedir, anlat ki bilelim; yanlışımız varsa, eksiğimiz varsa düzeltelim, tamamlayalım!

Gerçekten değerlendirirsen, bütün sorularının cevaplarını bulacaksın; ne denli zırvaladığını da anlayacaksın; ama sen biliyorsun zaten zırvaladığını; buna mahkûmsun; başka türlü gerçeklere karşı nasıl ısrarla cenk halinde kalabilirsin ki? Aslında sözüm sana değil, bunu da biliyorsun, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” mislidir.

Ağzını açtığında, nerdeyse, insanlığın başına gelen bütün felaketlerin müsebbibi olarak göstermeye çalıştığın Engels’in söyledikleri de sorularına net cevaplardır ve böylece birinci bölümde dönmeyi planladığım ahlak konusuna da dönebiliriz.

Engels, Dühringi eleştirdiği ünlü eserinde “Bugün bize hangi ahlak öğütleniyor?” Diye sorar ve şöyle cevaplar:

“Önce, özsel olarak bir Katolik ve bir de Protestan ahlaka ayrılan ve böylece Katolik-Cizvit ahlak ile Protestan-Ortodoks ahlaktan mezhebi geniş ahlaka değin giden, geçmiş yüzyılların iman kalıtı Hıristiyan feodal ahlak. Bunun yanında modern burjuva ahlakı, sonra hemen bunun yanında da geleceğin, proletaryanın ahlakı bulunur; öyle ki yalnızca Avrupa'nın en ileri ülkelerinde geçmiş, bugün ve gelecek, birbiri yanında aynı zamanda geçerli üç büyük ahlak teorisi grubu sağlar.”

Engels’in, devamında sorduğu,“Öyleyse hangisi gerçek ahlaktır bunların?” sorusunun cevabı ise şöyledir:

“Kesin ve mutlak anlamda, hiçbiri; ama süre vaat eden öğelere en çok sahip bulunan ahlak;(dikkatli oku, hala bir mutlaklık yoktur) şu anda kuşkusuz bugünün altüst oluşunu, geleceği temsil eden ahlaktır, yani proleter ahlak.”

Bunları söyledikten sonra Engels şöyle devam eder:

“Modern toplumun feodal soyluluk, burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç sınıfından her birinin kendi öz ahlakına sahip bulunduğunu gördükten sonra, bundan ancak insanların, ister bilinçli, ister bilinçsiz olsun, ahlak anlayışlarını, son çözümlemede sınıf durumlarının dayandığı pratik ilişkilerden, içinde üretim ve değişimde bulundukları ekonomik ilişkilerden aldıkları sonucu çıkartabiliriz.

Ahlak dünyasının da, tarihin ve ulusal farklılıkların üstünde bulunan sürekli ilkeleri olduğu bahanesiyle, herhangi bir ahlak dogmatizmini bize ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez bir ahlak yasası olarak kabul ettirme yolundaki her savı yadsıyoruz.

Tersine, geçmişin her ahlak teorisinin, son çözümlemede o zamanki toplumun ekonomik durumunun bir ürünü olduğunu ileri sürüyoruz. Ve nasıl toplum, şimdiye değin sınıf karşıtlıkları içinde gelişmiş bulunuyorsa, ahlak da aynı biçimde her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; bu ahlak, ya egemen sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını doğruluyor, ya da ezilen sınıf yeterince güçlü bir duruma geldiği andan başlayarak, bu egemenliğe karşı baş kaldırmayı ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarını temsil ediyordu. Gene de insan bilgisinin bütün öteki dalları için olduğu gibi, ahlak bakımından da genel olarak bir ilerleme olduğundan kuşku yok. Ama henüz sınıf ahlakını aşmamış bulunuyoruz. Sınıf karşıtlıklarının ve bu karşıtlıkların anısı üzerinde yer alan gerçekten insanal bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının yalnızca yenilmekle kalmadığı ama yaşama pratiği bakımından unutulmuş da bulundukları bir toplum düzeyinde olanaklı olabilir.”

BORGA birader, özgür istence, irade-i cüziye denilen şeye, insan sorumluluğuna, zorunluluk ve özgürlük ilişkisine değin gitmeden, ahlak ve hukuk, gerektiği gibi incelenemez.

Ahlak ancak eylemde ortaya çıkabilmektedir; eylem ise bir seçme ve özgürlük alanını meydana getirmektedir. İrade, istenç, kesinlikle özgürlükle birlikte düşünülebiliyor; tersi de doğru, iradesi olmayanın özgürlüğü de yoktur.

Ahlak dünyasında insan, kendisini sürekli deneyerek ve sınayarak geliştiriyor; ahlakın teorik bir içeriği ve başlangıcı yoktur; yurt sevgisini, paylaşmayı, ortaklaşmayı, cesaret ve sadakati, akıl yoluyla bulmak mümkün olmuyor; üstelik günümüz tekelci düzenlerinde, aklın bu düzenin hesaplarıyla özdeşleştiği bir zamanda, halkı için darağacına gidenleri, paylaşmayı bir yaşam ilkesi sayanları, risk almadan zaman doldurmayı yaşam kabul etmeyenleri, sadakati hep maddi kazanımlara tercih edenleri ve bu tür davranışları kimse” akıllı” bulmuyor!

Bu durum, ahlaklı yaşamla eylemli yaşamı birbirinin içine sokmaktadır; yani bu durumda ahlakın varlık nedeni eylemlilik oluyor; eylem yoksa ahlak da olmuyor. Tekelci aşamada insan, insanı tarif eden çizgileriyle, en çok savaş alanında gerçekleşiyor; öyleyse, tekelci aşamada ahlak başkaldırı olmaktadır!

Velhasılı kelam, Kant’ın dediği gibi,”ahlaklılığı örneklerle göstermeyi istemek, ahlaklılığa yapılabilecek en büyük kötülüktür.” Ahlak örnekler halinde formüle edilemez; her zaman eylemin bir damarı olarak var olmak durumundadır. Engels’in dediği gibi, ahlakın ve ahlak düşüncesinin parametreleri olan “iyi” ve “kötü” değerleri, hem toplumdan topluma ve hem de toplum içinde zamandan zamana değişirler.

Komünistler’ e gelince; onlar, hiç ahlak vaaz etmezler. İnsanların önüne “birbirinizi sevin”, “egoist olmayın” türünden ahlaki talepler koymazlar. Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey yoktur.

BORGA birader, Marx’ın 1844 El Yazmaları’nda dedikleri de az zihin açıcı değildir!

Din, aile, devlet, hukuk, sağtöre, bilim, sanat, vb... tikel üretim biçimlerinden başka bir şey değildirler ve genel üretim yasasına uyarlar. Özel mülkiyetin olumlu kaldırılması, insanal yaşamın temellükü, demek ki tüm yabancılaşmanın olumlu kaldırılması, sonuç olarak din, aile, devlet, vb. dışı insanın, kendi insanal, yani toplumsal varlığına dönüşü anlamına gelir.

… M. Michel Chevalier, Ricardo'yu sağtöreyi bir yana bırakmakla kınar. Ama Ricardo, iktisadı kendi öz dili ile konuşturur. Eğer iktisat sağtörel değilse, Ricardo bu konuda bir şey yapamaz. M. Chevalier, sağtöre yaptığı ölçüde iktisadı bir yana bırakır, ama ekonomi politik yaptığı ölçüde de, sağtöreyi zorunlu olarak ve gerçekten bir yana bırakır.

İktisadın sağtöre ile bağlantısı, eğer ayrıca keyfe bağlı, olumsal ve bunun sonucu temelsiz ve bilimsel özlükten yoksun değilse, eğer yapmacık olarak önem verilmiyor, ama özsel olarak göz önünde tutuluyorsa, iktisadi yasaların sağtöre ile bağlantısından başka bir şey olamaz: eğer bu görünmüyor, ya da daha doğrusu tersi oluyorsa, Ricardo'nun bunda suçu ne?

Ayrıca iktisat ile sağtöre arasındaki karşıtlık bir görünüşten başka bir şey değildir ve eğer bir karşıtlık varsa, bu o karşıtlık değildir. Ekonomi politik, sağtörel yasaları kendi biçiminde dile getirmekten başka bir şey yapmaz.

Marx’ın ve Engels’in bu dediklerine katılmayabilirsin, bu yüzden eleştirebilirsin, daha önce de hatırlattım, Marx ve Engels, Marxizm, eleştiriden azade değildir; tam tersine eleştiri Marxizme her zaman iyi gelir ve ilerletir; Marx’ı eleştirmeden onu en tam ifadesiyle anlamanın mümkünatı yoktur; yani Marx’ı eleştirmek mümkündür ve yapılmalıdır; fakat eleştirenlerden, eleştirdiği şeyi bilmelerini beklemenin hakkımız olduğunun da kabul edilmesi gerekmektedir.

Fakat sen, Marx ve Engels’in dediklerini anlamıyor olman bir yana, eleştirmiyorsun da; “tiksintini” haklı göstermek için bahane yaratmaya çalışıyorsun; yalan –yanlış, daha çok da anlaşılmaz, ipe sapa gelmez desek daha doğru, böyle laflarla ortalığı bulandırıyorsun!

Biz ise, seni adam yerine koyuyoruz, adam gibi anlatıyoruz, sen ise inatla o anlaşılmaz, ipe sapa gelmez lakırdılarını, evirip çevirip, ya üzerimize fırlatıyorsun, ya da iplere dizip, rüzgâra karşı yellendiriyorsun!

Aslında iplere dizdiğin, belki de gerçekler karşısındaki çaresizliğindir, hatta bir mahkûmiyetin ifadesi olan zavallılığındır!

Bu durumda, halkın adamı mısın, gerçeklerin adamı mısın yoksa sana bu mahkûmiyeti dayatan karanlıkla örtünmüş olanların, bu bin yıllık silaha yeniden sarılanların adamı mısın? Bunu sorgulamak hakkımız olmaktadır!

Şunu da söyledim ki, bugün, içinde bulunduğu tarihinin en derin bunalımını, iktisadi olarak mevcut dinamikleriyle aşamadığı sınırlara dayanmış olan; bu yüzden Ortaçağ’a yönelmekten medet uman bir emperyalist kapitalist sistem ile karşı karşıyayız; oysa bu sistem, yakın zamana kadar kendisinin ilan ettiği düşmanını kaybetmiş olmanın sevincini yaşıyordu; fakat belli ki bu sevinç kendisinin yaşam sevinci yaşaması için yetmiyor ve bir süredir, yaşamına yönelik bir tehdit olarak gördüğü, hepimizin tanıdığı bir hayaletin korkusu ile yine yeniden feveran etmekte ve kullanıla kullanıla Marxist’liği kalmamış olanlarla, hiçbir zaman Marxist olmamış “Marx (özellikle de genç Marx) – sever” leri yardıma çağırmaktadır!

Yardım çağrısı, dünyayı topyekûn bir Ortaçağ trenine doldurup, emperyalist sistemi tarihinin gerisine yönelterek ilerletmek içindir ve bu çağrıya, Marxistliği kalmamış, ya da hiç Marxist olmamış bilumum “Marx-severler” yanında, senin de icabet ettiğini düşünmemiz haksızlık sayılmamalıdır!

Bunun sizin için elbette bir mantığı vardır; kendi içinde tutarlıdır da; bu anlamda haksızlığımız olabilir ama bu tutarlılığın ve mantığın kıymet-i harbiyesi hepinizin şimdi Yeni Dünya Düzeni olarak telaffuz edilen Pax-Americana’ya teslim olmanızdır ki işte bu yüzden haksız değiliz!

Nazizmin determinizmi, soğuk savaşın ise Marxizmi boğmaya başladığından bu yana, artık emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin zapt-ı raptı altına giren sosyal bilimlerin, dolar demetlerinin de yardımı ile hızla kendisini çoğaltmış olduğu, Sosyal Antropoloji, Sosyal Psikoloji, Davranışçı Okul, Siyaset Bilimi, Kalkınma İktisadı ve iletişim araştırmalarının hızla komünizme karşı mücadelede bilimler hiyerarşisi içindeki yerlerini almış oldukları, daha doğrusu imal edilmiş oldukları bir zamanda buna elbette şaşırmıyoruz!

Bütün bunlar, elbette maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfın, zihinsel üretimi belirlemede yaşadığı zorlukların üstesinden gelmesi içindir. Bu da, politik olanlar vb. ve insanların akıllarından çıkmayan gelenekler bile bir rol oynasalar da, en sonunda belirleyici olanın, ekonomik etken olduğunu gösterir.

Hatırlayalım, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, zihinsel üretimi de belirler, demiştik; öyleyse “bu belirleme ortadan kaldırılmadan bu devrim tamamlanamaz” derken de haksız sayılmayız!

Şunu çoktan anlamıştık; bir kere mahkûm olmuşsun karanlığın kırbacına; o yüzden sen de haklısın; gerçekler karşısında da özgür değilsin, gerçeklere karşı giydiğin mahkûmiyet nedeniyle de özgür değilsin; ama şu gerçek ki, utanmadan bir de gerçekler karşısında özgürlük istiyorsun; hükmünü yerine getirmeye çalıştığın karanlığın karşısında ise gönüllü köle mislisin; velhasıl karanlığın kırbacı ile sersemlemiş gibisin!

Yani demem o ki, gerçeklere karşı yalan-yanlış atıp tutasın ama kimse de sana müdahale etmesin ve gönül rahatlığı ile giydiğin mahkûmiyeti tüketesin; işte yana yakıla bunun için çabalıyorsun!
Karanlık mı?

“Karanlık” dediğimde, tekellerin düzenini anla; yani 12 Eylül dinci-gerici, Osmanik-İslamik, bir de üstüne faşist diktatörlük rejimini anla; ona karşı bir sürü babayani palavra atıp, bu rejime ya da senin anlayacağın dilde söyleyeyim, siyasal İslam’a biat etmek ancak sizin gibilere yakışıyor!

Gerçeklere “hoşt hödük!”, karanlığa ise “neden geciktin ağam, biz hanidir hazırız!” diyorsun; ondan sonra da Weitling’ in gözünden baktığın için öyle görmeyi tercih ettiğin “ekonomist” marxistlerden “tiksiniyorum” diyorsun; sen önce emperyalizmden tiksin, tekellerin sömürüsünden tiksin, insanları insanlığından, ahlakından çıkarmasından tiksin; “halk devrimi” diye diye, halkı devrimcisizleştirenlerden tiksin; “sosyalizmden de ileri bir demokratik özerk komün” diye diye, halkı karanlığa köle yapmak isteyenlerden tiksin; bunun için onlara ideolojik tetikçilik yapan sahte sol gömlekli azap zebanilerinden tiksin; tekelleri ve düzenlerini sevdirmeye çalışan ideolojik tetikçi sahtekârlardan tiksin!

Tiksinebilir misin?

Elbette hayır; çünkü aynı karasularda, aynı kaplardan su içerek karanlığa sürükleyen yolların taşlarını birlikte döşüyorsunuz!

Sizin “demokratik” özerk komün nakaratınız, Marx’ın deyişiyle, demokratik barışla emperyalizmin, demokrasiyle padişahlığın vb. bağdaşmazlığını boğuntuya getirmek için asıl ve acı gerçeği süsleyip güzelleştirmeye yarayan bir martavaldan öte değildir!

Bu nakarata konu ettiğiniz siyasi talebiniz ancak demokratik bir cumhuriyette yer bulabilecekken, tam aksine cumhuriyete karşı, padişahlığa, halifeliğe, yobazizme teşne olarak ve sanki ortada demokratik bir cumhuriyet varmış gibi “demokratik” özerklik yollu haykırmanız, bir bayağı köylü kurnazlığıdır!

Bu talebiniz, dinci-gerici, Osmanik-İslamik üstüne bir de faşist bir diktatörlük olan 12 Eylül rejimi tarafından, bir “demokratik” anayasa değişikliği ile ”ne demek paşam emrin olur” diyerek yerine getirilince, ”demokratik cumhuriyetin” de kendiliğinden geleceğini ve bir “parıldayan güneş” misli üzerimize doğacağını vaaz etmeniz ise, tam bir kara mizahtır!

Sonra da kalkıp, “komünizm” kapıda imiş, ya da bu “demokratik” hallerinizle bir dinci-gerici Tanzimat öncesi karanlığın içinde “komünizm” biriktirebilirmişsiniz gibi, daha da önemlisi, “komünizmi oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal” olarak görüp bilimi de hiçe sayarak “komünizm” üzerine laf ebeliği yapıyorsunuz!

Oysa komünistlere göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar.

Senin “tek ülkede”, ya da “evrensel” komünizm için “tasa etmene” gerek yoktur; sınıfsız toplum için sınır devrimci Marxizmdir; sosyalizm, devrimciler için akılcı ve pratik yol olması nedeniyle önemlidir; tarih bize böyle olmadığını gösterirse, vazgeçebiliriz; bu durumda ise akılcı ve pratik yolu bulmak devrimcisizleşmeyi politika sayanların değil, yine devrimcilerin boynunun borcudur.

Sosyalizmin koşulları, proletaryanın bir toplumsal sınıf olarak belirdiği bütün topraklarda değil, onun bir devrimci sınıf olabildiği yerde aranmalıdır. Sosyalizmin geleceği için acil olan, işçi sınıfının devrimciliği sorunudur. Partilerin sihirli bir değnek olmaması, işçi sınıfının var olmamasından değil, devrimci bir işçi sınıfının olmamasından ev bazılarının da bunun üstüne yatarak “yerim dar” demesinden kaynaklanmaktadır.

Sınıf tandanslı partiler, sınıfın hiçlik ile devrimcilik arasındaki kararsızlığından etkilenirler.

Bu yüzden, Marxistlere, hiç işe yaramayan bir ”Komünizm adına Ekonomizmi savunan ve insanlığı madde-nesne sürüsü görmekten bir gıdım öteye gidemeyen ideolojisiz akım…” yaftası fırlatacağına, Kürtlerin gelip gelip bir karanlığın içine girmesi, başka ifadeyle yobazizme biat etmesi konusunda hassas davranmalısın; davranmalısın ki, Kürt emekçileri, devrimcisizleştirilerek, bir hiçliğe doğru sürüklenmesinler!

Diğer yandan, daha önce de hatırlatmıştım, “ekonomizmi savunan” olarak tarif ettiğin, Marx’ta ne bir ekonomi teorisi vardır, ne de ondan böyle bir teori üretmek için açıklık vardır. Aksine Marx’ın itirazları bir disiplin olarak iktisadın varoluşunu imkânsız kılar.

Bütün bu sürecin – üretim-tüketim-bölüşüm-mübadele- toplumdan soyutlanmış olarak kavranması ve teknik bir süreç olarak tanımlanması, toplumun ekonomiye tabi kılınmasının bir sonucudur.

Burada üretim üretim içindir, üretimin toplumsal ve bireysel ihtiyaçlarla ilişkisi kalmamıştır. Dolayısıyla kelimenin yalın anlamında bir “üretim tarzı” ile karşı karşıyayız; burada toplum, üretim tarzının bir sonucu olarak oluşur.

Yani bunda Marx’ın bir dahli yoktur; varsa, ekonomik etkenin dahli vardır; Marx’ın müdahalesi, bir durum tespitidir!

“İktisat toplumu” bizzat kapitalizmin karşılığıdır; "iktisat ideolojisinin" egemenliği için “iktisadi toplumun” varlığı gerekiyor. Yani piyasa, pazar, mübadele yoksa ,“özgür emekçiler” yoksa “iktisat ideolojisi” de olamıyor.

SBKP deneyinin başarısız olması, bu anlamda reel sosyalizmin çökmesi ise, Marxizmin değil, Marxizm anlayışının eksikliğidir ve eksiklikler bizimdir; öyleyse bizler, Sovyetleri “Yalova kaymakamlığı”, işçi sınıfını ise siyasetinin nesnesi yapan anlayışlarla yollarımızı hâlâ ayırmadıysak, bunu tez elden gerçekleştirmeliyiz.

Hepsinden önemlisi , ”özgürlük ve eşitliğin” ,”tarihsel materyalizmin” yol göstericiliğiyle dolaşım alanının dışında ve üretim alanı içinde yeniden tanımlanmasıdır. Piyasanın mümkün kıldığı eşitlik ve özgürlüğün, sınıfsal karakteri teşhir edilmek bir yana,“bilimsel sosyalistler” için bile hâlâ karmaşık ve anlaşılmaz bir sorun olmaya devam etmektedir.

“Eşitlik, özgürlük, demokrasi ve piyasa” arasındaki ilişki ile üretimde eşitlik ve özgürlük; bu karşıtlık ve bu çatışma, sosyalizm programının asıl gerekçesidir; sosyalizm programları, bu gerekçeyi, “üretimde eşitlik ve özgürlük” ü içermelidir.

Diğer yandan sosyalistler Kürtlerin hamisi değildir; onlara göre, ayrılma hakkı gibi, birleşme hakkı da tarafların eşit siyasal özneler olduğunu varsayar; başkalarının iradesine tabi olan ayrılma hakkı, hak değildir; çünkü burada bir özgür irade yoktur.

Bu hakkın burjuvaca mı, proleterce mi kullanılacağı ise bizim tarafın partilerinin müdahale alanına girmemelidir. Dostluğun ve yol arkadaşlığının gereği budur. Ancak, sosyalistler bu sorunda “savsaklamak” ile “yaltaklanmak” arasındaki uç tavırlarla taraf olamaz.

Çünkü meselenin özü, hukuki tanımlamalarda değil, ulusal hareketlerin “tarihsel-ekonomik” temellerindedir; yani, sosyalistler, Lenin’in deyişiyle,”hukuki tanımlamalarla hokkabazlık ederek” değil; “soyut tanımlamalar icad ederek” de değil, ulusal hareketlerin tarihsel-ekonomik koşullarını inceleyerek ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerinin ne anlama geldiğinin ve bunun altında köklü ekonomik etkenlerin yattığının kavranabilir olduğunu bilirler; elbette bunun bir “demokratik” özerk komün ütopyası ile örtülemeyeceğini de bilirler!

BORGA bey kardeşim, insanın doğa ile ilişkisi bir zorunluluk ilişkisidir; bu yüzden ekonomi temel değiştirici etkendir. Doğa ile uyumu yakalayamayan toplum ve dolayısıyla ideoloji, varlığını sürdüremez. Doğa, toplumu yok olmak ile değişmek arasında sınırlar. Zorunluluğun yol açtığı değişme, onu büsbütün ortadan kaldırmamışsa, belli ölçülerde yeni ile uzlaşarak varlığını sürdürme imkânı bulur.

Elbette “ekonomi “de belli uzlaşmalara açıktır; saf yapılar olarak görünmez. Yeninin yanı başında eski üretim biçimleri de az çok varlığını sürdürme imkânı bulmuştur. Bu bize aynı zamanda ideolojilerin yapısı hakkında da ipuçları verebilmektedir. Ekonomide olduğu gibi, hiçbir ideoloji bütünüyle modern bir oluşum değildir.

İkisi de bulaşık yapılardır.

Bundan kaynaklanan karmaşayı ancak maddi tarihten yola çıkarak çözebiliriz. Öyleyse, her ideoloji çözümlemesi, bir tarih bilimini var sayar, ideolojilerden yola çıkarak toplumun sınırlı bir resmine varmak için ideolojilerin “ tarihsel bir ürün” olmasından yola çıkmak gerekir.

“İşçi sınıfının durumunu teorik açıdan aydınlatan ve teori seviyesine ulaşmış bir sınıf bilinci sağlayan Marxizm, bir maddeci felsefe değildir; çünkü felsefe değildir. Marxizm, idealist de değildir maddeci de değildir; çünkü derinlemesine tarihseldir. Marxizm, bilginin tarihselliğini gözler önüne serer; insanoğlunun tarihselliğini, ekonomik toplumsal formasyonu ortaya koyar.” (Henry Lefebvre)

Öte yandan Marx, dünya tarihinin düşüncede olup bittiği çağı çoktan kapattı ve artık açmak mümkün değildir; “fikirlerin, tasavvurların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri, bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar.” (Alman İdeolojisi)

Bizimki de, bilumum Marxist olmayan “Marx-sever” lerinki de böyledir.

Ve hep hatırlatırız, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, zihinsel üretimi de belirler; bu belirleme ortadan kaldırılmadan bu devrim tamamlanamaz.

Yani maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf ve bu elde bulundurmanın garantisini sağlayan mekanizması ve üretim tarzı ortadan kaldırılmadan ve bu üretim araçlarını bu sınıfın elinden alıp topluma dağıtan sınıf da ve onun bu iş için kullandığı mekanizma da ortadan kalkmadan bu belirleme ortadan kalkmaz; dolayısıyla devrim tamamlanmaz!

Marx, Grundrisse’de şöyle yazar; “Üretimin, toplumsal ilişkilerden soyutlanmış olarak kavranması, bizzat belli bir tarihi dönemde oluşmuş bir toplumsal ilişkiler sisteminin, yani piyasanın ifadesidir.”

Bu mantığa bağlı kaldığı sürece, Marx orada tek bir şey görür; her şeyi kapsayan ve her şeyi belirleyen bir üretim sistemi; bu mantığın ona sunduğu şey ekonomik determinizmdir; determinizm, mantığını ortaya koyduğu toplumsal ilişkiler sisteminin, piyasanın bir ifadesidir; böyle bir sistem olduğu için, maddi yaşam “üstyapıyı” belirler!

Ekonomik determinizm, Marx’ta insan-doğa ilişkisinin sınıflı toplumlara özgü biçimi nedeniyle yalnızca kapitalizme özgü bir kategori olarak ortaya çıkmaz; bütün tarih boyunca insan ile doğa arasındaki bir zorunluluk ilişkisi, tarihle birlikte değişen, giderek her ekonomik-toplumsal formasyona göre yeniden biçimlenen, insanları bu biçim içinde aldığı yere göre, şu ya da bu sınıf olarak belirleyen bir kategori olarak ortaya çıkar.

Bunlar, tarihin ve bilimin bize sunduğu gerçeklerdir!

Ve sen, ancak bu gerçeklerden, bu gerçeklere bağlı olan ama uyarına gelmeyen önerilerden, saptamalardan tiksinirsin; öyleyse eğer tiksinmek gerekiyorsa, önce kendinden başlamalısın!

Sen ne yapıyorsun, bu tekellerin ideolojik tetikçilerinin ya tilmizisin, ya da onların tilmizi olmaya çalışan, bilim dışı oldukları çoktan tespit ve tescil edilmiş olan tarihsel aktörlere methiye düzüyorsun; tüm bu ifadelerin kıymet-i harbiyesini asla anlamak istemiyorsun; ya da bütün bunlardan “ekonomizm” çıkartıp, önümüze “devrimci” Weitling’i fırlatarak intikam almaya çalışıyorsun. Elbette amacının, Marx’ın eğiliminin “pasifist, reformist, ekonomist, barışçıl ve Aydınlanmacı”, Weitling’ in eğiliminin ise “eylemden yana, komünist devrimci ” olduğunu kafalara yerleştirmek olduğu pek açıktır; aman haa! Sakın ola hiç kimse Marx demesin; dese de” tü kaka” desin!

Velhasıl BORGA birader, Kapital’de bir iktisat teorisi olmadığına; Kapital’in, kapitalizmin tarihi olduğuna ve bu toplumun tarihinin, ancak iktisadi terimlerle ve iktisadi bir dille yazılabileceğine; üretim, dolaşım, fabrika, mübadele, emek, sermaye, rant, kar vb. terimleri kullanmadan bu tarihi oluşturmanın mümkün olmadığına katiyen inanmak istemezsin ama bunun tersine inandırmak için bir bilimsel kılıf da uydurabilecek halde değilsin!

Marx’ı eleştirmeden onu anlamak mümkün değildir demiştim; bu hâlâ geçerlidir!

Bugün ve öteden beri, Marx’ı inatla “ekonomizm” teorisyenliği ya da “ekonomistlikle” suçlayanların Marx’ı okumama konusunda da inatçı oldukları anlaşılmaktadır!

Sen de bu inatçılığını gizlemek için,“Bir tarafta Kızıl Komünizm, bir tarafta da yüz kızartıcı ideolojisiz komünizm” diyorsun ya; üstelik bu üzerimize fırlattığın yafta misli zırva ile tam olarak ne demek istediğini ya da Marx ve Engels ne dedi de ne anladın ve buna karşı bu zırva ifadeyi neden zortladın kendin de bilmiyorsun ya:
İşte şu ünlü, kısaca “çözüme dönün” diyen “Akademisyenlerin bildirisine haklı olarak imza atan ancak AKP yanlısı olan akademisyenlerden birisi olan Ahmet İnsel, senin demeyi beceremediğini şöyle bildiriyor:

“Marx’ın komünist toplum ütopyası da iktisadi simgeselin egemen olduğu toplumsal tahayyül içinde yer alır. Marx’a göre, ‘komünizmin örgütlenmesi esas olarak iktisadidir’. Marx’ın bundan kastettiği, toplumsal birliği oluşturan koşulların maddi gerçekliğe uygun olarak tesis edilmesidir.”

İşte Marx’ı okumadan eleştirmeye somut örnek budur; “iktisadi simgeselin egemen olduğu toplumsal tahayyül içinde yer almak”. Marx’ın “ekonomist” olduğunu “kanıtlayan” suçlama bu oluyor ve bu cümle herhalde “Marx iktisatçıdır” dememek için kuruluyor; dememesi gerekir, çünkü Marx, iktisadın insansız nesnelliğini var eden koşulları dinamitledikten sonra, toplumun bir yeniden kuruluşundan söz ediyor.

Oysa Marx ve Engels’in dedikleri çok açık ve son derece öğreticidir; hiçbir bulanıklık yoktur; bulanıklık sizdedir ve kaynağı öteki sınıfın karasularında yüzmenizdir ve bu yüzden herkesin aklını bulandırmak için her türlü kötülükle ittifak kurmakta beis görmüyorsunuz!

Marxizm’in kurucuları, ”Alman İdeolojisi”nde şöyle derler:

“Komünizmi geçmişteki bütün hareketlerden ayıran, onun, önceki üretim ilişkilerini ve ekonomik ilişkilerin temelini yerle bir etmesi, doğal biçimde gelişmiş bütün öncülleri, ilk kez, o güne kadar yaşamış insanların ürünü olarak bilinçli bir biçimde ele alması ve onları doğal niteliklerinden arındırarak birleşmiş bireylerin gücüne tabi kılmasıdır.

Dolayısıyla, onun örgütlenmesi, esas itibarıyle ekonomiktir; bu birliğin koşullarının maddi üretimidir; mevcut koşulları, birliğin koşulları haline getirir. Komünizmin yarattığı mevcudiyet, bu mevcudiyet bireylerin şimdiye kadar ki ekonomik ilişkilerinin bir ürününden başka bir şey olmadığı ölçüde, bireylerden bağımsız her türlü mevcudiyeti imkânsız kılan gerçek temelin ta kendisidir. “

BORGA bey ise, her zamanki ölçüsüzlük içinde zortlayarak, Weitling’i esas çocuk, yani “kızıl komünist” olarak öne çıkartıyor ve Marxistlere ve Marx’a “Komünizm adına Ekonomizmi savunan ve insanlığı madde-nesne sürüsü görmekten bir gıdım öteye gidemeyen ideolojisiz akım” yaftasını asmakta beis görmüyor!

Öyle değil mi BORGA Bey?

Sadece Blanki’nin kaç yıl mahpus yattığını gördüğün, diğer her söze bigâne kaldığın mektubumda demiştim; yani, toplumu ekonomiye tabi kılan bir sistemi eleştirip, ekonomiyi topluma tabi kılmayı “tahayyül” eden bir düşünürü, aynı terimlerle eleştirmek için ya bütün iktisadi süreçleri unutmuş olmak, ya da daha kötüsü, bütün bu süreci hiç bilmiyor olmak gerektiğini anlamak istemediğini söylemiştim.

Peki, ne olacak? Komünist toplum ruhani bir gerçeklik üzerine mi kurulacak?

Piyasa toplumu ile komünizmi karıştırmak, eski bir alışkanlıktır, şimdi İnsel gibilerde ve tilmizlerinde, elbette BORGA’da da baş göstermesi, ihtiyaç keşfin anası aksiyomunu hatırlatıyor!

Hiçbir şey üretmeyen bir toplum tahayyülü henüz Profesör İnsel dâhil hiçbir kimse tarafından yapılamamıştır; bu yüzden komünizmde de toplumsal birliği oluşturan koşulları, “maddi gerçekliğe uygun olarak” tesis etmek gerekiyor. Çünkü aylak filozoflar dışında, hiç kimse karnını sırf “tahayyül” ederek doyuramıyor.

Bence siz, Marx’ın deyişiyle, aşkla bağlı olduğunuz “demokratik” nakaratınızla sosyalizmden de ileri gördüğünüz ümmet toplumu misli “özerk komün”ünüzün erdemlerini düşünmekle meşgul olmalı ve komünist toplumda devlet, ahlak, aile, tarihsel insan vb. konular ile ilgilenmeyi, tarih incelemesine ayırabilecek zamana sahip olan teorik komünistlere bırakmalısınız!

Zorunlu emeğin azaltılması ve herkes için “boş zaman” yaratılması daha yüksek faaliyetler için gerekli önkoşuldur; sınıfsız toplumun sanatsal faaliyete önerdiği gerçek temel budur ve bu, sanatın, bilimin ve felsefenin gerçekleşmesini engelleyen koşulları ve ilişkileri yok etmeyi önermektir.

Üretim nesnesi haline getirilmiş “insanlar”, bilimin ve sanatın önündeki gerçek engellerdir; öyleyse felsefe gibi sanat da, proletaryayı ortadan kaldırmadan gerçekleşemez ve öyleyse proletarya felsefe ve sanatı gerçekleştirmeden ortadan kalkamaz.
Proletarya ortadan kalkmadan da asıl özne ortaya çıkamaz!

Sınıfsız toplumun öznesi insandır!

Düşüncelerin maddi yaşamın üretiminden bağımsızlaşması, üretimin gereklerine göre değil, toplumun gereklerine göre örgütlenmiş, inorganik değil, organik bir yapıda mümkün olabilir.

Komünist toplum bunun için en ideal alandır!

BORGA birader, ne güzel söylüyorsun ve doğrudur, Marxistlerden, ondan önce Marx ve Engels'ten ve elbette Marxizme karşı, kara sicilli ABD emperyalizmine, tekellere duymadığın, onların ideolojik tetikçilerine, çanak yalayıcılarına duymadığın (nasıl duyasın ki, kendin de aynı tetikçilik içindesin)kadar kin ve tiksinti duyuyorsun; bunu çok net görebiliyoruz, söylemene gerek yoktur!

Karanlığın kırbacını tatmışsın bir kere; artık iflah olmazsın, döndürmeye de çalışmıyoruz, sadece karanlığınla gölge ederek, o "inanıyorum öyleyse doğrudur" doğmasına esir ettiğiniz gençlerin zihinlerini bulandırmayasın diyedir, gerçeğin aynasını yüzüne yüzüne tutmamız; meydanı boş bulup, gerçeklere karşı yalan yanlış zırvalarınla saldırıya geçtiğinde, duyduğumuz ve gördüğümüz sessizliğe de dikkat çekmek için ve tarihe not bırakmak için, saldırdığın noktalardan hareket ederek hak ettiklerini söylüyor ve hatırlatıyoruz; daha doğrusu o hiç kızarmayan yüzüne çarpıyoruz; yani arkandan konuşmuyoruz, dobra dobra, delikanlıca yüzüne karşı ve herkesin ortasında söylüyoruz!

Biz dediklerinizin beğenilir olup olmamasına bakmıyoruz; doğru olmasına, gerçek olmasına, gerçeklerin üzerine örtü olmamasına bakıyoruz; sizde ise bunu hiç bulamıyoruz; üstelik siz, doğru da olsa, uyarınıza gelmedi mi öfkeleniyorsunuz ve laf cambazlığı yaparak o doğruları karartmaya, olmadı, doğrulara da bize de küfretmeye başlıyorsunuz; işte bunun içindir, çuval dolusu cümleyi önünüze boşaltmamız, bu cümlelerdeki gerçekleri, doğruları yüzünüze çarpmamız; çünkü eninde sonunda tarihe nottur hepsi!

Artık açık ve net ifadelerle bir memuriyetin mahkûmiyetini tükettiğini yüzüne söylüyoruz ve bigâne hallerden, childish hallere geçerek zevahiri kurtarmaya çalışıyorsun; olmazsa yağmasan da gürlemeye çalışıyorsun ama onu da beceremiyorsun; elinde childish halin, orta yerde kala kalıyorsun; ama sen de haklısın, gerçeklere karşı, bilime karşı, "hurafe" dediğin Marxist teoriye karşı, ne kadar hurafe varsa tespih yapıp iplere dizmeye ve gencecik zihinleri zehirlemeye memur bir mahkûmiyet içindesin; hakkını vermek gerek,sanki CIA'nın beyin yıkama laboratuarlarının Türkiye şubesi gibi çalışıyorsun!

Aziz Nesin'e ve haksız yere "Aziz Nesin Sen Nesin?" kampanyası düzenlemişlerdi; ol tarihte Maden –İş’in Madeni eşya sektöründe, Büyük Grev’i vardı; sektörün patronlarını pek bir rahatlatmıştı; kampanyanın da grevin de mihmandarları, bugün hâlâ orta yerdedirler ve HDP'nin çatısı altında da vardırlar; hatta Öcalan'ın müritliğinde sınır tanımayanları da vardır; hani şu "ümmet toplumunu sosyalizmden ileri "tarif eden hiç bir zaman komünist olamamış TKP artığı misli aktörlerden söz ediyorum; takipçileri bu forumda da varlar; ama şimdi zamanlıdır, başta sen (BORGA) olmak üzere hepinize soruyorum ve bir memuriyetin mahkûmiyetini tüketmeye çalışan hallerinizi görerek soruyorum:

"Kimsiniz, nesiniz, neyin nesisiniz? Bu toprakların insanı mısınız, yerli misiniz, yabancı mısınız , işçi misiniz, tekelci misiniz …halkın adamı mı,yoksa tekellerin adamı mısınız ???"

Ve bunu sorarken kesinlikle haksızlık yapmış olmuyoruz!

Yatıp kalkıp,"özgürlük " diyorsunuz, yanında bir de "ahlak" buyuruyorsunuz ve içlerine çer çöp ne varsa, oy getirecek, “köprüden geçerken ayıya dayı demenizi” şirin gösterecek ne varsa, yobazlığı bile, velhasıl özgürlüğe ters, ahlaktan uzak ne varsa dolduruyorsunuz ve “inanıyorum öyleyse doğru söylüyor” doğmasına esir aldığınız gencecik beyinlerin akıllarına fren koyuyorsunuz; akıllarını geriletiyorsunuz demek istiyorum!

Ama eminim, bunu yaparken, “Aklın kullanılması önündeki her engel, aynı zamanda özgürlüğün ve ahlakın da önündeki engellerdir.” dediğimizde tiksinti ile “nerden çıktı şimdi bu” diyerek, kendinizi kaybediyorsunuzdur!

Gerçekten sizin tiksinmeniz aslında gerçekleredir ve haliyle gerçeklerin aynasını tutanlardan tiksinmemeniz beklenemez; o yüzden kendini paralama, sen bir kere gerçeklere karşı kinle, nefretle hareket ettiğini çoktan gösterdin ve tarihe de öyle kaydedildin; bir kere öyle kaydedildi isen ki öyle olduğun için kaydedildiğin açıktır, bir daha asla tersine dönemezsin, kimse döndüremez; ancak dünya tersine dönerse sen de o zaman tersine dönersin ki yine de değişen bir şey olmaz!

Şimdi tersine dönen dünyalarının tokadı ile tersine dönenlerin halleri de, değişen bir şeyin olmadığı da ortadadır!

El insaf, beş yaşında çocuk zekâsının ve mantığının anlayacağı en basit önermeleri bile anlamazdan gelip, üstüne üstlük bu önermeleri ve önerenlerini tiksindirici bulman akıl işimidir? Akıllı işi midir?

Değildir; ama senin pek de alık birisi olmadığın anlaşılıyor; öyleyse nedir bu alıkça, ahmakça en açık gerçeklere karşı bile yerinde duramaz bir halet-i ruhiye içinde, bulup buluşturup bir birine bağladığın zırva ifadeleri fırlatarak, açıklığın üzerini örtmeye, olmadı, açıklıktan uzaklaştırmaya çalışıyorsun; gene olmadı ise kontrollü bir öfke ile terbiyesizleşmeye başlıyorsun!

Seni motive eden gerçeklerle bağlı bir düşüncenin inancı olmadığına göre, geriye, isteyip istememenden bağımsız bir mahkûmiyet kalıyor!
Adını koydum, “gerçekleri bertaraf etme memuriyetine hüküm giymiş gibisin!” dedim. Fakat pişkinliğin sınırlarını zorlayarak, hep duymazdan geliyorsun!

Ve artık zırvalamada rekora koşuyorsun; dediklerin eskisinden de daha az anlaşılır zırvalardır; bu zırvalarla bir yere varamayacağını kendin de biliyorsun ama ne çare; gerçeklere karşı her ne olursa olsun karanlığın şövalyeliğini yapma memuriyetine mahkûm olmuşsun bir kere!

“Bilgi özgürlüğün ön koşuludur. Aklın kullanılması önündeki her engel, aynı zamanda özgürlüğün ve ahlakın önündeki engellerdir; devrimcisizleştirilerek, dahası cahilleştirilerek, gericileştirilerek, ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin hemen her oyununda Kürt ve Türk emekçilerinin aklını kullanmasının engellenmesi, aynı zamanda özgürlüğün ve ahlakın engellenmesi değil midir?” demedim mi?

“Gerçeğin peşinden gitmekten korkmak, ahmakların ve cahillerin işidir, gerçeğin önüne dikilmek ise hainlerin işidir; oysa gerçeğin yapabileceği tek şey, cesaretle onun peşinden koşanları daha özgür kılmaktır… Tersi de doğrudur; yani cahillikten ve ihanetten kurtulma yolunu seçmeyen her proje, eninde sonunda “gericilik”tir ve bile –isteye esarete teslim olmaktır; teslim olarak değil, cehalete ve ihanete başkaldırarak esaretten kurtulabiliriz; ancak böyle özgürleşebiliriz…” demedim mi?

“Siz baştan beri, içi boş bir “özgürlük” türküsü tutturarak, gericiliğin ve ihanetin yolunu tuttunuz ve Kürt halkının gerçeğin peşinden gitmesinden korkarak ve onları korkutarak, bir Tanzimat öncesi karanlığa esir ettiniz ve bunu “özgürlük” olarak öğretmeye çalıştınız!” demedim mi?

“Şimdi bunun meyvelerini almaya başladığınız bu günlerde, bir taraftan “AKP’nin faşizmini lanetleme” modunda hareket ederken, diğer taraftan, gerçeklere karşı bu denli ahmakça ve haince bir tutum içinde olduğunuz için nedamet getireceğinize, hâlâ gerçeklerin önüne dikilme inadınızı koruyor ve açtırdığınız hendeklere, peşinden gitmekten korktuğunuz gerçekleri büsbütün gömmek ve yine yeniden “çözüm” masasına dönmek istercesine açık kapıları zorlamayı, “devrim” ya da “halk hareketi” olarak göstermeye çalışıyorsunuz!” demedim mi?

“Bu yüzden, “AKP faşizmi” nitelemesi ile “emperyalizm” sözcüğünü aynı anda kullandığınız bir zamanda, ABD emperyalizmine, tekellere, velhasıl zalimin ve zulmünün hiçbir çeşidine duymadığınız bir kinle gerçeklere karşı durmayı ve bunu dosta düşmana göstermek istercesine inatla Marx’ı, Marxizm’i aşındırmayı sürdürmenize şaşırmıyoruz!” demedim mi?

Sağır mısın, sağıra mı yatıyorsun?

Emperyalistlerin hep istediği, yani Marxizmden vaz caymanız ve size verdiği masada oturup konuşarak “Kürt sorununu” çözmeniz değil miydi? Ve sizin “Marxizmi aşıyorumculuk tiyatrolarınız bu isteğin karşılanmasının bir tezahürü değil miydi; daha açığı, Marxizme reddiyecilik, emperyalizme yaranmacılığın bir ifadesi olmuyor mu?

Peki, çözdünüz mü? Ya da neyi çözdünüz?

Bari bunda delikanlı olun, kimse kimseyi zorla Marxist yapmıyor; Marxizmi reddettiğiniz ortada iken, “aşıyorum”culuk oyunu oynamanız delikanlılığa sığmıyor; “aşar-aşmaz” tiksinti duyulası bulmanız ise hiçbir şeye sığmıyor.

Size, ille de Marxist olun ya da en azından sapına kadar Marxist olun diyen yok ama birilerinin adamı olmayın, adam olun yeter diyoruz; işte bunu istemek, söz konusu olan Kürt halkının kendi kaderini tayin etme hakkı ise, bu hakkı savunan herkesin hakkıdır!

Birilerinin adamı olmak için bin dereden su getirirken, bari Marxistleri o birilerinin adamı olmakla itham etmeyin; hem gülerler ve hem de inandıramazsınız; bu eşyanın tabiatına aykırıdır; materyalistler adamı olacak emperyalist de aramazlar; materyalist olmaları, adam olmalarına yeter de artar!

Ve adam olmak için ille de marxist olmak gerekmez ama emperyalizmin adamı olmak için adam olmamak gerekir ki böyle olunca bu, marxist olmamayı da kapsar!

Velhasıl, kafan karışmasın; Marxist olmak için önce adam olmak gerekiyor; birinin, mesela emperyalizmin adamı değil de, kendin adamsan ille de Marxist olman gerekmiyor; marxist oldu isen adamlık bakidir ama emperyalizmin adamı katiyen olamazsın; olduysan ne adamsın, ne de Marxist’sin; ya da ne adamlığın kalır, ne de Marxistliğin!

Buna göre, senin dediğin belki gazoz ağacı değildir ama o birilerinin, yani özcesi emperyalistlerin, tekellerin, onların yeniden sarıldıkları ideolojileri olan yobazizmin adamı olma yolunda rekor kıranlar, hiçbir zaman marxist olamamış, “marxist” gömlekli sahtekârlardır; bu gömleği giymeye mecburdurlar, çünkü bu gömlek olmadan emperyalistler için, tekeller için beş para etmezler; ayrıca o gömlekle dolaşmadan egemen sınıfın düşüncelerini, ezilenlerin, sömürülenlerin, dolayısıyla yüzünü sola, sosyalizme, haliyle Marxizme dönenlerin arasında inandırıcı bir şekilde pazarlayamazlar!

Hiç kimse, Marxist kılığa girmeden, Marx sever görünmeden, bu kılıklarda Marxizmi tahrif ve tahrip ederek onu tekellerin istediği hale getirmeden, “aslıdır” diye pazarlayamaz; asıl kılıklarında, yani marxizm düşmanı olarak ise zaten pazarlayamaz; o zaman tekeller nezdinde metelik bile etmezler!

BORGA bey, dünyanın bu hale gelmesinin, kapitalizmin ve onun şimdiki bu çürümüş halinin müsebbibi, Marxizmin kurucuları mı? Yoksa Marxistler mi kurdu kapitalizmi? Bu mudur derdiniz? Bundan mıdır, kininiz, nefretiniz, tiksintiniz?

Yoksa bu durumu ortaya seren durum tespitine midir kininiz, nefretiniz, tiksintiniz?

Açık konuşun, sinsilik yapmayın. Lenin iyi ama Marx kötüdür demekle olmaz bu işler; Lenin de, Gramschi de, Lüksemburg da, evet hepsi yeri geldi Marx’ı eleştirdiler, Marxizmi eleştirdiler ama hiç birisi Marxizmden uzaklaşmadı; ne Marxizm’den ne de Marx’tan tiksindiler ve tarih, bulunduğumuz nokta, Marxizm’in hâlâ en bilimsel, en devrimci, en canlı teori olduğunu gösterdi, temellerinin sapasağlam olduğunu gösteriyor!

Birincisi, Sovyet deneyimi, sosyalizmin “ümmet” toplumu olmadığını, işçi sınıfının düzeni olduğunu pratik olarak göstermiştir; ikincisi, emek süreçleri hâlâ belirleyiciliğini korumaktadır; üçüncüsü, tarihin lokomotifi, sınıf mücadelesi olmaya devam ediyor.

İşte ABD emperyalizmi ile ittifak halinde asıl korkunuz budur!

Korkmakta haklısınız; çünkü gerçeklere karşı karanlığın haçlı seferinin gönüllü kullarının hâlâ en korkulu rüyasıdır Marxizm-Leninizm!

BORGA birader, devrimci mücadele “gazoz ağacı” değildir; devrimci mücadele, sürekli kavganın yanında, sınıflama ve sıralama demektir; ancak doğru bir sınıflama ve sıralama ile işbirliğinin olanaklarına kapı açabilir!

Türkiye’nin geleceği demokraside değildir; Türkiye’nin sorunlarını ancak sosyalizm çözebilir; demokratik mutabakat ayrıdır; ama demokratik mutabakatın ekseni demokrasi değildir, tekelci düzende demokrasi, kaçan bir tren mislidir; bu mutabakat, soyut bir devlet karşıtlığı da değildir; bu, yani soyut bir devlet karşıtlığı, mevcut yönetimin, yani bir dinci-gerici, osmanik-islamik faşist diktatörlük biçiminde konuşlanan 12 Eylül rejiminin yönetiminin bütün günahlarını örten bir şemsiyedir.

Buna karşı mutabakatın ekseni “demokrasi” değildir; ilerici Kürt ve Türk emekçilerinin birliği ile kurulacak, sosyalizmi dışlamayan bir ilerici, devrimci, laik, emekçi cumhuriyettir.

Öyleyse sınıflama ve sıralama konusunda sıkıntı yoktur; sıkıntı niyetlerdedir ve “demokratik” lafzını en çok telaffuz eden KÖH’çülerin demokratik mutabakata niyetleri yoktur; hâlâ karanlık ile ittifakı demokratik mutabakat saymaktadırlar; bir karanlıkla mutabakatın önüne bir değil, bin tane “demokratik” eki konsa dahi demokratik olamayacağını anlamak da, bilmek de istememektedirler!

Fikret Uzun

07-02-2016

Hiç yorum yok: