7 Şubat 2016 Pazar

SİZİ GİDİ MARXİZM KIRAATHANESİNİN MARXTAN KORKAN TİLMİZLERİ-I




SİZİ GİDİ MARXİZM KIRAATHANESİNİN MARXTAN KORKAN TİLMİZLERİ-I

“İnsanın özünün, asıl, hep aslına uygun, hiç değişmeyen, doğru, tartışmasız bir gerçekliği yoktur.”
(K.Marx,

Hegel’in Hukuk Felsefesini Eleştirisine Katkı’dan)

“Ahlak dünyasının, yeryüzü türünden, iradesi güçlü insanların, tıpkı bütün servetini bir oyuna yatırmaya bayılan kumarbaz misli, yaşamını riske ederek daldıkları, ölümle karşılaştıkları çukur ve uçurumlarının bulunduğu, doğru değil mi?”
(Honore de Balzac, Les Chouans-Köylü İsyanı)

BORGA birader, bu son mektubunla cahilliğini mi yoksa cahilliğe yattığını mı açığa vurdun, karar veremedim ama şu tartışılmaz bir gerçek ki, “Gerçeğin peşinden gitmekten korkmak,ahmakların ve cahillerin işidir; gerçeğin önüne dikilmek ise hainlerin işidir.” saptamasının ne denli doğru olduğunu ve bunun içinde olduğunu, açık ve net olarak göstermişsin;tarihe not düşmek açısından önemli bir açıklıktır ve tarih adına teşekkür ederim.

Evet, bu yalan dünyada gerçeğin peşinden gitmek zordur elbette; ama yine de bundan kaçmak, bu sizin için “kurnazlık” olsa da, ahmakların ve cahillerin işidir ve daha fazla kurnazlık sayarak gerçeğin önüne dikilmek ise her halükarda hainlerin işidir!
Doğru olan, delikanlıca olan, her koşulda gerçeğin peşinden gitmek, ona sahip çıkmaktır!

Komünizmi pratik hümanizmin yeniden gelişi saymak mümkün ise, modern komünizmin kurucuları Marx ve Engels’in insan sevgisinden şüphe etmemek gerekmektedir!

Engels,”İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı çalışmasında, burjuvazinin çocukluk dönemi öncesinde insandan daha çok, “silent vegetation” suskun, “bitkisel ” bir yaratık görüyor ve bu durumun insanoğluna yakışmadığını işaret ediyordu ki bu onun insan sevgisinden uzak olduğunu göstermiyor.

Engels böyle diyordu; peki bugünkü insana insan denebilir mi; bunlar rekabetçi kapitalizmin insanına mı, yoksa feodal dönemin sürülerine mi yakındır? Pek “komünist”, “insan uzmanı” Borga bey, bugünün insanının değişim sürecini mağrur insandan köleliğe geçiş süreci olarak tanımlamamıza izin verir mi acaba?

Bunları sordum diye yoksa senin indinde ben insana düşman bir maddeci yaratık mı olurum!

Bugün, tıpkı feodal dönemde olduğu gibi, temel ilke liyakat değildir; “biat etmek ” ya da “adamı olmak” tır; bu hukuk, ekonomi, politika ve ahlak cephelerinde temel ilkedir; Böyle olunca, insan çok daha asalak, daha az becerili, duygusuz, güvensiz, ufuksuz bir yaratığa dönüşmektedir!

Bugünün insanı, halkının adamı olmak ile düzenin, tekellerin, tekelci oligarkların veya “inanıyorum öyleyse doğrudur” doğmasının peygamberlerinin adamı olmak arasında salınmaktadır!

“Tarihsel insanlık” mı diyorsun? Bununla neyi kastettiğini bilmiyoruz ama Marx’ın “gerçek tarihsel insanlardan” yola çıkarak bir tarih bilimi kurduğunu biliyoruz ve felsefeden kurtulmak için soyut insandan kurtulmak gerektiğinin bilincindedir; işte bizi sınıflarla karşı karşıya getiren devrimci sıçrama da budur; soyut ”insanın” tarihte karşılığı yoktur, soyut insanın tarihi de yoktur. Marx’a göre, “gerçek tarihsel insanlar”, toplumda ve tarihte bu soyut kılık altında değil, sınıflar, kastlar veya kategoriler olarak bulunmaktadır!

Orhan Gökdemir’den ödünç aldığım ifadelerle açıklamak gerekirse:

İnsan-üretim araçları-doğa!

Denklem budur!

Ancak bu denklem, gerçekliğin soyut bir ifadesidir ve bu anlamda pratik karşılığı yoktur; burada mülkiyet unutulmuştur. Mülkiyet işin içine girdiğinde, denklemin o kadar da basit olmadığı görülecektir.

Üretim araçları, insan ve doğanın topyekün özel mülk olduğu eski biçimleri bir yana bırakırsak, bir bilim olarak ekonomi-politiği mümkün kılan modern bir denkleme varırız; bu denklemde insan, ilke olarak “özgür” varsayılmış; mülkiyet, doğa ve üretim araçları ile sınırlanmıştır. İnsan ve doğa, özel mülkiyet aracılığıyla birbirlerinden yalıtılınca, üretim bir insan faaliyeti olmaktan çıkar; insanı bir faktör haline getirir; üzerinde doğduğu, yaşadığı, nefes alıp-verdiği, barındığı, beslendiği doğa parçası, insanın karşısına özel mülkiyet olarak dikilir ve diyetini ister.

Ekonomi-politik işte bu hikâyeye inanmamızı ister.

Marx, Grundrisse’de şöyle yazar; “Üretimin, toplumsal ilişkilerden soyutlanmış olarak kavranması, bizzat belli bir tarihi dönemde oluşmuş bir toplumsal ilişkiler sisteminin, yani piyasanın ifadesidir.”

Marx, bu mantığa bağlı kaldığı sürece, orada tek bir şey görür; her şeyi kapsayan ve her şeyi belirleyen bir üretim sistemi; bu mantığın ona sunduğu şey ekonomik determinizmdir.

Peki ya ne olacaktı? İndeterminizm ve kesinsizlik mi olacaktı? Yani hiçbir neden yoktur, bunun yerine mucize mi vardır?

Öyleyse teoriye boş verelim, yasayı unutalım, gözlem ve tahmin yapalım, istatistik ve olasılık ile yetinelim; bu mudur doğrusu?

Ekonomik determinizm, Marx’ta insan-doğa ilişkisinin sınıflı toplumlara özgü biçimi nedeniyle yalnızca kapitalizme özgü bir kategori olarak ortaya çıkmaz; bütün tarih boyunca insan ile doğa arasındaki bir zorunluluk ilişkisi, tarihle birlikte değişen, giderek her ekonomik-toplumsal formasyona göre yeniden biçimlenen, insanları bu biçim içinde aldığı yere göre, şu ya da bu sınıf olarak belirleyen bir kategori olarak ortaya çıkar. Onun somut işleyişi tarihle birlikte ve tarih içinde açıklanabilir. Salt ekonomik (tarih dışı) bir kategori olarak alınamaz; onu böyle (tarih dışı)alan ve tanımlayan iktisat bilimidir.

Bastiat’ dan Weber’e, oradan pek çok Marx eleştirmenine, bütün burjuva ideologlarının itirazı, bu noktada yoğunlaşır; ekonomik determinizm.

Ama Marx, burada, bu ekonomik temelde çok kesin ve açıktır. Şöyle yazar Kapital’de:

“ Her özel üretim tarzı ve ona tekabül eden toplumsal ilişkiler, kısaca toplumun ekonomik yapısı, hukuksal ve siyasi üst yapının gerçek temelidir ve buna belirli toplumsal biçimler tekabül eder; üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve genel olarak entelektüel yaşamın niteliğini belirler şeklindeki görüşlerimin, maddi çıkarların egemen olduğu zamanımız için çok doğru oldukları, ama Hıristiyanlığın egemen olduğu Roma ve Atina için geçerli olmadığı öne sürülüyor. Her şeyden önce, ortaçağ ile eski dünya konusundaki bu kokuşmuş lafları bir başkasının bilmediğinin sanılması insana garip geliyor. Bununla birlikte şu kadarı besbellidir ki, ne orta çağ katoliklik ile ne de eski dünya politika ile karnını doyurabilirdi. Tam tersine, şurada katolikliğin, burada politikanın niçin başrolü oynadığını açıklayan şey, orada yaşan insanların yaşamlarını kazanma biçimidir…” (Marx, Kapital, cilt,1)

Determinizm, mantığını ortaya koyduğu toplumsal ilişkiler sisteminin, piyasanın bir ifadesidir; böyle bir sistem olduğu için, maddi yaşam “üstyapıyı” belirler!

Bu belirleme içinde,”insanın” bağımsız bir özne olarak ortaya çıkması mümkün değildir.

“Kişi üretimde kendini nesneleştirir, nesne üretimde kendini özneleştirir... Üretim basit bir teknik süreç değil, verili toplumsal ön varsayımların, toplumsal ilişkilerin yeniden üretimidir. Toplumda sömürüyü, malların bölüşümü vb. düzeyinde değil, bizzat üretimin (emeğin) yapılış tarzında, emeğin ön varsayımı olan sermayeyi ve kendi sermaye köleliğini yeniden üreten bir ücretli emek olmasında teşhis etmek için bu ilkeyi kavramak gerekir.” Grundrisse.

Öyleyse, bu ilkeden yola çıkıldığında, toplumun üretim tarafından bu şekilde belirlenmesini açıklayan iktisat değil, tarihtir, çünkü bu bağlılık arttığı sürece, iktisat, üretimi basit bir teknik süreç olarak tanımlamaya daha fazla ihtiyaç duyar; tarihin ve sosyolojinin bu gerçekleri, orada örtük varsayımlar olarak, iktisadın diline çevrilmiş olarak görünür.

Bu varsayımlar şöyledir:

“Üretimin teknik (tarih dışı) bir A’yı B’ye çevirme süreci olarak gösterilmesi, üretici bireyin toplumsal koşullar karşısında bağımsız gözüktüğü burjuva toplumunu ve onun piyasa düzeniyle özel mülkiyet hukukunu varsayar.”
Grundrisse

Kapital’de kapitalizmin bir öncesi ve bir sonrası vardır artık; o tarihsel bir ekonomik-sosyal formasyon olarak kendi anti-tezini içinde taşımaktadır. Böylece ekonomi-politik biter, tarih bilimi başlar ama o, bu toplumun tarihi olduğu için, ekonomik biçimde belirir.

“özel mülkiyet yoksa "emeğin ürünü emeğe aittir", özel mülkiyet yoksa bir kategori olarak emek de yoktur. Emek diye adlandırdığımız şey, emekçinin, emekçi insanın bir yeteneğidir; emek insan emeğidir, insanı insan yapan bir etkinliğidir. Oysa iktisadi mantık, insan emeğini, emek adı altında nesneleştirerek, üretim sürecinin pasif bir aracı haline dönüştürmektedir.

Bu nesneleşme nedeniyledir ki bir insan etkinliği olan emek, başka nesnelerle, toprak ve sermayeyle eşleştirilmektedir.

El insaf, bütün bunlar Marx’ın suçu mudur?

Peki, eninde sonunda bir uşak, bir köle olan işçi nasıl insan haline geliyor?

İlki şu: "Kölenin bir mübadele değeri, bir değeri vardır; özgür ücretli işçinin değeri yoktur; tek değeri olan, emeğinin mübadele yoluyla elde edilen kullanım hakkıdır.

Kapitalist-işçi ilişkisinde mübadele değeri rolünde olan işçi değildir, kapitalisttir. İşçinin bu değersizliği, sermayenin ve genelde özgür emeğin ön varsayımını oluşturur." (Orhan Gökdemir, İnsan ve Doğa - Ölen Bir İdeoloji Üzerine İncelemeler)

İkincisi; üretimde ve fabrikada emek gücünü satmış ve bu yüzden görünüşte gönüllü bir uşak olmayı kabul etmiş olan işçinin, dolaşım ve mübadele alanında sermayenin karşısına bir alıcı ya da satıcı kılığında, bir para sahibi biçiminde, basit bir dolaşım odağı biçiminde çıkmasıdır. Marx'ın deyişiyle, işçi burada sonsuz sayıda dolaşım odağından biri olarak, işçi belirlemesini yitirir. (Immanuel Wallerstein, Jeopolitik ve Jeokültür)

Böylece, efendisine tabi, alınıp satılabilen bir mal olan uşağın yerini, mübadele ve dolaşım alanında bir dolaşım odağı, alıcı ve satıcı rolünden dolayı kişilik kazanan modern bir sınıf alır.

Görüldüğü gibi, burada bir keyfiyet yoktur; öyleyse Marx’a atfedilecek bir “ekonomizm” de yoktur; varsa bu bir durum saptamasıdır!

Soyut birey, insan, insanın özü, bütün çağların bir soyutlaması ve özü olarak insan: İşte felsefe*nin ger*çek anahtarı budur.

Feuerbach’ın incelediği soyut bireyin aslında belirli bir top*luma ait olduğu tezi, gecikmiş bir düzeltmedir: İnsanın sözkonusu olduğu yerde tarih işe koyulmalıdır. VI ve VII. tezin “epistemolojik” çözümü budur; insani bilgi, bi*len in*sandan ayrı*lamaz. Bilgi tarihseldir.

VI. Tez: Feuerbach, dinsel özü, insan özünde çözümlüyor. Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içinde o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.”

VII. Tez: İşte bu nedenledir ki, Feuerbach, ‘dinsel düşünüş’ün kendisinin bir toplumsal ürün olduğunu ve incelediği soyut bireyin belirli bir toplum biçimine ait olduğunu görmüyor.”

Yoksa “Tarihsel insanlık” derken bunu mu kastediyorsun BORGA Bey?

Felsefenin, soyut, tarih üstü bireyinin gerçekte belirli bir topluma ait olmasının anlamı, bireyin, ne kadar soyut ve spekülatif düşünürse düşünsün o toplumun toplumsal ilişkilerinden kendini soyutlayamayacağıdır. Denildiği gibi, insan kendinden önceki kuşakların hazırladığı koşullar içinde bulur kendini; sonra bu koşullara kendi etkisini katar. Büsbütün bağımsız değildir, büs*bütün bağımlı da değildir. İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, önceden hazır bulduğu koşullar içinde...

Peki, öyleyse tarih nedir?

Elbette yukarıdan çıkan yalın anlama göre bütün insanlar arasındaki ilişki. Buna bütün bireylerin öyküsü de demek mümkün. İnsanın doğadan ayrılmaya başlaması, aynı anda tarih duygusunun da doğuşuna eşlik eder. Doğadan ayrılan insan, kendisi ile doğa arasında yeni türden ilişkiler, “insani” ilişkiler kurmaya başlar. İnsanla doğa arasın*daki bu yeni tür ilişki tarihin ta kendisidir.

“Önünde yayılan sürüyü gözle bir; ne dünü bilir ne bugünü, bir o yana sıçrar bir bu yana, yer, uyur geviş getirir; yeniden sıçrar, sabahtan akşama, bugünden öbür güne...(Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine)
Nietzsche, tarih duygusundan yoksun kitleyi böyle ifade eder.

Nietzsche’nin kendi zamanının bu çarpıcı gözlemi bir anlamda “ilkel insan”ın tarifidir.

Bireyi, organik koşullardan kopmuş eşit ve özgür bir kişilik olarak mümkün kılan piyasa, modern biçimiyle felsefeyi de müm*kün kılan gerçek temeldir. Felsefenin, insan -doğa, özne- nesne kurgusunda, insanın ve öznenin yerinde burjuva durur.

Özgürlük ve eşitlik sınıfsaldır.

Şimdiye kadarki tarih, kendini insanlığın tarihi olarak tanımlamıştı; onun kurduğu geçmişi anlamak tarihin insandan kurtulmasına bağlıdır. “Tarihi anlamak için onu yaratmak gerekir.”

Marx’ın deyişiyle, tarih hiçbir şey yapmaz, büyük servetleri yoktur ve savaşlarda dövüşmez. Tarih sadece sahici, canlı insanların yapıp etmelerini anlatır. Bu ise bireysel bir iş değil, toplumsal bir ilişkidir; öyleyse tarih, toplumun toplum haline gelişini varsayar. Bir üreticiler birliğinin tarihi, kendini ancak iktisadiyat olarak açığa vurabilir.

İktisat tarihi, kapitalizmin tarihidir.

Tarihin konusu olan insan, demek ki fizik, fizyolojik veya biyolojik bir varlık değildir: toplumsal bir varlıktır. Öyle ise toplum içinde üstlendiği rolü anlamadan onun üzerine konuşamayız.

“Proletarya, insan olarak insanın olumsuzlamasıdır.” Felsefe insanı işaret ederken, tarih sınıfta ısrar eder; çünkü “edimsel, toplumsal ve ekonomik birim, birey değil sınıftır”.

Burjuva toplumun ideolojik özeti, “insan” ve onun en soyut haliyle sahip olduğu “akıl”dır.

“Özgürlük, eşitlik ve kardeşliği” mümkün kılan temel ise, insanı ve aklı mümkün kılan temel ile ortaktır; bu dolaşım alanıdır, piyasadır.

Üretim alanındaki proleter, dolaşım alanında bir alıcı ve satıcı kimliğiyle, sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri olarak proleter görünümünü yitirir ve herkesi ortak bir payda halinde toplayan sihirli sözcüklerin içinde eritilir. Bir “kişi”, bir “insan” haline gelir.

Tarih soyut insan inanışının yerine gerçek insanları ve onların tarihsel gelişmelerini koyar; “Varlıklı sınıf ile proleter sınıf, aynı insanal yabancılaşmayı temsil eder. Ama birincisi kendini bu yabancılaşma içinde kendi yerinde duyar; bu yabancılaşmada bir doğrulama bulur, bu kendinin yabancılaşmasında kendi öz erkliğini görür ve onda insanal bir varoluş görünüşüne kavuşur; ikincisi, kendini bu yabancılaşma içinde yıkıma uğramış duyar, bu yabancılaşmada kendi erksizliğini ve insan dışı bir varoluş gerçekliğini görür.” (Kutsal Aile)

Öyleyse artık, bu iki sınıfı “insan” ana başlığı altında toplamak mümkün değildir.

Kant’ın öznesi, doğa karşısında, bütün maddi ilişkilerinden soyutlanarak konumlandırılmış insandı. Son adımı atmak tarihe kaldı.
Özne sınıftır.

Bilinç ve bilgi, sınıfın süzgecinden geçerek damıtılıyor. İnsan doğayı ve toplumu sınıfsal olarak kavrar.

"Felsefe -felsefe tarihi- bilinçtir ama herhangi bir bilinç değil; kendinin bilinci, kendini bilme, düşünüm dediğimiz bilinç; ama bu öz bilinç, insanın gerçeklikte düpedüz tarih olan bir öz üretiminden ayrılmaz. Tarih insan tarafından yapılmış ve kavranmıştır. Ama eğer insan kendi öz tarihiyse, felsefe de, teorik bakımdan, kendinin kendi tarafından bu üretilmesinin kavranmasından başka bir şey olmayacaktır: felsefe, tarih bilimiyle özdeşleşir ve böylece, biz de Marksizmin felsefesinin 'tarihselcilik' olarak tanınmasıyla yeniden karşılaşırız." (Jacques Texier, Gramsci ve Felsefe)

Artık felsefenin aşılması dünyevi bir iştir ve bu işi dahi filozoflar değil, yalnızca proletarya sonuna kadar götürebilir. "Biz, insanların dünyevi meselelerini, teolojik meseleler olarak görmüyoruz. Tersine, teolojik meseleleri dünyevi meseleler olarak görüyoruz. Tarih, şimdiye kadar, hep kör inançlarla yorumlandı; biz kör inançları tarihle yorumluyoruz." (Karl Marx, Yahudi Meselesi)

Felsefenin aşılması burada, soyut insan inanışının aşılmasıdır; dolayısıyla onun gerçekleşmesinin genel ve soyut "insanlığa" değil, etten ve kemikten oluşan proleter sınıfa bırakılması boşuna değildir.

Proletarya soyut insan inanışı gibi zihinden çıkmaz, o gerçek insanların tarihsel gelişmelerinin ürünüdür.

Bu yüzden, Marx ve Engels, soyut insan inanışını gerçek insanların ve onların tarihsel gelişmelerinin bilimi ile değiştirmiştir.

Evet, kurtuluş tarihsel bir olgudur, zihinsel bir iş değildir!

Siz Bay BORGA ve türleri ise hâlâ kurtuluşu “zihinsel bir iş” olarak tarif etmeye çalışmakta ısrar ediyorsunuz; sonra da ölçüsüzce sağa sola “ekonomist” yaftaları fırlatıyorsunuz!

Bütün bunlar, “ekonomizm”in teorinin bir keyfiyeti olmadığını; yani “ekonomizm”in bir akıl ve ideoloji ürünü olmadığına işarettir. Ayrıca, ekonominin belirleyiciliğinin bir durum saptaması olduğunu ve bu saptamanın bizzat bu belirleyicilikten kurtulmak için olduğunu anlatmaya yetiyor!

Ne var ki BORGA Bey, sen anlamamak için özel bir çaba sarf ederek, Marxistleri, “…Komünizm adına Ekonomizmi savunan ve insanlığı madde-nesne sürüsü görmekten bir gıdım öteye gidemeyen bir ideolojisiz akım” olarak göstermek ve ABD emperyalizminin kara siciline ve dinci- gerici, osmanik-islamik faşist 12 Eylül rejimine ve elbette birlikte Kürt ve Türk emekçilerinin kanını emen Türkiye’nin tekellerine ve Kürt zenginlerine duyamadığın tiksintiyi, Marx’ın, Marxistlerin ve elbette Marxizm’in üzerine boca etmeyi haklı göstermek istiyorsun ki bu ne akla sığar ne de delikanlılığa sığar!

Demek ki iki yönden de sakatlısınız!

Oysa bütün bunlarda, senin sunmaya çalıştığın anlamda, Marx’ta, Marxistlerde bir ekonomi teorisi yoktur; “…insanlığı madde-nesne sürüsü görmesi” de yoktur! Varsa, dediğim gibi, bu bir durum saptamasıdır!

Sizin de, Marx’a ekonomik determinizm ya da ekonomizm anlayışı atfedenler kervanına katılarak bunun, sosyalizmin yalnızca ekonomik eğilim ve yönelimlerin gelişimine bağlı olarak neredeyse kendiliğinden ortaya çıkan bir evrimin sonucu olacağını savunan bir hareket olarak nitelendirdiğiniz Marx’ın tarihsel maddeciliğini ifade etmek için kullandığınız ve bunu yine Marx’a atfettiğiniz eksik sözlere dayandırdığınız açıktır!

Sonra da dönüp dolaşıp “hakiki Marxizm” in bu olduğunu,yani “ekonomizm” olduğunu Kıvılcımlı’dan ödünç aldığım bir sözcük ile söylemek gerekirse, zortlarsınız!

Oysa Marx, sermayenin ağırlığı ile kurulan ekonomik düzeni araştırmayı ve açıklamayı amaçlarken, yalnızca, bilimsel bir biçimde ekonomik yaşamın içinde her sağlıklı incelemenin amacını formüle etmiş oluyor; böyle bir incelemenin bilimsel değeri, belirli bir toplumsal organizmanın kökeni, varoluşu, gelişmesi ve ölümü ile onun yerini bir başka ve daha yüksek bir organizmanın alışını düzenleyen özel yasaların açıklanmasındadır.

Yani Marx, ekonomi-politikçilerin tersine, hareketi ve zamanı hedeflemektedir ama belli bir toplumsal organizmanın, yani burjuva toplumunun işleyiş yasalarını dert edindiği sürece ister istemez iktisatçı kılığına bürünecektir; ama Marx, bu topluma, salt bir bilimsel merakla bakmamaktadır; bu toplumsal organizmanın değişmesi ve yerini bir başka toplumsal organizmanın alması gerektiğine inanmakta ve bunun için çalışmaktadır!

Ve siz bay çokbilmişler, insanlığı nesne sürüsü haline getiren tekellere ve düzenlerine duymadığınız tiksintiyi, bu saptamayı yapan Marx’a ve Marxizme yöneltmeyi kurnazlık sayarsınız; ancak bu, zavallılığınızın göstergesidir!

BORGA birader, Enternasyonal, ilk “Tüzük” ve “Kuruluş Çağrısı”nın ortaya koyduğuna göre, sosyalist ya da yarı-sosyalist tekkelerin yerini işçi sınıfının gerçek bir mücadele örgütü alsın diye kurulmuştu.

Şimdi o tekkeleri, üstelik Enternasyonalin adını vererek, sırf Marxizm düşmanlığına dayanak yapmak için hortlatmaya çalışman ne acı ve ne komik!

Oysa senin de bildiğin gibi, Enternasyonalin tarihi, Genel Konseyin, işçi sınıfının gerçek hareketine karşı Enternasyonal içerisinde tutunmaya çalışan tekkelere ve amatörce deneylere karşı sürekli mücadelesiydi. Bu mücadele kongrelerde, ama bundan da çok Genel Konsey ile tek tek kesimler arasındaki özel görüşmelerde yürütülmüştür.

Şimdi, şu uyduruk “demokratik” özerk komününüzle Kürt halkının kafasına kakmaya ve uygulamaya sokmaya çalıştığınız “sınıflar arasında eşitlik” ve temel Proudhoncu doğma olarak da “siyasal hareketin dışında kalma” fikri, daha o zamandan mahkûm edilmiş ve bu ilkel görüşler, o zaman bile işçi sınıfı hareketinin gerçek koşullarının henüz pek az gelişmiş bulunduğu İtalya ve İspanya'da ve Latin İsviçre’sinde ve Belçika'daki birkaç kendini beğenmiş, muhteris ve boş doktriner arasında rağbet görmüşken, şimdi bütün bir Kürt coğrafyası yanında TDH içinde de rağbet göreceğini sanmanız ne acınası bir alıklık!

Engels, 24 Ocak 1872’de, Milano’daki T. Cuno’ya yazdığı mektubunda:

“Sosyal-demokrat işçilerin büyük çoğunluğunun, devlet iktidarının egemen sınıfların sosyal ayrıcalıklarını korumak için kurmuş oldukları bir örgütten başka bir şey olmadığını kabul ederken, Bakunin’in, sermayeyi yaratanın devlet olduğunu, kapitalistin ancak devletin inayetiyle kendi sermayesine sahip olduğunu iddia ettiğini ve Bakunin’e göre, asıl önemli olan devlet olduğuna göre, her şeyden önce devleti ortadan kaldırmanın gerektiğini ve bu yapılırsa sermayenin kendiliğinden canının cehenneme gideceğini” vurguluyordu!

Engels, Marx ile birlikte buna karşı söylediğini şöyle ifade ediyordu:

“…Sermayeyi ortadan kaldırınız, üretim araçlarının tümünün birkaç kişinin elinde toplanması durumuna son veriniz, o zaman devlet kendiliğinden yıkılacaktır.”

Engels’e göre, “Aradaki fark temel görüş farkıdır: Önce bir toplumsal devrim olmadan devletin kaldırılması saçmadır; sermayenin ortadan kaldırılması ise bu toplumsal devrimin kendisinden başka bir şey değildir ve tüm üretim tarzında bir değişikliği gerektirir.
Mademki Bakunin için ana kötülük devlettir, o zaman devleti, yani ister bir cumhuriyet, ister bir monarşi ya da herhangi bir başka şey olsun, her türlü devleti ayakta tutacak hiçbir şey yapılmamalıdır. Dolayısıyla her türlü politikadan tamamen uzak durulmalıdır.

Herhangi bir siyasal eylemde bulunma ve özellikle bir seçimlere katılma, bu ilkelere ihanet olur. Yapılacak şey propaganda yapmak, devlete hakaretler yağdırmak, örgütlenmektir ve bütün işçileri tarafına kazandıktan sonra, bütün makamları alaşağı edersin, devleti ortadan kaldırırsın ve onun yerine Enternasyonalin örgütünü koyarsın. Bin yıllık krallığı başlatacak olan bu yüksek başarının adı da sosyal tasfiyedir.

Bakunin'e göre, Enternasyonal, siyasal mücadele için değil de, toplumsal tasfiye gerçekleşir gerçekleşmez eski devlet örgütünün yerini almak için kurulduğundan, onun görevi, geleceğin toplumunun Bakuninci idealine olabildiğince yaklaşmak olmalıdır. Bu toplumda, her şeyden önce, hiçbir otorite olmayacaktır, çünkü otorite demek devlet demek… Ve hiçbir işe yaramaz (Bu insanlar, son kertede karar veren bir irade olmaksızın, en ufak bir yönetim olmaksızın, bir fabrikanın, bir demiryolunun nasıl işletileceği, bir geminin nasıl yüzdürüleceği konusunda ne düşünüyorlar, bunu elbet söylemiyorlar).
Burada çoğunluğun azınlık üzerindeki otoritesi de kalkmaktadır. Her birey ve her topluluk (komün) özerk olmaktadır; ama herkes kendi özerkliğinden bir miktar özveride bulunmadıkça, yalnızca iki kişiden oluşan bir toplum bile nasıl olanaklı olacaktır, Bakunin bu konuda da susuyor.

Ve dolayısıyla Enternasyonal de bu modele göre örgütlenmelidir. Her seksiyon özerk olduğu gibi, her seksiyondaki her üye de özerk olacaktır. Genel Konseye tehlikeli ve kendisi için bile yıldırıcı bir otorite veren Basle kararları bize vız gelir! Bu yetki, gönüllü olarak verilmiş olsa bile, sona ermelidir, çünkü yetki otorite demektir!

Bu şarlatanlığın belli başlı noktaları kısaca bunlardır. Peki, ama Basle kararlarının yaratıcıları kimlerdir? Bay Bakunin'in kendisi ve ortakları…”

Fakat senin, ağzını açtığında öne sürdüğün “Enternasyonale” dair, tarihe not düşülen bu gerçekliklere bigâne kalman, temel ve en “kurnaz” yaklaşımındır öyle değil mi?

“…komünistin Medeni Hukuk üzerinden Aile Oluşumuna karşı olması gerektiğinden” söz ederken nereye varmak istediğini anlamış değilim ve tabii, dinci akımlarla uyuşma konusunda pek sıkıntı yaşamayan BORGA’nın “aile” konusundaki hassasiyetini de anlamış değilim; aile sosyalizm yürüyüşünün önünde temel engel değildir ama dinci akımlarla uyuşmak sosyalizmin önünde son derece önemli bir engeldir!

Hep söylerim, bugün tekke ve tarikatlar ülkeyi burjuva dönemin gerisine çekmek içindir; komünizm ise burjuva dönemin sonrasıdır; öyleyse bu ikisi yan yana getirilemez!

Ve siz tepeden tırnağa “komünist” baylar, “aile” ile ilgili gösterdiğiniz hassasiyeti burada göstermezsiniz, “aile” ile ilgili anlatılmış olanlara bigâne kalmayı yeğlerken, tekke ve tarikatlara laf söyleyenleri anında duyar ve “özgürlükler” adına hak ettiği azarlamayı sektirmeden yaparsınız!

Oysa, net olarak belli ve bilinen bir gerçekliktir ki aile, din, ahlak, devlet ve bunların farklı tarihsel koşullara özgü eklemlenmiş birliği olarak ideolojik hegemonyalar, sınıflı toplumların birer ürünüdürler; işte bu ürünler, ezilen sınıfları insan dışılığa itmiş, bir anlamda yapaylaştırmış, çok çeşitli açılardan sınırlandırmış ve ezilen sınıfların kendi özgürlüğü yerine egemen sınıfların özgürlüğünü, din özgürlüğünü, çalışma özgürlüğünü, vb. koymuştur; ama “üretimde özgürlüğü” yasaklamıştır!

Anlamak isteyeceğini sanmıyorum ama durum budur!

Engels, bu hassas olduğun konuda,130 yıl önce konuştu ve “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni'nde, ailenin gelişmesini ilk olarak tarihsel materyalizmin görüşü açısından inceleyerek, Karl Marx'ın bir vasiyetini yerine getirdi. Bununla, aynı zamanda kadının tarihte ortaya çıkan ezilmesinin ekonomik temelini açıkladı ve emek araçlarında özel mülkiyetin kaldırılmasını kadının özgürleşmesinin ve hak-eşitliğinin gerçekleşmesinin önkoşulu olarak ortaya koymayı başarmıştı. Böylece Engels, cinslerin tam hak-eşitliğinin sağlanmasına ve yeni, sosyalist koşullara uygun, içinde karşılıklı saygının ve sevginin erkek ile kadının tam hak-eşitliğiyle organik olarak geliştiği bir aileye giden yolu göstermişti. Emperyalizm çağında marksizmi geliştiregiden, ve proleter devrimin öngününde devrimci işçi sınıfını iktidarı kendi eline almakta güçlendiren teorik bilgileri edinen ve yayan V. İ. Lenin, devrimci proletaryanın dikkatini kadının tam hak-eşitliğini gerçekleştirmenin pratik yanına kuvvetle çekti. İnés Armand'a mektuplarında, proleter ve burjuva görüş noktalarının bu sorunda da karşıt olduğunu ve aşksız küçük burjuva-aydınsal-köylü, dar kafalıca ve pis evliliğin, aşklı proleter sivil-evlilikle karşılaştırılmaması gerektiğini açıkça göstermişti. (JOACHIM MÜLLER )

Bütün bu anlatılanların nesini beğenmedin de şimdi, ortalık kan revan içinde iken, yayın organlarınız sabah akşam akan kanın çetelesini tutarken “aile oluşumuna” dair bu hassasiyetinin kıymet-i harbiyesi nedir acaba?

Örnek olsun,”özgürlükler” alanına soktuğunuz ve yere batasıca laiklere karşı savunma modunda olduğunuz türban ve tekkeler ve tarikatlar, mevcut düzendeki halkın hassas olduğu konular ve olgular ise aile de öyle değil midir? Öyleyse, şimdi bu kan revan içindeki koşullarda, üstelik sanki bir “evrensel komünizm” içinde imişiz gibi bir de “aile oluşumuna karşı savaş açmak” da neyin nesidir?

Lenin ,“Bolşevik, sovyetik devrim, kadının ezilmesinin ve eşitsizliğinin köklerine baltayı öyle derinlemesine vurdu ki, şimdiye kadar yeryüzünde hiçbir parti ve hiçbir devrim bunu göze almamıştı. Bizde, Sovyet Rusya'da, kadın ile erkek arasındaki yasal eşitsizlikten de hiçbir iz kalmadı. Evlilik ve aile hukukundaki özellikle alçakça, genel, ikiyüzlü eşitsizlik, çocukla ilişkili eşitsizlik, sovyet iktidarı ile baştan sona ortadan kaldırıldı. Bu, kadının özgürleşmesi için yalnızca ilk adımdır… İkinci ve en önemli adım, mülkte ve akarda, fabrikalarda ve işliklerde özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Kadının tam ve gerçekten kurtulması için "evsel kölelik" ten kurtulması için yol, kadının ev yönetiminin küçük ayrıntılarından toplumsallaştırılmış büyük ev yönetimine geçmesiyle böylelikle ve yalnız böylelikle açılır. Bu geçiş güçtür; çünkü burada sözkonusu olan, pek derinlere kök salmış, alışılmış, katılaşmış bir "düzen"in (gerçekte bir "düzen"in değil, korkunç ve barbarca bir durumun) değiştirilmesidir. Ama bu geçiş başladı, iş ele alındı, yeni yola ayak bastık.” Dediğinde ise tarih 1921 idi!

“Elbette, Marx kadın sorunuyla ‘doğrudan’, ‘yalnız onun üzerinde durarak’ uğraşmadı. Bununla birlikte, kadının hak-eşitliği için eşsiz olanı, en önemli olanı yaptı. Materyalist tarih kavramıyla bize kadın sorunu üzerine eksiksiz formüller vermediyse de, daha iyisini verdi; onları bulmak ve kavramak için doğru, güvenilir yöntemi. Kadın-sorununu genel tarihsel gelişmesinin akışı içinde, tarihsel bağımlılığı ve haklılığı içinde, genel toplumsal bağlantıların ışığında açıkça anlamamızı, onun itici ve sürdürücü güçlerini tanımamızı, onların yöneldikleri amaçları, ortaya konan problemlerin ancak varlıklarıyla çözüme kavuştuğu koşulları bulabilmemizi yalnız materyalist tarih anlayışı olanaklı kılar.

Ahlaki yasalara ya da tanrısal buyruklara göre yaratılmış olan o kadının ailedeki ve toplumdaki konumunun öncesiz ve sonrasız olduğu boşinanı parçalanıp toz oldu. Ailenin, öbür toplum kurumları ve varlık-biçimleri gibi sürekli bir oluşa ve göçüp gidişe uğradığı ve onlar gibi olan ekonomik ilişkilerle ve bu ilişkilerin desteklediği mülkiyet düzeniyle birlikte değiştiği açıkça ortaya çıktı. Ama bu değişmeyi yapan, o sırada üretim tarzını altüst eden ve onu ekonomi ve mülkiyet düzenine karşıt duruma düşüren ekonomik üretici güçlerin gelişmesidir. Sonra, devrimcileşmiş ekonomik ilişkilerin ve bağlantıların tabanı üzerinde insanların düşüncesinin devrimcileşmesi, toplumsal üstyapının kurumlarında ekonomik temele uygun değiştirmeleri yapma, mülkiyet biçimleri ve egemenlik ilişkileri içinde katılaşıp kalmış olanı giderme çabası tamamlanır. Yardımlarıyla bu çabayı başarıya ulaştıran, sınıfların savaşımlarıdır.

Elbette, Lenin de "kadın sorunu" üzerine hiçbir kitap, geniş kapsamlı hiçbir inceleme yazmadı….(ama) Kadınların Lenin'e ne borçlu olduğunu tümüyle öğrenmek isteyen kimse, onun derlenmiş yapıtlarında derinleşmeli, ilk işçi ve köylü cumhuriyetlerinin birliğini yaratmış olan Bolşevik Partinin ve Komünist Enternasyonalin tarihini incelemelidir. Kadının özgürleşmesi de birlikte olmak üzere, insanın özlediği bütün kurtuluşlar için Lenin'in ne kadar eşsiz büyüklükte ve önemde olduğu ancak ve ancak ondan sonra tümüyle kavranır.” (Clara Zetkin, Seçilmiş Konuşmalar ve Yazıları)

Dahası var:

“İktisadi nedenlerden doğmuş bulunan tek-eşlilik, bu nedenler ortadan kalkınca yok olacak mı? Sorusunu soran Engels, kendi ifadesiyle buna, “hiç de haksız olmayarak”, şu yanıtı verir:

“Yok olması bir yana, tek-eşlilik, asıl bu andan sonra tam anlamıyla gerçekleşecektir. Gerçekten, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte, ücretli emek de, proletarya da ortadan kalkacaktır; öyleyse, aynı zamanda, belirli bir sayıda kadın için (bu sayı istatistiklerden hesaplanabilir), para karşılığı kendini satma zorunluluğu da ortadan kalkacak demektir. Fuhuş ortadan kalkınca, tek-eşlilik tehlikeye düşmek bir yana, sonunda bir gerçek haline gelir, — hatta erkekler için bile.”

Engels, açıklamalarına devam ederek,”Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nde bu konuyu şöyle açıklar:

“…süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerine bugünden düşünülebilecek şey, özellikle olumsuz bir nitelik taşır ve öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinilir. Ama bu işe hangi yeni öğeler katılacak? Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında, bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal güç aracıyla satın almamış olacak yeni bir erkekler kuşağı; kendini gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı.

İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır — bir nokta, işte bu kadar.”

Ve Tek-eşliliğin geleceği üzerinde pek az durmuş olsa da, bu ereğe erişilmiş olduğuna kendisi de inanmamakla birlikte, tek-eşli ailenin gelişimi içinde, iki cins arasındaki tam bir hak eşitliğine doğru bir ilerleme gören Morgan ise, aynı yapıtta Engels’in aktarımı ile şöyle der:

"Eğer ailenin ard arda dört biçimden geçmiş ve şimdi bir beşinci biçime bürünmüş olduğu olgusu kabul edilirse, ortaya bu son biçimin, gelecek için sürekli olup olamayacağını bilmek sorunu çıkar. Buna verilmesi olanaklı tek yanıt, tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi, toplum geliştikçe, aile biçiminin de gelişmek, toplum değiştiği ölçüde, aile biçiminin de değişmek zorunda bulunduğudur. Aile biçimi, toplumsal sistemin ürünüdür ve onun kültür durumunu yansıtacaktır. Tek-eşli aile uygarlığın başlangıcından bu yana, hele modern zamanlarda çok belirli bir iyileşme gösterdiğine göre, en azından, onun; iki cins arasındaki eşitliğe ulaşılana kadar, yeni olgunlaşmalara yetenekli olduğu düşünülebilir. Eğer uzak bir gelecekte, tek-eşli aile, toplumun gereksinmelerini karşılayamaz bir duruma gelirse, onun yerini alacak olan ailenin nasıl bir öz taşıyacağını şimdiden söylemek olanaksızdır."

Yine Engels, Komünizmin İlkeleri’nde, 21. Soruda, “Komünist toplum düzeni aileyi nasıl etkileyecek?” diye sorar ve şöyle yanıtlar:

“Her iki cinsin ilişkisini bu ilişkiyi paylaşanları ilgilendiren ve toplumun karışmaması gereken tümüyle özel bir ilişki haline getirerek. Özel mülkiyeti giderdiği ve çocukları ortaklaşa eğittiği ve böylelikle şimdiye kadarki evliliğin her iki temelini, özel mülkiyet aracılığıyla kadının erkeğe ve çocukların ana-babalarına bağımlılığını yok ettiği için bunu yapabilir. Yüce ahlaklı dar kafalıların kadınların komünistçe ortaklaşılmasına karşı kopardıkları çığlıkların yanıtı da buradadır. Kadınların ortaklaşılması tümüyle burjuva topluma özgü bir ilişkidir ve bugünkü günde içyüzü tümüyle o...puluktur. Ama p...puluk özel mülkiyete dayanır ve onunla birlikte çöker. Demek ki komünist düzen, kadınların ortaklaşılmasını getirmez, tersine, daha çok ortadan kaldırır.”

Derdin ne?

İlle Marxizmin kurucularına kara çalacaksın diye içinde olmaktan mutlu olduğun karanlık göle maya çalmaya mı çalışırsın?

Biz Marxizm’in eleştirilemez olduğunu ne düşünüyoruz, ne de dayatıyoruz; evet, insanlığın entelektüel serüveninin en önemli parçası olan Marxizm’i eleştirerek ilerleyebiliriz;ancak Marxizm’ in düşman bir cepheden yürütülen eleştirisi ile bir yere varılamaz; bu olsa olsa geriye doğru ilerlemektir!

Günümüzün Berkeley’leri rolüne bürünen burjuva ideologların, laboratuarlarda harıl harıl çalışarak dini kalkındırmak için, insanları koşulsuz tanrının kollarına atmak için teoriler ürettiklerini ama bunu akıl taşıyanlara inandırmakta pek başarılı olamadıklarını, bu nedenle de, insan aklını geriletecek ideolojik şaşırtma formülleri üzerinde daha çok çalıştıklarını epeydir biliyoruz!

Diğer yandan, artık burjuva düzenin ekonomik alt yapısı yanında, tüm hegemonyasına karşın, ideolojisinin de iflas ettiği apaçık ortadadır. Bu nedenle kapitalizm, daha açık ifadeyle tekelci düzen, kendisinin bile vazgeçtiği ideolojisini kanıtlayıcı dayanaklar üretmekle vakit harcayacağına, insan aklını geriletmenin formülleri üzerinde çalışmaktadır.

Bunun için de, insan toplumunun maddi yaşamının yansıttığı gerçekliklerle örtüşmeyen, aksine bu gerçeklikleri örtmeye yarayan karanlık düşünceler, emperyalizmin “yeni” dünya’ sına hizmet için, artık ideolojik laboratuarlarda üretilmektedir.

Sense, tıpkı Nişe’ nin insanoğlunun içinde olduğu yabancılaşmanın temel müsebbibi olan tekellere ve düzenlerine değil de, bu yabancılaşmanın içine sokulan insana cephe aldığı gibi ki şimdi sizin Kürt halkını bir Tanzimat öncesi karanlığın içine sokmaya çalışmanız da bu yabancılaştırmanın içindedir, sanki insanı bu yabancılaşmanın içine Marx ya da Marxistler sokmuş gibi, Marxizmin kurucularına ve marxistlere, “İnsanlığı madde-nesne sürüsü görmekten bir gıdım öteye gidemeyenler” yaftasını da asabiliyorsun!

Oysa gördüğün gibi, Marxizm-Leninizmin kurucuları ve Marxistler, senin sanki üç bilinmeyenli bir denklem imiş gibi önümüze fırlattığın konularda tane tane, en anlaşılır biçimde yazmışlar; neden? Çünkü herkes anlasın, anlatılanlar hakkında kendi hükmünü verebilsin diye!
Senin zırvalamaların ise kabak tadı verdi; ne diyorsun, ne anlatıyorsun, eminin kendin bile anlamıyorsun; “önce şunu sorgula, sonra onu kurgula, en sonu da birbirlerinin bağını kur” diyorsun ki hep başvurduğun nakarattır!

Yani,“Atışma dursun… önce Tarihsel İnsanlık ve Evrensel Komünizm ile Komünist Enternasyonal Örgütlenme arasındaki bağı ve bunun Gönül ile yani Ahlaki Toplum ile bağını kur, buradan da komünistin neden Medeni Hukuk üzerinden Aile Oluşumuna karşı olması gerektiğini sorgula ki, tartışmaya dâhil olasın” diyorsun!

Nedir bu? Ne demek istiyorsun? Tarih dışı ya da üstü, hiç değişmez, evrensel, ölümsüz doğruluklar, ölümsüz bir ahlak, ölümsüz bir adaletten mi söz ediyorsun? Dolandırmadan anlat da yararlanılacak bir şeyler varsa herkes yararlansın!

Ancak aklında bulunsun ki, gerçekten bilimsel çalışmalar, yanlışlık ve doğruluk gibi dogmatik ve ahlaksal deyimlerden sürekli olarak kaçınırlar, oysa boş bir söz ebeliğinin, kendini bize egemen düşüncenin egemen sonucu olarak kabul ettirmek istediği Gerçeğin Felsefesi gibi yazılarda, bu deyimlere her yerde rastlanır; örnek olsun “önderiniz” Öcalan’ın kuvvetle muhtemel ısmarlama olan yazılarında da ve sıklıkla rastlanır!

Yine örnek olsun ki Dühring, “ahlak doğrulukları, son temellerine değin bilinmiş oldukları ölçüde, matematik uygulamaların geçerliliğine benzer bir geçerlilik savlarlar” derken, ahlaksal doğruluklara son çözümlemede kesin bir nitelik vermiş olduğunu öne sürmektedir.

Dühring’ e göre, Ahlak dünyası "tıpkı evrensel bilgi dünyası gibi... Kendi sürekli ilkeleri ile kendi yalın öğelerine sahiptir, ahlak ilkeleri tarihin üstündedir ve aynı biçimde ulusal niteliklerin güncel ayrımlarının da üstündedir. ... en tam ahlak duygusunun ve deyim yerindeyse vicdanın, evrimi sırasında oluştukları özel doğruluklar, son temellerine kadar bilinmiş oldukları ölçüde, matematik kavrayış ve uygulamaların değer ve önemine benzer bir değer ve bir önem savında bulunabilirler. Gerçek doğruluklar hiç değişmezler... Öyleki bilginin doğruluğunu zamana ve gerçeğin değişmelerine bağlı olarak düşünmek, her zaman bir çılgınlıktır.”

Sen de bunu mu savlıyorsun; Bay Dühring gibi, eski sınıflı toplumun bağrında, toplumsal bir devrimin öngününde, geleceğin sınıfsız toplumuna ölümsüz, zamandan ve gerçeğin dönüşümlerinden bağımsız bir ahlak mı kabul ettirmeye çalışıyorsun?

Neyse, buraya döneceğiz!

Borga beyefendi kardeşim,“deyim yerindeyse hâlâ neticeden kaçmak için sürekli olarak haticeyi öne sürüyorsunuz; yani hep mızıkçılık yapıyorsunuz” demiştim; demek ki hâlâ geçerlidir ve senin bundan vazgeçeceğini sanmıyorum!

Kendi hünerin olan atışmaların beklemesini buyurmuşsun ki, atışmanın hünerbazı bizzat zat-ı âlin iken, bu pişkinliğin evlere şenlik; oysa ben “ne fark eder, (atışma söz konusu ise, atışmaya ne gerek var anlamındadır) BORGA Bey, Che efendi, 33 olmuş,35 olmuş ya da 37 olmuş, bu mesele mi; adam ömrünün yarısını zindanda geçirmiş işte nihayetinde bir takım çevirilerden gelen bilgileri aktarıyoruz” diyerek asıl konudan uzaklaşmamaya davet etmiştim ama sen “atışma” ya devam ettin ille de HÖDÜK’ sün buyurdun! Biz ne olduğumuzu biliyor ve gocunmuyoruz ama madem Deniz Hakan’ı kaynak göstererek “33 yıl” demekle“HÖDÜK” olunuyor, öyleyse o “hödük”ün Bizzat zat-ı âlin olduğunu göstermek boynumun borcu idi ve gösterdim; 1991 den beri insanlarımıza Blanqui’ye dair kaynağından bilgi aktaran sen, 35 mi 37 yıl mı,75 yaşında mı 76’mı hangi kaynaktan aktardın bize gösteremedin ve üstüne üstlük, yine bizzat kendi iddian olan, daha doğrusu kuyruklu yalanın olan “Lenin’in Japonlara karşı ABD’den üs talep ettiği” yollu uydurmanı da hangi kaynaktan aldığını inatla söylemezken (çünkü öyle bir kaynak yoktur ), şaşırtıcı bir pişkinlikle bu iddianı yalanlayan Ulak’a kaynağı araştır bul demeye devam etmektesin!

Şimdi senin yaptığın pişkinlik değilse nedir? Bu pişkinlik ortaya, "neticeye" karşı "haticeyi" atmak değilse nedir?

Bütün bu zırvalamalarının, bütün yolların,“Üstyapının” bağımsız olduğuna, “kendi bildiğini okuduğuna” çıktığını kafalara kakmak için olduğu apaçık ortada değil mi? Bunun gerçekliğe karşı karanlığın emrettiği bir direnişin ifadesi olduğu besbelli değil mi?

Böyle bir bağımsızlığın kesinlikle mümkün olmadığının anlaşılması Marx’la birlikte olduğu içindir ki Marx’ı tü kaka yapmak için emperyalistlerden daha fazla çırpınmaktasınız! Oysa çok açıktır ki tam da bu nedenle, ne felsefe ne de ideoloji bağımsızdır!

Bu yüzden ezilen sınıfların hiçbir zaman bir tarihi olamamıştır.

Çünkü “Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur; bunlar, o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Grundrisse)

Ancak, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf da pek bağımsız değildir; eninde sonunda ekonomik etkene bağımlıdırlar!
Engels bunu, yani "ekonomik etken"in ve "üstyapının çeşitli öğeleri" nin tarihin biçimlenmesinde oynadıkları rolü, Joseph Bloch' a yazdığı Eylül 1890 tarihli mektubunda, şöyle açıklar:

"... Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonunda belirleyici etken, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu asla ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse bunu ekonomik etken biricik belirleyici etkendir diyerek bozarsa, bu önermeyi anlamsız, soyut, saçma bir söze dönüştürüyor demektir. Ekonomik durum temeldir, ama üstyapının çeşitli öğeleri —sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları, örneğin başarılı bir çarpışmadan sonra yenen sınıfın koyduğu anayasalar vb., hukuksal biçimler, özellikle de bu gerçek savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, politik, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogma sistemlerine gelişmeleri— de tarihsel savaşımların gidişinde etkilerini gösterirler ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirlerler. Bütün bu öğeler ararında bir etkileşim vardır; bu etkileşimde bütün sonsuz ilinekler (tesadüfler, kazalar, sapmalar, accident, yani, iç bağlaşımı bizim kendisini var-değil sayıp savsayabileceğimiz kadar uzak veya kanıtlanması o kadar olanaksız şeyler ve olaylar) çokluğu ortasında, ekonomik devinim sonunda kendisini kesinlikle olurlamak zorundadır. Yoksa teorinin herhangi bir tarih dönemine uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu. Tarihimizi kendimiz yaparız ama başta, çok belirli öncüller ve koşullar altında. Bunlar arasında en sonunda belirleyici olan, ekonomik olanlardır. Ama politik olanlar vb. ve insanların uslarından çıkmayan gelenekler bile, belirleyici olmasalar da bir rol oynarlar."

Daha önce de vurguladım, burada söylenmek istenen, ekonomik etkenin belirleyiciliğinin teorinin bir keyfiyeti olmadığı ve ekonominin belirleyiciliğinin bir durum saptaması olduğu ve bu saptamanın bizzat bu belirleyicilikten kurtulmak için olduğudur!

Bu mu Engels’i tiksinilesi bir “ekonomist” yapıyor; yoksa hepimizi asıl tiksinilecek noktalardan uzaklaştırmak için bahaneler mi üretiyorsun?

Öyleyse bence beklemesin, sorun “atışma”da ise, önce “atışmayı” neticeye vardıralım ve öyleyse söylemelisin ki şu Blanki’nin mahpusluk zamanı ile ömür zamanı hakkında doğru bilgilenmemiz için 1991 den beri insanlarımıza Blanqui’ye dair aktardığını söylediğin kaynaktan biz de yararlanalım, kimlere güveniyorsun bilelim ve “HÖDÜK” lükten ve “AYIP” etmekten kurtulalım.

Ayrıca, şu muallâkta kalan, “Lenin’in ABD’den üs isteme” mevzuunu hangi kaynaktan aktardın göstermen için tam zamanıdır; göster ki “kuyruklu yalancı”lıktan bir nebze de olsa kurtulasın!

Çok mu zor şeylerdir istediklerim?

Aklın sıra konudan uzaklaştıranın kendin olduğunu unutturacaksın; hâlbuki biz tam da bunun için, yani asıl konudan uzaklaştırdığını gördüğümüz için, gerçeklerin aynasından çuval dolusu, pırıl pırıl gerçekleri önüne boca etmiştik; ama sen bu gerçeklere karşı, şaşırtıcı bir pişkinlikle, neticeye değil haticeye gönül verdiğini göstererek önümüze “35 olur, 37 de olur ama 33 olmaz, olursa kıyamet kopar; o zaman da BORGA çok kızar ve etrafa kendisinde mevcut “HÖDÜKLÜKLERİ” dağıtarak yükünü hafifletir!” masalını döktün!

“Yapma, etme BORGA kardeş, otuz üç olsa ne olur,35 olsa ne olur, mesele bu değil ki!” dediysek de haticeye olan aşkınla neticenin önünü kesmeye devam ettin!

Ne diyoruz, “geldiniz geldiniz bir Tanzimat öncesi karanlığı mekân tuttunuz; ya da şöyle söyleyeyim, yobazizme biat ettiniz!”

Ve işte asıl mesele budur ve asıl asıl mesele de yobazizmin hukuku ile laik cumhuriyetin hukukunun çatışma halinde olması ve yobazizmin son bir darbe ile ne laiklik ne de laik cumhuriyet hukuku bırakmaya çalışmakta ve yer yer defacto hüküm süren ve hızla konuşlanan yobazizmin hukukunu dejure ilan etmek üzere hazırlanılmakta ve buna Kürtlerin de çanak tutmakta olduğudur!

Senin deyişinle,”Bu başlıktaki konu, tartışmanın neden başladığının” cevabı ve “Kaynayıp gitmesine razı olmadığın iş” işte budur ve bu iş tamı tamına senin marifetindir!

Ve sen buna karşı, yine kendi deyişinle önümüze, şimdi “atışma” dediğin bir “hatice” daha fırlattın ve bu “atışma” ters tepince, yani neticeyi örtemeyince de “atışma beklesin” buyurup, “…ekseni tamamen boşlamak yanlış iş” yollu pişkinliğe devam ederek asıl konudan uzaklaştırmaya devam ediyorsun!

Netice olarak dediğime geldin ama tersinden bir mezenformasyon denemesi ile bu kez başka bir pişkinliğinle yine başka bir haticeyi önümüze çıkartarak hâlâ neticeden ya da daha anlaşılırı, asıl meseleden uzaklaştırmaya çabalıyorsun!

Peki, bu başlıktaki konu ne idi? Diyanetin,” İslam'ın kurallarıyla yönetilen devletlerde, verilebilecek bir karara dair açıklama yapması”

Bu başlıkta,“Hukuk var, bilim var, insanlık değerleri, insan uygarlığının sözlü, yazılı, görsel birikimi var” deniliyor ve “Türkiye, her inançtan ve inançsızlıktan yurttaşlarıyla birlikte laik bir cumhuriyet olmayı seçmiş bir ülkedir. Böyle bir ülkede İslam hukuku ancak bir akademik araştırma konusu olabilir” denilerek,“Diyanet İşleri Başkanlığı, fetva yayınlayarak suç işlemektedir” ekleniyor!

Söylenen, “henüz anayasal olarak laik cumhuriyet hukukunun geçerli olduğu bir ülkede İslam hukukunun işletilmeye çalışılmasının suç olduğu” dur; tamam, bunu söyleyenler, artık laik cumhuriyet hukukunun, laik cumhuriyet ile birlikte eskide kaldığını ve yeni Türkiye’nin rejiminin defacto İslamik-osmanik, dinci-gerici olduğunu, hukukunun da “İslam hukuku” olduğunu kabul etmiyor olabilirler ama zaten bunun için demiyor muyuz ki Türkiye’de bir ikili iktidar ya da rejim veya hukuk var? Ve siz Kürtlerin de bu konuşlanmada, eski rejimin, yani laik burjuva cumhuriyetinin ve hukukunun değil de, yeni rejimin, yani anti-laik, dinci-gerici, İslamik-Osmanik rejimin ve “hukukunun” yanında yer aldığınızı söylemiyor muyuz?

Ve bu yüzden tam da bu defacto ilerleyen rejimin dejure ilan edilmesi üzere harıl harıl çalışılan anayasa değişikliğine yeşil ışık yaktığınızı ve işte tam da burada yaşanan bir gel-git’ in neticesinde işlerin bu hale geldiğini, yani ortalığın kan-revan hale döndüğünü ama sizin hâlâ “çözüüüm” ne olur “çözüm” diye yalvardığınızı yüzünüze vurmuyor muyuz?

Demek ki, son tahlilde TKP’lilerin, pardon KP’ lilerin dediklerini böyle okumak gerekiyor ve sen bunun böyle okunmaması için, bu neticenin önüne haticeyi fırlatarak mızıkçılık yapıyorsun ve pişkinliğinle beraber mızıkçılığını bir doz artırarak, “atışma beklesin; yoksa netice ayan beyan ortaya dökülecek” diyorsun; ama nafile çabadır; netice çoktan ortaya dökülmüştür!

İşte bu yüzden sizin yaptığınız,”bu neticeye karşı ortaya haticeyi fırlatmak” oluyor!

Hatice mi? Çok basit, onlar şeriat hukukuna karşı, laik burjuva cumhuriyetin hukukunu savunuyorlar ve sen, hem de laik burjuva cumhuriyetin hukukunu savundukları için değil, sanki şeriat’ın hukukuna karşılık komünizmin hukukunu savunuyorlarmış gibi, bunu mahkûm ederek, bir sürü masal anlatıyorsun!

İşte eksiği var fazlası yok,”hatice” de bu oluyor!

Ve anlattığın masallar ilk değil ki birçok kez ağzına tıktığım masallarındır!

Ve bu kez de ağzına tıktım, tıkmaya, Deniz Hakan’a ait, “Cumhuriyet sanık sandalyesinde” başlıklı makaleden, son derece zamanlı ve öğretici bir aktarmayla başladım!

“…hayatının 33 yılını hapiste geçiren Blanqui “ kısmı değildir aktarmanın asıl konusu; savunmasını 1870 veya 1871 değil de 1872’de yapması da ve elbette dördüncü kez ya da her kaçıncı kez olması da değildir; önemli ve asıl olan konu, yaptığı savunmada Blanqui’nin söyledikleridir; yani, Burada 31 Ekim için bulunmuyorum, bu günahlarımın en küçüğüdür. Ben burada krallık düzeninin mahkemenizin sanık bölmesine sürüklediği Cumhuriyet’i temsil ediyorum. Hükümet komiseri, sırasıyla,1789 Devrimi’ni, 1848 Devrimi’ni ve 4 Eylül Devrimi’ni suçladı. Krallık fikirleri adına, yeni hukukla çatışma halinde olan eski hukuk adına yargılanıyorum ve Cumhuriyet düzeni altında mahkûm edileceğim" demesidir!

Ve ilaveten, Deniz Hakan’ın bundan çıkardığı neticedir:

"Blanqui müebbet hapis cezasına mahkûm edildi. Mahkûm edildiğinde düzenin, yalnızca adı Cumhuriyet’ti; egemenler, Cumhuriyet için verilmiş onca fedakâr mücadeleden sonra rejimin adını başka türlü koyamamışlardı. Ama düzenlerini bu kılıfla sürdürebilmeleri, Cumhuriyet’i kuran devrimleri ve gerçek Cumhuriyetçiler’i mahkûm etmeye bağlıydı. Tahammülsüzlükleri, karalamalarla dolu iddianameleri, müebbet kararları büyük korku eseridir ve tercih değil, zorunluluktur.

Cumhuriyetçiler bu topraklarda da sanık sandalyesine oturtuldular. Belki de, tarihin bu kesitinde Blanqui’yi en açık şekilde doğrulayan, bu coğrafyadır.”

Deniz Hakan, üzerimize “hatice” fırlatmıyor; bir neticeye dikkat çekiyor ve daha fazlası, mektubumda derinlemesine ve fazlasıyla anlatılıyor.

İşte bu, senin ortaya bir “hatice”,bir “atışma” konusu fırlatmana yetiyor ve artıyor!

Ondan sonrası malum ve önceki zırvalamalarının üstüne tüy dikerek işin içinden kendin bile çıkamaz hale gelmiş durumdasın; bu nedenledir “atışma beklesin” buyruğun!

Oysa bilhassa kaçtığın ve kaçırttığın asıl konuya dair oldukça uzun bir çözümleme yazmıştım ama sen bundan da kaçmak ve kaçırtmak için Blanki’nin mahpus yaşı ile ömrü hayatı konusunda vaveyla koparmayı tercih etmiştin!

Fikret Uzun

07-02-2016

Hiç yorum yok: