22 Şubat 2016 Pazartesi

İNTİKAMCI TERÖRÜN İPİNİ TUTMAK MI KOLAY UMUDA SARILIP GERÇEKLERE SAHİP ÇIKMAK MI ZOR?

İNTİKAMCI TERÖRÜN İPİNİ TUTMAK MI KOLAY UMUDA SARILIP GERÇEKLERE SAHİP ÇIKMAK MI ZOR?
“Ekonomistler ile bugünün teröristleri arasında ortak bir kök bulunmaktadır ve bu, kendiliğindenliğe kölece boyun eğiştir… Ekonomistlerle teröristler, kendiliğindenliğin yalnızca farklı uçlarına boyun eğmektedirler; ekonomistler "salt işçi hareketi" önünde boyun eğmektedirler, teröristler ise devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini birbirini tamamlayan bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden ya da olanağından yoksun olan aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde boyun eğmektedirler… İnançlarını yitirmiş olanların ya da bunun mümkün olduğuna hiçbir zaman inanmamış olanların öfkeleri ve devrimci enerjileri için, terör dışında bir çıkış yolu bulmaları gerçekten zordur…
Siyasal eylemin, en iyi niyetlerle ya terör çağrısında bulunanların, ya da iktisadi mücadelenin kendisine bir siyasal nitelik kazandırmaktan söz edenlerin bilincinden çok ayrı olan bir mantığı vardır. Cehenneme giden yol, iyi niyetle döşenmiştir ve bu durumda, iyi niyet, kişiyi ‘en az direnme çizgisine’, katıksız burjuva Credo çizgisine kendiliğinden sürüklenmekten kurtaramaz… Hükümetin terörle ‘yıldırılamayacağı’nı ve bu yüzden de yıkılamayacağını teslim etmek, terörü, bir mücadele sistemi olarak programın öngördüğü bir eylem alanı olarak tümüyle mahkûm etmek demektir…” (Lenin, Ne yapmalı)
Nereden nereye?
2012 yılı imalatı olan ve kaynağı bilumum AKP muhibbi, tekellerin ideolojik tetikçisi devrim kaçkınlarının karargâh yaptığı ALTÜST dergisinden indirilerek,”uzlaşmacı Lenin”ciliğin bayraktarlığını yapmanın bir girişimi olarak, başrolünde AKP Hükümetinin olduğu ve bilumum sacayakları ile şiir gibi bir konsensüsün AKP hükümeti lehine hüküm sürdüğü, aynı anlama gelmek üzere, dinci-gerici, osmanik-İslamik “yeni” 12 Eylül faşist rejiminin dejure ilan edilerek Kürtlere de bir “özerklik”  vaat edildiği ya da böyle bir beklentiye sokulduğu zamanda, Kürt Özgürlük Hareketinin, “demokratik”  bir  “özerklik” in yüzü suyu hürmetine, bu “yeni”  rejimle ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin çıkarları lehine “uzlaşmasının kesinkes kötü bir şey olmadığı”nın, daha neti “Kürtlere, analarının sütü gibi helal hak” olduğunun dosta –düşmana anlatılmasının üzerinden çok az bir zaman geçmesine karşın, şimdi varılan yerde bir taraftan  “ne olur çözüüüm” diye çırpınmalar olsa da, artık daha çok “terörizmin ve şiddetin haklılığı” üzerine intikamcı nutuklara varmışız da haberimiz yokmuş!
Oysa “terörizm” konusu ve sorununun tartışması çok gerilerde kalmıştı ki şimdilerde yeniden ve hem de daha çok, kısa bir süre öncesine kadar  “Barış gelsin, hemen şimdi gelsin, analar ağlamasın” türküsünü çağıranlarca ısıtılması ve intikamcı nutukların konusu yapılması, son derece traji-komik olduğu kadar, emperyalizmin ortaçağ trenini yakalamaya çalışanlar açısından son derece zamanlı olduğu açıktır!
Gerçekte ise, bir Yaşar Kemal klasiği sözle “Ölmüşüz de habarımız yoktur” noktasına geldiğimizin ama gerçeğe doğru bir adım bile atmamak için ayak direme noktasında eşelenip durduğumuzun resmidir; yani Kürtler’in, KÖH muhiplerinin, hâlâ aynı yerde, o çok gerilerde, Marxistlerle Narodnikler arasında kalan eşikte eşelenip durduklarının resmidir!
Öyleyse o eşiğe, ta 1870-1880’lere gitmeden bugünden ama daha yakından bakmak gerekiyor.
Evet, bu yıllarda terörizm, Marxistlerle Narodnikler arasındaki tartışmada önemli bir yer tutarken, Rusya’da henüz kent proletaryasının bir sınıf olarak gücü çok azdı.
1875 yılında Narodniklerin devrimci kanadı, bir devrimi ateşlemek ve kurtuluş vaktini yaklaştırmak için teröre başvurmanın kaçınılmaz olduğu sonucuna vardılar. Marxistler ise başta son derece çekingen olmakla birlikte, bir işçi partisi kurulmasından itibaren çekingenlikleri atarak terörizmi kınadılar.
Narodnikler, daha sonraki sosyalist devrimciler gibi, Marxistlerin bu terör saldırılarına devrimci olmadıkları için, kan dökülmesinden korktukları için ya da cesaretten yoksun oldukları için mesafeli durduklarına insanları inandırmaya çalıştılar.
Puşkin, buna çar’a karşı yazdığı şu dizeleriyle cevap vermiştir:
"Aşağılık otokrat,
Sana ve ırkına nefret duyuyorum;
Senin ve tohumlarının yok oluşunu
Gaddar bir keyifle izleyeceğim."
Marxistler ilkesel olarak şiddeti yadsımadıklarını, bunu devrimci bir etken olarak gördüklerini her zaman vurgulamışlardır, çünkü bazı şeyler yalnızca şiddetle yok edilebilir. Ama burada söz ettikleri kolektif şiddettir. Şu ya da bu bakanın veya polis şefinin öldürülmesi, Marxistlere göre hiçbir şeye hizmet etmez; daha doğru ifade ile egemen sınıfa hizmet eder. Kitleler içinde çalışmalı, milyonlarca insanı örgütlemeli ve işçi sınıfını aydınlatmalıdır. Tayin edici zaman, ancak bu görev tamamlandığında gelip çatar. Dolayısyla şiddeti Marxistler bireylere karşı değil, bir bütünlüğe karşı kullanırlar; silahlı ayaklanmaya önem atfederler.
Rusya'da 1905 yılında ilk kez denenen tam da budur. Üstelik 1917 Ekim Devriminin zaferle sonuçlanmasının deneyleri de buradan gelir.
Ancak bütün oportünistlerin buna ve üstelik Engels'i referans göstererek, karşı çıktığını biliyoruz. Üçüncü kongrenin işçilerin silahlanması gereğini ilan ettiği için, bu talebi Menşevikler anarşizm ve darbecilik olarak kötülediler. Bunun yerine ,"devrimci özerk yönetim" gibi zemstvoları ve yerel meclisleri güçlendirmeyi, Buligin Duması’na katılmayı, işçilere silah vermek yerine, onlara önce “ silahlanmanın gerekliliği fikrini ”aşılamakla işe başlamayı öneriyorlardı.
Sonuçta, 1905 Aralık ayında Moskova'nın Presniya semtinde patlak veren başında Bolşevikler olan ayaklanmada işçiler kana bulandı. Bu sonuç nedeniyle Menşevikler katılmadıkları bu ayaklanmanın yanlışlığını kanıtlamaya çalıştılar. Plehanov’ da şöyle yazıyordu,"silaha sarılmamak gerekirdi."
Bolşevikler ve Lenin, ayaklanma bozguna uğrayınca "silaha sarılmamalıydık" dememiş ve tıpkı Marx'ın, önce karşı çıktığı ama patlak verdiği andan itibaren desteklediği Paris Komünü kalkışmasının kanla bastırılması sonunda "ben demiştim" veya "silaha sarılmak yanlıştı" demeyerek, Komünarları göklere çıkartıp, cellâtlarını yerin dibine batırdığı gibi, canla başla çarpışanların kahramanlıklarına duyduğu hayranlığı dile getirdiler.
Ancak 1905 öncesi, terör meselesi ortalığı bulandırmakta ve Narodniklerin bir bölümünü, Marxistlerden daha devrimci göstermekte idi.
Şu iki tutum, bakan öldürmek ile işçilerle onlara politikanın alfabesini öğretmek üzere bir araya gelmek, karşı karşıya getiriliyordu. Narodnikler bir bakanı öldürmenin devrimci olduğunu, ötekinin ise yalnızca "profesörlük "olduğunu söylüyorlardı.
Bu yaklaşımın bugün de takipçileri olduğunu görmekte zorlanmıyoruz ve bu takipçilerin pek çoğunun, her ne kadar Marxizmi aşıyorumculuk oyununun aktörleri olsalar da, “uzlaşmacı Lenin”cilik ile “Blankici Lenin”cilik arasında sallandığını da görebiliyoruz!
Oysa Lenin’in, 1917 Nisanında “blankist” suçlamalarına karşı, “her türlü ‘blankist’ maceraya karşı doğrudan Paris Komünü’ne işaret ettiğini” ve “Marx ve Engels’in de kanıtladıkları gibi, Paris Komünü’nde Blanquizm’ e yer olmadığını, çoğunluğun doğrudan, dolaysız, mutlak egemenliğinin ve kitlelerin aktivitesinin ancak, bizzat çoğunluk bilinçli ortaya çıktığı ölçüde güvencede olduğunu gösterdiğini” vurguluyordu!
Daha sonra, Ekim Devriminin ön günlerinde kaleme aldığı bir makalede “Ayaklanmanın, olayların nesnel akışı tarafından gündeme konmuş bulunduğunu partinin tam da şu anda zorunlulukla kabul etmesi gerektiğini ve ayaklanmayı bir sanat olarak ele alması gerektiğini tanıtlamak için, belki en iyisi karşılaştırma yöntemini kullanmak ve 3 ve 4 Temmuz günleri ile Eylül günlerini karşılaştırmak olacaktır.” diye yazan Lenin, “Marksistleri, ayaklanmayı bir sanat olarak gördükleri için, blankicilikle suçlamanın bir oportünist çarpıtma olduğunu” şöyle açıklıyordu:
“Ayaklanmaya hazırlanmanın ve genel olarak, ayaklanmayı bir sanat olarak görme biçiminin ‘blankicilik’ olduğunu ileri süren oportünist yalan, Marksizmin çarpıtılmaları arasında, en kötü niyetlerden ve egemen ‘sosyalist’ partiler tarafından belki de en çok yayılmış bulunanlardan biridir.
Ayaklanmanın bir sanat olduğunu açıklayarak, onu bir sanat olarak ele almak gerektiğini, ilk başarıları kazanmak ve kargaşalık içine düşmesinden yararlanarak, düşmana karşı yürüyüşü aksatmaksızın, başarıdan başarıya ilerlemek gerektiğini vb. söyleyerek bu konudaki fikrini en belgin, en açık ve en kesin bir biçimde açıklayanın Marks'ın ta kendisi olduğunu hiç bir Marksist yadsıyamayacağına göre, gerçeğin bundan daha apaçık bir çarpıtılması olamaz.”
Ve Lenin, “ayaklanma sorununu koyma biçiminde, Marksizmin blankicilikten ayrılması sonucunu veren üç koşulu, şöyle vurguluyordu:
Başarmak için, ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte üçüncü nokta.”  ve  “…bu koşullar yerine geldikten sonra, ayaklanmayı bir sanat olarak görmeyi kabul etmemek, Marksizme ihanet etmektir, devrime ihanet etmektir.” diye ekliyordu.
1905 öncesi, Marxistleri Narodniklerden ayıran ama henüz fark edilmeyen öz, daha sonraki yıllar uzun bir zaman, neredeyse Ekim devrimine kadar sürecek ve hatta ondan sonra bile devam edecek olan Bolşevizm ile Menşevizm arasındaki savaşıma egemen olmuş olan işçi sınıfının rolüne ilişkin anlayış idi.
Proletarya hegemonyası, proletaryanın önderlik rolü, onun öncülüğü anlamına gelir. Rusya'da proletarya henüz oluşmamışken, doğal olarak onun hegemonyası meselesi de gündemde değildi. Ama Marxistlerin sezgileri, doğmakta olan proletarya henüz embriyon halinde iken bile bu sınıfın devrimde önder ve canlı unsur, köylülüğe yol gösterecek temel güç olabileceğini görmelerini, anlamalarını sağlamıştı.
Proletaryanın hegemonyası sorunu, Marxizm ile Narodnizmi, ardından ekonomistler ile İskracıları, Bolşevikler ile Menşevikleri, Pravdacılar ile tasfiyecileri ayrıştırmış olan sorundur. Ve hâlâ bu sorun çerçevesindeki ayrışmanın devam etmediğini söyleyemeyiz.
Demokrasi mi diktatörlük mü, şeklindeki ve hâlâ takıntısı devam eden formül, proletaryanın hegemonyası sorunu ile hep karşı karşıya bırakmıştır ve bırakmaya devam etmektedir.
Bu fikri teorik olarak ortaya atan ilk kişi siyasal yaşama Leninden önce girmiş olan Plehanov’dur; ancak Plehanov’un, Rusya tarihinin en önemli anlarında bu kendi fikrine bile ihanet ettiğini biliyoruz.
Oysa Lenin bu fikre hep sadık kalmış ve proletarya partisini oluşturarak bu fikre bir gövde kazandırmıştır.
Ancak, 1889 yılında bir proletarya partisi yoktu, işçi sınıfı adı henüz yalnızca sohbetlerde geçiyordu; devrimci hareketin ön safları ise Narodnikler tarafından tutulmuştu ve bunların en yetkin adı olan ve Lenin'in "Halkın Dostları Kimlerdir" başlıklı eleştirel çalışmasında topa tuttuğu Mihailovsky, Rusya’da işçi sınıfının olmadığını söylüyor, hatta Batı Avrupa’daki işçi sınıfına benzer bir işçi sınıfının da var olmayacağını ilan ediyordu.
Marx ve Engels de, Plehanov da işçi sınıfını icat etmemişlerdi; işçi sınıfı Avrupa'da feodalitenin yerin, kapitalizm alırken doğdu. Ama Marx,1847 yılında, daha rüşeym halindeyken, insanların kurtuluşunda, dünya devriminde bu sınıfın üstleneceği tarihsel rolü öngörmüş ve gün ışığına çıkarmıştı.
Plehanov da, Marx gibi,1889 yılından başlayarak doğmakta olan Rus işçi sınıfının egemenliği eline alan ve devrimin kaldıracını elinde tutan sınıf olacağını göstermişti.
Marxizm ile Narodnizm arasındaki bütün tartışmalar "halk" ile "sınıf" kavramları üzerinde dönmüştür. Ancak bu iki hareket arasındaki tarihsel savaşım hiç de basit değildi.
Narodnikler, Marxistlerle Rusya'nın kaderi üzerinde, her şeyden önce de Rusya'da kapitalizmin muhtemel rolü üzerinde anlaşmazlık yaşıyorlardı.
1870 -1880’lerde henüz insanlar, Narodnikler örneğini izleyerek, Rusya’nın diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, kapitalizm aşamasından geçmeyeceğini kanıtlama peşindeydiler.
O sırada ülkede kapitalizmin ve büyük sanayinin henüz çok zayıf olduğu gerçeğinden hareket eden, kendini sosyalist olarak tanımlayan, bütün bir okul, Narodnikler, Rusya’nın gelişmesinin diğer ülkelerle aynı yolu izlemeyeceğini, küçük ve ilkel sanayiden sosyalizme geçilebileceğini göstermeye çalışıyorlardı.
Bu da aynı zamanda köylülükle ilişki gibi son derece önemli bir konuyu gündeme getiriyordu. Narodniklerin büyük bölümü, Rusya’da kır topluluklarını, mirleri, komünizmin çekirdek hali olarak görüyor, fabrika aşamasından, büyük kent sanayii, servetin yoğunlaşması ve bir proleter sınıfın oluşması evresinden geçmeksizin Rusya'nın doğrudan, hiçbir geçiş dönemi olmadan, onlara göre kır komünlerinde temsilini bulan komünist hücrelere dayanan bir sosyalist örgütlenmeye geçebilmesi mümkündü.
İşçilere gelince, Narodniklerin devrimci olanları, işçilerin de kapitalizme karşı mücadelede belli yararları olabileceğini düşünüyorlardı. Daha doğrusu, işçilerin devrimci propagandaya nüfusun geri kalanından çok daha yatkın olduklarını zaman geçtikçe Narodnik devrimciler de fark edip, çevrelerine işçileri doldurmaya başlamışlardı. Gene de taktiklerini dayandırdıkları temel güç,"halk" olarak adlandırdıkları şeydi, başka deyişle köylülüktü.
Bununla birlikte Narodniklerin “halk” anlayışı da net değildi, daha doğrusu halka fetiş bir yaklaşımla bakıyorlardı. O sıralar ”halkların saflığı", "halkların mutlak temizliği" düşüncesi, Rus Narodnizminden gelen ve Rusya Marxizmine de sirayet eden bir doğma idi. Bu doğmadan çıkmak için, halkların bozulabileceğini, halkların sadece gerçek olduğunu, hem hain hem de kahraman olduğunu, hem korkak, hem de cesur olduğunu kabul etmek gerekiyordu. Ancak Narodnikler, halkların mutlak saf olduğunu düşünüyor ve halka yeni bir biçim vermeyi, yeni teori, inanç ve kavramlar demetiyle donatarak değiştirmeyi, yani devrimcileştirmeyi hedeflemiyorlardı.
Gerçekte mir'in rolü ve Rusya'da kapitalizmin gerçekleşmesi, Rusya’nın özgün bir yol izleyerek sınaî gelişmeyi tatması ihtimali üzerine tartışılırken, aynı zamanda proletaryanın rolü üzerine de tartışılıyordu. Çünkü konu, eninde sonunda, hangi sınıfın gelecek devrimin temel gücü olacağını bilmekten ibaretti.
Ancak Rusya'da değişen koşullar, fabrika ve imalathanelerin sayısının artması, kentlerde işçilerin oranının değişmesi, kır topluluklarının dağılma sürecine girdiklerinin görülmesi, mir’in sosyalizmle ya da komünizmle hiç bir ilgisi olmadığının görünmesi, Narodnikleri hızla yanlışlıyordu.
Marxistler ile Narodnikleri bölen anlaşmazlık Rusya'da işçi sınıfının rolü sorununa indirgenebilecek durumdaydı. Rusya'da proletarya oluşacak mıydı, eğer oluşacaksa devrimdeki rolü ne olacaktı?
Tartışmanın temel noktası buydu.
Hiç de tek parçalı olmayan, anarşizmden, bir tür burjuva liberalizmine kadar çeşitli eğilimleri barındıran Narodnikler hareketinde iki temel akım ayırt edilebiliyordu; biri 1870’lerde, devrimci-demokrat ve biraz da anarşist, öteki ise 1880 lerde liberal burjuva akım; bu akımın hemen hepsi, sonuçta Rus liberalizmiyle, Kadet partisi ile kaynaştılar.
1870'lerin Narodnik devrimcileri, zamanın devrimci hareketi için önemli kazanımlar olarak görülebilecek bir dizi örgütlenmeler yarattılar. Bunlar özellikle “Zemliya i Volya" (Toprak Ve Hürriyet) ile "Narodnaya  Volya" (Halkın İradesi) örgütleriydi. Bu örgütlerin bağrından, yürekliliklerini, kahramanlıklarını kanıtlayan, proleter devrimci olmasalar da devrimci- demokratik bir gücü temsil eden bir militan takımyıldızı çıkacaktı.
Narodniklerin ikinci kuşağı, öncekinden oldukça farklı nitelikteydi ve 1880’lere gelindiğinde, çoğunlukla açıkça gerici rol oynamaya başladılar.
Kimi önde gelen Narodnikler' in, örneğin, Osnovy Narodnichestva (1882) adlı yapıtında  “halk” ile “İntelegentsiya” yı bir antitezin (zıtlığın) iki ucu olarak ele alan; köylülüğün eski geleneklerini savunan ve onlara yöneltilen saldırıları, obskürantis (bilmesinlerci-cahilliği savunan) bir yaklaşımla karşılayan Y.İ. Kablitz’(Yuzof) in, tefecilik ve borç köleliği ile ezilen küçük köylünün durumunu "ekonomik bağımsızlık" olarak tanımlaması ve bu sayede en yüksek yurttaş kategorisini oluşturduğunu kanıtlamaya çalışması ve hatta köylünün siyasal hürriyet uğruna bu "ekonomik bağımsızlığından" vazgeçmemesi gerektiğini öğütlemesi son derece öğreticidir.
Dünyanın hiçbir yerinde küçük mülk sahibi, ekonomik olarak bağımsız olmadığı, hemen her yerde hükümetin ve büyük mülk sahiplerinin boyunduruğu altında oldukları halde, Kablitz’in bu öğütlerinin hiş kuskusuz gerici olduğu anlaşılabilir.
En ünlü örneği teşkil eden Mihailovskiy' dir. Nikolay Mihailovskiy,"Rusya'da Batı Avrupa'daki gibi bir işçi hareketi olamaz, çünkü doğrusunu söylemek gerekirse, burada bir işçi sınıfı yoktur; işçi, hâlâ köylüyle bağlantılıdır ve her zaman köyüne dönebilir; toprak sahibidir ve bu nedenle işsiz kalma korkusu yoktur." diyebilmiştir.
Hepinizin bildiğine ve hatırladığına inandığım fakat uyarınıza gelmediği için sessizlikle boğulmasını tercih ettiğiniz gerçekleri aktarmayı burada bitiriyorum, elbette daha anlatılacak çok şey var fakat bu kadarı zihinleri açmaya ve böylece KÖH’çülerin ve muhiplerinin hâlihazırda durdukları, tersinden söylersek içinden çıkamadıkları yer ile birlikte bir içi boş “kurtuluş” hedefine varmak için “her şey” yanında,“ uzlaşmacı Lenin”cilik ile “Blankici Lenin”ciliğin de “mübah” olduğunu da gösterdikleri köylü kurnazlıklarını teşhir etmek konusunda haksızlık yapmadığımızı göstermeye yeter.
Yani böylece, KÖH’çülerin ve muhiplerinin durdukları yerin, hâlâ dünün topyekün AKP muhibbi, tekellerin ideolojik tetikçisi olan, bugünün ise pek çokları AKP muhipliğinden pek sapmadan RTE karşıtlığına yükselen ünlü  “imzacı akademisyenler” i olan, yani Türkiye işçi sınıfını ve emekçi halklarını bir dinci-gerici-faşist ortaçağ rejimi olan “yeni” 12 Eylül rejimine mahkûm etmenin yollarını döşemede önemli işlevi olan şu ünlü ”yetmez ama evet” çilerin karargâhı olduğu anlaşılan ALTÜST’çü Sinan Özbek’lerin Ferhat Kentellerin, Roni Margulieslerin, Nabi Yağcıların, Ragıp Zarakoluların, Yalçın Ergündoğanların, Ömer Madraların ve bilumum benzerlerinin durdukları yer olduğunu hatırlatmış oluyorum!
Hatırlatıyorum ki, “devrim” diye diye devrimcisizleştirerek bir yere varılamayacağını da, daha doğrusu varacağınız yerin ancak dinci-gerici “yeni” 12 Eylül rejiminin karanlığı olduğunu hatırlamanıza belki vesile olurum diye umuyorum!
Belki, bir taraftan “terör ve şiddet” haktır derken, diğer taraftan “proletaryanın diktatörlüğü nahaktır!”  demenin aynı anlama gelmek üzere  “devleti, ne şimdi ne de proletaryanın düzeninde yani katiyen istemezük”  demenizin ve  “ istemezük demenizin yeteceğine inanmanızın” ne denli garabet bir durum yarattığını hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, 225 yıl önce, Jirondenler, Fransız İhtilâlini bir Avrupa savaşına dönüştürmek, ihtilali yaymak isterlerken, Jakoben Robespierre’in bu savaşa ve gerekçelerine karşı çıktığını ve “Özgürlüğü başka yere götürmeden önce, kendi memleketinize bir çeki düzen veriniz.”  diye haykırdığını ve bugün tam da böyle, yani özgürlüğü başka yere götürmeden önce, Türkiyelileşerek özgürlük geleceğine inandırarak cumhurbaşkanı bile olmaya soyunduğunuz Türkiye’de sağlamayı haykırmak gerektiğini hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, burjuva demokrasisinin en saf ve bu anlamda en gelişmiş çocuğu olan, her türlü özgürlüğü getirip, her türlü özgürlüğü geri alan Jakoben diktatörlüğünün proletarya diktatörlüğüne model olmaktan kurtulamadığını hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, bu diktatörlüğe, jakoben diktatörlüğe karşı olan Baböf’ün Robespierre’den sonra jakobenizmi daha ileriye götürmek üzere “eşitler cumhuriyeti”  adı altında bir ihtilalci örgüt kurduğunu ama Fransız ihtilali tarafından, 1796 yılında önce ” eşitler cumhuriyeti” nin yasaklandığını, sonra da Babeuf’ün idam edildiğini hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, Jakoben diktatoryası ile burjuva demokrasisinin bir bütünün iki yarısı olduğu gibi, model olduğu proletarya diktatörlüğü ile proletarya demokrasisinin de bir başka bütünün iki yarısı olduğunu hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Büyük Fransız Devriminin ardından on ay süreyle iktidarı ele geçiren Jakobenlerin yürüttüğü terör saltanatının, önde gelen Liderleri  Robespierre, Mirabeau , Marat ve silah arkadaşlarının giyotine gönderilmesiyle bitirilip, önce Jakoben klüplerin dağıtıldığını, Jakobenlerin ezilmeye başladığını ve yarım yüzyıl sürecek daha şiddetli bir karanlığının saltanatının, Thermidor gericiliğinin başladığını ve sivri ucunun sermaye ile emek arasındaki mücadeleyi sermaye için uygun sınırlar içinde tutmak için bilendiğini hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, “Burjuva tarihçilerin, bir düşüklük (alçalma) olarak gördükleri, burjuvazinin nefret ettiği, küçük –burjuvaların önünde tir tir titredikleri Jakobenizmi, Proleteryan tarihçilerin, ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en yüksek zirvelerinden birisi olarak gördüğünü, hep  “Blankist” olarak görmeyi tercih ettiğiniz ama işinize geldiğinde “kompromist”  olarak gördüğünüz Lenin’in ve Bolşeviklerin ise ezilen sınıflar için bir model olarak gördüğünü hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, kendisini Robespierre ile özdeşleştiren Troçki’nin,” Jakobenler, Jakoben olarak değil, terörist olarak, Robespierist olarak ve benzerleri olarak ezildiler; aynı şekilde Bolşevikler, Troçkist, Buharinist, Zinovyevist, olarak ezildiler.” diye yazmasındaki ve Stalin’in başarısını ise bir “Thermidor gericilik” olarak nitelemeye çalışmasındaki kıymeti harbiyeyi ve elbette onlarca yıl sonra, aynı bayat masalı hortlatmak için “milli anarşist” Gün Zileli’nin kendi kendisiyle çelişmeyi göze alarak “Stalin’in (thermidor) gericiliğini” değil ama “Troçkist-Buharinist terörist Ergenekon örgütü hakkında kesin delillere sahip (şimdi  kaçak) savcılar  “Zekeriya Öz”ler ve “Taraf gazetesinin yayınları” üzerinden “Vişinskileri, Yezhovları, Pravda’nın yayınlarını” hatırlaması ve hatırlatmasındaki kıymeti harbiyeyi anlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, Lenin’in ifadesiyle,“Sosyalistlere Karşı Yasa” Alman sosyalistlerinin tepesine indiği zaman, Most ve Hasselmann gibi hemen şiddete ve teröre başvurmaya hazır olmakla, Höchberg, Schramm ve (kısmen de) Bernstein gibi, aşırı ölçüde sert ve devrimci oldukları için yasanın çıkarılmasına kendilerinin neden olduklarını ve şimdi bağışlanabilmeleri için tutum ve davranışlarının kusursuz olması gerektiğini vaaz etmek arasında gidip gelmenin birbirinden ekonomizmin terörizmden farklı olmadığı denli farklı olmadığını ve elbette ekonomistler ile dünün de bugünün de teröristleri arasında ortak bir kök bulunduğunu ve Lenin’in yerinde deyişiyle bunun yani ekonomizm ile terörizmin, devrimcilikle ilgisi olmadığını, aksine kendiliğindenliğin farklı uçlarına; yani, ekonomistlerin  "salt işçi hareketi" önünde; teröristlerin ise devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini birbirini tamamlayan bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden ya da olanağından yoksun olan aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde kölece boyun eğiş olduğunu hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Yani belki, hiçbir fırsatta adını ağızlarından düşürmedikleri halde, devrime, sosyalizme, hatta halkına inançlarını yitirmiş olanların ya da bunun mümkün olduğuna hiçbir zaman inanmamış olanların öfkeleri ve devrimci enerjileri için, terör dışında bir çıkış yolu bulmalarının gerçekten zor olduğunu hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Velhasıl böylece belki, “terörizmin caydırıcı rolünü” tamamen reddederken, bunun yerine “terörizmin kızıştırıcı önemini" vurgulayanların, “terörizmin caydırıcı rolüne” güvenenlere karşı eleştirel yaklaşması ile tersine “terörizmin kızıştırıcı önemini” tamamen reddederken, bunun yerine “terörizmin caydırıcı rolünü” vurgulayanların,“terörizmin kızıştırıcı önemine" inananlara karşı eleştirel turum almalarının gerçekte birbirinden farkı olmadığını ama pek komik olduğunu ve sorunu da çözmediğini anlamanıza vesile olurum diye umuyorum.
Belki, bir taraftan ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların çağdışı düşüncelerin bombardımanında devrimcisizleştirilmesine ve inşa edilmeye çalışılan bir dinci-gerici rejimin karanlığına hapsedilmeye çalışılırken, diğer taraftan terörizmi, ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların “devrimcileştirilmesi” için bir ajitasyon aracı olarak görmenin tam bir ham kafalılık olduğunu, başka deyişle, siyasal ajitasyon yerine “kızıştırıcı” terörizmi koyma düşüncesinin, siyasal bakımdan ne denli geriletici olduğunu idrak etmenize vesile olurum diye umuyorum!
Velhasılı kelam, bütün bunları hatırlatarak, bugün, pusulanın, Marx’ın hâlâ canlılığını koruyarak sapasağlam ayakta duran ve pratik olarak da doğrulanmış olan teorik temellerine sıkı sıkıya sarılmak noktasında asılı ve ibrenin, emek sürecinin belirleyiciliğinin hâlâ sürdüğünü gösteren yönde sabitlenmiş olduğunu ve hâlâ tarihin lokomotifinin sınıf mücadelesi olmaya devam ettiğini ve de Marx’ın, ikna edici kanıtların ve pratiğinin olmadığı bir zamanda teorik olarak gösterdiği sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu gerçeğini, reel sosyalizmin pratik olarak bir kez daha gösterdiğini işaret ettiğini, sosyalistlerin artık görmekten ve göstermekten kaçamayacağı gerçeğinin apaçık ortada durduğunu görmenize vesile olurum diye umuyorum!
Belki, bütün bu hatırlattıklarım ve gösterdiklerim, dünyanın öküzün boynuzlarında durmadığını, maddenin ve tarihin  hareket halinde olduğunu, hiçbir şeyin yerinde saymadığını anlamanıza ve gelip gelip içine girdiğiniz Tanzimat öncesi karanlıktan, biat ettiğiniz yobazizmden tez çıkmanıza ve devricileşmenin, devrimcileştirmenin onurlu çizgisine dönüp, Kürtlerin sorunlarının, cumhuriyetin çok gerisindeki bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de, moderniteyi de, cumhuriyeti de, eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumunu hedefleyen “yeni” faşist 12 Eylül rejiminde onun Kürtler için de biçilmiş kaftan olacak olan pek “demokratik” ve pek “yeni” anayasası ile “çözüleceğine” ve bunun için önce Marx’ı ıskartaya çıkarmak gerektiğine inandırmaya çalışmaktan vazgeçerek, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını gözetecek olan gerçek bir ulusal kurtuluş için popülizmi reddeden bir halkçı çizgiyi egemen kılmak gerektiğini idrak etmenize vesile olur diye umuyorum!
Ve dahi, belki böylece, Devrimci mücadelenin, sürekli kavganın yanında, sınıflama ve sıralama demek olduğunu; ancak doğru bir sınıflama ve sıralama ile işbirliğinin olanaklarına kapı açılabileceğini ve KÖH’çülerin kapılarının yanlış yerlere açık olduğunun ve elbette bu yanlış yerlere açık duran kapılar kapatılmadan doğru işbirliklerinin olanaklarına kapı açılamayacağının; o hiç dilinizden düşürmediğiniz “demokratik”  sözcüğü yanında telaffuz edeceğimiz bir mutabakatın ekseninin “demokrasi” olmadığını; soyut bir “devlet karşıtlığı” da olmadığını; bu tür bir mutabakatın, yani “demokrasinin”, yani soyut bir “devlet karşıtlığının”, bir dinci-gerici, osmanik-islamik faşist diktatörlük biçiminde konuşlanan 12 Eylül rejiminin yönetiminin bütün günahlarını örten bir şemsiye olduğunun; gerçekten kurtuluş getirecek bir mutabakat istiyorsanız, bunun ekseninin, ilerici Kürt ve Türk emekçilerinin birliği ile kurulacak, sosyalizmi dışlamayan bir ilerici, devrimci, laik, emekçi cumhuriyeti olduğunun ayırdına varırsınız diye umuyorum!
En sonu, belki, bu ayırdına vardıklarınızla birlikte, bizim açımızdan, sınıflama ve sıralama konusunda sıkıntı olmadığının; sıkıntının niyetlerde olduğunun ve “demokratik” lafzını en çok telaffuz eden KÖH’çülerin demokratik mutabakata niyetleri olmadığının; hâlâ karanlık ile ittifakı demokratik mutabakat saydıklarının; oysa bir karanlıkla mutabakatın önüne bir değil, bin tane “demokratik” eki konsa dahi demokratik olamayacağını anlamayı da, bilmeyi de istemediklerinin ayırdında olduğumuzu; fakat KÖH’çülerle birlikte KÖH muhiplerinin de bizi şaşırtmalarını, yanıldığımızı göstermelerini beklediğimizi idrak edeceğinizi umuyorum!
Belki, hatta kuvvetle muhtemel boşunadır bütün bu umutlarım; fakat ben yine de gerçekler karşısında insafa gelecek ve gerçeklere sahip çıkma konusunda cesaret gösterecek ve bu gerçekleri sessizlikle boğma tiyatrosunu sona erdirmek için öne çıkma zamanı geldiğini kabul edecek olanların varlığına olan umudumu yitirmeyeceğim!
Umutlarım yakın zamanda boşa çıksa da olsun, bu umudumun yitmesine yetmez; nihayetinde hatırlattıklarım tarihe nottur ve eninde sonunda umutlarımı dolduracak bir zamana doğru yol almaktadırlar!
Yani, bilemiyorum, belki çok şey umuyorum, belki de nafile umutlar taşıyorum ama yine de umudumuzu büyütmekten vazgeçmemek gerektiğine inanıyorum; göreceğiz ve eninde sonunda umudun kazanacağına olan inancımla, bütün bu sıraladığım umutları, bir ucundan tutulsun, öksüz ve yetim bırakılmasın diye, umut dolu yüreklere fırlatıyorum!
Tutanınız olur mu, onu da çok merak ediyorum!
Fikret Uzun

22-Şubat-2016

Hiç yorum yok: