İNTİKAMCI TERÖRÜN İPİNİ TUTMAK MI
KOLAY UMUDA SARILIP GERÇEKLERE SAHİP ÇIKMAK MI ZOR?
“Ekonomistler ile bugünün
teröristleri arasında ortak bir kök bulunmaktadır ve bu, kendiliğindenliğe
kölece boyun eğiştir… Ekonomistlerle teröristler, kendiliğindenliğin yalnızca
farklı uçlarına boyun eğmektedirler; ekonomistler "salt işçi hareketi"
önünde boyun eğmektedirler, teröristler ise devrimci mücadele ile işçi sınıfı
hareketini birbirini tamamlayan bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden ya da
olanağından yoksun olan aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde
boyun eğmektedirler… İnançlarını yitirmiş olanların ya da bunun mümkün olduğuna
hiçbir zaman inanmamış olanların öfkeleri ve devrimci enerjileri için, terör
dışında bir çıkış yolu bulmaları gerçekten zordur…
Siyasal eylemin, en iyi niyetlerle ya
terör çağrısında bulunanların, ya da iktisadi mücadelenin kendisine bir siyasal
nitelik kazandırmaktan söz edenlerin bilincinden çok ayrı olan bir mantığı
vardır. Cehenneme giden yol, iyi niyetle döşenmiştir ve bu durumda, iyi niyet, kişiyi
‘en az direnme çizgisine’, katıksız burjuva Credo çizgisine kendiliğinden
sürüklenmekten kurtaramaz… Hükümetin terörle ‘yıldırılamayacağı’nı ve bu yüzden
de yıkılamayacağını teslim etmek, terörü, bir mücadele sistemi olarak programın
öngördüğü bir eylem alanı olarak tümüyle mahkûm etmek demektir…” (Lenin, Ne
yapmalı)
Nereden nereye?
2012 yılı imalatı olan ve kaynağı
bilumum AKP muhibbi, tekellerin ideolojik tetikçisi devrim kaçkınlarının
karargâh yaptığı ALTÜST dergisinden indirilerek,”uzlaşmacı Lenin”ciliğin
bayraktarlığını yapmanın bir girişimi olarak, başrolünde AKP Hükümetinin olduğu
ve bilumum sacayakları ile şiir gibi bir konsensüsün AKP hükümeti lehine hüküm
sürdüğü, aynı anlama gelmek üzere, dinci-gerici, osmanik-İslamik “yeni” 12
Eylül faşist rejiminin dejure ilan edilerek Kürtlere de bir “özerklik”
vaat edildiği ya da böyle bir beklentiye sokulduğu zamanda, Kürt Özgürlük
Hareketinin, “demokratik” bir “özerklik” in yüzü suyu hürmetine, bu
“yeni” rejimle ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin çıkarları lehine
“uzlaşmasının kesinkes kötü bir şey olmadığı”nın, daha neti “Kürtlere,
analarının sütü gibi helal hak” olduğunun dosta –düşmana anlatılmasının
üzerinden çok az bir zaman geçmesine karşın, şimdi varılan yerde bir taraftan
“ne olur çözüüüm” diye çırpınmalar olsa da, artık daha çok “terörizmin ve
şiddetin haklılığı” üzerine intikamcı nutuklara varmışız da haberimiz yokmuş!
Oysa “terörizm” konusu ve sorununun
tartışması çok gerilerde kalmıştı ki şimdilerde yeniden ve hem de daha çok,
kısa bir süre öncesine kadar “Barış gelsin, hemen şimdi gelsin, analar
ağlamasın” türküsünü çağıranlarca ısıtılması ve intikamcı nutukların konusu
yapılması, son derece traji-komik olduğu kadar, emperyalizmin ortaçağ trenini
yakalamaya çalışanlar açısından son derece zamanlı olduğu açıktır!
Gerçekte ise, bir Yaşar Kemal klasiği
sözle “Ölmüşüz de habarımız yoktur” noktasına geldiğimizin ama gerçeğe doğru
bir adım bile atmamak için ayak direme noktasında eşelenip durduğumuzun
resmidir; yani Kürtler’in, KÖH muhiplerinin, hâlâ aynı yerde, o çok gerilerde,
Marxistlerle Narodnikler arasında kalan eşikte eşelenip durduklarının resmidir!
Öyleyse o eşiğe, ta 1870-1880’lere
gitmeden bugünden ama daha yakından bakmak gerekiyor.
Evet, bu yıllarda terörizm,
Marxistlerle Narodnikler arasındaki tartışmada önemli bir yer tutarken, Rusya’da
henüz kent proletaryasının bir sınıf olarak gücü çok azdı.
1875 yılında Narodniklerin devrimci
kanadı, bir devrimi ateşlemek ve kurtuluş vaktini yaklaştırmak için teröre
başvurmanın kaçınılmaz olduğu sonucuna vardılar. Marxistler ise başta son derece
çekingen olmakla birlikte, bir işçi partisi kurulmasından itibaren
çekingenlikleri atarak terörizmi kınadılar.
Narodnikler, daha sonraki sosyalist
devrimciler gibi, Marxistlerin bu terör saldırılarına devrimci olmadıkları
için, kan dökülmesinden korktukları için ya da cesaretten yoksun oldukları için
mesafeli durduklarına insanları inandırmaya çalıştılar.
Puşkin, buna çar’a karşı yazdığı şu
dizeleriyle cevap vermiştir:
"Aşağılık otokrat,
Sana ve ırkına nefret duyuyorum;
Senin ve tohumlarının yok oluşunu
Gaddar bir keyifle izleyeceğim."
Marxistler ilkesel olarak şiddeti
yadsımadıklarını, bunu devrimci bir etken olarak gördüklerini her zaman
vurgulamışlardır, çünkü bazı şeyler yalnızca şiddetle yok edilebilir. Ama
burada söz ettikleri kolektif şiddettir. Şu ya da bu bakanın veya polis şefinin
öldürülmesi, Marxistlere göre hiçbir şeye hizmet etmez; daha doğru ifade ile
egemen sınıfa hizmet eder. Kitleler içinde çalışmalı, milyonlarca insanı
örgütlemeli ve işçi sınıfını aydınlatmalıdır. Tayin edici zaman, ancak bu görev
tamamlandığında gelip çatar. Dolayısyla şiddeti Marxistler bireylere karşı
değil, bir bütünlüğe karşı kullanırlar; silahlı ayaklanmaya önem atfederler.
Rusya'da 1905 yılında ilk kez denenen
tam da budur. Üstelik 1917 Ekim Devriminin zaferle sonuçlanmasının deneyleri de
buradan gelir.
Ancak bütün oportünistlerin buna ve
üstelik Engels'i referans göstererek, karşı çıktığını biliyoruz. Üçüncü
kongrenin işçilerin silahlanması gereğini ilan ettiği için, bu talebi
Menşevikler anarşizm ve darbecilik olarak kötülediler. Bunun yerine
,"devrimci özerk yönetim" gibi zemstvoları ve yerel meclisleri
güçlendirmeyi, Buligin Duması’na katılmayı, işçilere silah vermek yerine,
onlara önce “ silahlanmanın gerekliliği fikrini ”aşılamakla işe başlamayı
öneriyorlardı.
Sonuçta, 1905 Aralık ayında
Moskova'nın Presniya semtinde patlak veren başında Bolşevikler olan ayaklanmada
işçiler kana bulandı. Bu sonuç nedeniyle Menşevikler katılmadıkları bu
ayaklanmanın yanlışlığını kanıtlamaya çalıştılar. Plehanov’ da şöyle yazıyordu,"silaha
sarılmamak gerekirdi."
Bolşevikler ve Lenin, ayaklanma
bozguna uğrayınca "silaha sarılmamalıydık" dememiş ve tıpkı Marx'ın,
önce karşı çıktığı ama patlak verdiği andan itibaren desteklediği Paris Komünü
kalkışmasının kanla bastırılması sonunda "ben demiştim" veya
"silaha sarılmak yanlıştı" demeyerek, Komünarları göklere çıkartıp,
cellâtlarını yerin dibine batırdığı gibi, canla başla çarpışanların
kahramanlıklarına duyduğu hayranlığı dile getirdiler.
Ancak 1905 öncesi, terör meselesi
ortalığı bulandırmakta ve Narodniklerin bir bölümünü, Marxistlerden daha
devrimci göstermekte idi.
Şu iki tutum, bakan öldürmek ile
işçilerle onlara politikanın alfabesini öğretmek üzere bir araya gelmek, karşı
karşıya getiriliyordu. Narodnikler bir bakanı öldürmenin devrimci olduğunu,
ötekinin ise yalnızca "profesörlük "olduğunu söylüyorlardı.
Bu yaklaşımın bugün de takipçileri
olduğunu görmekte zorlanmıyoruz ve bu takipçilerin pek çoğunun, her ne kadar
Marxizmi aşıyorumculuk oyununun aktörleri olsalar da, “uzlaşmacı Lenin”cilik
ile “Blankici Lenin”cilik arasında sallandığını da görebiliyoruz!
Oysa Lenin’in, 1917 Nisanında
“blankist” suçlamalarına karşı, “her türlü ‘blankist’ maceraya karşı doğrudan
Paris Komünü’ne işaret ettiğini” ve “Marx ve Engels’in de kanıtladıkları gibi,
Paris Komünü’nde Blanquizm’ e yer olmadığını, çoğunluğun doğrudan, dolaysız,
mutlak egemenliğinin ve kitlelerin aktivitesinin ancak, bizzat çoğunluk
bilinçli ortaya çıktığı ölçüde güvencede olduğunu gösterdiğini” vurguluyordu!
Daha sonra, Ekim Devriminin ön
günlerinde kaleme aldığı bir makalede “Ayaklanmanın, olayların nesnel
akışı tarafından gündeme konmuş bulunduğunu partinin tam da şu anda zorunlulukla
kabul etmesi gerektiğini ve ayaklanmayı bir sanat olarak ele alması gerektiğini
tanıtlamak için, belki en iyisi karşılaştırma yöntemini kullanmak ve 3 ve 4
Temmuz günleri ile Eylül günlerini karşılaştırmak olacaktır.” diye yazan Lenin,
“Marksistleri, ayaklanmayı bir sanat olarak gördükleri için, blankicilikle
suçlamanın bir oportünist çarpıtma olduğunu” şöyle açıklıyordu:
“Ayaklanmaya hazırlanmanın ve genel
olarak, ayaklanmayı bir sanat olarak görme biçiminin ‘blankicilik’ olduğunu
ileri süren oportünist yalan, Marksizmin çarpıtılmaları arasında, en kötü
niyetlerden ve egemen ‘sosyalist’ partiler tarafından belki de en çok yayılmış
bulunanlardan biridir.
Ayaklanmanın bir sanat olduğunu
açıklayarak, onu bir sanat olarak ele almak gerektiğini, ilk başarıları
kazanmak ve kargaşalık içine düşmesinden yararlanarak, düşmana karşı yürüyüşü
aksatmaksızın, başarıdan başarıya ilerlemek gerektiğini vb. söyleyerek bu
konudaki fikrini en belgin, en açık ve en kesin bir biçimde açıklayanın
Marks'ın ta kendisi olduğunu hiç bir Marksist yadsıyamayacağına göre, gerçeğin bundan
daha apaçık bir çarpıtılması olamaz.”
Ve Lenin, “ayaklanma sorununu koyma
biçiminde, Marksizmin blankicilikten ayrılması sonucunu veren üç koşulu, şöyle
vurguluyordu:
Başarmak için, ayaklanma bir komploya
değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta.
Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma,
yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman
saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında
duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte
üçüncü nokta.” ve “…bu koşullar
yerine geldikten sonra, ayaklanmayı bir sanat olarak görmeyi kabul etmemek,
Marksizme ihanet etmektir, devrime ihanet etmektir.” diye ekliyordu.
1905 öncesi, Marxistleri
Narodniklerden ayıran ama henüz fark edilmeyen öz, daha sonraki yıllar uzun bir
zaman, neredeyse Ekim devrimine kadar sürecek ve hatta ondan sonra bile devam
edecek olan Bolşevizm ile Menşevizm arasındaki savaşıma egemen olmuş olan işçi
sınıfının rolüne ilişkin anlayış idi.
Proletarya hegemonyası, proletaryanın
önderlik rolü, onun öncülüğü anlamına gelir. Rusya'da proletarya henüz oluşmamışken,
doğal olarak onun hegemonyası meselesi de gündemde değildi. Ama Marxistlerin
sezgileri, doğmakta olan proletarya henüz embriyon halinde iken bile bu sınıfın
devrimde önder ve canlı unsur, köylülüğe yol gösterecek temel güç olabileceğini
görmelerini, anlamalarını sağlamıştı.
Proletaryanın hegemonyası sorunu,
Marxizm ile Narodnizmi, ardından ekonomistler ile İskracıları, Bolşevikler ile
Menşevikleri, Pravdacılar ile tasfiyecileri ayrıştırmış olan sorundur. Ve hâlâ
bu sorun çerçevesindeki ayrışmanın devam etmediğini söyleyemeyiz.
Demokrasi mi diktatörlük mü,
şeklindeki ve hâlâ takıntısı devam eden formül, proletaryanın hegemonyası
sorunu ile hep karşı karşıya bırakmıştır ve bırakmaya devam etmektedir.
Bu fikri teorik olarak ortaya atan
ilk kişi siyasal yaşama Leninden önce girmiş olan Plehanov’dur; ancak
Plehanov’un, Rusya tarihinin en önemli anlarında bu kendi fikrine bile ihanet
ettiğini biliyoruz.
Oysa Lenin bu fikre hep sadık kalmış
ve proletarya partisini oluşturarak bu fikre bir gövde kazandırmıştır.
Ancak, 1889 yılında bir proletarya
partisi yoktu, işçi sınıfı adı henüz yalnızca sohbetlerde geçiyordu; devrimci
hareketin ön safları ise Narodnikler tarafından tutulmuştu ve bunların en
yetkin adı olan ve Lenin'in "Halkın Dostları Kimlerdir" başlıklı eleştirel
çalışmasında topa tuttuğu Mihailovsky, Rusya’da işçi sınıfının olmadığını
söylüyor, hatta Batı Avrupa’daki işçi sınıfına benzer bir işçi sınıfının da var
olmayacağını ilan ediyordu.
Marx ve Engels de, Plehanov da işçi
sınıfını icat etmemişlerdi; işçi sınıfı Avrupa'da feodalitenin yerin,
kapitalizm alırken doğdu. Ama Marx,1847 yılında, daha rüşeym halindeyken,
insanların kurtuluşunda, dünya devriminde bu sınıfın üstleneceği tarihsel rolü
öngörmüş ve gün ışığına çıkarmıştı.
Plehanov da, Marx gibi,1889 yılından
başlayarak doğmakta olan Rus işçi sınıfının egemenliği eline alan ve devrimin
kaldıracını elinde tutan sınıf olacağını göstermişti.
Marxizm ile Narodnizm arasındaki
bütün tartışmalar "halk" ile "sınıf" kavramları üzerinde
dönmüştür. Ancak bu iki hareket arasındaki tarihsel savaşım hiç de basit
değildi.
Narodnikler, Marxistlerle Rusya'nın
kaderi üzerinde, her şeyden önce de Rusya'da kapitalizmin muhtemel rolü
üzerinde anlaşmazlık yaşıyorlardı.
1870 -1880’lerde henüz insanlar,
Narodnikler örneğini izleyerek, Rusya’nın diğer Avrupa ülkelerinden farklı
olarak, kapitalizm aşamasından geçmeyeceğini kanıtlama peşindeydiler.
O sırada ülkede kapitalizmin ve büyük
sanayinin henüz çok zayıf olduğu gerçeğinden hareket eden, kendini sosyalist olarak
tanımlayan, bütün bir okul, Narodnikler, Rusya’nın gelişmesinin diğer ülkelerle
aynı yolu izlemeyeceğini, küçük ve ilkel sanayiden sosyalizme geçilebileceğini
göstermeye çalışıyorlardı.
Bu da aynı zamanda köylülükle ilişki
gibi son derece önemli bir konuyu gündeme getiriyordu. Narodniklerin büyük
bölümü, Rusya’da kır topluluklarını, mirleri, komünizmin çekirdek hali olarak
görüyor, fabrika aşamasından, büyük kent sanayii, servetin yoğunlaşması ve bir
proleter sınıfın oluşması evresinden geçmeksizin Rusya'nın doğrudan, hiçbir
geçiş dönemi olmadan, onlara göre kır komünlerinde temsilini bulan komünist
hücrelere dayanan bir sosyalist örgütlenmeye geçebilmesi mümkündü.
İşçilere gelince, Narodniklerin
devrimci olanları, işçilerin de kapitalizme karşı mücadelede belli yararları
olabileceğini düşünüyorlardı. Daha doğrusu, işçilerin devrimci propagandaya
nüfusun geri kalanından çok daha yatkın olduklarını zaman geçtikçe Narodnik
devrimciler de fark edip, çevrelerine işçileri doldurmaya başlamışlardı. Gene
de taktiklerini dayandırdıkları temel güç,"halk" olarak
adlandırdıkları şeydi, başka deyişle köylülüktü.
Bununla birlikte Narodniklerin “halk”
anlayışı da net değildi, daha doğrusu halka fetiş bir yaklaşımla bakıyorlardı.
O sıralar ”halkların saflığı", "halkların mutlak temizliği"
düşüncesi, Rus Narodnizminden gelen ve Rusya Marxizmine de sirayet eden bir
doğma idi. Bu doğmadan çıkmak için, halkların bozulabileceğini, halkların
sadece gerçek olduğunu, hem hain hem de kahraman olduğunu, hem korkak, hem de
cesur olduğunu kabul etmek gerekiyordu. Ancak Narodnikler, halkların mutlak saf
olduğunu düşünüyor ve halka yeni bir biçim vermeyi, yeni teori, inanç ve
kavramlar demetiyle donatarak değiştirmeyi, yani devrimcileştirmeyi
hedeflemiyorlardı.
Gerçekte mir'in rolü ve Rusya'da
kapitalizmin gerçekleşmesi, Rusya’nın özgün bir yol izleyerek sınaî gelişmeyi
tatması ihtimali üzerine tartışılırken, aynı zamanda proletaryanın rolü üzerine
de tartışılıyordu. Çünkü konu, eninde sonunda, hangi sınıfın gelecek devrimin
temel gücü olacağını bilmekten ibaretti.
Ancak Rusya'da değişen koşullar,
fabrika ve imalathanelerin sayısının artması, kentlerde işçilerin oranının
değişmesi, kır topluluklarının dağılma sürecine girdiklerinin görülmesi, mir’in
sosyalizmle ya da komünizmle hiç bir ilgisi olmadığının görünmesi, Narodnikleri
hızla yanlışlıyordu.
Marxistler ile Narodnikleri bölen
anlaşmazlık Rusya'da işçi sınıfının rolü sorununa indirgenebilecek durumdaydı.
Rusya'da proletarya oluşacak mıydı, eğer oluşacaksa devrimdeki rolü ne olacaktı?
Tartışmanın temel noktası buydu.
Hiç de tek parçalı olmayan,
anarşizmden, bir tür burjuva liberalizmine kadar çeşitli eğilimleri barındıran
Narodnikler hareketinde iki temel akım ayırt edilebiliyordu; biri 1870’lerde,
devrimci-demokrat ve biraz da anarşist, öteki ise 1880 lerde liberal burjuva
akım; bu akımın hemen hepsi, sonuçta Rus liberalizmiyle, Kadet partisi ile
kaynaştılar.
1870'lerin Narodnik devrimcileri,
zamanın devrimci hareketi için önemli kazanımlar olarak görülebilecek bir dizi
örgütlenmeler yarattılar. Bunlar özellikle “Zemliya i Volya" (Toprak Ve
Hürriyet) ile "Narodnaya Volya" (Halkın İradesi) örgütleriydi.
Bu örgütlerin bağrından, yürekliliklerini, kahramanlıklarını kanıtlayan,
proleter devrimci olmasalar da devrimci- demokratik bir gücü temsil eden bir
militan takımyıldızı çıkacaktı.
Narodniklerin ikinci kuşağı,
öncekinden oldukça farklı nitelikteydi ve 1880’lere gelindiğinde, çoğunlukla
açıkça gerici rol oynamaya başladılar.
Kimi önde gelen Narodnikler' in,
örneğin, Osnovy Narodnichestva (1882) adlı yapıtında “halk” ile
“İntelegentsiya” yı bir antitezin (zıtlığın) iki ucu olarak ele alan;
köylülüğün eski geleneklerini savunan ve onlara yöneltilen saldırıları,
obskürantis (bilmesinlerci-cahilliği savunan) bir yaklaşımla karşılayan Y.İ. Kablitz’(Yuzof)
in, tefecilik ve borç köleliği ile ezilen küçük köylünün durumunu
"ekonomik bağımsızlık" olarak tanımlaması ve bu sayede en yüksek
yurttaş kategorisini oluşturduğunu kanıtlamaya çalışması ve hatta köylünün
siyasal hürriyet uğruna bu "ekonomik bağımsızlığından" vazgeçmemesi
gerektiğini öğütlemesi son derece öğreticidir.
Dünyanın hiçbir yerinde küçük mülk
sahibi, ekonomik olarak bağımsız olmadığı, hemen her yerde hükümetin ve büyük
mülk sahiplerinin boyunduruğu altında oldukları halde, Kablitz’in bu
öğütlerinin hiş kuskusuz gerici olduğu anlaşılabilir.
En ünlü örneği teşkil eden
Mihailovskiy' dir. Nikolay Mihailovskiy,"Rusya'da Batı Avrupa'daki gibi
bir işçi hareketi olamaz, çünkü doğrusunu söylemek gerekirse, burada bir işçi
sınıfı yoktur; işçi, hâlâ köylüyle bağlantılıdır ve her zaman köyüne dönebilir;
toprak sahibidir ve bu nedenle işsiz kalma korkusu yoktur." diyebilmiştir.
Hepinizin bildiğine ve hatırladığına
inandığım fakat uyarınıza gelmediği için sessizlikle boğulmasını tercih
ettiğiniz gerçekleri aktarmayı burada bitiriyorum, elbette daha anlatılacak çok
şey var fakat bu kadarı zihinleri açmaya ve böylece KÖH’çülerin ve muhiplerinin
hâlihazırda durdukları, tersinden söylersek içinden çıkamadıkları yer ile
birlikte bir içi boş “kurtuluş” hedefine varmak için “her şey” yanında,“
uzlaşmacı Lenin”cilik ile “Blankici Lenin”ciliğin de “mübah” olduğunu da
gösterdikleri köylü kurnazlıklarını teşhir etmek konusunda haksızlık
yapmadığımızı göstermeye yeter.
Yani böylece, KÖH’çülerin ve
muhiplerinin durdukları yerin, hâlâ dünün topyekün AKP muhibbi, tekellerin
ideolojik tetikçisi olan, bugünün ise pek çokları AKP muhipliğinden pek
sapmadan RTE karşıtlığına yükselen ünlü “imzacı akademisyenler” i olan,
yani Türkiye işçi sınıfını ve emekçi halklarını bir dinci-gerici-faşist ortaçağ
rejimi olan “yeni” 12 Eylül rejimine mahkûm etmenin yollarını döşemede önemli
işlevi olan şu ünlü ”yetmez ama evet” çilerin karargâhı olduğu anlaşılan
ALTÜST’çü Sinan Özbek’lerin Ferhat Kentellerin, Roni Margulieslerin, Nabi
Yağcıların, Ragıp Zarakoluların, Yalçın Ergündoğanların, Ömer Madraların ve
bilumum benzerlerinin durdukları yer olduğunu hatırlatmış oluyorum!
Hatırlatıyorum ki, “devrim” diye diye
devrimcisizleştirerek bir yere varılamayacağını da, daha doğrusu varacağınız
yerin ancak dinci-gerici “yeni” 12 Eylül rejiminin karanlığı olduğunu
hatırlamanıza belki vesile olurum diye umuyorum!
Belki, bir taraftan “terör ve şiddet”
haktır derken, diğer taraftan “proletaryanın diktatörlüğü nahaktır!”
demenin aynı anlama gelmek üzere “devleti, ne şimdi ne de
proletaryanın düzeninde yani katiyen istemezük” demenizin ve “
istemezük demenizin yeteceğine inanmanızın” ne denli garabet bir durum
yarattığını hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, 225 yıl önce, Jirondenler,
Fransız İhtilâlini bir Avrupa savaşına dönüştürmek, ihtilali yaymak
isterlerken, Jakoben Robespierre’in bu savaşa ve gerekçelerine karşı çıktığını
ve “Özgürlüğü başka yere götürmeden önce, kendi memleketinize bir çeki düzen
veriniz.” diye haykırdığını ve bugün tam da böyle, yani özgürlüğü başka
yere götürmeden önce, Türkiyelileşerek özgürlük geleceğine inandırarak
cumhurbaşkanı bile olmaya soyunduğunuz Türkiye’de sağlamayı haykırmak
gerektiğini hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, burjuva demokrasisinin en saf
ve bu anlamda en gelişmiş çocuğu olan, her türlü özgürlüğü getirip, her türlü
özgürlüğü geri alan Jakoben diktatörlüğünün proletarya diktatörlüğüne model
olmaktan kurtulamadığını hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, bu diktatörlüğe, jakoben
diktatörlüğe karşı olan Baböf’ün Robespierre’den sonra jakobenizmi daha ileriye
götürmek üzere “eşitler cumhuriyeti” adı
altında bir ihtilalci örgüt kurduğunu ama Fransız ihtilali tarafından, 1796
yılında önce ” eşitler cumhuriyeti” nin yasaklandığını, sonra da Babeuf’ün idam
edildiğini hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, Jakoben diktatoryası ile
burjuva demokrasisinin bir bütünün iki yarısı olduğu gibi, model olduğu
proletarya diktatörlüğü ile proletarya demokrasisinin de bir başka bütünün iki
yarısı olduğunu hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Büyük Fransız Devriminin ardından on
ay süreyle iktidarı ele geçiren Jakobenlerin yürüttüğü terör saltanatının, önde
gelen Liderleri Robespierre,
Mirabeau , Marat ve silah arkadaşlarının giyotine
gönderilmesiyle bitirilip, önce Jakoben klüplerin dağıtıldığını, Jakobenlerin
ezilmeye başladığını ve yarım yüzyıl sürecek daha şiddetli bir karanlığının
saltanatının, Thermidor gericiliğinin başladığını ve sivri ucunun sermaye ile
emek arasındaki mücadeleyi sermaye için uygun sınırlar içinde tutmak için
bilendiğini hatırlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, “Burjuva tarihçilerin, bir
düşüklük (alçalma) olarak gördükleri, burjuvazinin nefret ettiği, küçük
–burjuvaların önünde tir tir titredikleri Jakobenizmi, Proleteryan
tarihçilerin, ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en yüksek zirvelerinden
birisi olarak gördüğünü, hep “Blankist” olarak görmeyi tercih ettiğiniz
ama işinize geldiğinde “kompromist” olarak gördüğünüz Lenin’in ve
Bolşeviklerin ise ezilen sınıflar için bir model olarak gördüğünü hatırlamanıza
vesile olurum diye umuyorum!
Belki, kendisini Robespierre ile
özdeşleştiren Troçki’nin,” Jakobenler, Jakoben olarak değil, terörist olarak,
Robespierist olarak ve benzerleri olarak ezildiler; aynı şekilde Bolşevikler,
Troçkist, Buharinist, Zinovyevist, olarak ezildiler.” diye yazmasındaki ve
Stalin’in başarısını ise bir “Thermidor gericilik” olarak nitelemeye
çalışmasındaki kıymeti harbiyeyi ve elbette onlarca yıl sonra, aynı bayat
masalı hortlatmak için “milli anarşist” Gün Zileli’nin kendi kendisiyle
çelişmeyi göze alarak “Stalin’in (thermidor) gericiliğini” değil ama
“Troçkist-Buharinist terörist Ergenekon örgütü hakkında kesin delillere sahip
(şimdi kaçak) savcılar “Zekeriya
Öz”ler ve “Taraf gazetesinin yayınları” üzerinden “Vişinskileri,
Yezhovları, Pravda’nın yayınlarını” hatırlaması ve hatırlatmasındaki
kıymeti harbiyeyi anlamanıza vesile olurum diye umuyorum!
Belki, Lenin’in
ifadesiyle,“Sosyalistlere Karşı Yasa” Alman sosyalistlerinin tepesine indiği
zaman, Most ve Hasselmann gibi hemen şiddete ve teröre başvurmaya hazır
olmakla, Höchberg, Schramm ve (kısmen de) Bernstein gibi, aşırı ölçüde sert ve
devrimci oldukları için yasanın çıkarılmasına kendilerinin neden olduklarını ve
şimdi bağışlanabilmeleri için tutum ve davranışlarının kusursuz olması
gerektiğini vaaz etmek arasında gidip gelmenin birbirinden ekonomizmin
terörizmden farklı olmadığı denli farklı olmadığını ve elbette ekonomistler ile
dünün de bugünün de teröristleri arasında ortak bir kök bulunduğunu ve Lenin’in
yerinde deyişiyle bunun yani ekonomizm ile terörizmin, devrimcilikle ilgisi
olmadığını, aksine kendiliğindenliğin farklı uçlarına; yani,
ekonomistlerin "salt işçi hareketi" önünde; teröristlerin ise
devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini birbirini tamamlayan bir bütün
içinde birleştirme yeteneğinden ya da olanağından yoksun olan aydınların tutkulu
öfkesinin kendiliğindenliği önünde kölece boyun eğiş olduğunu hatırlamanıza
vesile olurum diye umuyorum!
Yani belki, hiçbir fırsatta adını
ağızlarından düşürmedikleri halde, devrime, sosyalizme, hatta halkına
inançlarını yitirmiş olanların ya da bunun mümkün olduğuna hiçbir zaman
inanmamış olanların öfkeleri ve devrimci enerjileri için, terör dışında bir
çıkış yolu bulmalarının gerçekten zor olduğunu hatırlamanıza vesile olurum diye
umuyorum!
Velhasıl böylece belki, “terörizmin
caydırıcı rolünü” tamamen reddederken, bunun yerine “terörizmin kızıştırıcı
önemini" vurgulayanların, “terörizmin caydırıcı rolüne” güvenenlere karşı
eleştirel yaklaşması ile tersine “terörizmin kızıştırıcı önemini” tamamen
reddederken, bunun yerine “terörizmin caydırıcı rolünü” vurgulayanların,“terörizmin
kızıştırıcı önemine" inananlara karşı eleştirel turum almalarının gerçekte
birbirinden farkı olmadığını ama pek komik olduğunu ve sorunu da çözmediğini
anlamanıza vesile olurum diye umuyorum.
Belki, bir taraftan ezilen ve
sömürülen halkların, sınıfların çağdışı düşüncelerin bombardımanında
devrimcisizleştirilmesine ve inşa edilmeye çalışılan bir dinci-gerici rejimin
karanlığına hapsedilmeye çalışılırken, diğer taraftan terörizmi, ezilen ve
sömürülen halkların, sınıfların “devrimcileştirilmesi” için bir ajitasyon aracı
olarak görmenin tam bir ham kafalılık olduğunu, başka deyişle, siyasal
ajitasyon yerine “kızıştırıcı” terörizmi koyma düşüncesinin, siyasal bakımdan
ne denli geriletici olduğunu idrak etmenize vesile olurum diye umuyorum!
Velhasılı kelam, bütün bunları
hatırlatarak, bugün, pusulanın, Marx’ın hâlâ canlılığını koruyarak sapasağlam
ayakta duran ve pratik olarak da doğrulanmış olan teorik temellerine sıkı
sıkıya sarılmak noktasında asılı ve ibrenin, emek sürecinin belirleyiciliğinin
hâlâ sürdüğünü gösteren yönde sabitlenmiş olduğunu ve hâlâ tarihin
lokomotifinin sınıf mücadelesi olmaya devam ettiğini ve de Marx’ın, ikna edici
kanıtların ve pratiğinin olmadığı bir zamanda teorik olarak gösterdiği
sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu gerçeğini, reel sosyalizmin pratik
olarak bir kez daha gösterdiğini işaret ettiğini, sosyalistlerin artık
görmekten ve göstermekten kaçamayacağı gerçeğinin apaçık ortada durduğunu
görmenize vesile olurum diye umuyorum!
Belki, bütün bu hatırlattıklarım ve
gösterdiklerim, dünyanın öküzün boynuzlarında durmadığını, maddenin ve
tarihin hareket halinde olduğunu, hiçbir şeyin yerinde saymadığını
anlamanıza ve gelip gelip içine girdiğiniz Tanzimat öncesi karanlıktan, biat
ettiğiniz yobazizmden tez çıkmanıza ve devricileşmenin, devrimcileştirmenin
onurlu çizgisine dönüp, Kürtlerin sorunlarının, cumhuriyetin çok gerisindeki
bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de, moderniteyi de,
cumhuriyeti de, eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve etnik
tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumunu hedefleyen “yeni”
faşist 12 Eylül rejiminde onun Kürtler için de biçilmiş kaftan olacak olan pek
“demokratik” ve pek “yeni” anayasası ile “çözüleceğine” ve bunun için önce
Marx’ı ıskartaya çıkarmak gerektiğine inandırmaya çalışmaktan vazgeçerek, Kürt
halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını gözetecek olan gerçek bir
ulusal kurtuluş için popülizmi reddeden bir halkçı çizgiyi egemen kılmak
gerektiğini idrak etmenize vesile olur diye umuyorum!
Ve dahi, belki böylece, Devrimci
mücadelenin, sürekli kavganın yanında, sınıflama ve sıralama demek olduğunu;
ancak doğru bir sınıflama ve sıralama ile işbirliğinin olanaklarına kapı
açılabileceğini ve KÖH’çülerin kapılarının yanlış yerlere açık olduğunun ve
elbette bu yanlış yerlere açık duran kapılar kapatılmadan doğru işbirliklerinin
olanaklarına kapı açılamayacağının; o hiç dilinizden düşürmediğiniz
“demokratik” sözcüğü yanında telaffuz edeceğimiz bir mutabakatın
ekseninin “demokrasi” olmadığını; soyut bir “devlet karşıtlığı” da olmadığını;
bu tür bir mutabakatın, yani “demokrasinin”, yani soyut bir “devlet
karşıtlığının”, bir dinci-gerici, osmanik-islamik faşist diktatörlük biçiminde
konuşlanan 12 Eylül rejiminin yönetiminin bütün günahlarını örten bir şemsiye
olduğunun; gerçekten kurtuluş getirecek bir mutabakat istiyorsanız, bunun
ekseninin, ilerici Kürt ve Türk emekçilerinin birliği ile kurulacak, sosyalizmi
dışlamayan bir ilerici, devrimci, laik, emekçi cumhuriyeti olduğunun ayırdına
varırsınız diye umuyorum!
En sonu, belki, bu ayırdına
vardıklarınızla birlikte, bizim açımızdan, sınıflama ve sıralama konusunda
sıkıntı olmadığının; sıkıntının niyetlerde olduğunun ve “demokratik” lafzını en
çok telaffuz eden KÖH’çülerin demokratik mutabakata niyetleri olmadığının; hâlâ
karanlık ile ittifakı demokratik mutabakat saydıklarının; oysa bir karanlıkla
mutabakatın önüne bir değil, bin tane “demokratik” eki konsa dahi demokratik
olamayacağını anlamayı da, bilmeyi de istemediklerinin ayırdında olduğumuzu; fakat
KÖH’çülerle birlikte KÖH muhiplerinin de bizi şaşırtmalarını, yanıldığımızı
göstermelerini beklediğimizi idrak edeceğinizi umuyorum!
Belki, hatta kuvvetle muhtemel
boşunadır bütün bu umutlarım; fakat ben yine de gerçekler karşısında insafa
gelecek ve gerçeklere sahip çıkma konusunda cesaret gösterecek ve bu gerçekleri
sessizlikle boğma tiyatrosunu sona erdirmek için öne çıkma zamanı geldiğini
kabul edecek olanların varlığına olan umudumu yitirmeyeceğim!
Umutlarım yakın zamanda boşa çıksa da
olsun, bu umudumun yitmesine yetmez; nihayetinde hatırlattıklarım tarihe nottur
ve eninde sonunda umutlarımı dolduracak bir zamana doğru yol almaktadırlar!
Yani, bilemiyorum, belki çok şey
umuyorum, belki de nafile umutlar taşıyorum ama yine de umudumuzu büyütmekten vazgeçmemek
gerektiğine inanıyorum; göreceğiz ve eninde sonunda umudun kazanacağına olan
inancımla, bütün bu sıraladığım umutları, bir ucundan tutulsun, öksüz ve yetim
bırakılmasın diye, umut dolu yüreklere fırlatıyorum!
Tutanınız olur mu, onu da çok merak
ediyorum!
Fikret Uzun
22-Şubat-2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder