30 Nisan 2011 Cumartesi

SAVAŞ, BARIŞ VE 1 MAYIS M.S. 2011

SAVAŞ, BARIŞ VE 1 MAYIS
M.S. 2011

Savaş üzerine, belki de an kapsamlı, hatta birçok savaş teorisyenine, Stratejistine ilham kaynağı olan çalışmanın, Carl Von Clausewitz tarafından ortaya konmuş olduğunu hemen hemen herkes bilir.

Clausewitz’in savaş üzerine söyledikleri birkaç ciltte toplanmakla birlikte, neredeyse, savaş üzerine ortaya koyduğu edebi çalışmasının tamamının, en küçük özet sonucunun yansıması olan şu sözü ise, herkesin ezberindedir. “Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır.”

Ve istisnasız, bu sözü ezbere dillendiren herkesin, bu sözün özünden oldukça uzak bir yaklaşımla, hem savaşa, hem barışa dair kendi sınıfsal bakışı çerçevesinde kelam ettiği de ortadadır.

Demek ki, savaşın özü, savaşın kendisinin de bir politika olmasındadır. Buradan hareketle, savaş politikanın bittiğinin ifadesi olmamakla birlikte, Barış politikasının bittiği noktanın ifadesi de değildir.

Öyleyse, savaş politikanın devamıdır ama bu devamlılık içersinde kendine özgü politikalarla yüklü olan bir durumdur.

Demek ki, savaş veya barış olgusu, birbirinin karşıtlığı soyutlaması ile çözümlenecek veya sağlanacak veyahut ta ortadan kaldırılacak bir durumun ifadesi değildir.

Clausewitz’in, ilk baskısı 1832 de yazılan “Savaş Üzerine” adlı eseri ile Marks ve Engels,1850’den sonra ilgilenmişlerdir. Ancak ilgilenmeye başladıktan sonra, her ikisinde de, yazara ve kitabına karşı ilgi artmıştır. Ancak bu ilgi, başlangıçta ılımlı bir beğeni düzeyini aşmamıştır. Bu anlamda, Engels ve Lenin, Clausewitz’i daha yakından incelemişler ve Lenin, Clausewitz’in, “en derin askeri yazarlardan biri olduğunu, en büyük, en ilgi çekici savaş tarihçisi ve filozoflarından biri olduğunu, temel düşüncelerinin bugün (o gün) tartışmasız her düşünürün ortak malı olduğunu” ifade edecek ve bu görüşünü sık sık tekrarlayacaktır.

Lenin, Kautskyci çoğunluk ile Lenin’in öncülük ettiği devrimci enternasyonalciler arasındaki ideolojik -politik mücadelenin açığa çıktığı ve dünya savaşının emperyalist karakterini ortaya koyan manifestonun kabul edilerek, savaş harcamalarına oy veren, burjuva hükümetlerine katılan “sosyalistler”i kınandığı Zimmerwald sosyalist konferansına giderken yazdığı “Savaş ve Sosyalizm” başlıklı broşürde, Clausewitz’in, “Savaş, Politikanın Başka Araçlarla ( Yani şiddet araçları ile) Devamıdır sözünü bir başlık olarak ele almış ve bu sözü kanıtlanması gerekmeyen bir söz olarak kabul ettiğini ifade ederek, bu aksiyomun, Marksistlerin, daima her savaşın özelliğini kavramada teorik temel olarak görüldüğünü vurgulamıştır.

Ve Lenin, bu broşürde, “Rusya’nın da içinde olduğu emperyalist savaşı kastederek, bu görüşü ( Clausewitz’in aksiyomunu), şimdiki savaşa uygulayın; göreceksiniz ki, yıllar yılı, neredeyse 50 yıldır, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya ve Rusya’nın hükümetleriyle, yönetici sınıfları, sömürgeleri yağmalama, yabancı uluslara zulmetme, işçi sınıfı hareketlerini ezme politikasını gütmüşlerdir.” dedikten sonra, “Bu günkü savaşta izlenen politikanın da, aynen böyle bir politika olduğunu” ifade eder. Ve “özellikle Rusya’nın ve Avusturya’nın politikalarının, barışta da, savaşta da, ulusları özgürlüğe kavuşturmak değil, aksine köleleştirmek olduğuna” vurgu yapar.

Yani Lenin, birinci emperyalist savaşın “Büyük” ulusların ve bunların önde gelen sınıflarının politikasını sürdürmek için girişilen bir savaş olduğunu ve bu nedenle “Anayurt Savunması”nın bir bahane olduğunu ve tarihi gerçeklerle zıt düştüğünü görmenin kolay olduğunu ve bu bahanenin üstüne oturarak, savaş harcamalarına onay veren ve burjuva hükümetlere katılan sosyal-şovenistlerin sınıfsal yapısına dikkat çekerek, bu fikrin, savaş sırasında sınıf mücadelesini bir kenara atmaya ve savaş borçlarını kabullenmeye yol açtığını vurgularken, Clausewitz’in bu aksiyomunu temel almıştır.

Daha kolay anlaşılması ve bu güne ışık veren bir kapı açması açısından, Sosyal şovenistlerin sınıfsal yapısına ve pratikteki sonucunun ne anlama geldiğine, yine Lenin’in ifadeleriyle dikkat çekmek yerinde olacaktır diye düşünüyorum; Lenin, “anayurt savunması” bahanesi ile uygulamada sosyal şovenistlerin, proletaryaya düşman bir burjuva politikası izlediğini; çünkü bunların yabancı istilacılara karşı savaşmak anlamında bir “anayurt savunması” nı değil, ”büyük” devletlere, şunun ya da bunun sömürgelerini yağma etmek ve öteki ulusları ezmek “hakkını” savunduklarını ve böylece sosyal şovenistlerin proletaryaya karşı burjuvazinin yanında yer almış olduklarını” ortaya koymuştur.

Lenin’in, özü itibarı ile “aslında kendi ( ya da her) emperyalist burjuvazisinin çıkarlarını, ayrıcalıklarını, soygununu ve zulmünü savunmak demek olduğu” şeklinde ifade ettiği Sosyal şovenizm,yine Leninin ifadesi ile bu anlamda, pratikte “bütün sosyalist inançlara ve “büyük” devletlerin emperyalist politikalarının bir sonucu olarak “kapitalistlerin çıkarları” ve “hanedanların ihtirasları” için çıkartılan savaşın, halkın çıkarları yönünden haklı gösterilmesine imkân olmadığını belirten Basle Uluslar arası Sosyalist Kongresinin kararına ihanet etmek demektir,”

Savaş ve Sosyalizm broşüründe,“Her kim ki,” diyerek başlayıp ,“burjuvazinin ilerici olduğu dönemdeki savaşlara karşı Marks’ın tutumunu; Marks’ın gerici ve mutlakıyetçi burjuvazi ve sosyalist devrim dönemine tamı tamına uygulanması gereken ‘işçilerin anayurdu yoktur’ sözünü unutarak, Marks’a atıfta bulunursa, Marks’ı rezilcesine tahrif etmiş ve sosyalist görüş yerine burjuva görüş açısını koymuş olur” diyerek bitiren Lenin, savaşa karşı sınıfsal bakmamanın, Tarihsel Materyalist yaklaşımdan uzaklaşmanın götüreceği yeri ve bu gidilen yeri haklı göstermek için, Marks’a atıfta bulunarak onu rezilce tahrif etmenin, tamı tamına burjuva görüş açısını korumuş olmak olduğunu göstermiş olmaktadır.

Buraya kadar hatırlattıklarımla, böylece, şimdiki, emperyalizmin Kozmopolitizmi ile beslenen sosyal şovenistlerin, Lenin’in mahkûm ettiği “anayurt savunması” bahanesinin üstüne oturarak, burjuvaziye katılan sosyal şovenistlerin ruhunu canlı tutmakla beraber, genel olarak ve emperyalist politikalar gereği, onların simetriğinde yer aldıklarını, bu anlamda, o gün uygulanması gereken “işçilerin vatanı yoktur” önermesine sıkı sıkıya sarılıp, emperyalizmin politikalarını işçi sınıfı içinde yaymaya çalışarak, tıpkı eskileri gibi, burjuvaziye katılmış olduklarını belirterek, Clausewitz’in aksiyom niteliğindeki , “savaşın, politikanın başka araçlarla devam etmesi” şeklindeki sözünün, daima her savaşın özelliğini kavramada teorik temel olması ve Marks’ın da, Engels’in de, Lenin’in de görüş açısını yansıtması yönündeki gerçekliğin içeriğini, bu günden bakıldığında görülenlerin yansımasına da dikkat çekerek, doldurmuş oluyorum.

Öyleyse, savaşa sınıfsal ve tarihsel bakışı kavramamızın ve savaş ile barış arasındaki tarihsel ve diyalektik bağı anlamamızın kolaylaşması açısından epey ilerlediğimiz bir noktadan devam ettiğimizi kabul edebiliriz.


Savaşın sınıfsal yapısını kavramak, savaşa karşı mücadelenin, sınıf mücadelesinden ayrı olmayacağını kavramış olmakla özdeştir. Böylece, sosyalistlerin, savaşa karşı, burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklı bir tutum ile yaklaşmalarındaki gereklilik ve gerçeklik yanında, sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığını anlamaları ve Lenin’in ifadesi ile sivil savaşların, mesela ezilen sınıfın ezene; kölenin köle sahiplerine; serflerin toprak ağalarına; ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici karakterini ve gerekliliğini anlamaları ve tamamen kabul etmeleri kolaylaşır. Bununla birlikte, her savaşın ayrı ayrı, Marks’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihi bir incelemesinin yapılması gerektiğini kavraması da kolaylaşır.

Böylece, bu günden bakıldığında, sosyalistler, emperyalizmin, yaşadığımız coğrafyada ve bu coğrafyanın yer aldığı geniş topraklarda sürdürmeye çalıştığı ve emekçi halklara ideolojik saldırı dâhil, her türlü şiddet araçları ile kabul ettirmeye çalıştığı politikaların ne anlama geldiğini ve bunun karşısında nasıl bir tutum alınması gerektiğini anlamakta zorlanmazlar.

Bunun sonucu olarak, geçmişte “anayurt savunması” bahanesinin üzerine oturarak, emperyalist burjuvazinin savaş olarak sürdürdüğü, ezilen, sömürülen sınıflara, halklara karşı saldırısının ifadesi olan politikalarına bağlanıp, proleterlere karşı burjuvaziye katılarak savaşan sosyal şovenistlerin oportünizmini anlamanın kolaylaşması yanında, bu günkü sosyal şovenistlerin, hangi bahanenin üzerine oturarak, işçi sınıfına ve ezilen emekçi halklara karşı emperyalist politikaları savunup, burjuvaziye katılmalarındaki oportünizmi kavramak da kolaylaşmış olmaktadır.

Bu günkü sosyal şovenistlerin, şovenizminin kodlarının, emperyalizmin milliyetçiliğinin bir diğer yüzü olan Kozmopolitizminin içinde olduğunu görmek ve oportünistliklerinin bu momentten beslendiğini kavramak savaşın taşıdığı sınıfsal kodları kavramakla eşdeğerdedir ama savaşın sınıfsal kodları kavranmadan, bu gerçekliğin kavranılması mümkün olmaz.

Demek ki, savaş, emperyalist kapitalizm açısından, kapitalistlerin sınıfsal çıkarlarını korumasının ve genişletmesinin ifadesi olarak, ideolojik saldırıyı da içeren şiddet araçları ile devam eden, ezdiği, sömürdüğü, köleleştirdiği sınıflara, halklara karşı yürüttüğü politikalarının devamlılığının ifadesi ise, barış da, emperyalist burjuvaziye, kapitalizme karşı, ezilenlerin, sömürenlerin, emekçi halkların yürüttüğü sınıf mücadelesinin, aynı anlama gelmek üzere ve ideolojik mücadele de dâhil olmak üzere, diğer şiddet araçlarının kullanımını da kapsayan mücadelesinin devamlılığından ayrı olarak, her türlü sınıfsal bağlamından koparılarak ele alınan savaşın karşısına konulacak bir araç değildir.

Barıştan yana duygu, kitlelerin, savaşın gerici karakterine karşı kızgınlığının ve bu karakterin bilincine varmalarının ifadesidir. Bu anlamda, bu duygudan sınıf savaşı doğrultusunda yararlanmak, sosyalistlerin görevi olduğu kadar, politik hünerlerini kullanabilmelerinin ifadesidir. Dolayısıyla, kitlelerin barış duygusunu yansıttığı her harekete, gösteriye, protestoya katılmak da sosyalistlerin görevidir ve politik hünerlerini kullanmalarındaki gelişme ve kitlelere içerme açısından önemlidir.
Ancak, devrimci bir harekete kalkışmadan, egemen sınıfa karşı mücadele edilmeden barışın mümkün olacağını söyleyerek ya da bu anlama gelecek tutumlar alarak emekçi halkları kandırmamak gerekmektedir. Lenin’in ifadesiyle, “devamlı ve demokratik barış isteyen herkes, burjuvazinin hükümetlerine ve burjuvazinin kendisine karşı bir sınıfsal savaştan yana olmak zorundadır”
Bunun dışındaki her barış yaklaşımı, devrimci bir hareketin ve sınıf mücadelesinin önüne engel koymaktan, uygulamada ezilen, sömürülen sınıfların barıştan yana duygularının egemen sınıf tarafından sömürülmesine ve egemen sınıf ile empati kurulmasına yardım etmekten başka bir işe yaramaz.
Barış yaklaşımı sınıfsal özünden uzaklaştırılırsa, müthiş bir şaşırtmaca ile emperyalist savaşın karşısındaki bütün dinamikleri, yani bizzat kapitalizmin kendisinin yarattığı dinamikleri; işçi sınıfının, emekçi halkların sömürüye, ezgiye ve köleleştirilmeye karşı mücadelesini, ulusal kurtuluşları için mücadele edenlerin haklı mücadelesini, ülkesindeki emperyalist işgale karşı direnenleri, Hatta ve hatta zenginlerin malında mülkünde gözü olan mülksüzleri, açlığa, sefalete mahkûm olmuş kitleleri, barışın önünde engelmiş gibi gösteren, soymakla doymayan, sömürmekle doymayan, bütün dünya halklarını köle yapmak isteyen, bunun için işgallerden, ilhaklardan, boyunduruk altına almaktan geri durmayan, türlü entrikalarla devletlerin içindeki ayrılıkları körükleyen, devletlerin bağımsızlığını bozan, bölen, parçalayan, kendine bağımlı kılan ve bunun için ortaçağ karanlığından medet uman emperyalist kapitalizmin ve onun işbirlikçilerinin, tekellerin, oligarkların oyununa gelinir ve sınıf mücadelesinin taşıdığı antagonist çelişkilerin keskinleşmesinden doğacak olan enerjinin sönümlenmesi, bu çelişkileri, barış mücadelesi adı altında yürütülen sınıf kardeşliği çabalarının peşine takmak demektir. Demek ki, dünyayı gerçek barışa götürmek için, barışın önündeki tek engel olan emperyalist kapitalizmin, Yeni Dünya Düzeni adındaki gerçek emperyalist savaşına karşı durmak öncelikli bir görevdir. Bununla birlikte, bu karşı duruşun, emperyalist kapitalizmi tarih sahnesinden silmek üzere yürütülen sınıf mücadelesi dinamiklerinden ve bu dinamiklerin taşıdığı devamlılıktan ayrılmaması gerekmektedir. Bu da, emperyalist kapitalizmi tarih sahnesinden silmeden gerçekleştirilmesi mümkün olmayan barışın, bu amacı gerçekleştirmek üzere yürütülen sınıf mücadelesinin devamlılığı içindeki bir politik araç olduğunu kabul etmeden barış mücadelesinin başarıya ulaşamayacağının bilincine varmak demektir. Ve nihayet asıl yapılması gerekenin, barış duygusu içinde, bunun kaynağına, bu kaynaktaki gericiliğe karşı kitlelerde biriken tepkiyi, sınıf mücadelesi dinamiklerine bağlamak, bu anlamda barış için mücadeleyi, sınıf mücadelesinin dinamiği haline getirmek olduğunu kavramak gerekmektedir.
İşte bu sınıfsallık içersinde, barış mücadelesini, devrimci hareketin ayağa kalkmasının, egemen sınıfın her anlamdaki hegemonyasını kırmanın bir aracı olarak değerlendirip, bir talepname pasifistliğinde değil, savaşa karşı olan bütün dinamiklerin, savaşın asıl kaynağına karşı ve sınıfsal bir dinamikle birleştirilmesini, kardeşliğini ve mücadele gücünü açığa çıkaracak şekilde yürütmek gerekmektedir.
1 Mayıs da, işçi sınıfının, kapitalistlere karşı yürüttüğü sınıf mücadelesinin devamlılığı içersindeki ve politik yönünü tayin eden sınıfsal zemini içersindeki politika araçlarından biridir. Öyleyse, bu gün,1 Mayısın bir bayram havasında kutlanmasını gerektiren koşullar yoktur.
Bu gün 1 Mayısın, soymakla doymayan, sömürmekle doymayan, bütün dünya halklarını köle yapmak isteyen, bunun için işgallerden, ilhaklardan, boyunduruk altına almaktan geri durmayan, türlü entrikalarla devletlerin içindeki ayrılıkları körükleyen, devletlerin bağımsızlığını bozan, bölen, parçalayan, kendine bağımlı kılan ve bunun için ortaçağ karanlığından medet uman emperyalist kapitalizmin ve onun işbirlikçilerinin, tekellerin, oligarkların, dünya çapındaki ideolojik, politik ve askersel saldırılarına karşı, işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin ve mücadele dinamiğinin yükseltilmesinin bir aracı olması gerektiği ve kitlelerin önüne bu içerikte sloganlar konması gerektiği apaçık ortada iken,1 Mayıs’ı, Taksim’de kutluyor olmayı bir zaferin kazanılması olarak sunarak, işçi sınıfını, burjuvazi ile kardeş yapmanın ayini misli, bayram havasında kutlamayı öne çıkartmak, emperyalist kapitalizmin, işçi sınıfına ve emekçi halklara tarihin gerisinde bir kölelik düzenini dayatmak için, her türlü şiddeti içeren politikaları karşısında, işçi sınıfının ve emekçi halkların emperyalizme duyduğu ve günden güne artan öfkesini azaltmak yanında, sınıfsal özünü de ortadan kaldırarak, kitleleri, hoş, insancıl ve düzenli bir kapitalizm hayaline kapılmaya itmek ve böylece, kapitalizme karşı nesnel olarak keskinleşen, sınıfsal mücadelenin motoru olan çelişkilerin sönümlendirilmesine ön ayak olmak demektir.
Bu da, 1 Mayısın özündeki, devrimci hareketin yükselmesine, sınıf mücadelesi dinamiğinin güçlenmesine yarayacak olan sınıfsal dinamiğin boşaltılarak,1 Mayısı, tarihsel ve sınıfsal özünden uzaklaştırarak, sınıf barışının sağlanması çerçevesinde, burjuvazinin hizmetine sunulması demektir.
Böylece emperyalist burjuvazinin, Yeni Dünya Düzeni adı altında, Küreselleşme adı altında, uluslar arası işçi sınıfına ve dünyanın emekçi halklarına dayattığı köleleştirici ve dünyaya yıkım getirecek olan politikalarının insanlığın yararına olduğunu kitlelere kabul ettirmesi kolaylaşır.
Bu da, işçi sınıfının, emekçi halkların enternasyonalist birliği ve kardeşliği yönündeki ideolojik mücadeleyi sekteye uğratır, hatta kitlelerin gözünde anlamsızlaştırır.
Öyleyse barış mücadelesi de, 1Mayıs, işçi sınıfının enternasyonalist birlik, mücadele ve dayanışma günü de, sınıf mücadelesinin dinamiklerinden olup, bu zeminden uzaklaştırılırsa, sadece ve sadece egemen sınıfın elini güçlendirecek ve onun ideolojik saldırılarını kolaylaştırmaya yarayacaktır. Kapitalistler, böylece işçi sınıfını ve emekçi halkları kendi silahları ile daha kolay teslim alacaktır.
1789 Fransız burjuva devrimi sonrasında süren savaş, Fransız devriminin devamı ve aynı yönde sürdürülen bir savaştı. Bu savaş, o tarihte devrimci bir sınıf tarafından veriliyordu ve bu savaşı yürüten devrimci sınıf, burjuvazi, Fransız Monarşisinin kökünü kazımak ve devrimci mücadelesini sürdürmek amacıyla, ittifak halindeki kralcı bir Avrupa’ya karşı ayaklanmıştı.
Fransa’daki, o günkü savaş, bir devrim yapan, cumhuriyeti kuran, Fransız kapitalistleri ile toprak sahipleri ile olan hesabını o güne kadar rastlanmayan bir enerji ile gören devrimci bir sınıfın politikasının devamıydı. Aynı devrimci sınıf, aynı politikanın devamı olarak ittifak halindeki mutlakıyetçi bir Avrupa’ya karşı devrimci bir savaş veriyordu.
Şimdi ise, önümüzde belli başlı iki grup, iki kapitalist devletler topluluğu var. Önümüzde bütün dünyanın en büyük kapitalist güçleri var. İngiltere, Fransa, Amerika ve Almanya; bu devletler yıllar yılı, dünya hâkimiyetini ve küçük ulusları tâbi hale getirmeyi ve bütün dünyayı etki ağları içine düşürecek şekilde banka sermayelerini üç katına, on katına çıkarmayı amaç edinen, devamlı bir ekonomik rekabet politikası izlediler. İngiltere ve Almanya’nın izledikleri politika işte aslında budur. Bu gerçeği aklımızdan çıkardık mı, bu savaşın sebeplerini asla anlayamayız ve bizi kandırmak için pusuda bekleyen burjuva propagandacılarının tuzağına düşeriz.
Bu sözlere yansıyan gerçeklik, pek yabancı gelmedi değil mi, kapitalistlerin ideologlarının propaganda ettiği gibi, uluslar barış içinde yaşarken, aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle dövüşmeye başladıkları, dövüş bitince de, tekrar barıştıkları masalının yalan olduğunu bütün çıplaklığı ile gösteriyor değil mi?
Bu gerçekliğe,100 yıl önce Lenin dikkat çekmiştir ama ondan önce yani bu günden 180 yıl önce, Clausewitz’in, bir savaşın, bir devletin, bir devlet sisteminin, bir sınıfın daha önce izlediği politikası ile ilgi kurulmadan izah edilemeyeceğini vurgulayarak dikkat çekmiş olması ama bu gerçekliğin üzerinden hâlâ ve özellikle de sol geçinenlerin, atlamaya devam etmesi çok ilginçtir.
Evet, bu sözlerdeki gerçekliğe, akıl taşıyan herkesin aşina olduğuna inanmamak için bir neden yoktur. Çünkü günümüz gerçekliği de, tam da böyle bir fotoğraf vermektedir. Ama ne yazık ki, bu fotoğrafa ısrarla gözler kapatılmakta, emperyalist ABD nin ve AB nin, laboratuarlarında hazırladığı illüzyonizmle bezenmiş fotoğrafa teslim olunmaktadır.
ABD emperyalizminin, yanına AB emperyalizmini de alarak, dünyanın hâkimi olma sıfatını kalıcılaştırmak ve bir dünya devleti yaratmak, dünyanın ezici çoğunluğunu köleleştirmek üzere ortaya koyduğu Yeni Dünya Düzeni projesi ve diğer adıyla Küreselleşme projesi, öteden beri uyguladığı dünya hâkimiyeti için ve küçük ulusları tâbi hale getirmek ve tüm dünyayı etki ağlarına düşürmek için banka sermayelerini devasa bir şekilde artırmayı amaç edinen, devamlı bir ekonomik rekabet politikasının devamı değilse nedir? Bu devamlılık içersinde, bir süredir ve hala, kendi topraklarından çok çok uzakta, başka küçük ulusların topraklarında bir savaş sürdürmüyor mu?
Bu devamlılık içersinde bir yerlerde, örneğin, Kürt coğrafyasında, Türkiye’ye karşı sınıfsal yanı da ağır basan bir savaşa karşı, Türkiye’nin yönetici sınıflarından ve hükümetlerinden yana politikalar izlerken, bu gün, Kürtlerin kaderini tayin hakkını tanıyormuş gibi yaparak, Kürtlerden yana politika izlemesi ve Türk hükümetini bu yönde hareket etmeye mecbur etmeye çalışması ve bu yönde toplumsal bir kabul yaratmaya, olmazsa, tam tersi politikalarla, karşıtlıkları körükleyip, çatışmalı bir dinamikle, Kürt coğrafyasındaki, öteden beri dünya hâkimiyeti için ve halkları köleleştirmek için yani emperyalist çıkarları için sürdürdüğü politikalarından ayrı olmayan projesini yani BOP projesini mutlaka gerçekleştirmeye çalışması bir devamlılık arz etmiyor mu?
Öyleyse, Kürt coğrafyasında ve Irak’da, Afganistan’da, şimdi de, Libya’da ve de eli kulağında olan Suriye’de sürdürdüğü psikolojik, ideolojik ve askeri savaşın haklı bir savaş, halklara mutluluk getirecek bir savaş olduğunu dolayısıyla, Ortadoğu’daki, Kuzey Afrika’daki, üstelik de hali hazırda bir şekilde kendine tâbi olan ülkeleri, parçalayıp daha da küçük uluslar halinde dizayn etmeye çalışmasını, zaten “işçilerin vatanı yoktur” yaklaşımı ile haklı kabul etmek doğru mudur? Bu politikalarının, tümüyle eskiden beri izlediği politikaların devamı olduğunu ve gerçekte ABD emperyalizminin dünya hâkimiyetini ve daha da küçültülmüş ulusları kendine tâbi kılmayı ve halkları köleleştirmeyi, sömürüsünü katmerleştirmeyi hedef aldığını dolayısıyla Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ile zerre kadar ilgisi olmadığı gibi, ortada Kürtlerin bu kaderini eline alması bir yana, bu hakkı tanımayı dahi düşünmediğini görmek o kadar zor mu?
Buradan hareketle, bu bölgedeki ve Türkiye’deki ve de Türkiye’nin Kürtleri üzerindeki emperyalist oyunlara karşı durmadan, barış sağlanabilir mi? Bu anlamda, ABD ve AB emperyalizmine karşı çıkılmadan, kapitalizme karşı ve enternasyonalist mücadele verilmiş olabilir mi?
Öyleyse, 1 Mayıs’ta, işçilerin enternasyonalist birlik, mücadele ve dayanışma gününde, ABD emperyalizmine, onun yerli işbirlikçileri olan tekellere ve tekellerin rejimi olan 12 Eylül rejimine ve elbette bu rejimin ağırlaştırılmış olanının ifadesi olan yeni rejimine ve elbette bu rejimin seçilmiş hükümetine karşı, Kürt halkı ile Türk halkının kardeşliğine hançer sokan, Kürt ağa ve beylerinin, Kürt halkının ensesinde boza pişirmek üzere tımar edilmesine karşı, işçi sınıfının mücadelesini etnik kimlik ve inançlar çerçevesinde bölmeye çalışmalarına karşı işçi sınıfının enternasyonalist birliğini, işçi sınıfının karşısındaki, işçileri, emekçileri yıllardır yoksullaştırarak sömüren ve köleleştirmeye çalışan egemen sınıfa karşı ve onun seçilmiş politik örgütüne yani AKP ye karşı mücadeleyi öne çıkartmadıktan sonra,1 Mayısın içerdiği mücadele ruhunu, işçi sınıfına, emekçi halklara yansıtmak mümkün olmaz.
Sonuç olarak, sınıfsal olarak bakılmazsa, ne savaşın özü kavranır, ne Barışın ne de 1 Mayısın, içerdiği sınıfsal öz kavranır. Dolayısıyla, Kürt coğrafyasında olanların ve emperyalizmin öteden beri uyguladığı ve şimdi kendi topraklarına çok uzakta bir savaşla sürdürmeye çalıştığı politikaları anlamamak bir yana, bu politikaların peşine takılmayanları, Kürtlerin kaderini tayin hakkına ihanet etmekle suçlamak sol bakış olarak gösterilir. Ama gerçek anlamda sınıfsal bakıyorsak, bu coğrafyada süren emperyalist savaşın tarafı olmanın ne Kürt halkına ve varsa devrimci-demokratlarına, ne de Türkiye’nin sosyalist hareketine yararı olacağını görmemek mümkün değildir.
Öyleyse, 1 Mayıs 2011 de, hem de Taksim’de, bu gerçeklikler ışığında, işçi sınıfının hafızasına kavuşmasının, sınıfsal düzlemdeki birliğinin sağlanmasında daha fazla kararlı ve atılgan olmasının, fabrikalara sümük gibi yapışan dinci akımların edilgenlik tohumlarının sökülüp atılmasının ve sınıf kininin yerleştirilmesinin, emperyalizmin, en küçük birimde dahi sermayeyi enternasyonalize ettiği bu günkü koşullarda, işçilerin enternasyonalizm ideolojisi yönünde daha fazla ve daha hızlı bilinçlendirilmesinin ve işçilerin, satılmış, soroslara bulanmış sendikalarının, sermayenin değirmenine su taşıyan dinamiğine karşı, kendi gizil güçlerinden, sınıfsal güçlerinden aldıkları gücün farkına varmasının ve bu bölgede, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadelenin, emekçi halkların birlik ve kardeşlik temelinde emperyalist politikalara ve ABD emperyalizmine karşı biriktirdiği öfkesinin ortaya koyduğu gericiliğe, diktatörlüğe ve ABD emperyalizmine karşı mücadele dinamiğinden ayrı olmadığının ama bu mücadelenin peşine takılarak, ne halkların, ne de işçi sınıfının kurtuluşunun gerçekleştirilebileceği bilincinin hızla yükseltilmesinin ilk yıldönümü kutlaması olması temennisi ile bitiriyorum.
Bitirirken, bu yıl da, emperyalist burjuvazinin her türlü şaşırtmacalı ideolojik saldırısı koşullarında, ideolojik hegemonyasının sürdüğü koşullarda ve solun içersindeki emperyalizme hizmet eden her türlü sahtekârlığın sol sayılmaya devam edildiği koşullarda, daha da önemlisi, “ölmüşüz de habarımız yokmuş” dedirtecek misli karanlığın taşıyıcılındaki bir rejim değişikliği koşullarında kutlanan 1 Mayıs’ın, bana hatırlattıkları ve hatırlatmak istediğim gerçeklikleri, bu 1 Mayısa dair yazının konusu olarak paylaşmaktan onur duyduğumu belirtmek istiyorum.
Fikret Uzun
30 Nisan-2011

Hiç yorum yok: