25 Nisan 2011 Pazartesi

“DU BAKALIM NE OLCEK”

“DU BAKALIM NE OLCEK”
Hocam sen bu haberi taşıyınca ne geldi aklıma biliyor musun, hani öznel idealizmin taşıyıcısı bizim düşüncelerimizin, tasarımlarımızın, fikirlerimizin dışında hiçbir şeyin var olmadığını tanıtlamaya çalışan Berkeley vardı. Eğer Berkeley olsaydı,"hayır Urla'da Amerikan askeri yok, o sizin düşüncenizde tasarladığınız bir şey" derdi. O öyle derdi demesine de, o, tarihte ve çok uzak bir tarihte kaldığı halde, bu gün, onun dediklerini çağrıştıran biçimde “ne alakası var, Amerikan askerinin Urla'da ne işi var, uydurmayın yollu konuşmaktadırlar." Bu maddi gerçekliğin, insanın düşüncesine bile girmemesi için ellerinden geleni yaparlarken, insanların düşüncelerine başka şeyler sokmak, mesela insanlar onca olumsuzluk yaşarken, çile çekerken, korku içinde titrerken, Türkiye’de "ileri demokrasi" olduğunu onların düşüncelerine sokmak mümkün olmaktadır. Türkiye’nin insanı maalesef, burnunun dibindeki, Urla’daki 4bin Amerikan askerini bile göremeyecek denli, illüzyon içine hapsedilmiştir. Daha bu gerçekliğin varlığını bile bir düşünce yanılsaması olarak görmeleri sağlanan Urla halkı, bu Coniler ne yapar, ne eder, oraya neden konuşlandırılmıştır, bunu düşünmesi mümkün değildir.
Şimdi desem ki, “ABD Türkiye’yi Yugoslavya’da olduğu gibi parçalama sürecine girmiştir, şimdi her yerde Conileri görmek mümkün olacaktır” birinden bir sille, bir tokat, bir mermi yiyene kadar, “hadi canım sen de, böyle bir maddi varlık yok, her şey sizin beyninizde” diye karşılık vereceklerdir. Evet,“her yerde Coni var” şarkısını söyletecekler ve tam da Conilere yatkın, bir takım geçmişten kalan ama artık egemen olan tarikatların gölgesinde, ne de güzel olacaktır bu şarkıyı çığırmak.
Dünyada, dört beş sene önceki bir araştırma neticesinde ortaya konulan gerçekliğe göre, 3 milyardan fazla insan en kötü biçimde beslenmektedir. Yani beslenememektedir. Bir milyardan fazla insan, Tıpkı Orhan Kemal’in romanındaki teneke mahallesi gibi, derme çatma evlerde yaşamaktadır. İnsanların yarısı ise, günde 2 dolara çalışmaktadır.
Bir milyardan fazla insanın temiz suyu yokken, iki milyar kişi elektrikten mahrumdur. Ne televizyon izlemekte, ne de bir haber dinlemektedir.
Sağlık hizmetleri ise, 3 milyar insana çok uzaktadır. Hiç ulaşmıyor. Ya da ulaşana kadar insanların hastalığı geri dönüşsüz ilerlemiş oluyor.
Yoksulluk, savaş, AİDS gibi hastalıklar nedeniyle bir milyar çocuk ve dünya nüfusunun hemen hemen yarısı aşırı yoksunluk içinde yaşıyor. Zengin ülkeler mi, onlarda dahi artık milyonlar açlık sınırında yaşıyor. Sadece ABD de 12 milyon ailenin gıda güvenliği yok.
Sanayi devrimi olduğundan ve toplumsal ilerleme adına sevinildiğinden bu yana, her halde 200 yıldan fazla geçmiştir. O zamandan beri insanlar acı içinde ve sürekli olarak daha fazla insanlıktan çıkıyor. ABD gibi emperyalist ülkeler ama daha çok ve en azgın biçimde ABD, bu insanların tamamını köle yapmanın planlarını yaparken, yakın zamana kadar, ölmeyecek kadar yapılan yardımları bile kesmişler, azaltmışlardır.
Ama bütün bu olanlar, bizi Berkeley’e götürüyor. Bu olanlar maddi olgular değil, bunları biz beynimizde tasarlıyoruz o nedenle de beynimizde dahi tasarlanmasını önlemek için emperyalistler, gözümüze perde geriyor. Lalelerin renk cümbüşünü, bilmem hangi artistin donunu ekrana taşıyıp, aynı artistin ne kadar iyiliksever olduğunu ve lale cümbüşleri ile insanların mutluluğuna bir nebze katkı sağlandığını vesaire vesaireyi önümüze, dev akranlarla asıyorlar. Bundan mahrum olanlar zaten topyekûn karanlık içindedir.
ABD,”ölsünler, kalan sağlar bana yeter” diyor, “tohumuna para mı verdim” diyor. İşte bu durum çerçevesinde dünya Urla’dadır, ama Urla dünyayı değil, burnunun ucundakini bile göremiyor. Göstermek isteyenler ise, toplama kamplarına sürülüyor. Ve hocam, dediğiniz gibi, herkes,"Allah sonumuzu hayır etsin, bakalım daha neler göreceğiz " misli mırıldanarak korkularını bastırıyor.
Fazla değil, bir ay kadar oluyor, sadece Aydınlık gazetesi afişe etti, İstanbul’da burnumuzun dibinde, CIA karargâh kurmuş ve yıllardır da faaliyet halinde Türkiye’nin altını oymaktadır. Bundan kimse söz etmedi, eden Aydınlık olduğu için de, kimse ne kulaklarını, ne gözlerini açtı. “Du bakalım ne olcek” demek daha kolay çünkü. Hele bir de afişe eden Aydınlıksa, bekleyeceğiz, konu elbette memleketin yıkımı için oynanan oyunları örten medyaya da düşecektir, o zaman başlarız konuşmaya. Oysa o zaman, mezenformasyon dinamiği devreye girmiştir. Artık bayatlamış bir gerçekliktir ve özellikle bu gerçekliğin içindekiler, bu gerçekliği afişe etmek isterler. Çünkü arkasından başka oyunlar gelecektir ve hazırlık o yöndedir, afişe ettikleri ile meşgul ederlerken, yeni oyun hazırlanır.
Urla gerçekliğine bu pencereden kimse bakmaz. Tıpkı MOSSAD kitabını, bizzat MOSSAD ın kendisi yazdığı ve yaydığı halde çıkarılan fırtına gibidir. Şimdi korkularımıza bir yenisi eklendi. Artık ABD içimizde karargâh kuruyor. Nerede? Urla’da… Ne için? Türk halkını Libyalı isyancıları püskürtmeye çalışan Libya hükümetinin saldırılarından mı, PK nın veya Barzani’nin peşmergelerinin olası bir deniz çıkartmasından mı koruyacak. Hayır, bin kere hayır. Sadece ve sadece Türkiye’nin fay hattı kırılırken, nasıl bir enerji çıkacağını, bu enerji ile Türkiye’nin başına çöreklenmiş olan eş başkanlarının nasıl baş edeceğini kestiremedikleri için, direkt müdahaleye hazırlanıyorlar. Ayrıca, bu yıkım sırasında ortaya çıkacak olan hengâmede, normal şartlarda kontrol ettiği rakiplerinin de rol çalmasını önlemek için önceden konum alıyorlar
Dünyanın nabzı da, çilesi de merkez üs olarak bu bölgededir. Bu bölge, ABD’nin ve AB’nin bir anlamda, emperyalist yenidünyaları için atlama tahtasından öte, beslenme ve tımar sahasıdır. Buradan beslenip, buradan tımar olacaklar ve sonra başka semiz yerlere ve de baş belası yerlere akın edeceklerdir. Uslu olmayan rakiplerini ancak bu şekilde dize getirebilirler. Önce petrolü ele geçirsinler, su havzalarını, madenleri ele geçirsinler, Marks’ın ilkel birikim diye nitelediği gibi, herhangi bir ekonomik faaliyete gereksinim kalmadan devasa zenginliklere el koysunlar, ondan sonrası kolay.
Ama gene Berkeley aklıma geliyor, biz hepimiz yanılsama içindeyiz tabii, Ortadoğu’da ne zenginliği, ne petrolü, bunlar bizim beynimizin tasarımı. Amerika demokrasi getiriyor! Baksana adamlar, sivil halka ateş ediyor. Nükleer silah biriktiriyor, imal ediyor. Amerika da olmasa ne olcek halimiz! Oysa İsrail’in nükleer gücü, Filistin’de sivillere misket bombası atması da bir düşünsel tasarım, öyle bir şey yok. İsrail nasıl böyle bir şey yapar! Onlara Almanlar neler yaptılar, onlar bu acıları yaşamış insanlar, yaparlar mı böyle şey.
Ah hocam ah, beş kuruş verdiniz konuşturdunuz, bin lira verseniz susmaz şimdi bu adam. Neyse Ama yok aklıma geliyor işte, daha düne kadar Ufuk Uras'ın engin bilgileri, görüşleri taşınırdı buralara, paylaşırlar, beğendi yaparlar, eleştirenlere ise tek cevap vermezlerdi. “Biz sadece dediklerini ilginç bulduk burada paylaştık” demeyi de ihmal etmezlerdi. Şimdi, Ufuk gitti yeni aktörler devreye girdi. Ufuk'u aday bile yapmadılar. En son şovu bile para etmedi. Hatta Obama'yı mecliste ayakta alkışladığı halde.
Başkaları da var taşınan, hâlâ taşınıyor. Mesela Ertuğrul Özkök, BDP adaylarını VETO depremi çıktığında zehir zemberek yazı yazdı. Kimileri için Ertuğrul belki de solcu olmuştu, en kral Kürt sever olmuştu. Aslında Barzani aşkını dillendiriyordu ve gürlemesinin hangi diyarlardan estiğini herkes biliyordu. Başka esenlerle birlikte, başka şeyler de oldu ve YSK sehven yaptığı vetoyu geri aldı. Ama ileri demokrasi hızla ilerliyor ve aslında ilerleyen Barzani kuvvetleridir. Arkasında ise İsrail ve Amerika var. Tüsiadlı Boyner bile şalvar giyip, nevroz ateşi çiğnemeye aday oldu. Yeter ki Barzani amcaları alan açsın. Türkiye’nin "demokratik "anayasası için, anayasanın üzerinde tepine tepine şov yaptılar. Yeter ki kârlarına halel gelmesin. Yeter ki, Emperyalizmle bütünleşmeleri için onları da dansa kabul etsinler.
Dahası var, neredeyse, 10 yıldır BOPtan söz ederim hatta BİP i ile birlikte. Ortaçağa gidiyoruz derim. Ben mi keşfettim, keşfedenler sağ olsun ama hemen hemen eş zamanlıdır, kimse itibar etmedi, hele bana, ben kimim ki, Aydemir Güler’ler varken, Çulhaoğlu’lar varken, Ufuk hocamız varken, benim dediklerim nedir ki. AKP 12 Eylülün icadıdır, devlet eliyle sahneye sürülmüştür dedim. Herkes, komplo teorisi dedi. Cumhuriyeti yıkacaklar, yıkarlarsa yerine Kapitalizm bile değil, ortaçağ karanlığı koyacaklar dedim, ulusalcı dediler. Hatta Kerinçsiz bandocusu bile dediler. Ergenekon’u derinleştirelim diye imza topladılar, Ağar’ı, Çiller’i örnek gösterdim, derine inemezler, çünkü dertleri derindekiler değil dedim. Arkalarını döndüler. Şimdi Silivri yetmiyor, Auschwitz misli genişliyor, dikenli teller geriliyor. Ortada zanlıya tebliğ edilen suç yok, adamlar suçum ne diye feryat ediyor, delil mi, varsa da başkalarının suçlarını işaret ediyor onu da avukatlara bile söylemiyorlar ama korku jeneratörü çalışmaya devam ediyor. Şimdi 4 bin Coninin Urla'da ne işi var diye soruyorlar ama ortada cevap da yok.
Du bakalım ne olacak.
Ben de bir susayım da, du bakalım ne olcek!
Türkiye’de sağlam denilebilecek, az da olsa karanlığın önünde bir duvar olabilecek iki yapı kalmış, öyle görünüyor. Biri TTB diğeri TÜMOB. Ama onlarınki de nereye kadar. Sendikalar, başta DİSK tamamen teslim olmuş. İstisnalar hariç. Ama görünen köy kılavuz ister mi, hâlâ istiyor. İşte ödüllerini alanlar ortada en başta DİSK in emekli başkanı Çelebi. Malulen emekli olmadı, milletvekili olarak emekli oldu. Bunlar maddi olgular değil. Beynimizde üretiyoruz. Çelebi hazretleri DİSK i aldığında, DİSK daha çocuktu, onu büyüttü de, büyüttü, şimdi dev dalgalarla sermayeye kök söktüren bir sınıf sendikası yaptı. Ve ödülünü aldı, CHP, 12 Eylülün yerleşmesi, AKP nin bu yerleştirmeyi başarması için çırpınan, “SSGSS yi geçirtmeyiz” deyip, “aaa VAY DEYYUSLAR geçirmişler” deyip, ardından, “görürsünüz siz, intikamımızı 1 Mayısta Taksimi 500 bin işçi ile zapt edip alacağız “ diyen, sonra orada da “aa Bu Taksim yolları taştan değilmiş, tuzaklar dolu imiş, işçilerimi telef ettirmem” diyerek, kim bilir belki de Nakliyat işin başkanı, şimdi DİSK yönetiminde, sendikacıya fırça bile atmıştır, “neden işçilerimi biber gazına maruz bırakıyorsun” diye. Devamında Muhtemelen, “Nasıl olsa bir gün zamanı gelince Taksim’e gireriz, Biber gazına ne gerek var”dedi ve dediği de oldu; bir yıl sonra Taksim’in olmayan kapıları açıldı yine kükredi “söke söke aldık” dedi. Ve ne yazık ki, buna inanmaya hazır ne kadar insan varmış.
Sonunda CHP kollarını açtı, bir işçi milletvekili daha solcu CHP de vitrin yaptı, görüntüyü bozmamak lazım değil mi. Üstelik kimse, bunların ağa babalarının vakti zamanında, DİSK in DİSK olduğu zamanda, onu Genel İşe kucak açarak, öncesinde sosyalist sendikacıları tasfiye ederek, sendika birleştirme oyunlarıyla devrimci sendikaları DİSK içinde eriterek, CHP üzerinden burjuvaziye teslim ettiklerini dudak ucuyla bile telaffuz etmiyor. DİSK fetişizmi, Kemal Türkler fetişizmi gırla gidiyor. Kim bunlar değil mi, Bin kez deşifre ettim gene söyleyeyim. Şimdi Fethullahçı olan, Nabi Yağcıdır. Başkaları da var elbet, Nabi ile aynı kumaştan olanlara bakın kim olduklarını siz de bulursunuz.
Konuyu dağıtmadım umarım. Evet, gerçekler, nesnel gerçekler, bu topraklarda birilerinin, söyledikleri ile bal damlatıyormuşçasına vitrin yapılan, birilerinin sahtekârca oyunları ile şaşırtmacalı söylemleri ile hep, beynimizde üretilen şeyler olarak gösterildi. Beyinlerinde tasarımladıkları, laboratuarlarda harmanladıkları düşünceleri, yaklaşımları ise, nesnel gerçekliğin yansıması olarak gösterdiler.
Ama buna hazır olunmasa idi gösteremezlerdi.
Hâlâ Altan familyasının yüzlerine tükürülmüyorsa, Hâlâ Nabi yağcılar tükürük denizine bulanmıyorsa, hâlâ Cengiz Çandar’lar, Oral Çalışlar, Roniler, Uraslar daha başka o mayadan diğerleri, insan yüzüne çıkabiliyor, dedikleri ile birçok insanın kafasını meşgul edebiliyorsa, nesnel gerçekliklerin üzerinin örtülmesi tabii ki sürebilir. Örtünün üzerini biraz açmaya çalışanların bile ulusalcı yaftası ile damgalandığı, o damgayı taşıyanlardan gelen hiçbir kelamın kayda değer bulunmadığı bir coğrafyada, şimdi Coniler Türkiye’yi basmış diye feryat edip, bunun kıymeti harbiyesine de bir cevap bulamayanlar, eğer gerçekten bir hassasiyet içinde iseler, iyi düşünmelidirler.
Cevap, nesnel gerçeğin bizzat kendisindedir. Durup bakıp, ne olacağını beklemek, pazarcı Memet amcanın bile uzağındadır artık, o bile aklının bir köşesinde bu gâvurun dölleri, bu ülkeyi yavaş yavaş işgal ediyorlar şeklindeki düşüncelerini saklamaktadır. “Du bakalım” diyene kadar onlara, sakladıkları düşüncelerini serbest bırakmaları için, Conilerin neden burada olduklarını enine boyuna anlatmak lazım. “Du bakalım Memet amca elbet belli olacak ne için geldikleri” demekle olmuyor. Belli olduğunda, bu gün Urla, yarın Seferihisar, öbür gün Yalova ki Yalova'da da konuşlanmaktadırlar ve daha başka bir gün, Kocaeli, yani neresi Liman ya da sahil ya da stratejik kara sularının görüş alanında oraya tezgâh kuracaklar.
Irak’tan çektiklerini Amerika’ya götürmüyorlar. Gene Irak’ta ama Türkiye topraklarından zıplamak üzere yerleştiriyorlar. Daha Kuzey Irak projesi bitmedi. Ama artık iki toplumlu federe devletin ilanına az kaldı. Basılmayan kitaba bile yüzlerce polis gönderip, zaptı rapta alanlar, daha düne kadar Kürtlere bok yediren, işkencelerde aklını yitirten, İtirafçı yapan, Jitemci yapan, bakan yapan, meclise sokan, koskoca TSK nın bile yüksek komutanlıklarının içine dalıp, suçlu bellediklerini alıp içeri tıkan TC, Kürtlerin sivil itaatsizlikleri ile kalkışıyormuş gibi yapmaları ile baş edemiyor ve anında, YSK ya ayar veriyorsa, demek ki, bizim aklımıza yansıyanlar, gerçekte olanlar değil, bir yanılsamanın görünümü, öyle mi?
Asıl gerçek orta yerde, üstte, tepede, yasalar ile iki toplumlu federe Türkiye kurulmuş bile. O nedenle, BDP ne diyor, “bize söz versinler, demokratik anayasa yapacaklarına, seçime bile girmeyiz” Demek ki, egemenlerin verdiği söz yetiyor Kürtlere öyle mi? Boykot derken de aynı mantık güdülmedi mi? Aynı illüzyonist oyun oynanmadı mı? İşte hepsi, BDP nin işareti ile ama gerçekte Barzanilerin işareti ile Kürt coğrafyasında kalkışma tiyatrosu oynanması, YSK nın “eksik belgeleri tamamlarlarsa işi çözeriz” demesi, Abdullah Gül’ün “çözün şu işi” demesi, Tayyip’in sessiz kalması ve sonuçta veto yiyenlerin vetolarının geri çekilmesi, hepsi senkronize bir oyunun ayrı ayrı parçalarıdır.
Amerika burada konuşlanmayacak da ne yapacak. En kritik zaman, alacakaranlık kuşağı gibi. Sağa bak TC, sola bak Tayyip cumhuriyeti. Ortada Barzani'nin hâlihazırdaki devleti ve ona katılmak için bayramlıklarını giymeye hazırlanan Türkiye’nin Kürtleri ama içinde halktan kimsenin olmadığı, Tüsiadla birlikte ateş atlayan, ip atlayan, Tarikatlarla ittifak kuran, Kürt halkının temsilcisi gibi davranan, ağalar, beyler, işbirlikçi Kürt burjuvaları, Kemal Burkaylar, Şerafettin Elçiler yani Barzani aşiretinin, Susurluk cengâveri olan Bucakların olduğu bir ihanet şebekesi, Türkiye’deki gerici-dinci-faşist bir feodal cumhuriyete Kürt halkını da, Türkiye emekçilerini de razı olmaya zorluyor, razı olmayanları Kürt düşmanı, ulusalcı, milliyetçi hatta faşist diye damgalıyorlar.
Hal böyle iken, hâlâ “du bakiyim ne olacak”, gerçekten ölmüşüz de habarımız yokmuş dedirtecek cinsten ama artık Yaşar Kemaller bunu da yazmıyor, yani ölmüşüz de habarımız yok dedirtecek misli önümüzde duran gerçeklikleri resmetmek yerine,”du bakalım ne olacak” diyerek, arzuhalini yazdırmak için aydın arayan, aklı tutuk kitleleri eli boş, aklı boş ama tasası daha da bol bir şekilde bir çığ misli yaklaşan faşizmin pençelerine bırakıyor.
Benden bu kadar, okuyan var mı onu da bilmiyorum ama elimi korkak alıştırmadığım için, hele düşüncelerimi aktarma konusunda hiç cimri olmadığım için aklıma ne geldiyse yazdım ve aklımdakiler gördüklerimdir. Aklımla gördüklerimdir. Görülmeyenleri mi görüyorum, elbette hayır, herkesin görebileceklerini görüyorum, yani benim aklım da herkes kadar ama işte yıllardır, gördüklerimi aktarıyorum, şimdi birçok kişi aktarıyor ve benden söz etmiyor, başka ve daha önceden aktaranlar var onlardan da söz edilmiyor.
Öyleyse biz görülmeyenleri değil, görülmek istenmeyenleri görüyoruz. Bunu dillendiriyoruz ve hala sen ben bizim oğlan kalıyorsak, dediklerimize, uzun cümlelere yansıttığımız için uzun bulunup itibar edilmiyorsa, demek ki genel olarak işçiler ve emekçi yoksul kitleler haricinde görmek istememe dinamiği gönüllü olarak bütün toplumu kaplamış durumdadır. Bunu kıracak olan da, gerçekten göremeyen kitlelere görülmek istenmeyenleri ama bizim aklımızla gördüklerimizi ve aklımızla anlaşılır kıldıklarımızı yani kitlelerin düşüncelerine yansıyan ama korkudan ve ideolojik saldırının hegemonyasına hapis olduklarından aklında sakladıkları düşünceleri açığa çıkaracak arzuhalleri ortaya bir yere asmamız gerekiyor. Ama öyle bir adım ileri, iki adım geri attıktan sonra değil, adımlarımız ilerde iken mesela Coniler Türkiye’nin en güzide ama bir o kadar da stratejik yerlerini mekân tutmadan önce asmamız gerekiyor. Bunun için de Berkeleyvari hareket etmeyelim ama Berkeley’leri de unutmayalım ve en ileri en bilimsel teori için kollarımızı sıvayalım. Conileri geldikleri yere geri gönderecek olan, bu en ileri, en bilimsel teori ile onların neden burada olduklarını ve bunda ne kötülük olduğunu yansıtan nesnel gerçekliği, anlayacakları bir dille ortaya koymaktan başka bir şey değildir. Hemen ikna olacaklarını beklemeyin. “Hadi oradan size göre ölmüşüz de habarımız yokmuş” demek olacaktır ilk tepkileri. Ama o resmedilen nesnel gerçeklikle yüz yüze geldiklerinde, arzuhallerine sımsıkı sarılacaklar ve sizi dinleyeceklerdir. Motomot değilse de, bu böyle olmuştur, gene böyle olacaktır.
Hele ki bu bilgi kirliği varken, bu illüzyon varken, bu at izi ile it izinin alt alta, üst üste oluşu varken, bu ihanet çemberi varken, bu korku jeneratörü varken, belki uzun bir süre yüz yüze geldiklerini de görmekten kaçacaklardır ama midesinin terbiyesi, mideden gelen ses, onurları da olduğunu, onurlarını bir kez kaybettiklerinde mideden gelen sesin de para etmeyeceğini anlamalarını sağlayacak ve nereye gideceklerine net karar vereceklerdir.
Yeter mi hocam, ne yapalım, dedim ya konuşmaya başlayınca susturmak kolay olmuyor. Çünkü bu toprakların yaşam ağacının dalında o kadar yeşillik var ve bu yeşillik o kadar erguvaniye çevriliyor ki. Birileri yeşili yeşil, erguvaniyi erguvani olarak göstermelidir. Yeşilin üzerini örtenlerin hepsini olmasa da, bu dinamiği mutlaka göstermelidir. Utanacak olanlar varsa belki utanır, belki erguvanilerin değil de, hayatın yeşilinin peşine takılır.
Bize gelince, biz “du bakalım ne olcek ondan sonra diyeceğimizi deriz” demiyoruz. Ne görüyorsak, durmadan dile getiriyoruz. Yanlış mı, yanlışsa, bir dahakine daha dikkatli bakarız, daha net görürüz ama hiç bir zaman, “du bakalım ne olacak, hele bir pirimiz ne diyecek” diyerek beklemiyoruz.
Beklemek gerilemek demektir. İki adım değil, daha fazlasıdır geri giden, sonra tek tek adımlarla gerilediğimiz yere dönmek zordur. Dönebilsek de, orası bir kere tutulmuştur. O nedenle, bulunduğumuz yeri, yanımızda başka kim varsa, bizden bağımsız kimler püskürtüldü ise, onlarla birlikte tutmak ama daha çok ileri yürümek gerekmektedir.
Kimse kimseyi takip etmeden, kimse kimsenin içinde erimeden, önce geriletildiğimiz noktayı geri almak için ilerlemeliyiz.
Sonra, eminim bizimle daha ileriye, başladığımız yerden daha fazlası gelecektir. Daha ilerisi mi, hep söylüyoruz, sosyalist iktidar ama oraya giderken, kaybedilenler içinde kapitalizme ait görevler de olabilir, o görevler bu yürüyüşte, sosyalist iktidar yürüyüşünden ayrılmadan, aynı hat üzerinde yürürken çözülecek, yanımızda o görevleri bizimle birlikte yürümekten ayrılmadan tamamlayacaklar çok olacaktır.
Öyleyse akıllı olalım, sosyalist iktidarın önündeki engeli iyi belleyelim, sosyalist hareketle birlikte püskürtülen güçler, sosyalist iktidar yürüyüşünün engeli olamaz, sosyalist iktidar yürüyüşünü yapanlar akıllı olursa, bu yürüyüşü güçlendirecek bir güç olurlar, ama mekanik bir bağımsızlık türküsü ile bizimle birlikte asıl düşmanın püskürttüğü güçlerin birikmişliğini elimizin tersi ile iter, hatta asıl düşman olarak onları bellersek, biz iktidara yürürken, önümüzde engel olarak duranların, arkamızda bıraktığımız o güçleri de arkamızdan taarruza geçirmeleri zor olmaz.
Öyleyse akıl gerekiyor hem de en ileri teori ile en bilimsel teori ile donanmış bir akıl. Bu akıllarla ancak en ileri teoriyi, en akıllı politikayı hayata geçirir, kitlelere,”işte bu bizim hikâyemiz, bizim arzu halimiz” dedirtebiliriz.
Yeteeer dediğinizi duyar gibiyim ve bitiriyorum. Hatta bitirdim. Bol güneşli pazarlar diliyorum. Yeşil yeşil düşüncelerle hayaller büyütmenizi diliyorum. Simonu, Fourieri, Oweni hatırlamanızı diliyorum. Onlar, Sosyalizmin ayak sesleri bile yokken sosyalizmi düşündüler. Demek ki onlar daha derini görüyormuş. Ama malum çok derindedir, o nedenle bazı yerlerini göremediler. Sosyalizm projelerini patronlara sundular, kurdukları fabrikaları bu deney için batırdılar. Ama artık sosyalizm kendini fiziksel olarak da gösterdi. Hayallerimiz yeşil yeşil olmalı. Yaşamın yeşil ağacındaki yeşil gibi. Goethe’nin sözünü ettiği yeşil gibi. Hayalimiz böyle olunca, teorilerimiz de gri kalmayacak, bu yeşile çalacaktır. Duyduğumuz sesler, siz duymuyorsanız, bu günden sonra siz de duyacaksınız, buna eminim, çünkü çare, çaresizliğin kardeşidir, birlikte dolaşırlar ama çare hep, çaresizliği gördüğü yerde ortaya çıkar. Yeter ki biz de çareyi görelim, onun elinden tutalım. Çare biziz, öncelikle, görünmeyen ama boylu boyunca, yeşil, yeşil önümüzde yatan çareyi, çaresizliğe karşı ortaya çıkaran teoridir. Teori erguvani renkte değil de, yaşamın rengi ile, yaşamın yansıttığı yeşil rengin içindeki çarenin resmi ile yüklü ise, işte o zaman çaresiz kalacak olan çaresizliğin kendisi olacaktır.
Biz çaresiz değiliz, çare önümüzdedir, sadece elimize almaya korkuyoruz. Çaresizliğimiz bu nedenle büyüyor. Çareye el uzatalım, onu çok uzaklarda aramayalım, çaresizliğin içine bakalım. Oradadır, çaresizliği yenmek için elini tutmamızı bekliyor. “Bekleyin geliyorum” demeden, “buradayım, elimi tutun” diyor. Tutalım çarenin elinden. Verelim çareyi emekçi kitlelerin eline.
Bu gün hayalimize yerleştireceğimiz, olmayan bir şey değildir, derinlerde de değildir. Öyleyse hayalimizin geniş olmaması ve hayalimizle nesnel yaşamdaki çareyi büyütmemek için bir neden yoktur. Aklımız bize ait ise, görmeye muktedir isek, görmemekten malul değilsek, bilime inanıyorsak ve rehberimiz en bilimsel, en ileri teori ise, hayalimizin gerçek olmaması için hiçbir neden yoktur. Çünkü hayalimiz nesneldir, nesnel gerçekliğin yansımasıdır, sadece üzerinde bir sis bulutu var ya da çok derinlere gömülmüş, oradan sesleniyor. Teori ile ama en ileri teori ile sis bulutunu da dağıtmak mümkün, derinleri kazıp içindekileri yüzeye çıkarmak da mümkün.

Fikret Uzun
24.Nisan 2011

Hiç yorum yok: