5 Ocak 2010 Salı

2010a GİRERKEN

Değerli arkadaşlar, dostlarım,

Bundan iki yıl önce, 2007’nin sonunda yani 2008’e girerken, pek alışkanlığım olmadığı halde, ben de kutlama yerine geçecek bir yazıyı kaleme almıştım. Bu yazıyı yazmamdaki etken, yılbaşı kutlamaları üzerine okunan bir hutbe idi.
Hutbe, “Yılbaşını kutlamayın “ diyor ve “Akla ve sağlığa zararlı” olduğunu vaaz ediyordu.
Dikkatimi çeken, bu tarihten önceki yıllarda böyle bir hutbenin okunmuş olmaması idi ve Taksimdeki, havai fişekli yılbaşı kutlamalarının da, şu anda da yönetimde olan aynı ekiple büyük şehir belediyesinin organize edilmiş olması idi.
Kafamda, her zaman olduğu gibi, kimsenin sormadığı bir soru daha oluşmuştu ve hemen sormuştum; bu yıl hutbe okunarak yeni yıl kutlamasının akla ve sağlığa zararlı olmasına dikkat çekiliyorsa, geçmiş yıllarda neden hutbeyle bu dikkati çekmeye gerek duyulmamıştı?
Hutbenin okunduğu tarihlerde, bu güzel ülkede PKK terörünü saymazsak, her şey güllük gülistanlık gösteriliyor, tek derdimizin, yılbaşı kutlamalarının aklımıza ve sağlığımıza zararlı olduğu yönünde gösterilmeye çalışılıyordu.
Cevabı ise yine bir soru yaratarak yine kendim vermiş ve artık akılları kilit altına alma operasyonları tamamlandı mı, yoksa devam mı ediyordu da, böyle hutbeler okunabildiği gibi, buna kimseden ses çıkmıyordu diye sormuştum.

Daha da ilginci, Soros’un çocukları diye nitelenerek tarif edilen, eskiden kalma gömlekleri ile bazı aydın geçinen, hatta solcu geçinen kişilerin, bu hutbelerin artık TV’lerde okunabilmesine olanak sağlayanların “Kemalist demokratik devrimin yarım kalmışlığına son verecek onu tamamlayacak misyonerler” olduğunu , “Allahın bu misyonu onlara ihsan eylemiş olduğunu.” söylemesi öne çıkıyordu.
Buna dikkat çekerken, şu somut gerçeğe de dikkat çekmekten kendimi alamıyordum ve kabahatin hutbeyi okuyanlarda ve okutanlar da olmadığına, çünkü onların kendilerine göre yapılması gerekeni yaptıklarına ama hala içimizde zannettiğimiz (ben o zaman da öyle zannetmiyordum.) kimi aydın kılıklı sahtekârların ki, epey fazla idiler, bu yapılanların haklı ve demokrasinin gereği olduğunu göstermeye çalıştıklarına dikkat çekiyordum.
Bu kişilerin, görülmesi gerekenlerin üstünü örtmeye çalıştıklarına, ortaçağın soyluları olma sevdalarına, işçi sınıfını ve emekçi halkı ve elbette bu sahtekârları bile bizden sayacak kadar iyi niyetli, dürüst ve umudu tükenmemiş sosyalistleri, komünistleri arkadan hançerlediklerine dikkat çekiyor, akılların kilitlenmesinde asıl suçlu olanların bu sahtekârlar olduğuna şiddetli ısrarımla vurgu yapıyordum. Dahası, aklımızın kilitlerini açmaya yarayacak açılımlar yerine, kilitleri daha da sağlamlaştıran açılımlara hem sol ton verdiklerine, hem de, gözümüzün önünde cereyan eden gerçeklerin, örneğin Pakistan’da olup bitenlerin üstünü örtmeye yarayan açılımlarla emekçi kitlelerin aklını karıştırdıklarına, sözün özü olarak, kitleleri emek-değer çelişkisinden uzaklaştırdıklarına vurgu yapıyor, aklımıza vurulan zincirlerden kurtulmak gerektiğini dillendiriyordum.
Ve 2008’e girerken kendini gösteren olgunun, ortaçağ karanlığına dönüşün manevraları ile aydınlığa daha sıkı sarılmanın daha bir açıklıkla yaşanacağına işaret ettiğine dikkat çekiyordum yani yeni yıla ve ilerleyen diğer zamana damgasını bu gerçekliğin vuracağını belirtirken, türlü illüzyonist tiyatrolar oynanarak, orta çağ düşüncesini hâkim kılmaya çalışanlara asistan olacak asıl aktörlerin, yine sol gömlekli sahtekârlar olacağını vurguluyordum.
Ve yüreğimdeki acıyı da dışa vurarak, şöyle sesleniyordum, “ey benim memleketimin güzel ve özel insanları, biz bu günleri görmek, uzaktan seyretmek için mi yaşadık o eski günlerimizi, onun için mi, tarih tarih der dururken,”şanlı “tarihimizi masala çeviriyoruz? Ne oldu bize, çok mu kalın kilitlerle kilitlendi aklımız?” diyerek haykırıyor, “artık tüm kapıların açıldığını, bu açılan kapılardan aklımızı özgür kılmamız gerektiğini, bunu beceremezsek, tüm geleceğimizin tutsak kalacağını” anlatmak için adeta yalvarırken, temenni niyetine olması gerektiğine inandıklarımı şiir misli dizeleri sıralayarak yüreklere sesleniyordum.
Şöyle diyordum:

“Gün, Mevlana'vari düşünmeyi bırakma zamanıdır.
O’nu diye diye, dünya ne hale geldi hep beraber gördük.
İki sınıf var, şimdilerde yok dense de,
O iki sınıftan biri galip gelecek son tahlilde.
Ve o sınıf işçi sınıfı olacak.
Bu dünden de belliydi, şimdi de besbelli.
Ama ne olur açın artık aklınızın kilidini,
Açmazsanız kalacağız hepimiz Mevlana'vari,
Öyle olunca, ne olursunuz işçi sınıfı
Ne de burjuvazi.
Ama uzun sürer bu yüzden, burjuvazinin egemenliği...

Ben derim ki, söylerken son temennimi;
Siz tamamlayın biraz da,
Bu mısraların gidişini,
Açın aklınızın kilidini,
Silin gözlerinizdeki sisi,
Dinleyin yüreklerinizdeki sesi,
Görün gerçeğin acımasız izlerini...
Ben size daha fazla ne diyeyim ki...”

Şimdi hepimiz sormalıyız kendimize, 2010 da hak etmiyor mu bu dizeleri ve bu dizeler ve ondan önce işaret ettiklerim göstermiyor mu bundan önceki yılların izlerini?
Ve dahası var; hem beğenmiyoruz, Marks’ı, Lenin’i, hatta Engels’i ve Stalin’i, hem de olamıyoruz ne onlar gibi, ne de onlardan ileri… Ama dilimiz pabuç gibi, ne yeniyi gösteriyor, ne de yeniyi engelleyenleri, hatta unutturmaya çalışıyoruz sosyalizmi, bir burjuva demokrasisi uğruna sonsuzlukta imiş gibi gösteriyoruz yegâne çözüm olan sosyalist iktidarın kapıda olduğunu ve dünyanın bütün topraklarında aklı özgür olan yetenekli devrimcileri beklediğini.
Herkesle hatta dünyayı ortaçağ karanlığına götürenlerle bile empati kurarken, sınıf barışı için, Mevlanacılığı yere göğe sığdıramazken, empatiyi boş verelim, baş düşman gösteriyoruz aslolanın emek-değer çelişkisi ve emek süreci olduğunu söyleyip, sınıf mücadelesinden, sınıf kininden söz edenleri ve merkeze işçi sınıfını koymak gerektiğini gösterenleri…
Öyleyse, yerim dar demeden, gönlü de, aklı da sosyalizmden yana esen fırtınaları taşıyanlar, bu fırtınalarına sosyalist iktidarın rüzgârını katıp, tüm umutsuzlukları ve tüm hutbeleri yırtarcasına kolay çözümlerden, güvenli zannedilen çözümlerden vazgeçip, gerçek çözümleri anlamak ve bu çözümleri hâkim kılmak için, akıllarını tutsaklık zincirlerinden kurtarmak zorunda olduklarını bilince çıkartıp 2010’a böyle girmelidir.
Yani dostlar, öyle en güzel, en süslü temennilerle 2010’u bari geçiştirmeyelim, temennilerimiz baki kalsın ama gerçekleştirilebilecekleri gerçekleştirmek için, ya da bunu engelleyenleri engellemek için üzerimize düşen bu güne kadar yapamadıklarımızı 2010 da yapmaya adım atalım.
Ve şu gerçekliği aklımızla geliştirerek, süslü temenniler yerine tutsaklığından kurtulmuş akılların özgür gelişimine ve tutsaklığı devam eden akılların kilitlerinin çözülmesinde sıçrama yaratacak şekilde düşünce dinamiğimize yerleştirelim; bu gerçeklik, birinci dünya savaşından bu yana uluslararası kapitalizmin bunalımının yarattığı şartlar altındaki sınıf mücadelesi dinamiğinin, emekçi sınıfların önüne koyduğu seçim olan, ya ekonomik ve politik kölelik ya da kapitalist sömürü ve baskıya son demek olan; ya sömürgesel baskı ve emperyalist savaş ya da gerçek barış ve halklar arasında kardeşlik ilişkileri demek olan; ya kapitalist anarşi ve kriz ya da krizi ortadan kaldıran sosyalist ekonomik sistem demek olan; ya burjuva diktatörlüğü ya da proletaryanın diktatörlüğüdür.
Bu gerçeklikten hareketle canlı canlı çürümüş olan kapitalizmi kurtarmak için, özellikle hala kapitalizmden medet umduğu halde sosyalist geçinenlerin ve elbette kapitalistlerin, kocakarı ilaçları misli önerdikleri ve kafalara kaktıkları çözümlerin tersine, kapitalizmin hastalığının iyileşmez olduğunun ve çözümün burjuva diktatörlüğü demek olan, burjuva demokrasisi yerine proletarya demokrasisinde olduğunu kitlelere göstermek gerektiği gerçekliği bilince çıkartılmalıdır.
Yine buradan hareketle faşizmi burjuva demokrasisine karşıt olan sınırlar içinde değerlendirmek yerine, burjuva demokrasisi ile beraber ve yavaş yavaş onun karşıtına dönen bir madalyonun diğer yüzü misli değerlendirmek gerektiğinin dolayısıyla faşizm ile burjuva diktatörlüğü olan burjuva demokrasisi arasında ilkesel bir çelişki olmadığı gerçekliğinin görülmesi de gerekmektedir.
Yani faşizm ile burjuva demokrasisinin, aynı sınıfsal içeriği taşıdığını ve aynı madalyonun diğer yüzü olduğunu görmek gerekmektedir. Yani 21. yüzyılda, emperyalizmin, kapitalizmin ve elbette faşizmin karşısına burjuva demokrasisinin konulmasının, işçi sınıfı ve emekçi halkın savunma aracını sağlamak demek olmadığını, aksine bunun faşizmin güçlenerek sağlamlaştırılmasında, sömürünün yani kapitalizmin korunmasında burjuvazinin legal mücadele aracı olduğunu bilince çıkartmak gerekmektedir.
Yani faşizm ile burjuva demokrasisinin birbirini dışladığı ve iki ayrı sistem olduğu şeklindeki yaklaşımdan vazgeçmek gerekmektedir. Çünkü bu yaklaşım hem teorik olarak, hem de tarihsel olarak nesnelliği ifade etmemektedir. Öyleyse çözüm, faşizmin karşısına burjuva demokrasisini bir savunma aracı olarak koymak değil, çözümün tamı tamına proletarya demokrasisinin konulması olduğunu görmek gerekmektedir.
Bütün bunların ışığında, teorik ve tarihsel olarak da, aklı özgür olanlarca doğru olduğu görülebilen gerçekliğin, birinci dünya savaşındaki kapitalizmin bunalımının, burjuva demokrasisi ile aşılamadığının, aksine tek ülkede ve burjuva demokrasisinin ve kapitalist gelişmişliğinin yaşandığı ülkelerde değil de, geri bir ülkede sosyalizmin doğarak, kapitalizmin bunalımının kalıcı olduğunu ve kendine has olduğunu gösterdiğini ve hatta derinleştirdiğini; ilerleyen zamanda ve sosyalizmin pratiğinin gelişmesiyle ve elbette kapitalizmin bunalımının derinleşmesiyle ortaya çıkan şartların biriktirdiği sınıf mücadelesi dinamiğinin, bir dünya savaşı halini alıp, sosyalizme karşı topyekûn saldırıya dönüştüğünü ama bunun sonucunun da kapitalizmi kurtaramadığını, aksine hem yeni ve daha fazla sosyalist devletlerin ve özgür halkların doğduğunu ve ilerleyen zamanda, emperyalizmin tüm sinsi ve açık saldırısına ve de sosyalizm karşısında yenilmez olduğunu göstermek için manevralar içine girmesine ve hatta sosyalizmin kapitalist restorasyonuna ve her türlü kocakarı ilacına rağmen, kapitalizm bunalımdan çıkamamış ve bir başka emperyalist savaşın eşiğine gelmiş olmasının; bunun sonucunun ise, 21. yüzyılın gerçekliği olarak ya dünya çapında barbarlık, ya da dünya çapında sosyalist sistem olacağının ama dediğim gibi, ağırlıklı olanın, tarihsel ve teorik olanın, proletarya demokrasisinin dünya çapında muzaffer olacağının işaretlerini göstermesidir.
Ancak bu tarihsel ve teorik olarak önümüzde duran ve nesnelliği barındıran gerçekliğin görülebilmesi için aymazlıktan ve ahmaklıktan uzak, tutsaklığının zincirlerini kırmış akıllara ihtiyaç vardır.
Ve ben 2010 yılının, bu ihtiyacı hızla karşılayacak koşulların yılı olmasını temenni ederken, aslında bunun gerçekleşeceğine olan inancımı dillendiriyorum.
2010 yılının tüm dünyada sosyalist iktidar rüzgârını taşıyan kelebeklerin uçuştuğu ve daha çok da bu toprakların üzerinde kanatlarını çırptığı bir yıl olacağını ve elbette emperyalist kapitalizmin bunalımının olduğu kadar çaresizliğinin de artacağı ve aynı oranda bütün karakterini kusacağı ama çürümüşlüğünden kurtulması bir yana çürümüşlüğünün emekçi kitlelerce daha bariz bir şekilde görüleceği ve bütün gözlerin, kulakların sosyalist iktidar rüzgârını taşıyan kelebeklerin kanat çırpışlarına dönerek, tekellerin umutsuzluğunun, çaresizliğinin, emekçi sınıfların çaresi ve umudu olacağı bir yıl olacağına inanıyor ve bu inancımın daha fazla akıl tutsaklığından kurtulmuş yüreklerce paylaşılmasını temenni ediyorum.
Dostça ve umut dolu bir yürekle herkesin yeni yılını kutluyor, bu vesile ile sağlık, umut ve mutluluk dolu yıllar diliyorum.
Saygılarımla
Fikret Uzun
31 Aralık 2009

Hiç yorum yok: