5 Ekim 2015 Pazartesi

EN İLERİ DEVRİM EN İLERİ TEORİ İLE OLUR



EN İLERİ DEVRİM EN İLERİ TEORİ İLE OLUR

Teori ve pratik: bu iki “sihirli” sözcük ve aralarındaki ilişki son derece önemli bir konudur!

“Teori olmadan pratik olmaz” ifadesi topaldır ya da daha hafif söylersek pek kaba bir tariftir, hatta belki de ucube bir ifadedir demek daha doğrudur ve sosyalistlerin ifadesi bu değildir; doğrusu “devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz”dır; daha iyisi, “en ileri devrim en ileri teori ile olur!”dur.

Ancak, teori olmadan pratik anlaşılamaz; pratik ise teorinin en son ve en doğru sınanmasıdır. Ayrıca her pratik teori değildir; hatta her zorunlu ve tarihsel açıdan doğru pratik de teori değildir.

Örnek olsun, “NEP” ve “Barış İçinde Bir arada Yaşamak” bir teori değildir ama zorunlu ve tarihsel açıdan doğru bir pratik olarak tarihte yerini almıştır!

Öyleyse, pratik teori değildir, teori tek tek pratikten çok ötedir; teorinin geçerli sayılabilmesi için kendisine tıpa tıp uyan bir tek pratik bile gerekli değildir.

Sovyet sosyalizminin zengin pratiğinde, zaman zaman son derece gerekli, politik açıdan vazgeçilmez, tarihsel açıdan inkâr edilemez pratikler olmuştur. Ancak sosyalistler için, ilk sosyalist iktidarı savunmak ve yaşatmanın en temel görev olduğu zamanlarda bu tekil pratiklerin bazıları “teori” sayılmıştır. Bu tekil pratiklerin “teori” sayılması da, inkâr edilemez, değeri küçümsenemez bir tarihsel zorunluluktur.

Fakat bu tekil pratiklerin bazılarını “teori” katına yükseltme pratiğinin, sosyalist teori üzerinde bulanıklık yarattığı konusunda kuşku duyamayız.

Pratik günü yaşamaktır, teori geleceği; pratik, geleceği hazırlar; teori geleceği haber verir!

Bir örnek, Lenin’den; Lenin haber verdi; kendisinden önce bilinmeyeni, Sovyet İktidarının ve bu arada Stalin’in omuzlarına yüklenecek bir pratiği haber verdi.

1917 Eylül ayında şöyle yazdı; “İhtilal, siyasal sistemi söz konusu edildiğinde, birkaç aylık bir zamanda Rusya’nın ileri ülkelere yetişmesini sağladı.”

Bunu yapan, 1917 Şubat Devrimi. Bu kadarı, olup-biteni, bir pratiği dillendirmekten, yorumlamaktan ibaret. Fakat Lenin’in hemen ekledikleri var; “Ancak bu yeterli değildir. Savaş merhametsizdir; alternatifleri acımasız bir katılıkta ortaya koyuyor: Ya mahvolma ya da ileri ülkelere ekonomik olarak da yetişmek ve geçmek.”

İşte budur; Lenin, “dognati peregnat” ,”yetişmek ve geçmek” politikasını, Ekim Devriminden sonra değil, önce formüle etti! Ve bu formülle tek ülkede sosyalizm kurucularına tarihin mantığını haber verdi!

“Mahvolmak veya tam yol ileriye atılmak. Tarihin yazdığı alternatif budur.

Bu sözler, Eylül 1917 tarihini taşır ve Lenin in’dir; teoridir. On yıl kadar sonra ortaya çıkan pratik, bu teoriyi doğrulamıştır. Genç Sovyet iktidarı, kapitalist gericiliğin ileri sürdüğü gibi,”Stalin’ in politik kaprisleri “ nedeniyle değil; Troçkist muhalefetin ileri sürdüğü gibi,”Stalin Troçki’nin programını çaldığı için” de değil, bu teorik zorunluluk nedeniyle, tarihin kaydetmediği bir hızla kalkınmıştır.

Tarihin, daha sonradan kaydettiği bu pratik, Stalin’in omuzlarına yüklenmiştir.

Stalin, daha sonra omuzlarına yüklenen bu sorumluluğu şöyle açıkladı;” Eğer biz tek ülke olmasaydık, proletarya diktatörlüğü ülkelerinden biri olsaydık, sadece bizde değil, diğer ülkelerde de, örneğin Almanya ve Fransa’da da proletarya diktatörlüğü olsaydı, sanayide yüksek kalkınma hızı sorunu ile bu kadar ağır bir biçimde karşılaşmazdık.”

Bunun önemli bir tespit olmadığını kim söyleyebilir? Bu pratik, yüksek kalkınma hızı, tarihin Sovyet işçilerinin omuzlarına yüklediği büyük bir şansızlık olmuştur; sistem içinde bunun faturası, sosyalist sisteme giren her ülke için, sistem içi dayanışma ve yardımlaşmayı bu şanssızlığı yenmenin koşulu yapmıştır; bu ise başka ve zorunlu bir pratiktir; tek ülkede sosyalizmi koruma politikası!

Zorunluluk, zorluktan geliyor; iç ve dış durumun yarattığı zorluklar olmasaydı, yüksek kalkınma hızına gerek olmadan, işler yavaş bir hızla yürütülebilirdi!

Bilincine varılmamış zorunluğun körlük olduğu önermesi Hegelyen bir önermedir ve doğrudur; bu zorunluluğu özgürlüğe çeviren, bilinçtir; teori bunun üzerinden yükseliyor; devrimciler bilinçli insanlardır; bu yüzden, zorunluluk ile özgürlük arasındaki ilişkiyi kavramış olan devrimciler, büyük bir yıkma, değiştirme ve kurma özgürlüğüyle coşku yaşarlar; her devrimde bu özgürlük ve coşku vardır!

Ekim Devrimi’nde de, tarihe Gezi Eylemleri” olarak geçen halk hareketinde de bu özgürlük ve coşku yaşanmıştır.

Bir örnek daha, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu önermesi sosyalizm pratiğinden çok önce formüle edilmiş bir önerme ve bu anlamda bir teoridir; tüm eksikli ve hatta yanlışlı yanlarına ve hatta yıkılmış olmasına rağmen, Sovyet sosyalizminin pratiği bunu açıklıkla doğrulamıştır; bununla birlikte “emek sürecinin belirleyiciliği” önermesi var; bunun da pratik olarak doğrulandığını yaşadığımız her pratikte görebilmek mümkündür!

Şöyle de formüle edebiliriz Marxist-Leninist teorinin pek çok önermesi geride bıraktığımız zaman içersinde pratik tarafından açıklıkla doğrulanmıştır; burada anlaşılamayan, hissedilemeyen, görmezden gelinen, kabul edilmeyen doğrulamalar sosyalistleri ve Marxist-Leninist bakış açısını ve pratiği bağlamamaktadır!

Bugün için teori ile pratik arasındaki diyalektik bağlam, sosyalistlerin omuzlarına en ileri devrim için en ileri teoriyi bulma görev ve sorumluluğunu yüklemektedir!

Sosyalizmi bir bilim olarak alırsak ki Marx’ın, sosyalizmi burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisadın karşıtı olan bir bilim olarak düşündüğünü ve bunu yazdığını biliyoruz, öyleyse sosyalizmin bir teorisinin ve bir de pratiğinin olması kaçınılmazdır; ancak bu teori ile pratik,birbirinin fotokopi misli kopyası değildir; bir politikası vardır ve bilimseldir; aynı zamanda bir sanat yanı da vardır!

Bu hassas konuyu başka açıdan da irdeleyebiliriz; dersleri tarihte var!

“Sosyal demokrasi ile mücadele etme” Komintern’in temel görevlerindendi ve bu konuda Buharin’in tezleri ünlüdür; ancak, bu eksiklidir; Stalin bu eksikli oluşu şöyle ifade eder;” Sosyal demokrasi ile mücadelenin başarılı olabilmesi için Sosyal Demokrasinin ‘sol’ kanadı denilen kanat ile ‘sol’ deyimlerle oynayarak ve böylece işçileri ustaca kandırarak Sosyal Demokrasi’den kopmalarını engelleyen en “sol” kanat ile mücadeleyi ön plana çıkarmak gerekir. Açıktır ki ‘sol’ sosyal demokratları yerle bir etmeksizin bir bütün olarak Sosyal Demokrasiyi ortadan kaldırmak mümkün değildir. Hâlbuki Buharin’in tezlerinde ‘sol’ Sosyal Demokrasi sorunu tümüyle ihmal edilmiştir!”

Stalin’in bu açıklamaları yaptığı dönem, “sınıfa karşı sınıf” politikasının izlendiği dönemdir ve Lenin’in “Bir Çocukluk Hastalığı”nda formüle ettiği yaklaşımların geçerli olmaktan çıktığı bir zamandır.

Diğer yandan, Lenin’in Batı Avrupa’nın işçi sınıfı partilerine, en geri sendikalarda çalışmalarını ve gerici ’sol’ partiler ile işbirliği yapmalarını, ittifaklar kurmalarını, hatta Brest Litovsk “barışını” önermesi ve bu önermelerin kabul edilmesi için sesini yükseltmesi, bu öneriye karşı çıkanlara proletarya diktatörlüğünü hatırlatması, ilk sosyalist iktidarın etrafında bir düşman çemberinin pekiştirilebileceğini önceden sezdiği bir zamanda, bu düşman çemberinin mümkün oranda önlenebilmesi içindi!

Ne var ki bu, zorunlu ve gerekli bir politika idi ya da pratik idi; kesinlikle teori değildi; hâlâ da değildir; fakat bu pratik, zaman zaman teori sayıldı; her zaman ve her koşulda en gerici “sol” partilerle ittifak, en gerici sendikalarda çalışmak bir teori sayıldı; yer yer bugün de böyle yaklaşıldığını görüyor biliyoruz!

Diğer yandan, Stalin’in 1920’li yılların sonunda söyledikleri de son derece öreticidir; “ Sosyalist kuruluşumuzun pratik başarılarıyla övünmemiz için sebeplere sahip olmamıza karşın, genel olarak ekonomi ve özel olarak tarım alanında teorik başarılarımız hakkında aynı şeyi söyleyemeyiz” diyen Stalin şunları ekliyor;”Dahası var; bizim pratik başarılarımızın teorik düşüncelerle çakışmadığını, pratik başarılarımız ile teorik düşüncenin gelişmesi arasında bir kopukluk olduğunu, bu arada, teorik çalışmanın yalnızca pratiğe yetişmesi değil, onu geçmesi ve böylece sosyalizmin zaferi için müdahale eden pratisyenlerimizi silahlandırması gerektiği kabul edilmelidir.”

Velhasıl, asıl sorun pratiğin teorinin önüne geçmiş olmasıdır!

Ve yanlış öngörülerden pratik doğrulamalar beklemek, hatta daha vahimi pratik doğrulamaların gerçekleştiğini iddia etmek saflık ve/veya körlük değilse, bir burjuva işidir; yani resmi politikaların işini kolaylaştıran ve sola/sosyalistlere ait olmayan, yakışmayan bir iştir.

Karataş, “Bugün defalarca pratik tarafından onaylanan sözler hâlâ kabul görmüyor ise burada zihinlerde problem var demektir” diyor!

Karataş, bir zaman önce, bugün pratik tarafından onaylanan sözler sarf etmiştir ya da etmemiştir, bu ayrı; ancak “pratik tarafından onaylanan sözler hâlâ kabul görmüyor ise burada zihinlerde problem var demektir” sözündeki gerçeklik ve öğreticilik daha önemlidir; bu anlamda Karataş’ın tespitine katılmamak elde değil!


Fakat bu tespit doğru ise bile, bunu haber vermek teori değildir; pek öyle dâhice bir öngörüde bulunmak da değildir ki bu da ayrıdır!

Soruna daha bir açıklık getirmek için Lenin'in Marx'ın devrim teorisine getirdiği ünlü katkıyı hatırlatmak yerinde olacaktır; "yönetenlerin yönetemez hale gelmeleri; yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemez hale gelmeleri ve artan kitle eylemlilikleri" bir devrimci durumun varlığına delalet sayılmıştır!

İşte bu da bir teori değildir ama devrim teorisi açısından güçlü ve bilimsel bir formüldür; sadece hareket zamanının geldiğini haber veren işaret fişekleri mislidir ve mutlak-kalıcı değildir; tarihin gelişmesiyle birlikte başka haberciler de ön plana çıkabilir!

Ancak burada Karataş’ın bir teoriden söz ettiğini de düşünemeyeceğimiz gibi, Karataş’ın sözünü ettiği gerçeklik, BORGA’nın farz-ı misal deyişi ile “freni patlamış bir kamyonun ilerdeki dönemeçte takla atma ihtimali ve bu ihtimalin gerçekleşmiş olması” misli de değildir!

Elbette BORGA “öyledir” demedi ama bütün bu kavgalı –gürültülü tartışmada iki gerçekliğin üzerinden atladığı da bir gerçektir; birincisi,”var olan ve üzerinde mutabık kalınan zihinlerdeki problem konusudur ve bu problemi aşmak için, bu problemi ortadan kaldırmak için bu probleme neden olan etmenlerle mücadele etmek yerine, bu problemin kuyruğuna takılarak, hem bu probleme sebep olan etmenlerin üzerini örtmek hem de böylece onları daha da güçlendirmektir!

İkincisi ise pratiğin de doğruladığı ama bu zihinsel problem nedeniyle görülemeyen, kabul edilemeyen gerçekliktir ki bu gerçeklik elbette BORGA’nın farz-ı misal deyişindeki örneğine taban tabana zıt değildir ama onunla tam olarak özdeş de değildir; özdeş olanı resmetmek gerekirse, her halde şunu söylemek yerindedir; burada gerçeklik yanlış yöne döşenmiş raylar üzerinde doğru yöne hareket ettiğini iddia eden bir trenin varlığıdır ve elbette buna ilaveten, bu gerçekliği öngörenlerin, en azından öngörülebileceği ihtimali nedeniyle rahat olmayanların ama bu trene de binmiş bulunanların, trenden atlamak ya da ilk durakta inmek yerine, trenin içinde ters istikamete koşarak doğru yere varacaklarını ya da yanlış yere varmaktan kurtulacaklarını zannetmeleridir; belki daha doğrusunu ifade etmek gerekirse, zannettirmeye çalışmalarıdır!

Bu yüzden Karataş’ın, “Bakın bana mücadele var, savaş var tūrū laflar etmeyin. Bu görüntülenen savaş veya mücadele, başka amaçlara ait sorunların cozumunu perdeleyen birer canli sahneden baska bir sey degildir. Bu sahneler aracılığıyla insanlar yönlendiriliyor. Ve yönetiliyor. Eğitim ve yönetim neden cinayet islenerek yapılıyor dersiniz. Çünkü yönetenler sahtecidirler. Onlar gerçeği söyleyemezler. Çünkü gerçek olan, toplumun kötü amaçlar etrafında kullanılmasıdır!” şeklindeki öngörüsü yanlış değildir ama doğrunun yarısıdır ve diğer yarısı yanlış olunca, ne doğruluğu işe yarıyor, ne de yanlışlığı fark ediliyor!

Elbette bir teori de değildir ve gerçekliğin tamamı da değildir; gerçekliğin eksik yansıtılmasıdır!

Karataş, bu tespitinin altını şöyle doldurmaya çalışıyor; “Örneğin Suruç cinayetiyle başlayan bu süreç gerçekte büyük oranda bir tehcirin gerçekleşmesidir. Bu tehcir bugün gerçekleşti ve gerçekleşmektedir. İşte bu nedenlerden dolayı vurarak kırarak yönetiyorlar. Hayvanlar nasıl terbiye ediliyorsa günümüz insani da böyle terbiye edilmektedir. Benim söylemeye çalıştığım insan kalmaya direnmektir…”

Oysa zaten ABD emperyalizminin ve Kürt-Türk bilumum işbirlikçilerinin çıkarlarına terk edilmek üzere olan bir coğrafyanın insanını egemen ulusun yöneticileri neden tehcire zorlasın ki? sorusu kabak gibi ortadadır, hatta zihinlerinde problem yaratılmış bireylerin bile görebileceği, algılayabileceği mesafededir; ama görülemeyen, idrak edilemeyen, bu zihinleri bulanıklaştıran atmosferde başka türlüsünü de bekleyemeyeceğimiz asıl gerçeklik, “tehcir” e zorlamak değildir!

Asıl gerçeklik, bir devrimcisizleştirme operasyonu olması bir yana, uzun süredir devam eden ve bugünkü seyrinden pek de farklı yürümeyen “çözüm süreci” müzakeresinin karşılıklı şiddet yoluyla ve verilen sözlerin, ya da mutabık kalınan maddelerin karşılıklı olarak bir kez daha çek edilmesidir; bu çek etme ameliyesi sonuçlanır sonuçlanmaz, her iki taraf arasındaki müzakere süreci de fabrika ayarlarına dönecektir; bu çeklerden sonuç alınmazsa, elbette şiddetin katsayısı artırılacak ama ne “çözüm sürecinden” ne de “müzakereden” vaz geçilecektir!

İşte bu nedenle, bu gerçekliğe bakarak, hangi kaputu giyerlerse giysinler, son tahlilde birer emekçi olan, ya da en azından birer emekçinin çocukları olan canların alınmasının, analarının ağlatılmasının manidar olduğunu, özellikle Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları bağlamında kimseye bir şey kazandırmayacağını ikircimsiz vurgulamıştım ve Karataş’tan usturuplu bir tepki, ama Razumihin suretli forum üyesinden, kalibresini açığa vuran pespaye küfürlere bulanmış bir tepki gelmişti;kalan izleyiciler ise genel olarak sessizlikle geçiştirmeyi tercih etmişlerdi!

Ve işte bunun için, Karataş’ın yarım doğrusuna içerilmiş olan, “Bakın bana mücadele var, savaş var tūrū laflar etmeyin. Bu görüntülenen savaş veya mücadele, başka amaçlara ait sorunların çözümünü perdeleyen birer canli sahneden baska bir sey degildir. Bu sahneler araciligiyla insanlar yönlendiriliyor. Ve yönetiliyor. Eğitim ve yönetim neden cinayet islenerek yapılıyor dersiniz. Çünkü yönetenler sahtecidirler. Onlar gerçeği söyleyemezler. Çünkü gerçek olan, toplumun kötü amaçlar etrafında kullanılmasıdır” şeklindeki sözleri, bu forumun tartışma pratiği için de geçerlidir!
İşte bu nedenle Karataş’ın tespitinin bir yarısı doğru ve diğer yarısı yanlıştır ki, elbette doğru olan yarının üzerini örterek ortada doğru bir şey bırakmamaktadır!
Ve işte Karataş’ın yanlış öngörüsü bu anlamdadır yani gerçekliğin yanlış bir öngörüsüdür ve haliyle bu yanlış öngörüyü pratiğin doğrulaması da söz konusu değildir!
BORGA’nın eleştirileri de bu örtüyü aralamıyor; hatta örtük kalmasına yönelik hizmeti tamamlıyor!

Fikret Uzun

30-Eylül-2015

Hiç yorum yok: