19 Ekim 2015 Pazartesi

AN KARA SONRASI SİZE DAHA NE ANLATAYIM



Merhaba,

Bizde çok anlamlı deyişler vardır:

“Olanla ölene çare yoktur!”

“Aklını kıçına takmak!”

Evet, bir miting için yola çıkılmıştır, henüz miting başlamadan patlayan bir bomba ile miting başlamadan dağılmıştır ve seçim propagandaları için yapılacak pek çok mitingten de vazgeçilmiştir!

Ve ölenlerin analarının, babalarının ailelerinin en yakınlarının ocaklarına kor gibi ölüm acısı düşmüştür!

İşte olan budur ve ölenler bizim insanlarımızdır; yani ezilen ve sömürülenlerin evlatlarıdır!

Bu olanlara ve ölenlere çare yoktur ama bundan sonrası için çareler vardır!

Peki bundan sonra ne yapacağız? Yani bundan sonrası için çare nedir, hiç düşünüyor muyuz?

Mesele budur!

“Olmasaydı, ölmezlerdi!” çıkışı ise, Karataş’ın genel çizgisi ile tutarlıdır; hayatın her alanında, insanı ve haliyle hümanizmi öne çıkarmakta ve buna sadık kalmaya çalışmaktadır; bu anlamda insana ve yaşama vurgusu anlaşılırdır; ancak bu kendi içinde tutarlı olan çizgisi, gerçeklerle olduğu kadar, devleti reddeden yaklaşımı ile de çelişkilidir; bununla birlikte, geçmişte olsun, şimdi olsun, ucundan olsun, bütünüyle olsun, diyalektik ve tarihsel materyalizmi tutarak referans alıyorsa bu, devleti reddetme yaklaşımı ile bağdaşmaz ve çelişki burada daha vahimdir; ve hepsini topladığımızda, bir, Karataş, gerçekte kapitalizm sınırlarında bir çözüm peşindedir; iki, Karataş’ın düşüncelerini şekillendiren materyalizm değil, idealizmdir!

Marxizm ise anti-hümanisttir ve bu teorik bir sorundur; komünizm ise pratik hümanizmdir; bu da pratik bir sorundur!

Yani Marxizm, insana değil, bir ideoloji olarak “insancılığa” karşıdır!

Çünkü “genel olarak insan” tanımı ve bu tanımdan kaynaklanan hümanizm, belli bir sınıfın bakışını ve daha çok da yanılsamasını ifade eder; hümanizmin kaynağı,”doğuştan gelen haklar” düşüncesidir; buna göre toplumsal konumdan soyutlanmış olarak alınan insana “doğuştan elde ettiği” bir takım haklar ithaf edilir; sadece doğarak elde edilen bu haklar, burjuva özgürlük anlayışının temellerini oluşturur; burjuva özgürlüğünün ayırıcı özelliği sınıfa değil, genel olarak insana dayanıyor görünmesidir!

Ve evet, çok doğrudur; “Türkiye çok kötü sıkışmıştır. Böylesi vahşi oyunlarla kendisini kurtarmaya çalışabilir.”

Peki ama bu önermenin içi nerede? İçine ne koyarsak doldurabiliriz?

Elbette ki bu önerme, emek-sürecinin belirleyiciliğini ve hâlâ belirleyici olduğunu varsayar; tarihin motorunun sınıf kavgası olduğu önermesinin hâlâ geçerli olduğunu varsayar; öyleyse emek-sürecinden yükselen, keskinleşen çelişkilerdir bu sıkışmayı yaratan; sınıf savaşının keskinleşmesinin ifadesidir bu sıkışma ve öyleyse, bu çelişkilerden, bu çelişkilerin keskinliğinden kimse kurtaramaz kendisini; demek ki kimsenin hareketi, bu çelişkilerden bağımsız değildir; demek ki, hareketlilik de, hareketsizlik de, bu çelişkilere bağımlıdır!

Demek ki öyleyse, “olmasaydı ölmezlerdi” demekle mesele çözülmüyor!

Ve evet, 1- “Devlet iyi şeyler yapamaz”, bu da doğrudur ama hem soyuttur ve hem de, bu soyutluğa rağmen, yani onu biz anlıyor olsak da, yine de eksiktir; 2- “Devlet bize ait değildir”, bu da doğrudur ama bir çelişki içeriyor; bu çelişki de,” bize ait olsaydı (Karataş’ın “devlet” tahliline ve yaklaşımına göre) iyi şeyler yapabilir miydi? Sorusunu içeriyor; 3- “Devlet bizim hareketlerimizi kullanıyor”, bu da doğrudur ama bunun karşılığı devletin yanlış politikalarının karşısına dikilmeden, hareketsiz kalarak durmak değildir; fakat bu, devletin elbette yanlış hareketlerden yararlandığı, o halde doğru hareketler içinde olmak gerektiği önermesini varsayar ki, Karataş bunu “Komün kültürünü geliştirmek zorundayız” diyerek dile getirmiş; ama bunun da hareketsiz kalmayı varsaymadığı açıktır ki, öyleyse Karataş çelişkiyi daha da derinleştirmiştir!

Ancak devlet, karşısında hiç hareket olmasa da, olması gereken kendi hareketinden vazgeçmez, dolayısıyla karşısında yaprak kımıldamasa, gene de hareketsiz kalmaz; yani devleti, karşısında hareketsiz kalarak paralize etmek, hareketsiz hale getirmek, yıkmak mümkün değildir; böylesi düşünceler, bugünün beş yaşındaki cingöz çocuklarının zekâsı için bile alay konusudur!

Evet, burjuvazinin devleti, ezilen ve sömürülenler için iyi şeyler yapamaz; yapmaz; ama tekellerin devleti, sadece ezilen ve sömürülenler için değil, sınıfsal konumu nedeniyle, kendisine yakın dursa da zenginlik katsayısı hızla düşen burjuva katmanlar için de bir şey yapmaz; hele proleterleşmenin eşiğinde eski günlerini arayan küçük burjuvalar için hiç iyi şeyler yapmaz; kendi sınıfı için iyi şeyler yapan burjuva devlet; tekellerin elinde, yalnızca az sayıdaki devasa zenginlik sahibi tekeller ve onlarla eşit olmasa da, onların bu zenginliğinden az da olsa pay alan gene sınırlı sayıdaki zenginler için iyi şeyler yapabilir; demek ki, burada asıl eyleyen burjuvalardır, tekel sahipleridir, devasa büyüklükteki zenginlikleri üreten şirketlerin sahipleridir; ve işte kapitalizmin gelip dayandığı yer burasıdır ve işte burası, bu devasa zenginlerin elindeki sömürü ve zulüm düzeninin çürüdüğü, kokuştuğu, can çekiştiği yerdir!

İşte bunun için, bu insanlık düşmanı yaratıklar, karşısındaki devasa büyüklükteki kitleyi, köle sürüsünü, canlı cenaze misli ayakta tutarak, düzenlerinin, bu düzeni ayakta tutmak için kullandıkları devletlerinin pratik ölümlerine çare yaratmaya çalışmaktadırlar!

Ve işte bu yüzden, devlet, bir süreliğine, ezilen ve sömürülen sınıflara ait olmalıdır; olmalıdır ki, ezilen ve sömürülen sınıfların hem ezgiden ve sömürüden kurtulmasının, hem bu ezgi ve sömürünün baş aktörleri olan sınıfların zapt-ı rapta alınmasının ve hem de onlarla birlikte kendilerinin de varlığını sonlandırmanın tarihsel – nesnel zamanını ve koşullarını sağlayacak kapıları ardına kadar açabilsin ve böylece, dünyayı sınıf - insanlardan, insan gibi insanların eline bırakabilecek tarihsel-nesnel koşulların yaratılmasının önündeki engelleri kaldırabilsin!

Bunda bir kez ve hatta iki kez başarısız olundu diye, bunun olmayacağına kanaat getirmek ve bu kanaat ile birlikte devlete karşı inkârcı bir yaklaşım sergilemek, tiyatro değilse ve bir burjuva işi değilse, ahmaklığın dik alasıdır!

Yani demek ki, işçi sınıfının ideolojisine sadık kalan ve bundan güç alanların, hesaplarını devlet üzerinden, devlete bağlılık üzerinden, devletsiz yapamayacaklarını düşündükleri için değil, devletin tarihsel-nesnel koşullarını ortadan kaldırmak, dolayısıyla onu da ortadan kaldırmak üzere hesap yapmaktadırlar!

İşte bunun için, devletin, bir çırpıda, tarihsel –nesnel şartları oluşmadan ortadan kalkamayacağını söylemekten geri durmazlar; işte devlete karşı en tutarlı yaklaşım budur; öyleyse örnek olsun, Karataş’ın yaklaşımı da, BORGA’nın yaklaşımı da bu durumda en tutarsız ve en anlamsız yaklaşımdır!

Diğer yandan Karataş, “…dünyanın birçok yerinde komünler yayılmaktadır” diyerek çarenin adresini vurguluyor ve biz biliyoruz ki, örnek olsun Kürtler Rojava’da, İsviçre’deki Kantonal yapıyı referans almıştır ve bunu ilan da etmiştir; ancak, İsviçre ile birlikte, Avrupa’da bazı ülkelerde de, mesela Fransa’da da var olan Kantonal yapı, oralarda, bir “ortakçı “ ve “eşitlikçi” yapının, yani “sosyalist” bir yapının olduğunu ve ilaveten “devlet”in olmadığını değil; kapitalist bir düzenin ve devletin var olduğunu gösteriyor!

Sosyalistler, Kantonal yapıya evet, komüne evet ve devlete de evet ama kapitalist devlete değil, sosyalist devlete evet diyorlar; yani bir sosyalist devletle birlikte komüne, kantona evet diyorlar; işte BORGAgillerden de, Karataşgillerden de sosyalistlerin ayrıldığı nokta burasıdır!

Demek ki, Kürtler gibi, Karataş’ın önerisi ya da talebi de, başka ya da bambaşka bir dünya önerisi değildir; her ikisi de, insanal kurtuluşun gerçekleşebileceği bir dünyayı önermiyor ya da talep etmiyorlar; bunun yerine, Karataş, hareketsiz durmayı ve böylece devleti hareketsiz bırakmayı öneriyor; ya da hareket olarak, insanlara komün kültürünü aşılamayı öneriyor; bunu da daha önceki referans noktalarından anladığımız kadarıyla, tek tek bireylerden; bu bireylerin bireysel kurtuluş için ayağa kalkmalarından talep ediyor!

Yani,”Farklı bir devrimci mücadele kültürü geliştirmek zorundayız” doğru sayabileceğimiz önermesinin içini, bu yanlış önermeler ile doldurmaya çalışıyor!

Demek ki, Karataş’ın “çaresini” referans alırsak, bu önermelerinin peşine takılırsak, ölmekten, kırılmaktan ve “devlet” ten, daha çoook zaman kurtulamayacağımız anlaşılıyor!

Oysa çare çok karmaşık değil ama doğru dürüst soyutlama yapılamadığı için karmaşık kalıyor ve belli ki istenen tam da budur; oysa “devlet” tahlili, tarih felsefesiyle, tarih bilinci ile yapılırsa, daha önce insanlar “devlet” olmadan yaşayabildi ise ve bu yaşamı koruyamayıp,”devlet”in varlığı ile karşı karşıya geldi ise, “devlet”in olmadığı bir tarihsel-nesnel zamanın geleceğini de kabul etmek durumunda olduğumuz kendiliğinden ortaya çıkacaktır!

Fakat bunun, yani devletin olmadığı bir tarihsel-nesnel zamanın ve koşulların kendi kendine olmayacağı ama uzaydan gelen insanlarla ya da ruhani bir gücün dahli ile de olmayacağı çok açıktır; elbette devletin karşısında hareketsiz durarak da olmayacaktır; öyleyse bu işin kapısı, bugünün tersine dönmüş dünyasının, tersine dönmüş bilincinden kurtulmuş insanları ile açılacak ve devlete gereksinim duymayacak bir nesnel-tarihsel zamanın şartları oluştuktan sonra, devletsizlik kapısı ardına kadar açılmış, devlet kapısı ise ardına kadar kapatılmış olacaktır!

Bu da, öncelikle az sayıda insan dışındaki insanoğlunu sonsuza kadar zapt-ı rapta almak için dünya çapında bir mekanizma olarak dizayn edilmeye çalışılan devleti elinden kesinlikle bırakmak istemeyen egemen sınıfların az sayıdaki üyelerinin ve baş aktörleriyle birlikte işbirlikçilerinin her anlamdaki egemenliğinin ve ardından bu egemen sınıflarla birlikte, egemen olmayan, ezilen ve sömürülen sınıfların da ortadan kaldırılmış olması demektir!

İşte bu tarihsel-nesnel zamanın koşullarında, sınıflar ve elbette kavgası olmadığı için, devlete de demokrasiye de ihtiyaç olmayacaktır!

Ancak bu koşullar, hele ki, ABD emperyalizminin ve onun tepesinde kurulu olan ve az sayıda zengin ama devasa zengin bir sınıfsal zümre, kendileri dışındaki insanoğlunu topyekün köleleştirmek ve ona dünyayı cehenneme çevirerek, kendisine sonsuza kadar süreceğini sandığı bir cennet inşa etmenin planlarını yaparken, bu planlarını gerçekleştirmek için dünyanın neredeyse her coğrafyasında kanlı ayak izleri bırakmışken ve hâlâ daha yüzlerce hatta binlerce, milyonlarca insanı öldürme pahasına bu planlarını uygulamaya devam ederken, bu kara yüzlü, kanlı elli, taş vicdanlı, paraya tapan insanlık düşmanlarının karşısında, bu insanlık düşmanları karşısındakilerin yanlış ya da doğru hareketlerinden yararlanıp, onları öldürüyor, kırıyor diye hareketsiz durmayı ve bunun yerine, bu insanlık düşmanı, karayüzlü, eli kanlı, vicdanı taş tutmuş, paraya tapan zebanileri zapt-ı rapta almadan, egemenliklerini bastırmadan, onların egemen olduğu ve bu egemenlikleri karşısında hareketsiz durmaktan başka çare gösterilemeyen bir iklimde, insanların kafasına bir kültür misli soka soka, “komün” adacıkları biriktirerek hareket etmeyi önermek, insanoğlundan bunu talep etmek, akılla bağlı değildir ve ahmaklık değilse, ruhani bir gücün eseri de değilse, tamı tamına bir burjuva işidir ki bu da bugünün gelmiş ve gelecek suçlarına bile- isteye ortak olmak demektir!

Bu suçu, insana ve hümanizme vurgu yaparak, bir milim hafifsetemeyiz!

Ve en sonu, bu tür yaklaşımlarla sarmalanmış tartışmalarda insanları, “olmasaydı mı ölmezlerdi?” , ”olsaydı da ölürler miydi ?”; “hareketsiz durunca mı yıkılır, inadına hareketle mi yıkılır?” sorularını taşıyan kayıklara bindirmek için ama asıl sorunların ve çelişkilerin bulunduğu kayıklardan indirmek ya da binilmesini engellemek için akılların takılı kalmasına hizmet etmekten kurtulamayız!

Demek ki, vardığımız yerde, bir kayıkçı kavgası misli, duygusal hezeyanlar eşliğinde süren bu tartışmada, nerede durduğunu netleştirmek için, herkesin, yukarda işaret ettiğim iki deyişi dikkatle süzgeçten geçirmesinin gerekliliği açığa çıkmıştır!

Bu açıklık, “çare var ve bu çare, hareketsizliği varsaymamaktadır; hatta kabul bile etmemektedir! Ve işte bu kayıkçı kavgasının ve şaka gibi önermelerin, bu açıklığı örtmek için" olduğunu işaret etmektedir!

Ama akıl var izan var, bu demek değildir ki, yanlış hareketleri varsaymak ve hatta onları kabul etmek gerekir!

İşte sosyalistler bu yüzden aklı referans alıyor, akla vurgu yapıyor; işte bu yüzden Kürtlere, girdikleri o aklı yedi kat yerin dibine sokan karanlıktan çıkması için haykırıyor ve “o karanlıkta olduğunuz sürece sizinle birlik olmayız!” diyorlar; çünkü aklımızı da fikrimizi de elimizden almaya çalışan bu karanlık mekanizmaların kuşatması altındayız; bu kuşatmayı yaramazsak, aklı egemen kılamazsak, dolaysıyla hangi teorinin bize ait olduğunu kavrayamazsak, hangi kayığa bindiğimizin pek bir önemi olmadığını da anlayamayız ve her halükârda egemen sınıflar kazançlı çıkarlar; bu kazançlarıyla egemenliklerine egemenlik katarlar, ezilen ve sömürülen sınıflar ise biraz daha düşkünleşirler!

Öyleyse demek ki asıl olan neymiş? Çare nerede imiş?

Egemenliğin, ezilen ve sömürülen sınıfların, yani emekçi halkın, işçi sınıfının ellerine geçmesi imiş; yani zulmeden ve sömüren sınıfların elinden alınması imiş; ve yeryüzünden “egemenlik” sözcüğünün bile kazınması imiş; ve bunun ise, herhangi bir egemenlik kurmadan olmayacağı imiş; egemenlik kurmadan, egemenliğin zapt-ı rapta alınmasının mümkün olmadığı imiş; bu olmazsa da egemenlik sittin sene egemenliğinden bir şey kaybetmez imiş!

Mektubumun başında öne çıkardığım iki deyişi rastgele ortaya atmadım; burada tartışmaya katılan pek çoğunun, Karataş ve BORGA en başındadır, mektubumun başından itibaren dikkat çektiklerime, inanıyor olup olmamalarından bağımsız, kendilerinin de vakıf oldukları açıkken, yine de, üstelik duygusal şokun etkilerinden önemli oranda uzaklaşmış oldukları halde, Karataş’ın önerdiği veya talep ettiği kayıkçı kavgası misli tartışmaya balıklama dalmaları, düşüncelerimi bu deyişler üzerinden kurgulamamı zorunlu kılmıştır!

Ne demiştim? “Size daha ne anlatayım?” Kim ipledi? Hiç kimse!

Peki bu anlattıklarımın, daha önce anlattıklarımdan farkı var mı?

Peki kim ipleyecek? Kuvvetle muhtemeldir ki, gene hiç kimse (istisnalar her zaman olur ve en baştan ayırdığımı dikkatli okuyucu anlamıştır)!

Öyleyse niye konuşuyoruz? Boşa mı?

Hayır, boşa konuşmuyoruz; elimizde tek kalan “tarihe not düşmek” için konuşuyoruz!

Tarih mi?

Çok hızlı akıyor ve her gün yığınla turnusol taşıyor; hepsi burnumuzu gıdıklıyor ve bizi herhalde ağlanacak halimize güldürüyor ki, görmezden, duymazdan, anlamazdan gelmeyi marifet sayıyoruz!

Çok mu ağır konuştum?

Öyleyse Karataş’ın dedikleri ile tartın, belki Karataş’ın dediklerine kalkan, benim dediklerime mızrak olup “devrimciliğinizi” konuşturursunuz!

Benim gibiler de olmasa, “devrimciliğinizi” bile konuşturmaya ihtiyaç duymayacağınızın farkına varırsınız!

Olmadı mı? O halde BORGA’nın, en sonu, Karataş’ı “bu tartışmayı ne iyi ettin de açtın” der misli,“teşekkür”le uğurlayan mektubunu okuyun!

Fikret Uzun

16- Ekim-2015

Hiç yorum yok: