24 Ekim 2014 Cuma

DEMOKRASİ ÖZGÜRLÜK DEV LET VE KOMÜNİZM ÜZERİNE NETLEŞME



DEMOKRASİ ÖZGÜRLÜK  DEV LET VE KOMÜNİZM ÜZERİNE NETLEŞME

Kırçıl kardeşim,

ya okuduğunu anlamıyorsun ya da kafan karışık ve üstelik ne dediğini de bilmiyorsun!

Öncelikle, Doludizgin adlı üye senin anladığın anlamda konuşmuyor; yani devleti kutsayan bir tarafı olmadığı açık; komünizmde devlet olmadığını da yadsımıyor ve ama diyor, devleti var eden sebepler, yani bir sinifin bir diger sinif üzerindeki baski araci, hic ele alinmiyor; ve komünizm aşaması ile sosyalizm aşamasını ayırarak, sosyalizm kurulsa dahi, devlete olan ihtiyacın zaruri olduğunu söylüyor; bu zarureti, komünist topluma uygulamıyor!

Yani bu dediklerine dayanarak, Adıgüzel adlı forum üyesinin, “devleti kutsadığını, sınıfsız ve devletsiz bir toplum için mücadele etmeyenlerden biri olduğunu söylemen büyük haksızlık ve aynı zamanda senin yukarda dediklerime uymuyorsan, dikkatsiz olduğunu gösteriyor!

Adıgüzel'i eleştireceksen, sosyalist toplum ile komünist toplumu sanki arasında çin seddi varmış gibi birbirinden ayrı iki toplum olarak gördüğü için eleştirebilirsin ama bunda bile gene de haksızlık etmiş olursun; çünkü bu anlayışın temeli Marxizmin kurucularından geliyor ve bu sadece ve sadece bir isim-tarif sorunudur; kaldı ki ben pek çin seddi görmemekle birlikte bu ayrımı gördüm ama sen ayrımı dahi görmemişsin ve bol keseden salvo atışı yapmışsın; cephanene yazık ve adresin de yanlış; ve gerekirse bu konuyu da açarım ama biz konuyu dağıtmadan ve uzatmadan devam edelim!

Eğer konunun daha da açılmasını istersen, daha önce uzun-uzun yazdıklarım var ve uzun olduğu için sıkılmazsan aşağıdaki linkten okuyabilirsin; yetmezse bir kez daha başka ifadelerle gene anlatırım!

http://www.sosyalistforum.net/bizden-makaleler/59244-devlet-olmayan-devlet-ve-komun-uzerine.html

Diğer yandan, hakkını vermek gerek ki, komünizmi temel olarak ifade etmişsin ve ifadelerinin bir yerinde doğru olarak şöyle diyorsun;

“...Çünkü Komünist Toplumda, Kapitalist Toplumdan arta kalan ve bu olumsuzluklara maddi temel teşkil eden tüm olgular ortadan kaldırılmıştır...”

İşte püf noktası burada ve Adıgüzel kardeşimiz tam da bu püf noktasına işaret etmiş; ama işte ortada, yeteri miktarda cümle kullanılmazsa, anlatım eksik kalabiliyor ve zaten anlama özürlü olan bir toplulukta püf noktası güme gidebiliyor ve sen kendin vurguladığın halde Adıgüzel'in işaretindeki püf noktasını ıskalamışsın!

Demek ki, komünist topluma, kapitalizmi yıkar yıkmaz, başka ifadeyle kapitalist devleti ele geçirir geçirmez, varılamıyor; aradakine biz proletarya diktatörlüğü diyoruz ve bir sınıfın başka sınıf üzerinde egemen olduğu bir durum, yani devlet durumu burada da var oluyor; ama bu devlet durumu, kelimenin tam anlamıyla bir devleti ifade etmiyor; devletten devletsizliğe geçiş şeklini ifade ediyor!

İşte bu durumu, Marxizm'in kurucuları, komünizmin ön aşaması, kapitalizmden komünizme geçiş aşaması, yani sosyalist aşama, yani proletaryanın iktidarı, yani proletarya diktatörlüğü olarak ifade ediyorlar ki özünde bir yanlış yok ama isim ve tarif haliyle farklı biçimlerde algılanabiliyor!

Ve işte Adıgüzel kardeşimiz de, haklı olarak, komünist topluma geçişin maddi koşullarının olmadığı bir tarihsel zamanda “devletsizlik” ten söz etmenin, vurguyu buna yapmanın ve hedefe bunu koymanın gülünçlüğünü hatırlatıyor ki senin dediklerine sadık kaldığımızda da Adıgüzel'in dediği bunu aşmıyor ve sen böylece, devleti kutsadığını, sınıfsız ve devletsiz bir toplum için mücadele etmeyenlerden biri olduğunu söyleyerek, Adıgüzel kardeşimize büyük bir haksızlık yapmış oluyorsun!

Ve dikkatsiz olduğunu veya önyargılı olduğunu da açıkça göstermiş oluyorsun!

Merak etme, burada bitirmiyorum; daha söyleyeceklerim var ve söylediklerinde samimi ve inançlı ve de bilinçli isen, söyleyeceklerimle bilincin çok daha fazla berraklaşacaktır!
Evet, bir kere şunu net olarak ve vurgulu bir şekilde hatırlamak gerek ki, siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar.

İşte bu, senin mihenk noktası olarak aldığın, sınıfsız ve devletsiz bir toplum için mücadele etmeyi içeriyor!

Ama anti-otoriterciler, yani anarşistler, buna katılmıyorlar; aslında buna onlar da katılıyorlar, yani onlar da devlete karşı çıkıyor ve devletsiz topluma vurgu yapıyorlar ama onlarınki başka!

Onlar, siyasal otoriteye, yani devlete karşı çıkmakla yetinmiyorlar, siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar.
Yani anti-otoriterciler, toplumsal devrimin ilk işinin, otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar.

Engels'in ifadesiyle, belli ki bu baylar hiç devrim görmemişlerdir; öyle anlaşılıyor!

Çünkü devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla, yani akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla dayattığı bir eylemdir ve eğer muzaffer olan taraf, yani devrimi gerçekleştirip, egemen tarafın egemenliğine son veren taraf, bu egemenliği eline aldıktan sonra, yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı korku ile sürdürmelidir.

Gene Engels'in ifadesiyle, Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, değil yetmiş gün, bir gün bile dayanamazdı! Ve zaten, Paris Komünü, daha çok, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı yeterince kullanmamış olduğu için yenildi!
O halde, Engels haklı değil mi?

Yani anti-otoriterciler ya neden söz ettiklerini bilmiyorlar ki bu durumda kafa karışıklığından başka bir şey yaratmış olmuyorlar; ya da neden söz ettiklerini bilerek konuşuyorlar ki bu durumda da proletaryanın hareketine ihanet ediyorlar demektir!

Öyleyse, her iki durumda da gericiliğe hizmet etmiş olmuyorlar mı?

Buradan anlaşılması gereken bir başka püf noktası da, her şeyden önce, devlet pılı pırtısından kurtulmanın koşullarının yaratılabilmesi imkânını yakalamak için, proletaryanın iktidarı olan sosyalist iktidarı alabilmenin ön koşulu olan proleter devrimi gerçekleştirmek gerekmektedir!

Ve biz biliyoruz ki, devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur;

İktidarı hangi sınıf elde tutuyor? Sorunun özü budur.

Öyleyse sosyalist devrimi en tam ifadesiyle ilerletmek ve tamamlamak ve sonucunda sınıfsız-devletsiz-demokrasisiz topluma ulaşmak için bu sorunu kavramak son derece can alıcı önemdedir; proletarya, komünizm kuruculuğunda karşısına çıkan engelleri “demokrasi”nin aynı anlama gelmek üzere “demokratizm”in şefkatli ellerine bırakıp, elindeki iktidarın otoritesini ve zor'unu kullanmazsa ilerleyemez ve bu iktidar, henüz komünist aşamanın eşiğine ulaşamadan, eski sınıfın eline geçer ve bütün o çabalar ve karşılığında yaşanan acılar, boşa gider!

İnsanlığın böyle bir deneyim yaşadığını hepimiz biliyoruz ve pek çoklarımızın bundan sosyalizmin ve Marxizm-Leninizmin tarihten silindiği sonucunu çıkardıklarını da biliyoruz!

Yani Kırçıl kardeşim, anarşizm, burjuvazinin egemenliğinden proletaryanın egemenliğine geçiş sırasında devletin ve devlet iktidarının zorunluluğunu reddederken, komünistler, tersine, her türlü yanlış anlamaya meydan vermeyecek bir açıklıkla, bu dönemde, yani burjuvazinin egemenliğinden proletaryanın egemenliğine geçiş sırasında, devletin zorunluluğunu,Adıgüzel'in deyişiyle zaruriliğini savunurlar ve Adıgüzel kardeşimizin yaptığı da budur!

Ama komünistler, elbette alelade bir burjuva parlamenter devletin değil, ama sürekli ordusu olmayan, halk düşmanı bir polisi bulunmayan, halkın üzerinde yer alan bir bürokrasisi olmayan  bir devletin gereğini savunuyorlar;

Marx'ta kalarak ve Paris Komünü deneyimi ile uyuşarak, bundan başka bir savunu komünistlerden uzaktır!

Kime yakın olduğu ise çok bellidir; fakat hayret ki sen görmemişsin ve yanlış yere salvo atışı yaparken, asıl salvo atışı yapacağın yerin içinde dolanıyorsun!

Öte yandan, özgür devletin, kendi vatandaşlarına karşı özgür olan devlet olduğunu; yani despotik bir hükümeti olan devlet olduğunu da biliyoruz ki bunun embriyonik halinin şimdi geç gelmiş dahi birey Öcalan'ın, “demokrasi” çiçekleriyle süsleyerek sosyalizmin önüne koyduğu ilkel aşiret komününün rengini veren hatta yetmeyip “bilimsel” ön eki ile birlikte en “demokratik” “sosyalizm” olarak da lanse edilen “demokratik özerklik”te kendini gösterdiğini sık sık göstermiş bulunuyorum!

Ayrıca, Paris Komününün ise, kelimenin tam anlamıyla bir devlet olmadığını; devletten devletsizliğe geçiş şekli olduğunu ki bunun da tamı tamına bir proletarya diktatörlüğü olduğunu da biliyoruz!

Ve ikisi bir arada kafamızın etini yiyerek önümüze fırlatıp durulan ve koşulsuz biat etmemiz istenen “demokratik özerklik”in belagat çiçekleri misli kullanılmak istenen Paris Komünü ile yakından uzaktan ilgisi olmadığını gösteriyor!

Parisli işçiler, Thiers'in hunhar saldırısı ile yenilecekleri ve yok olup gidecekleri çok belli iken ve ittifak halinde oldukları küçük-burjuvalar bir bir Thiers'in tarafına ricat ederlerken, ne Prusya hükümetinden yardım istemişler, ne de Thiers ile pazarlığa girişmişlerdir ve kahramanca komünü savunmuşlardır!

Yanlış ve eksikliklerinin bu olmadığı açıktır ve öncesinde taşıdıkları eksiklikler ve yanlışlıklar onları bu sonuca mahkûm etmiştir ki bu da tarihin önümüze koyduğu ders yüklü netliklerden biridir!

Öte yandan, ve yeri gelmişken belirtmeliyim ki, çoğunlukla ve öteden beri “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarının aynı anlama geldikleri kabul edilir ve sık sık birinin yerine öteki kullanılır.

Gerçekte ise, demokrasi özgürlükle bağdaşmaz. Gelişmenin diyalektiği, (ileriye doğru seyri) şöyledir; Mutlakıyetten burjuva demokrasisine; burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine; proleter demokrasisinden demokrasisizliğe; yani devletsizliğe!

Hepsi bu ama biz yine de devlet konusunu hâlâ ve hem de bizim dediğimiz gibi konuşan pek çoklarına dahi kavratabilmiş değiliz ve her seferinde eksikliği üzerimize alıp, bir daha, olmadı, bir daha anlatıyoruz ama bu kez de, hep aynı şeyleri tekrarladığımızdan dem vurarak anlattıklarımızı ıskartaya çıkarmaya çalışıyorlar!

Aslında anlattıklarımız Marxizm-Leninizmin kurucularının anlattıklarıdır ve işte şimdi senin de Adıgüzel kardeşimizi eleştirmek için kullandığın ifadelerin kaynağı yine onların anlattıklarıdır ki bu anlatılanlar, kesinkes öznel bir kurgunun ürünü değildir, tam tersine tarih aracılığıyla elde edilmiş olan verilerin süzgecinden dökülenlerdir; yani son derece maddi dayanakları olan ifadelerdir!

Sadece devlet konusu da değil, onunla birlikte ve ondan ayıramayacağımız “demokrasi” konusu da böyledir!
Bugün “demokrasi”, hiçbir bilimsel yaklaşıma sığmayacak denli, bir kontroller sistemi, bir kuramlar bütünü olduğu tümüyle reddedilerek, süjelerin kendi kültürlerinde ve kendi özgürlüklerinde mücadeleleri olarak; yani bireylerin bir kültür mücadelesi olarak tanımlanmaktadır!

Artık demokrasi, hiçbir altyapısı ya da kurumu olmayan bir şey, bir ambianstır! Demokrasi kategorisi artık, bilim dışı ve akıldışı yaklaşılabilen bir düzeye indirilmiş ve dayanakları ve içeriği, anlaşılması ve anlatılması zor bir kültür sorununa indirilmiştir.

Oysa çok açıktır ki, demokrasi devletin bir durumu ya da biçimidir; başka ifadeyle devletin iki durumundan birisidir; yani burjuva devletin bir biçimi demokrasi ve diğer biçimi ise diktatörlüktür!

Buna karşın, sürekli olarak devletsizliğe vurgu yapan Öcalan ve tilmizlerinin ağzından “demokrasi” lafzı hiç düşmemektedir; ”demokratik” sözcüğü ise olmazsa olmazlarıdır ki bu son derece gülünç bir durumdur! Devlet sorunu, günümüzde hâlâ ve artan ölçüde özellikle Yenidünya Düzeni için hazırlanan ABD emperyalizminin, ezilen ve sömürülen emekçi halklara kakmaya çalıştığı kozmopolitizm ve ulusal-nihilizm ile bağlı olarak, gerek teorik bakımdan, gerekse pratik-politik bakımdan çok daha fazla önem kazanmıştır!

Elbette Devlet konusunda, emperyalist kapitalizmin ideologlarının ideolojik saldırıları yanında oprotünistlerin tahrifatları da daha da ince yöntemlerle son gaz devam etmektedir.

Bu koşullarda, emekçi kitleleri, emperyalist kapitalizmin ideolojik kuşatmasından ve oportünistlerin şaşırtıcı demagojilerinin etkisinden kurtarma mücadelesi, devlet ile ilgili oportünist önyargılara karşı mücadele olmadan başarılı olamaz.

Çok uzun yıllardır, burjuva yalanlarını ve emperyalist politikalarını yayan en zengin kapitalist ülkelerdeki en zengin gazetelerin her biri, sosyalist iktidara karşı temel itirazlarını ve suçlamalarını, örnek olsun, ABD, İngiltere ve İsviçre'nin halk yönetimine dayalı ileri devletler olduğunu, oysa Sovyet sosyalist cumhuriyetlerinin özgürlüğün bilinmediği bir haydutlar devleti olduğunu yineleyip dururlar.

Sosyalist iktidara karşı bütün dünyada yinelenen bu müthiş suçlamalar bizi doğrudan şu soruya götürür:

Devlet nedir?

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin kökeni adlı yapıtında, devletin tarihsel çözümlemesini özetlerken şöyle yazar:

"...Devlet, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir. Hegel'in ileri sürdüğü gibi , 'ahlak düşüncesinin gerçekliği', 'aklın imgesi ve gerçekliği' de değildir. "

Hegel’in genelde idealist olduğunu herkes bilir ve devlet sorununda da idealist kaldığı anlaşılmaktadır. Hegel'e göre ahlak, insanda doğuştan vardır. Ahlakı yaratan insanlar değil, tam tersine, ahlak insanların bilincinde onlardan bağımsız özel bir ahlaki yasa olarak yaşardı.

İşte devlet, Hegel'in idealist düşüncesine uygun olarak, bu ahlaki yasanın yansımasının ürünüydü. Yani dünyanın temelinde yatan ,"mutlak zihnin" ,"mutlak aklın" etkimesi olan ve her şeyin kendisine tâbi olmasını isteyen bu ahlaki yasanın en mükemmelleşmiş halidir.

Hegel'e göre, insanlardan bağımsız olarak var olan ahlak düşüncesi devlette cisimleşmesini bulur. Bu nedenle devlet, Hegel'e göre, tek tek insanların, toplumsal örgütlerin ya da sınıfların çıkarlarının aleti olarak görülmelidir.

Geç gelmiş dahi birey Öcalan'ın “yokol” diyerek devletin ortadan kalkacağına inanarak vaaz vermesi, onun Hegel ile aynı yere bastığını göstermeye yeter!

Engels'de ise devlet, " daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünüdür; bu, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün itirafıdır. Fakat bu karşıtlıkların yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması ve 'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir güç gerekli hale gelmiştir; ve işte toplumdan doğan,fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve topluma gitgide yabancılaşan bu güç devlettir."

Engels devlet üzerine bu söyledikleri ile onun tarihsel rolü ve anlamı üzerine temel düşüncesini tüm açıklığı ile dile getirmiş oluyordu. "O halde” diyerek devam eden Engels, şunları da söyler; ”devlet ezelden beri var olan bir şey değildir. Onsuz yapabilen, devlet ve devlet iktidarı hakkında hiçbir fikri olmayan toplumlar olmuştur.
Ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında, bu bölünme yüzünden devlet bir zorunluluk haline gelmiştir.”

Yani devletin mimarları Marxizm-Leninizm'in kurucuları değildir; onların yaptığı bu tarihsel kategoriyi tarih aracıyla çözümlemek ve anlatmaktır!

Ama geç gelmiş dahi birey Öcalan ise, KCK sözleşmesini derinlemesine irdeleyen herkes görecektir ki, bir despotik devletin zihinsel mimarıdır!

Öcalan'ın proletaryanın devletini ki Sovyet sosyalizmidir, burjuva devlet ile aynı kefeye koyması, bu zihinsel mimarlığın albenisidir!
Oysa proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, gerek yenilerek mukavemeti on kat artan sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için gereksinim duyar.
Diğer yandan anarşistlere de göz kırpan ve anarşiste yatarak devletsizliğe vurgusunun gerçek niteliğini, yani ABD emperyalizminin ulusal-nihilizmi ile senkronize hareket ettiğini gizlemeye çalışan ve dahi böylece ilkel bir aşiret komününe sosyalist renk vermeye çalışan Öcalan'ın anarşistliğe kırptığı göz de aldatmacadır!

Engels'in aktarımı ile Bakunin'den dinleyelim:

Engels, Friedrich Cuno'ya yazdığı bir mektupta,"Bakunin için temel kötülük devlet olduğuna göre, devleti, yani cumhuriyet olsun, krallık olsun, ya da başka çeşit devlet olsun, her türlü devleti ayakta tutmak için hiçbir şey yapılmamalıdır. Bunun sonucu olarak, her türlü politikanın tamamen dışında kalınmalıdır. Herhangi bir siyasi eylemde bulunma ve özellikle bir seçime katılma, ilkelere ihanet olur.

Propaganda yapmalı, devlete karşı atıp-tutmalı, örgütlenmelidir ve bütün emekçileri tarafına kazandıktan sonra, yani halkın çoğunluğunu kazandıktan sonra, bütün makamları alaşağı edersin, devleti ortadan kaldırırsın ve onun yerine Enternasyonalin örgütünü koyarsın. Bin yıllık krallığı başlatacak olan bu yüksek başarının adı sosyal tasfiye'dir." diye yazıyor ve bunun kulağa pek aşırı devrimci gibi geldiğini, beş dakika içinde ezberlenebilecek denli basit olduğunu ve bunun için, bu Bakuninci teorinin, İtalya ve İspanya'da genç avukatlar, doktorlar ve başka doktrinciler arasında hızla yayıldığını ifade ediyor.

Bakuninci toplumda her şeyden önce hiçbir otorite yoktur,  otorite demek devlet demektir... ve hiçbir işe yaramaz (nihai olarak kararı veren bir irade olmadan insanların, nasıl bir fabrikayı işletecekleri, trenleri yürütecekleri, bir gemiyi yola çıkaracakları hakkında hiçbir şey söylenmemektedir)

Peki Önder Öcalan, her ne kadar onursal başkan statüsünde olsa da, bir otorite değil midir; o değilse, “önderlik” in kendisi tam olarak bir otorite değil midir? Kandil ise ayrı bir otorite ve bazen otoritelerin trafiği karışmıyor mu? Buna karşın hepsi Öcalan'ın otoritesini, en azından şimdilik ve gene en azından Önderliğin otoritesini yüksek tutmuyor mu?

Ve boşuna mı, kimi “Kürtsever” kalemşörlerin, akıl hocalarının Suriyeli Kürtlere Kandili değil İmralı’nın sesine kulak verin demesi?

"Burada çoğunluğun azınlık üzerindeki otoritesi de sona ermektedir. Her birey, her komün özerktir; ama iki kişiden meydana gelse bile, her biri özerkliğinin bir parçasından vazgeçmedikçe bir toplumun nasıl mümkün olabileceği konusunda da Bakunin susmaktadır. Demek ki enternasyonal de bu modele göre örgütlenmelidir. Her seksiyon özerk olduğu gibi, her seksiyondaki her üye de özerktir. Genel konseye zararlı bir yetki tanıyan ve onu ifsat eden Basel kararları bize vız gelir! Bu yetki, gönüllü olarak verilmiş olsa bile, sona ermelidir, çünkü yetki otorite demektir. Bu şarlatanlığın belli başlı noktaları kısaca bunlardır...."

Bir de Engels'in Bebel'e yazdığı 1875 tarihli (Paris Komünü'nden sonra) mektuptaki ifadeleri var :

"... Özgür halkçı devlet, özgür devlet şeklini almıştır. Bu terimlerin gramer anlamına göre, özgür bir devlet, kendi vatandaşlarına karşı özgür olan devlettir, yani despotik bir hükümeti olan devlettir. Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek gerek, özellikle kelimenin tam anlamıyla bir devlet olmayan Paris Komünü deneyiminden sonra.
Daha Marx'ın Proudhon'a karşı kitabından beri ve sonra da Komünist Partisi Manifestosu'nda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıtıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına rağmen, anarşistler, yeteri kadar "halkçı devleti" kafamıza çalmış durmuşlardır.
Devlet, mücadelede, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için (buradaki bastırmak, tam anlamıyla ezmek değildir, eski düzeni kurmalarına engel olmak, onları tabi durumda tutmak demektir) yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir müesseseden başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır.
Proletaryanın devlete ihtiyacı olduğu sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.
Onun için biz devlet kelimesinin yerine her yerde "topluluk"(Gemeinwesen) gibi Fransızca "komün"ün karşılığı olan mükemmel bir eski Alman kelimesinin kullanılmasını teklif etmekteyiz.
Şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda üretimin pozitif bir engeli haline geldiği bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, daha önceki bir aşamada ortaya çıkışlarındaki aynı kaçınılmazlıkla batacaklardır. Onlarla birlikte, kaçınılmaz olarak devlet de batar. Üretimi, üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen toplum, tüm devlet mekanizmasını, o zaman ait olacağı yere; eski eserler müzesine, çıkrığın ve bronz baltanın yanına kaldıracaktır."

Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak yani proletaryanın devleti olarak ortaya çıktığı ilk eylem, yani üretim araçlarına toplum adına el konması, aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir. Toplumsal ilişkilere bir devlet erkinin müdahalesi, çeşitli alanlarda birbiri ardına gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde hükümet etmenin yerine şeylerin idaresi ve üretim süreçlerinin yönetimi geçer.

Devlet 'ortadan kaldırılmaz', sönüp gider. 'Özgür halk devleti' safsatası, gerek ajitasyon açısından geçici haklılığı, gerekse nihai bilimsel yetersizliği itibarıyla bununla ölçülmelidir; Aynı şekilde, sözüm ona anarşistlerin, devletin bu günden yarına devletin ortadan kaldırılması talebi de bununla ölçülmelidir.

Demek ki, Engels'e göre sönüp giden burjuva devlet değildir; burjuva devlet, proletarya tarafından devrimle ortadan kaldırılandır; Sönüp giden ise proleter devlettir.

Yani burjuvazinin devleti, proleter devrim yoluyla ortadan kaldırılır; "sönüp gitme" üzerine sözler ise, sosyalist devrimden sonraki proleter devletin kalıntıları ile ilgilidir.

Yani ilk çağlarda köleleri baskı altında tutan köle sahibi yurttaşların ortaçağda serfleri baskı altında tutan feodal soyluların, çağımızda proletaryayı, kır ve kent emekçilerini baskı altında tutan burjuvazinin devleti ve sonunda tüm toplumun temsilcisi haline gelen ve öncekilerin aksine sömürülenleri değil, devlet erkini parçaladığı eski sömürücü sınıfı, yani burjuvaziyi baskı altında tutan proletaryanın kendi kendisini gereksiz hale getiren devletidir.

Engels, toplum adına, bizzat tüm toplumu temsil eden sınıf olan proletaryanın üretim araçlarına el koymasından sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki dönemle ilgili olarak , Lenin'in ifadesiyle, çok açık ve kesin bir biçimde "sönüp gitmekten" ve hatta daha canlı ve renkli biçimde "uykuya dalmak" tan söz ediyor.

Lenin, bu dönemde,"devlet"in politik biçiminin en tam demokrasi olduğunu vurgulamaktadır ve Engels'in devletin "sönüp gitmesi"nden veya "uykuya dalması"ndan (ki bu çok daha açıklayıcıdır) söz ederken, aynı zamanda demokrasinin de "sönüp gitmesi"nden veya "uykuya dalması"ndan söz ettiğini de hatırlatmaktadır.

Engels'in "devlet sönüp gider" tezi, hem oportünistlere hem de anarşistlere karşı yöneltilmiştir.

Burjuva devletin yerine proleter devleti geçirmek, şiddete dayalı devrim olmadan kesinlikle olanaksızdır.

Proleter devletin ortadan kaldırılması , yani her türlü devletin ortadan kaldırılması, "sönüp gitme"dışında başka bir yoldan imkansızdır.

İşte öğretinin özü budur.

Ve bu öz, Marx ve Engels'in, her devrimci durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini çözümleyerek ortaya koydukları görüşlerinin billurlaşmış özetini verir.

Bütün önceki devrimler,devlet mekanizmasını yetkinleştirdiler, oysa onu yok etmek ve parçalamak gerekir.

Bu sonuç, Marxizm'in devlet öğretisinde asıl ve temel meseledir. Ve bu temel mesele, sadece egemen resmi sosyal-demokrat partiler tarafından toptan unutulmakla kalmamış, aynı zamanda Karl Kautsky tarafından tahrif de edilmiştir.

Komünist Manifestoda, tarihin genel sonuçlarının özetlenmesi ile devlet, sınıf egemenliğinin bir organı olarak görülmeye zorlanmış ve proletaryanın, önceden politik iktidarı ele geçirmiş, politik egemenliği kazanıp, devleti egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryaya dönüştürmüş olmaksızın burjuvaziyi deviremeyeceği ve bu proleter devletin zaferinden hemen sonra sönüp gitmeye başlayacağı zorunlu sonucuna vardırılmakta ama burjuva devletin yerine, proleter devletin geçmesinin nasıl gerçekleşeceği sorusu sorulmamakta idi.

Bu sorunu Marx, 1852 yılında,1848-1851 devrim yıllarının tarihsel deneyimlerini ele alarak yazdığı Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'inde ortaya koyar ve çözer. Burada Marx, devlet sorununu somut bir biçimde koyar ve burjuva devletin, burjuvazinin egemenliği için gerekli devlet mekanizmasının tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığı sorusunu; burjuva devrimlerinin seyri içinde ve ezilen sınıfların bağımsız eylemleri karşısında uğradığı değişiklikler, evrim nelerdir sorusunu; proletaryanın bu devlet mekanizmasına karşı görevleri nelerdir sorusunu ortaya koymuş ve çözümlemiştir.

Marx,5 Mart 1852 tarihini taşıyan ve Weydemeyer'e  yazdığı bir mektubunda şöyle yazar:

"Bana gelince, ne modern toplumda sınıfların varlığı, ne de aralarındaki mücadeleyi keşfetmiş olma şerefi bana ait değildir.

Burjuva tarihçiler benden çok önce sınıfların mücadelesinin tarihsel gelişimini ve burjuva iktisatçılar bunların ekonomik anatomisini ortaya koymuşlardı.

Benim yeni olarak yaptığım, 1- sınıfların varlığının sadece üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarına bağlı olduğunu; 2- sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü ; 3- bu diktatörlüğün bizzat sadece tüm sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişi oluşturduğunu kanıtlamaktı."

Marx bunu söylerken, devlet öğretisinin özünü ifade etmeyi son derece çarpıcı bir şekilde başarmış oluyordu.

Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir ama özleri birdir. Tüm bu devletler, şu ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka burjuvazinin bir diktatörlüğüdür.

Kapitalizmden komünizme geçiş de muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliğini gösterecektir, fakat özü mutlaka aynı kalacaktır!

Proletarya diktatörlüğü.

Demek ki Kırçıl kardeşim, ortada devleti kutsayan, sınıfsız ve devletsiz bir toplum için mücadele etmeyen bir sosyalist yok; komünist toplumda devletin varlığını zorunlu gören de yok!

Ama burjuva devletin, bir proleter devrimle ortadan kaldırılması gerçeğini reddedip, bu devletin, yani sınıfların hâlâ mevcut olduğu kapitalist toplumun içinde kurulan bir “aşağıdan demokrasi” ile sönüp gideceği hayalini pompalayanlar çok; özellikle Öcalan ve tilmizleri bu kategoridedirler ve “devletsiz” bir toplumsal düzene vurgu yaparlarken, dillerinden devletten ayıramayacağımız, devletin bir biçimi olan “demokrasi”yi düşürmeyenler de onlardır ve işte asıl gülünç olan budur!
Diğer yandan, sosyalistler ütopyacı da değiller ve Lenin'in ifadesiyle, aniden, herhangi bir tâbiyet olmadan devletin “sönüp gideceği” düşü görmezler; proletarya diktatörlüğünün yadsınmasına götüren böylesi düşler, anarşizmin düşleridir ve Marxizm'in özüne yabancıdır.

Ama Blankizme ve anarşizme yatan bizim Kürt aktivistlerine çok yakışmaktadır!

Bu düş, sosyalizmi insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet eder; oysa sosyalistlerin böyle bir ertelemeye niyetleri de izinleri de yoktur. Sosyalist devrimce sosyalizm, şimdiki insanlarla, tabiyet olmadan ,denetim olmadan, ustabaşı ve muhasebeci olmadan yapamayacak insanlarla gerçekleştirilecektir!

Peki Kırçıl kardeş, bütün bu hatırlattıklarımı, kendi ifade ettiklerinin üzerine koyunca anlayabildin mi acaba, bu sitede "anti-devletçi" takılmanın pek de matah bir yaklaşım olmadığını?

Hele ki senin anladığın veya lanse etmeye çalıştığın anlamda komünizan bir tutum hiç olmadığını anlayabildin mi?

Fikret Uzun
24 Ekim 2014

Hiç yorum yok: