15 Eylül 2014 Pazartesi

LAİSİZME DAİR EN AZ SÖZ VE İSLAMİZASYON



LAİSİZME DAİR EN AZ SÖZ VE İSLAMİZASYON

Laisizm’in bir kavram olarak pek bilinmediği görülüyor; herkesin, laisizmi, çeşitli dinlerin ve tarikatların, bir arada ve barış içinde yaşaması olarak anlıyor olduğu bir hali var; bilenleri ve bu hali taşımayanları ayırıyorum.

Laisizmi, dinsel gericiliğin egemenliği karşısında engel olarak görenler ise, onu din düşmanı, inanç ve vicdan özgürlüğünü kısıtlayan ve/veya yasaklayan bir yaklaşım olarak gösteriyorlar.

İlginç ve manidar olan, bugün sahte sol gömlekli azap zebanisi düzenbazların kuyruğundan ayrılmayan politik ahmaklık içindeki pek çok sol/sosyalist kişi, grup ve STK misli partiler de laisizmi, tıpkı gericiler gibi din düşmanı, inanç ve vicdan özgürlüğünü kısıtlayan veya yasaklayan bir yaklaşım olarak görmektedirler!

Bu gün İslam’ın yanında, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de, yayılma savaşı içinde olduğu açıkça görülürken, laisizmi, sadece dinlerin birbirine saygılı konumu olarak almak ise, cahillerin ve ikiyüzlülerin işidir.

Oysa laisizmin özü, kamu işlerine aklı egemen kılmaktır. Laisizmin temeli, toplum yaşamını akıl ilkeleri üzerine kurmaktır. Bu haliyle laisizm, hem felsefi ve hem de ekonomik bir akımdır.

Öyleyse din temelli politik partilerin laik düzende yeri olmaması son derece akla yatkındır.

Dolayısıyla din temelli partinin veya tarikatların devlet iktidarına egemen olması durumunda veya din temelli devlet düzeninde, laisizme yer olmayacağı da açıktır.

Öyleyse, şaşırmıyoruz ve şaşırıyormuş gibi yapanların iki yüzlüğünü ortaya koyuyoruz!

Bugün din temelli bir politik partinin hükümet ettiği bir düzende yaşıyoruz ve bu, Anayasa Mahkemesi tarafından tespit ve tescil edilmiş ve ilan edilerek kayıt altına alınmıştır!

Öyleyse, Laisizme yer bırakmamaları gayet normaldir ve bunu görüyoruz!

Böylece bu kısa giriş ile laisizm kavramının doğru bilinip-bilinmediği konusunda bir hatırlatma yapmış oluyorum!

Diğer yandan laiklik, embriyon halinde solculuk ve sosyalistlik demektir.

Ulusalcılık da aynıdır ve ikisinden birden korkmak, solculuktan korkmaktır!

Korkanlar en başta emperyalistler ve tekellerdir, büyük büyük zenginlerdir ve korkmakta haklılar ancak solun Laiklikten ve ulusalcı olmaktan korkması yersizdir, akıl tutulması değilse, egemen sınıfların politik programlarına biat etmiş olmalarının yansımasıdır!

Buradan hareketle Kemalizm’de vurgu laiklik ve aydınlanmadadır. Ulusalcılık ise ulusal petrol, ulusal ilaç sanayii, üslerden arınmış Türkiye, ulusal sanayileşme ve kalkınma olarak anlatılmaktadır.

Sanayileşme kalkınma ile özdeşti ve bağımsız olabilmek için vazgeçilmezdi ve Coca Cola, ”yarısı zehirdir” sloganı ile reddediliyordu; ulusal değildi ve içilmemesi isteniyordu. Ulusal sanayi ise ancak kamu işletmeleri ile yapılabilirdi, tarif nettir, aydınlanma ve kamu işletmeleri eliyle ulusal kalkınma sosyalizme giden yoldur. Kemalist “devletçilik” ve “halkçılık”, Türkiye’de sosyalizmin ön tarihidirler.

Deniz Gezmişler de böyle yoğruldular ve şimdi egemen sınıfların yine yeniden Denizlerden korkmaları, aslında Denizlere, Yusuflara ve Hüseyinlere gösterilen ilgi ve sevgiden korkmaktır; daha özcesi, laiklikten ve ulusalcılıktan korkmalarının yansımasıdır ve şimdi büyük büyük sermayenin ve kuyruğundakilerin, korkularını irticaya sarılarak gidermek istemeleri tesadüf değildir!

Şimdi Gezi direnişlerinde vücut bulan halk isyanına biber gazıyla ve mermi ile uygulanan devlet terörü, bu korkunun yansımasıdır ve gençliğin de halkın da sürü kalmasını istediklerini açığa vurmaktadırlar ama yeterince sürüleştiremedikleri için pek kızgındırlar ve saldırılarındaki ölçüsüzlük bu kızgınlığın yansımasıdır!

İşin tuhaf yanı, epeydir, kendilerine Denizlerin, Mahirlerin çizgisini ve yiğitliğini, halkçılığını bayrak edinen grup ve grupçukların da laiklik ve ulusalcılıktan ve hatta aydınlanmadan korkuyor olmalarıdır!

Ve akıl tutulması ne kadar ileri seviyededir ki, “NATO’ya Hayır” sloganı atanların bile laiklik ve ulusalcılıktan korktuklarını, en azından reddettiklerini görebiliyoruz; oysa “NATO’ya Hayır” sloganı “ulusalcı” olmanın ifadesidir!

Ancak artık çok net görülüyor,Türkiye’de laisizmin, çok derin bir iktisadi, politik ve felsefi temeli vardır ve toplum eskisinden çok fazla laisize haldedir!

Diğer bir konu olan sekülerizme de aşina olmadığımızı kabul etmeliyiz ki tariflere bakılırsa, sanki sekülerizm ile laisizm arasında Çin duvarı vardır; oysa ikisi iç içedir ve laiklik ile sekülerizm kavramları Türkçede sıklıkla eşanlamlı kullanılır. Fransız sekülerizmi olarak da anılan laiklik kavramı, daha kapsamlı olan sekülerizm hareketinin bir parçasıdır.

Sekülerizm, din merkezli veyahut dinî öğeleri sosyal, hukukî ve siyasî anlamda tayin edici kılan bir yaklaşımın tersine, bunları sosyal, hukukî ve siyasî kümeden ayıran bir yaklaşımı tanımlar.

Fransızca sözlükte, seculariser sözcüğünün karşılığı, dinsel nitelikten ayırmak, cismanileştirmek olarak verilmektedir ve aynı şekilde secularite ya da seculier, papaz bağımsızlığı anlamındadır; aynı zamanda dünya hayatından pay alan, bir tarikata veya manastıra bağlı olmayan, bağımsız (papaz) dünya hayatı yaşayan, laik, cismani anlamlarını vermektedir.

Bunlar somut bilgilerdir ve bununla birlikte burada hatırlanması gereken başka bilgiler de var ve laisizmin önemi yanında, laisizme neden hücum edildiğinin daha net anlaşılması için bu hatırlatma son derece öğreticidir, yani kıymeti bilinmelidir, akılda tutulamıyorsa, bir yere not edilmelidir!

Kemalizm açısından baktığımızda, laisizmin Türkiye'de Kemalizm'in en zorlu ve en tartışmalı alanlarından birisi olduğunu görürüz.

Diğer yandan, Kemalizm'in laik bir programı olduğunu, en azından varsa da, cumhuriyet tarihinin herhangi bir kesitinde ciddiyetle uygulandığını ve ne kadar laik olduğunu söylemek zordur.

İnsan aklını özgürleştirmek anlamında bir laisizm programından çok, kontrolden çıkan tarikatları eski politik sisteme bağlayabilmek için, okullara, camilere ve tarikatlara hakim olma kaygısıdır!

Türkiye'de laisizmin, politik değil bir felsefi program olduğu düşüncesi, hiçbir zaman, yönetenlerin aklına doğmamıştır. Türkiye solunun çok büyük bir bölümü de, laisizmin, aklın özgürce hareket etmesinin önündeki engelleri kaldırma programı olduğunu görmekten çok uzak kalmıştır; "tarikatlara özgürlük" istemenin, aklı işlemez hale getirmek demek olduğunu anlayamayan "solcu" her zaman çok olmuştur ve artık daha çokturlar!

Bunlar, aşırı dinselliğin insanlığı bir yeni Orta Çağ'a çekmek olduğunu ve insanlığın bir yeni Orta Çağ'a girdiğini fark edemeyen Orta Çağ yaratıklarıdır.

Türkiye’de kamu işlerine dini, yani İslamı egemen kılmanın tarihi çok öncedir ama bu, 12 Eylül faşist darbesi ile hızlandırılmış ve sonunda en tam ifadesiyle dini egemen kılacak kadrolar bulunmuştur; bu günün somut gerçeğidir ve Türkiye’yi İslamlaştıranların Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu, en azından artık, biliyoruz!

İslâmı, bir politik argüman olarak kullanmaya karar verenler, onun komünizmin yayılmasına karşı bir “Yeşil Kuşak” oluşturacağını düşünmüş ve Sovyetler Birliği'ni çevreleyen ülkelerde bir İslâmileştirme hareketi başlatmıştı. Bizde resmî bir devlet ideolojisi olan milliyetçi batıcılıktan vazgeçerek “Türk-İslâm Sentezi” adı verilen dinci milliyetçiliğe geçişin altında bu ihtiyaç yatıyordu.

Böylece, 1970 ve 1980'li yıllar boyunca bu politika doğrultusunda yurtiçinde ve yurtdışında İslâmi örgütlenmelerin oluşturulmasına devlet eliyle yardım edildi.


Coğrafyamızda ve bölgemizde, çok yönlü sosyal muhalefetin kabarıp yükseldiği her olay ve olgunun karşısına emperyalist destekli İslâmi örgütler çıkarıldı.

Bu yüzden İslâmi hareketlere, naif bir halk hareketi olarak bakılmamalıdır. Bu, kapitalist enternasyonalin bütün dünyada yapmak zorunda kaldığı bir karşı devrim örgütlenmesinin en somut biçimidir.

Buradan da anlaşılacağı gibi İslamizasyon, Sınıfsaldır ve önce iç dinamikleri harekete geçirilmiştir.

Yüksek Komutanlar, Türk-İslam Sentezi elemanlarını, Akademiye "hoca" yaparak, İslamizasyonu, Harp Akademileri'nden başlattılar, Kısaca, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye’nin büyük zenginlerinin programını uyguladı ve Türkiye’de sol'u yenmek için, İslamizasyonu getirdi.

Bizde resmî bir devlet ideolojisi olan “milliyetçi batıcılık”tan vazgeçerek “Türk-İslâm Sentezi” adı verilen dinci milliyetçiliğe geçişin altında bu ihtiyaç yatıyordu. 1970 yıllarında başlayıp, 1980'li yıllar boyunca bu politika doğrultusunda yurtiçinde ve yurtdışında İslâmi örgütlenmelerin oluşturulmasına devlet eliyle yardım edildi.

Yurtdışında yaşayan Türk vatandaşları, Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı ve adlarına DİTİB denilen derneklerin çatısı altında toplanmaya başladı. Özellikle 12 Eylül Cuntası eliyle “toplumun İslâmileştirilmesi” politikası sessiz ve derinden hayata geçirildi. Toplumdaki ilerici oluşumlara karşı en azgın saldırıların düzenlendiği zamanlarda, artık her yerde pıtrak gibi bitmeye başlayan her boydan tarikatlar el altından desteklendi.

Coğrafyamızda ve bölgemizde, çok yönlü sosyal muhalefetin kabarıp yükseldiği her olay ve olgunun karşısına emperyalist destekli İslâmi örgütler çıkarıldı.

“Türk-İslâm Sentezi” ve onun bir parçası olduğu “Yeşil Kuşak” projesi, artık gelişiminin yeni bir evresine giren kapitalizmin kendini savunma ihtiyacının bir tezahürüydü. Bu, savunmanın stratejisinin oluşturulduğu merkezler tarafından kullanıldı ve şimdi ihtiyaç kalmadığı için bir yana bırakılmaya çalışılmaktadır.

Ancak, içinde bulunduğumuz coğrafyada bu politikanın arkasında bıraktığı sorunlar olduğu gibi duruyor ve İslamileştirmek hareketi kontrolden çıkma eğilimleri göstermektedir, hatta kontrolden çıktığını görebiliyoruz; en azından kontrollü olarak kontrolden çıkarıldığını söyleyebiliriz ki doğasına uygun düşüyor!

Bu yüzden İslâmi hareketlere, naif bir halk veya mazlum hareketi olarak bakılmamalıdır.

Bu, kapitalist enternasyonalin, küresel kapitalizmin demek istiyorum, bütün dünyada yapmak zorunda kaldığı bir karşı devrim örgütlenmesinin en somut biçimidir.

1970’li yılın sonlarından itibaren, üç büyük din, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam, yön değiştirdiler ve hepsi aynı anda çok daha fazla muhafazakâr oldular; rasyonalizme karşı hücuma geçtiler! Bunun anlamı, her üç dinin de, düşünmemeyi ve itaati istemeyi “din” saymaları ve aydınlanma çağının bütün kazanımlarına karşı savaş açmaları demekti.

Bu ise sekülerizme ve laisizme karşı haçlı seferi düzenlemek demekti ve artık haçlı seferini, bu üç dinin ortaklaşa düzenlemiş oldukları apaçık görülmektedir!

Seferin komutasında ABD emperyalizminin olduğunu ise beş yaşında çocuk zekâsına sahip olanların bile idrak etmesini mümkün kılan açıklıktadır!

Peki neden?

Bu soru iki uçludur; bir, bu haçlı seferine neden ihtiyaç duyulmuştur ve iki, bu haçlı seferini ve de başında ABD emperyalizminin olduğunu beş yaşındaki bir zekâ kapasitesi idrak edebilecek yeterlikte iken, onca yetişkin neden idrak edememektedir?

Diyalektiktir, daha çok zenginleşmek için, daha çok fakirleştirmek gerekmektedir ve ihtiyaç bunun üzerinden şekillenmektedir; öyleyse çok çok zenginlikle yan yana iken, işçi ve emekçilerin çok çok fakirliğe razı olmaları için, söz konusu Türkiye ise, İslamın tevekkül felsefesine daha fazla ihtiyaç vardır ve çalışan sınıfların bu felsefeye hapsedilebilmesi ise ancak ve ancak sekülerizmden ve lasizimden kurtulmakla mümkündür!

Sonuç koyu dinselliktir ve sekülerizm ile laisizm bunun önündeki en önemli engellerdir!

Öyleyse suçlu bulunmuştur ve laisizm, emperyalizm adına yıkılmaya mahkûm edilmiştir!

Çünkü aşırı fakirleştirilen halka akıl değil, dinsellik gerek şarttır; bu şartın önündeki engeller mutlak surette ortadan kaldırılmalıdır!
Bu, tekelci düzenin aynı anlama gelmek üzere emperyalizmin savunma mekanizması içindeki saldırısının adıdır ki bu, tekelci devletin, bireylerini, kapitalizm öncesinin bireylerine indirgeyerek egemenliğini pekiştirmesi demektir!

Bu, ortaçağa dönüşü işaret etmektedir!

Tekelci düzenler ve emperyalizm, egemenliğini ancak bitkisel hayat yaşayan insanlar üzerinde, yani adı sanı olmayan sürüler üzerinde sürdürebilir!

Demek ki dinselleşme, sürü bilinci imalatının bir adı ve yöntemi olmaktadır!

Egemen politika, egemen sınıfın politikasıdır ve çok büyük zenginler dinselleşme emrettiler, Kemalist yüksek komutanlar, egemen sınıfın, çok büyük zenginlerin emrine uydular, hepsi budur! Yüksek komutanlar, iktidarı alır almaz, okullarda din derslerini zorunlu hale getirdiler ve sert bir İslamizasyonun yolunu açtılar!

Buna “dine dönme” diyoruz ve dünyanın topyekûn bu baskının kıskacına çekildiğini, dine dönmenin globalize olduğunu biliyoruz ve bunun doksanlı yılların başlarından itibaren yüksek sesle dillendirildiğini de hatırlıyoruz!

Dine dönme, bir egemen sınıf politikasıdır ve egemen politikaların her zaman egemen sınıfa ait politikalar olduğu gerçekliği ile uyumludur!

Yirminci yüzyılın sonlarında hiç beklenmedik bir şekilde, dinin, siyasal ve kültürel yaşamda önemli bir güç olduğunun tespiti çok yapıldı ve yapılıyor; bu gün dünyada dindarlığın ve dindarların artığını görmemek mümkün değildir; politika ve kültür dinselleşmektedir.

Dinsellik, kendine güvenini yitirenlerin sığınağıdır. Aşırı dinsellik, insanın tümüyle çöküşü, tükenişidir! Bu anlamda Türkiye’de dine dönme yükselmiş insanı çökertme operasyonu idi; egemen sınıf, çok büyük zenginler ve onların emirlerini uygulayan yüksek komutanlar, yükselmiş insandan çok korktular ve çökertmek için dine dönmekte çare buldular!

Dünyevi işleri kontrol dışı kaynak ve otoritelere bağlamak, eninde sonunda yobaz yaratmaktır!

Türkiye’de İslam’ın kendi akılcılığından çok uzak, tarikatlar halinde teşkilatlandırılması, Türkiye’de sol düşüncenin ve Marxizm’in yayılmasından ve kitleselleşmesinden sonradır; tarikatlarda hem ruhban sınıfı var ve hem de itaat öğretimi ve disiplini çok ciddidir! Tarikat mensupları, normal bir dindardan daha az akıllı ve daha çok biat halindedirler!

Türkiye’de İslamizasyon tarikatçılıktır!

Her türlü tarikatçılığı, her türlü gericilikten ayıramayız!

Ayrıca, tarikatçılık hem insanı hem de İslamı bozma operasyonudur. Tarikatlar, insandan aklı alma mekanizmalarıdır ve tarikatçılık bir devlet politikası olarak ilerlemiştir! Başka ifadeyle islamlaşmayı, islamcılar değil, devlet yapmıştır!

Amerikanın ünlü CIA şeflerinden olan Graham Fuller, ”60’larda ve 70’lerde Türkiye’de sol çok güçlüydü; Komünizmi zayıflatmak için sağ iktidarları destekledik” diyordu ve gazetelerin baş sayfasında yerini buluyordu ve ayrıca,” Komünizme karşı İslamı desteklediklerini” ekliyordu ki yıl 2004’ü gösteriyordu ama “vay anasını!”diyen bile ortada yoktu!

Çünkü yüksek komutanlar, 12 Eylül rejimin bu günlere açılan yollarını döşemek üzere çok öncesinden harekete geçmişlerdi; hareket alanlarında Türk İslam Birliği vardı ve bir yanında DİTİB ( diyanet işleri-Türk İslam Birliği sözcüklerinden elde edilmiştir)diğer yanında Uğur Mumcu’nun deşifre ettiği, Suudi Arabistan tarafından finanse edilen “Rabıta” (Rabıtat-ül Âlem –ül İslam) adlı islamcı örgüt vardı; bu örgütün Kemalizmin yerine konulan “Türk –islam sentezi “ düşüncesinin yayıcılığını üstlendiği apaçık belli idi!

İlk kez 1984 yılında Almanya’da Köln’de bir cami ve bir birlik bürosu açtığı ve Türkiye büyükelçiliğinin yönetiminde olduğu bilinmektedir; kısa zamanda Almanya’daki göçmen Türklerin en büyük örgütü olmuştu; 1980 darbesi olunca yakalanmadan yurt dışına kaçan solcuların büyük kısmı ve daha sonra birkaç yıl hapis yatıp çıkanları da Avrupa’ya ve daha çok Almanya’da Köln’e göçmüşlerdi; böylece Köln, neredeyse tamamıyla bir Türk vilayeti olmuştu; demek ki Türk hükümeti, İslamlaştırma operasyonuna Köln’den ve solculardan başlamıştı ki hiş şaşırtıcı gelmemektedir!

Şimdi bu solcu eskilerinin hemen hepsi yeni mürteciliklerinden gurur duymaktadırlar!

Şaşırtıcı gelmeyen bir başka olgu ise, “solcu”luklarının yanına mürteciliği de ekleyenlerin büyük çoğunluğunun Köln’de göçmenlik deneyimi yaşamış olmasıdır ki bunlardan bazıları Oya Baydar, Aydın Engin ve ünlü politik cambaz Nabi Yağcı’dır; Veysi Sarısözen de buradan mıdır hatırlamıyorum ama aynı rengi vermektedir ve tilmizleri de çoktur; demek ki solcuların döküntüleri eninde sonunda mürteci olmaktadırlar!

Bunu, mutlaklaştırmamakla birlikte önemli bir önerme olarak kaydediyorum.

12 Eylül faşist darbesinde, Genelkurmay Başkanlığı’nda, Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanı olan Tümgeneral Mahmut Boğuşlunun bir incelemesi var ve oldukça öğreticidir; inceleme Boğuşlunun görüşlerini yansıtmaktadır ve 1985 yılında Boğuşlunun emekli olduğu bir zamanda yayınlanmıştır. Açıklanan görüşlerin,hem islamizasyonun sınıfsal yanını ve hem de yapılanları net bir biçimde ortaya koyması bakımından önemi büyüktür.

Boğuşlunun temel sözü şöyledir:

” Bilindiği gibi din, İslamiyet, öteki dünya ile ilgili hükümleri dışında, en azından bir disiplin, disiplin kuralları kümesidir. Zamanın çok çeşitli ve zor şartları içerisinde, toplumda ve bilhassa aile seviyesinde disiplin ihtiyacı daha da artmaktadır. Disiplin dünyanın en pahalı üretimidir. Disiplini, kolaylıkla üreten ve de ucuza mal edebilen bir düzen, asker ocağı, kışlalar ve bazı eğitim kuruluşları dışında henüz icad edilmemiştir. Türk tarihinde, disiplini en ucuza imal edebilen düzenlerden biri ise İslamiyet’tir.”

Çok açıklayıcı olduğunu görebiliyoruz ve 12 Eylül rejiminin İslamizasyon operasyonunun kıymeti harbiyesini bundan daha iyi açıklamanın pek kolay olmayacağı anlaşılıyor!

Demek ki başvurulan İslamiyet, bir disiplin mekanizmasıdır ve öncelikle büyük büyük sermayenin ihtiyacıdır ve büyük sermayenin isteği ile uygulamaya konulmuştur ve bir emir misli olduğu açıkça anlaşılmaktadır!

Bu ise, İslamizasyon, Türkiye’ye görülmemiş işkenceler ve hürriyetsizlikle birlikte gelmiştir.

Boğuşlu’ya dönersek, şöyle devam etmektedir:

” Dinadamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten, hâkimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni din adamları yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan imam-hatip okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik vesaire hüviyetler de kazandırılmalıdır.”

Bunlara ek olarak, bu disiplini yerleştirmenin, mutfağında pişirilecek yemeğin, başka ifadeyle Kemalizm ideolojisi yerine konulacak olan ideolojinin “Türk-İslam sentezi “ olduğu gerçeği de önemli bir açıklık sağlamaktadır; pişirenlerin Eylülizmin içinde vücut bulan Aydınlar Ocağı örgütü olduğu açıklıkla bilinmektedir!

Üniversiteler ve stratejik yerlere atamaların buradan yapıldığı da bilinmektedir.

Diğer yandan Dr, Hablemitoğlu’nun ki neden katledildiğini de açıklamaktadır, çalışması da önemli açıklıklar sağlamaktadır!

Hablemitoğlu’nun katledilmesi, tıpkı Prof. Muammer Aksoy, gazeteci Çetin Emeç ve Prof. Bahriye Üçok’un katledilmeleri sırasında olduğu gibi, “Şifre Çözüldü “ başlıklı incelemenin yazarı Ali Özoğlu’nun aktarımı ile Nakşibendî tarikatı ile irtibatlı olduğu hep dillendirilen Abdülkadir Aksu’nun içişleri bakanlığı dönemindedir!


Hablemitoğlu, bazı resmi dosyalara da dayanarak, tarikatlaşmayı ve Gülen tarikatının polis teşkilatını eline geçirişini ikna edici bir şekilde açıklıyordu; şimdi hükümet yetkilileri ki bu günlere kadar aralarından su sızmıyordu, bunu resmi olarak açıklamış ve bu tarikatın ele geçirdiği teşkilatı dağıtmakta, elemanlarını mahkemelerde süründürmektedir; ancak, tarikatçılık ve bu arada Gülen tarikatını destekleme ve yayma, İslamizasyon politikasının içindedir; demek ki, büyük resim bu ise, hükümet ile Gülen tarikatının barışmaları an meselesidir; çünkü Gülen tarikatı da bir devlet projesidir!

Öyleyse eninde sonunda sulh yapılıp başa dönüleceğini düşünebiliriz!

Bu arada, aynı zaman aralığında aydınların üniversitelerden uzaklaştırılması, sıkıyönetim komutanlıklarının görev alanı içinde idi. Eylül darbesinden önce başlayan üniversitelerde solcu ve Kemalistlere uygulanan baraj, Eylülizm ile hızlandırılarak, solcu ve Kemalistler üniversitelerden uzaklaştırılırken, tarikatçılar dolduruluyordu. Bu günkü üniversite düzenindeki biat ve çürümüşlüğün en önemli nedeni budur. Üniversitelerdeki tasfiyeler ve izleyen İslamizasyon, bir cahilleştirme operasyonu idi ve böylece İslamın altın çağı hızla yerleştiriliyordu; artık yerleşmiştir!


Burada diyalektiği devreye sokarsak, “İslamın altın çağı”nın, ezilen ve sömürülen sınıflar için, orta çağ olduğunu görebiliriz!

Demek ki “İslam’ın altın çağı” büyük büyük zenginlerin altınlarının artmasını içermektedir; demek ki bir yerde altın değerinde kazanımlar vardır ve öyleyse kayıplar da olmalıdır ki kayıpların ezilen ve sömürülen sınıflara düştüğünü biliyoruz!

Öyleyse İslamizasyonu, 12 Eylül rejiminin ekonomi politiği içinde saymak yerindedir!

Boğuşlu boşuna “en ucuz disiplin” den söz etmemektedir! Hepsi apaçık gözlerimizin ve aklımızın bakış açısının sınırlarında cereyan etmekte ve öncesinde habercileri var ama hem gözler ve hem de akıllar kördür ve egemen sınıfın egemen düşüncelerine tutukludur; bu yüzden bir paradoks mislidir ki açıklıkla cereyan edenleri görmek ve göstermek için bilimsel bakışa ihtiyaç olmaktadır!

Bu açıklıkları gösterenler var ve bunlardan biri, sola kapalı olsa da, Türk İslam Sentezi ideolojisinin ve kadrolarının devleti nasıl ele geçirdiklerini, bunun nasıl bir devlet politikası olduğunu gösteren Fransız araştırıcı Dr. Etienne Copeaux’tur. Bu, aynı zamanda solu yenmek için kendisini yok eden veya düzenini dinci akımlara bırakan Kemalistlerin hikâyesinin anlatımı olmuştur.

Bu kayda değer bilgileri veren Copeaux, hem Aydınlar Ocağı’nın ve hem de “Türk İslam Sentezi” kampanyasının, solun ve sosyalist düşüncenin çok güçlenmiş olmasına bir tepki olduğu görüşünü de eklemektedir. Hümanizm, Marxizmin ilerleme teoremi misli, Kemalizm ile sosyalizmin ortak paydasıdır ve Türk gericiliği, sosyalist ideolojinin yayılması ile birlikte, hümanizme karşı bir savaş açmıştır.

Copeaux’a göre Aydınlar Ocağı işte budur ve Eylülist cunta ile desteklenmiş ve iktidara gelmiştir.


Demek ki bir tekrar ile hatırlamak gerek; dine dönüş, sol’un yükselişine karşı bulunan en önemli tertiptir.

Bu noktada, 1950 ya da 1956 yılında İstanbul'da kurulan Komünizmle Mücadele Derneğini hatırlamak yerinde olur; amacı kısaca şuydu: “Milli bünyemizi meydana getiren ve kuvvetlendiren, millet olarak yaşamamızı sağlayan unsurları takviye ederek komünizmle fikir yoluyla mücadele etmek ve bu gayeye ulaşabilmek için tarihe, vatana ve Allah'a bağlılığı kökleştirmek”

Aynı yıl dernekle aynı ismi taşıyan bir de dergi yayın hayatına başladı; Komünizme Karşı Mücadele Dergisi...

Dergi’de, Bediüzzaman Said-i Nursi'den el almış bir nur talebesi olan Avukat Bekir Berk’ten, şu ünlü şarkıcı Tarkan’ın dedesi Fethi Tevetoğlu' na, İsmail Hakkı Danişmend' den, İslamcı sosyalist olarak bilinen Nurettin Topçu'ya kadar birçok ünlü isim yazıyordu.

1969 yılındaki tarihe Kanlı Pazar olarak geçen ve solcu gençlerin düzenlediği “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” nün kana bulanmasında başrol İlhan Darendelioğlu yönetimindeki, Komünizmle Mücadele Derneğine aitti!

Dernek; Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi AKP kurmaylarının içerisinden çıktığı "Milli Görüş" hareketinin kuruluşunda da etkili olmuştur.

Şimdi Hükümet tarafından “paralel yapı” olarak ilan edilen tarikatın lideri Fettullah Gülen 1965 sonrasında bu derneğin Erzurum şubesi kurucuları arasında bulundu. Saadet Partisinin eski başkanı Recai Kutan Diyarbakır şube başkanıydı. Derneğin ziyaretçileri arasındaki bir başka ilginç isim ise Abdullah Öcalan'dı. Uğur Mumcu'nun bulduğu bu bilgiyi gazeteci Avni Özgürel derinleştirdi. Özgürel, 1993'te Bekaa'ya yaptığı ziyarette yaşananları şöyle anlatıyor:

“Basın toplantısından sonra Öcalan'la dergi için özel söyleşi de yaptım. O özel görüşme sırasında kendisine sordum. 'Ankara'da İzmir caddesinde Fikir Ajansı diye bir yer vardı. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama birden bir şey çağrıştırdı. Bende 'seni orda gördüm' gibi bir his uyandı, dedim. Bana 'yoo, doğru hatırlıyorsun. Ama ben bunları bir müddet sonra açıklayacağım' dedi.”

Milli Türk Talebe Birliği ve İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Derneği'nin türevleri olarak hayat buldular. Oradan yetişen bir kuşak bugün Türk Siyasal yaşamına yön veriyor.

Bülent ARINÇ, Abdullah GÜL, R.T.ERDOĞAN, Abdulkadir AKSU, Hüseyin ÇELİK, Ticaret Bakanı Sayın Ali COŞKUN gibi birçok isim, Millî Türk Talebe Birliğine üye olmuş,Türk siyasetinde öne çıkan isimlerdir.

Türk Milliyetçiliği ülküsüyle kurulan bir dernek zamanla Amerikan çıkarlarına hizmet eden bir kuruluşa dönüştü. Hem MİT hem CIA bu dernekte çok etkin oldu. Yetiştirdiği kadrolar ise devlet idaresine uzun yıllar yön verdiler.

Yakın zamana kadar “Darbelere dur de!” miting ve yürüyüşlerinde, 12 Eylül rejiminin devşirmeleri sahte sol gömlekli azap zebanileri ile birlikte kol kola bu derneklerin ardıllarını görmek şaşırtıcı olmamıştır!

Derneğin tarihine ve İslamcı kadroların bu derneklerdeki konumuna bakıldığında görülmektedir ki Türkiye’deki İslamcı hareketlerin gelişimi emperyalizmden bağımsız değildir. Tam tersine Türkiye’deki İslamcı hareketler yukarıdan aşağıya direkt olarak devlet eliyle örgütlenmiştir.

Bugün devletin üst kademelerinde boy gösteren İslamcı kadrolar, yeni 12 Eylül faşizminin inşası sürecinde sola karşı yürütülen kontrgerilla operasyonlarının başında yer almış ve toplumsal muhalefete karşı yapılan kanlı saldırıların yürütücülüğünü üstlenmişlerdir.

Bunları hatırlamadan, bu gün Türkiye’de 12 Eylül faşist diktatörlüğü ile birlikte hızlandırılan ve Eylülist rejimle bugünlere getirilen dine dönüş operasyonunun, İslamizasyon’un kodları çözülmüş olmaz; sol’un yükselişine karşı bulunan en önemli tertibin bu olduğunun bilincine varılamaz!

Bu bilince varılamazsa, İslâmi hareketlere, naif bir “halk hareketi” olarak bakma aymazlığından kurtulunamaz; dine dönüş operasyonunun, İslamizasyonun, ABD emperyalizminden bağımsız olmadığı, bu operasyonun, kapitalist enternasyonalin bütün dünyada yapmak zorunda kaldığı bir karşı devrim örgütlenmesinin en somut biçimi olduğu idrak edilemez! Dolayısıyla bu operasyonun gizli muhipleri olan sahte sol gömlekli yeni mürtecilerin sahtekârlıkları kavranamaz!


Bugün, dine dönüş operasyonunun da bu kanaldan kotarıldığı artık daha açıklıkla görülebilmektedir; TSK’nin üst kademeleri, bu büyük dönüşü, “Kemalizm” edebiyatını yüksek tutarak gizlemeyi başardılar; öyleyse bir açıklığa ulaşmış durumda olmalıyız ki birinci iç savaştan Tanzimat çıkmıştır ve ikincisinden ise cumhuriyetin çıktığını tespit edebiliyoruz; üçüncüsünde ise yani şimdilerde eşiğinde eşelenilen ikinci cumhuriyet olarak adlandırılan, ortaçağa döndüğümüz apaçık görülmektedir!

Ancak yerleştirmekte sıkıntı yaşanmaktadır ve yerleştirmek için kararlı olduklarını görebiliyoruz, bir mahkûmiyettir ve başka çareleri yoktur ama çareleri gene de çaresizlikten öte değildir!
Demek ki 12 Eylül darbesi ve sonrasında hüküm süren 12 Eylül rejimi, koyu bir dinsellik ile orta çağa dönüş hedeflerinin tam ortasındadır ve bu faşist darbenin, bu iki hedefi en tam ifadesiyle gerçekleştirmek üzere gerçekleştirildiği apaçık anlaşılmaktadır; hâlâ anlamak istemeyenleri ayırıyorum, çünkü buna mahkûmdurlar; yani egemen sınıfın egemen düşüncelerini taşımaya ve yaymaya mahkûmdurlar; bu nedenle anlamalarını beklemiyorum!

Tasfiyeler ve katliamlar, örnek olsun, Maraş ve Sivas katliamlar'ı, laisizmin, rasyonalizmin ve Kemalizmin kökünü kazıyarak sosyalizmi tarihe gömmek hedefini yakınlaştırmak ve garantilemek için gerekliydi; bellek kazıma ancak, öldürmek ve korkutmakla mümkündür ve Huizinga bu duruma “yitik akıl “ diyordu; öldürmekle birlikte, işsizlik ve korkutmak, bellek kazımak için, en kestirme yol olmaktadır; böylece ve sürekli olarak daha az akıllı yapmak kolaylaşmaktadır.

Ancak Orta çağda, ne kadar daha az akıllı yapmaya çalışılsa da, aydın hep vardı ve bu, aydınları her yerde bulmak mümkündür anlamındadır; ortaçağda var iseler, her yerde vardırlar demek istiyorum ve demek ki aydınlar tükenmiyorlar!

Artık buradayız ve aydının uzun zamandır yaşadığı sancılı döneminden çıkışının eşiğindeyiz!

Bir kez daha vurguluyorum ki, isteyen buradan devam edecek, isteyen buraya hücum edecektir ki bu, antagonist çıkarlar açısından kaçınılmazdır!

Fikret Uzun

14-Eylül 2014

Hiç yorum yok: