15 Eylül 2014 Pazartesi

DEVRİMCİ OLMAK MI ZOR DEVRİMCİ RENKLERİ BUDAMAK MI KOLAY



DEVRİMCİ OLMAK MI ZOR DEVRİMCİ RENKLERİ BUDAMAK MI KOLAY

Kürt ulusal hareketi, çıkışında halkçı ve popülist olmayan bir konumda olduğunu, ezilen Kürt halkının değerlerinden bir bölümünü yitirmiş olduğu saptaması ile göstermiştir. Bu saptamasına bağlı kalarak, Kürt halkının yitirilen değerlerini yerine koyarak Kürt halkına yeni bir biçim ve yükseliş vermiş, Kürt halkını yeni bir teori ve inanç ile donatmış, kısaca Kürt halkını değiştirerek devrimcileştirmiş böylece Kürt halkına popülizmle değil, “halkçı” politikalarla yaklaşmayı ilke edindiğini göstermişti!

Halka yeni bir biçim ve yükseliş vermek, halkı yeni bir teori, inanç ve kavramlar demetiyle donatmak demektir; bu, devrimcileştirmeyi anlatıyor; dolayısıyla devrimcinin işi, halkı değiştirmek ve değiştirirken zenginleştirmektir.

Demek ki, popülizm ile devrimcilik, aynı elmanın iki yarısı değildir; tam tersine biri elma ise diğeri çürük ya da çürüten elmadır!

Popülizm, halkın mutlak saf olduğunu kabul ediyor, değiştirmeyi ve zenginleştirmeyi hedeflemiyor; yani halkı olduğu gibi kabul ediyor ve dolayısıyla halkın kuyrukçuluğunu üstleniyor!

Öyleyse popülizm, devrim yürüyüşünün önündeki en önemli tuzaklardan birisidir. Bunun karşıtı ise, halkların bozulabileceğini kabul etmektir. Halkların, sadece gerçek olduklarını, hem hain, hem kahraman olduklarını kabul etmektir! Halkçılık politikalar, bu gerçekliğin üzerinden şekilleniyor; ancak bu gerçeklik kabul edilirse, halkları değiştirmek ve değiştirirken zenginleştirmek mümkün olabiliyor!

Bu güne kadar yaşanan tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu biliyoruz; diğer yandan, her devrimci mücadelenin, devrimci işçi sınıfının zaferi kazanacağı ana kadar, zorunlu olarak, başarısızlığa uğramak zorunda olduğunu da biliyoruz; öyleyse halklar yenilebilir, yeniliyorlar, her halkın tarihinde yenilgiler var; ancak hiçbir zaman yok edilemiyorlar.

“Yenilmez oldukları” söylenen “örgütlü halkların” da yenilenleri olmuştur, oluyor!

Uyanmış ve örgütlenmiş bir halkın örgütü yetkin ve yaygın değilse yenilgi kaçınılmaz oluyor; Kürt halkı, hep örgütlenerek, bir kurtuluş yolu tutturdu ama örgütlülüğünü yetkinleştirse bile, bunu Türk halkı ile buluşturamadı, ya da Türk halkı, kurtuluşu belki kendi tarafına yonttu, bu buluşmaya yakınlaşmadı, dolayısıyla Kürt halkı, son tahlilde örgütlülüğünün yetkinleşmesini tamamlayamadı ve yayamadı, örgütü zayıf kaldı yenildi ve ardından hep bir kırım geldi, ezildi.

Yenilgiden sonra halk örgütünden kopuyor, örgüt de halkından; yenilgi sonrası halk ve örgüt yerin altına geçiyor, daha ileride yeniden doğmak için kendilerini biriktirmek üzere köklerine çekiliyor; örgüt kendisini biriktirirken Kendisinden kopuk halkı ile buluşuyor; yükselmeye ve yükseltmeye başlıyor; yükseliş, halkın örgütü ile buluşması ve örgütün halkı ile kucaklaşması sürecidir. Örgüt halkına vazgeçilmez, tarihsel çıkarlarının yönünü gösteriyor ve halk, hem örgütüne, hem tarihine ve hem de vazgeçilmez çıkarlarına sahip çıkarak, bağlanıyor.

İşte yükseliş budur ve bu eksendeki devrimci inat, yenilmezliğin anahtarı oluyor!

Rusya’da, 1905 Şubat devrimine girerken ve devrim sürecinde de, uyanmış, zembereğine sığmayan bir halk ama yetkin olmayan liderler, dolayısıyla yetkin olmayan ve zayıf kalan bir örgüt söz konusuydu; yenilgi kaçınılmaz oldu; Rusya’nın emekçi kitleleri örgütünden koptu ya da örgütlere dağılarak örgütsüz kaldı, örgüt daha da zayıflayarak halktan koptu ve uzun süren bir karanlığın altında yer altına girerek kendisini biriktirdi. Uzun bir tazelenme ve meyvelenme dönemi yaşadı.

Sonunda yeni bir Şubat ve yeni bir burjuva kalkışması, yerin altında ama uyanık olarak biriken ve meyvelenen halkları ayağa kaldırdı ve yetkinleşen örgütleri ile kucaklaştırdı; doğru klavuz ve devrimci inat Rusya’nın işçi sınıfının ve ezilen halklarının elinde yenilmezliğin anahtarı oldu ve zafere koştular, koşuyu tamamladılar, iktidarı ellerine alarak, geleceği yeniden kurdular.

Ancak hep böyle olmadı!

Halklar hep güven ihtiyacı duyuyor. Devlete ya da şeyhine, ağasına, beyine güvenmek ihtiyacı ile büyüyor ve güveniyor ya da örgütüne bağlanıyor. Güvenemeyen halklar, korkunun derinliklerinde görünmez oluyorlar.

Kürt halkı hep şeyhine, ağasına, beyine ve hatta kendisini ezen devletine güvendi; dahası şeyhlerinin, beylerinin güvendiği, devletine düşman devletlere güvendi; ama yenilgiden kurtulamadı, ezilmesinin, sömürülmesinin önüne geçemedi!

Sonunda şeyhine, beyine ve devletine güvenmekten vazgeçti ama kime neye güveneceğini bilemedi, hiç bilmesin, hiç güvenmesin diye hep katliamlar yedi, hep ezildi, hep korkunun derinliklerinde yaşadı!

Sonra birden, Türkiye’nin emekçi halklarının ve devrimci örgütlerinin, aralarına kan ve korku ile bir güvensizlik duvarı dikilerek, topyekün korkunun derinliklerine gömüldüğü bir zamanda, Türkiye devrimci ve işçi sınıfı hareketinin, emekçi halklarının bastırıldığı, bütün kalelerinin zapt edildiği bir zamanda, korkunun derinliklerine gömülmüş, köklerine sarılarak kendisini biriktirip, gömüldüğü yerden fışkıran ve örgütü ile buluşan Kürt halkı, şeyhine, beyine ve devletine güvenmekten vazgeçip, yiğit ve inatçı ve de kendisinden daha inatçı olan rehberine güvenmekten asla vazgeçmeyerek, emperyalizmin tarihinin en gözü doymaz canavarı olan Amerikan emperyalizmine direnerek, bütün acılarına göğüs gererek dur diyen ve topraklarından kovan Vietnam halkının ve örgütünün ve Türkiye devrimci hareketinin deneyimlerini rehber edinerek yükselişe geçiyor!

Kürt halkının yükselişi, belki en son noktasına ulaşıyor ama Türkiye’nin devrimci yükselişi ile kucaklaşamıyor ve ya da Türkiye’nin devrimci yükselişi onunla kucaklaşamıyor; Türkiye solunu tahmininden de çabuk ve kolay ezen, Kürtlere yaklaşımında sınıf kinine görülmemiş bir ırkçı kin de ekleyen 12 Eylül faşizminin en sert saldırısı ile karşı karşıya kalıyor.

Hepimiz biliyoruz, Kürtlük, en çok Türkiye’de, Kemalist Türkiye’de ezilmiştir; Kürtler Irak’ta Arap sayılmadılar, dolayısıyla renklerine saldırılmadı; İran’da Kürtlüğün renkleri zaman zaman kabul edildi, zaman zaman reddedildi; Kemalist Türkiye’de ise Kürtler dağ Kürtleri olarak aşağılandılar ve Kürtlükleri kabul edilmedi!

Kemalizm, Irak’ta krallık ve Baas ve İran’da Şah ve Humeyni rejimlerine göre Türkler için daha ileriydi; Kürt aydınların çoğunluğu ve Kürt yönetenlerin önemli bir bölümü, Kemalizmin içine girmekte zorlanmadılar.

1992 yılına gelindiğinde, Kürtler, güven duyarak, korkuyu yenerek, umudu yüksek tutarak örgütü ile bütünleşme sürecine giriyor; ABD emperyalizminden Türkiye ve Kürt coğrafyası ekseninde yoğunlaştırılan baskılar önemli bir sonuç doğurmadan geride kalıyor; HEP, bölgede tüm emekçileri bir çatının altına toplamak için kongresine hazırlanıyor; Türkiye sosyalist hareketinden nitelik açısından önemli kesimler, HEP içinde açık mücadeleyi sürdürme kararı alıyorlar; yükselen Kürt mücadelesi, tekelci polis devletinin yönetenlerine, eski sömürgecilik programını emperyalist bir strateji ile sürdürme hevesinde olanlara, nafile çaba içinde olduklarını gösterebiliyor; Kürt devrimciliğinin, aynı zamanda Türk devrimciliği olduğu görülüyor; tam bu zamanda, Türkiye kapitalizminin yöneten ideolojisi olan Kemalizm, kendini yenileyemeyerek, ortadan kalkma ihtimali ile karşı karşıya geliyor.
Bu tarihlerde Öcalan, çok doğru söylüyordu, bu tarihlerde 12 Eylül, Kemalizmin en yüksek noktasıydı; ancak burada duramıyor ve yuvarlanıyor. İkinci cumhuriyet polemikleri işte bu zamanda ortaya çıkıyor; Türk yöneticileri, emperyalist senaryolar geliştirirken, İdris-i Bitlisi’yi hatırlıyor; Kürt gericiliğinin kendisinin yönetimini seçebileceğini düşünmeye başlıyor.

Barzani ve Talabani’nin Ankara’ya verdiği mesajlar da bu yöndedir.
16,yüzyılda Kürt aydını İdris-i Bitlisi, Osmanlı yayılmacılığının önderlerinden birinci Selim’in kurnaz elçisi rolünü kabul ederek, Kürt prensliklerini bir üst Osmanlı egemenliği altında toplanmaya ikna edebilmişti; Kürt feodal lordları, Osmanlı-Türk üst yönetimini kabul etmişlerdi.

İşte Kemalizmin bu en yüksek noktasında, “Türk” tonu azaltılarak, “İslam” vurgusu yükseltilerek, Osmanlı vurgusu öne çıkartılıyor; tam bu sırada ezilmiş ve devşirilmiş eski Türk aydınları,”sivil toplum” projesiyle ortaya çıkıyor; buna ezilmiş ve devşirilmiş Kürt aydınları da katılıyor, hepsi tekelci pax’ı cilalamak üzere yayılıyor!

Böylece, Türkiye’nin yönetenlerinin yönetemediği bir zamanda, Kürtlerin kendilerini yönetme dönemi hızla yaklaşıyor; Türkiye’nin yönetilenleri ise, henüz bu yönetemeyen yönetime razı olmadıklarının işaretlerini vermiyorlar; ancak, kendisini yönetecek bir Kürdistan’ın geri ve kirli bir çevreye razı olmayacağı; aynı şekilde, kendisini yenilemiş bir Türkiye’nin aşiret düzeni içinde, bağımlı bir Kürdistan’a razı olması da mümkün görünmüyor.

Öyleyse tarihin mantığı, yeni ve yenilenmiş cumhuriyetler birliğine işaret ediyor olmalıdır; Doğu Cumhuriyetleri Birliği ya da Ortadoğu Cumhuriyetleri Birliği projeleri bu zamanda ortaya atılıyor.

Kürt ulusal kurtuluş hareketi, Kürt devrimini temsil etse de, beslenmesinde Türkiye devrimci hareketinin payı büyüktür; Kürt hareketinin devrimci yönde açılmasını önceleyenlerden birisi TİP oluyor; TİP’in “ulusal sorun” ile ilgili açılımları ve pratiği önemlidir; Kürt vardır diyerek “bölücülük” yaptığı için kapatıldığını ve yöneticilerinin zindanlara atıldığını biliyoruz; bununla birlikte, TİP’ten ayrılan gençlerin hareketi olan THKP, Mahir Çayan ve arkadaşları var; bir Denizler ve arkadaşları ve THKO var; ser verip sır vermemekle ünlü bir Kaypakkaya hareketi var; yanında bir de Kıvılcımlı hareketi var; Kürt hareketinin kadrolarının, bunlardan renk aldıkları unutulmamalıdır.

Ancak, unutulduğunu ve başka açılım ve pratiklere yönelindiğini görebiliyoruz!

Devlet bir canavardır ama başlangıçta bütün ulusal-demokratik hareketlerin devlet olma amaçları vardır ve sevimlidir; devlet olmak, devleti ortadan kaldırmayı amaçlamadığı ölçüde, böyle bir perspektiften uzak olduğu müddetçe, sevimsizdir; canavarlığı buradan geliyor ve kan emerek büyüyor.

Devlet, eninde sonunda kan emerek büyüyen bir canavardır; Türkiye cumhuriyeti de kan emerek büyümüştür; 12 Eylül rejimi, bu yolda bir aşamadır; Türkiye solunu, beklediğinden daha kolay ezmiş; Kürtler’e yaklaşımında sınıf kinine görülmemiş düzeyde bir ırkçı kin eklemiş; böylece kendisine güvenmeyi öğrenmiş ve gücünün sınırına vardığını düşünmeye başlamıştı; ancak köklerini ve deneyimlerini Türkiye devrimci hareketinden alan Kürt devrimciliği, 12 Eylül rejiminin bu kendini beğenmişliğine dur demiştir ve ona çaresizliğin tadını tattırmıştır!

Kürtler yükselmeye ve istediklerini almaya doğru yol almaya başlamış olabilirler, ancak bir de şu var; Kürtler, haini bol bir millettir; Kürtlerin yükselmesi ve almak istediklerine yakınlaşmaları, Kürt liderlerinin çürümüş, kokuşmuş, her tarafından pislik akan 12 Eylül faşist rejimini cennet olarak görmeye başlamaları, Özal ile iş tutmaya başlamaları eş zamanlıdır; Kürt zenginlerinin, 12 Eylül rejiminin zenginler yönetimi ile iş tutmak istediklerini ve hızla iş tuttuklarını biliyoruz!

1992 Ağustosunda, Almanya’da bir stadyumda toplanan “Uluslar arası Kürdistan festivali” nde okunan bir mesajda şöyle haykırılıyordu; “Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele meşrudur” ve bütün stadyum alkışlarla yıkılıyordu; mesaj İsmail Beşikçi’den gelmişti. Şimdi Kürtlerin bir kısmı Beşikçi’yi pek sevmemektedirler!

İşte ikinci cumhuriyet tartışmaları böyle bir zamanda öne çıkmıştı ve tartışmaya katılanlardan biri de Öcalan idi!

Öcalan, "Cumhuriyetten İkinci Cumhuriyete" başlıklı çözümlemesinde, Osmanlı çözülürken Kürt coğrafyasında durum şudur: "Hain ağa, bey ve şeyh takımı önderliğinde, talan için, Osmanlı’ya alet olarak Ermeni katliamı gerçekleştiren Kürtler, Osmanlı’nın çöktüğü dönemde beklenti içinde ve önderlikten yoksundur." diyerek, Kürtlüğün her yanına sahip çıkmadığını gösteriyor.

Öcalan, aydınların ve üst tabakanın durumunu da özetleyerek şöyle diyor;" Ancak, bu 'aydınlar', bir Kürdistan'ı hayal etme gücünden bile yoksundur. Kürt ağa, bey ve şeyhinin tek kaygısı Ermeni tehdididir ve görece özerk yapılarını kaybetmektir."

Böylece uzlaşmacı bir üst tabaka resmi çiziyor.

Apo, Kemalizmi de resmediyor;" Kemalizmin tek hedefi vardır. Oda devleti kurtarmaktır. Bu amaca yönelik bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda İttihat ve Terakki'nin devamıdır."ve hükümeti ele alarak," İktidarını sağlamlaştırdığı oranda, işçi sınıfı ve köylülük üzerindeki baskı ve sömürü politikası" sürdürdüğüne işaret ediyor; buna karşı Kürtler'in ne yaptığını ise, "Kürt hâkim sınıfları da Türk burjuvazisinin bu uygulamalarına karşı, siyasal ve ulusal bir amaç için değil, sadece kendi ekonomik çıkarlarını, dar aile ve aşiret çıkarlarını korumak için direnecektir." diyerek özetliyor.

Ve Kemalist dönemdeki Kürt başkaldırılarını,"Kürdistan'daki ilkel ayaklanmalar" olarak niteliyor.

Devamı şöyledir; "12 Eylül faşizmi, Kemalizmin olgunlaşmış halidir. Olabileceği son noktadır."

Çok doğru olduğu artık daha net görülüyor, Kürtlerin yükseldiği bir zamanda,Kemalist cumhuriyet düşüşe geçiyor.

"Kürt olayını ve bununla bağlantılı, sosyalizm olayını ele aldığımda, 'bunların benimle hem dirilmesi, hem yenilmemesi, hem de büyümesi gerekir' dedim. Bu konuda inadım çok büyük, Kürt benimle büyüyecektir "diyen Öcalan, şöyle devam ediyor:

" Benim Kürtlüğüm, Bedirhanlara, Barzanilere hiç benzemez, arada çok büyük farklar var. Aslında ben Kürtlüğün bittiği noktada ortaya çıktım. Bence benim aile koşullarımda Kürtlük artık bitiş noktasındadır. Ben bu bitişi görüyorum ve o noktadan, yani halk olarak biten Kürdün o noktasından bir çıkış yapıyorum. Tabii bu çok açık bir gerçektir. Çünkü ben Kürmanc kesiminden sayılırım ve Kürmancım da. Hollandalı yazar Martin Bruinessen'in de iyi ve doğru tespit ettiği gibi, şöyle bir tanımı vardır: Kürmanc, aşiret bağlarının çözüldüğü, aynı zamanda güçten, kuvvetten düşmüş Kürt oluyor.

Sanıyorum buna, aşiret ve serflik ilişkilerinden biraz kopmuş aile çevresinde de olsa, bir emek sürecine girmiş, yoksul köylü de diyebiliriz. İşte benim Kürtlüğüm böyle bir tanıma dayanıyor."

Ve Öcalan şunu da ekliyor, "kısacası benimki, bu kesimin Kürtlüğüydü, Barzani, Talabani ya da Bedirhan Kürtçülüğü değildir.

Benimki aşiret bağlarından kopmuş Kürtlerin Kürtlüğü oluyor."

Bunları söyledikten sonra Öcalan, sosyal analizi biraz daha genişletmek gerektiğine işaret ederek, "Osmanlıdan kalma Kürt bürokratların Kürtlüğü ile de baştan çelişkili olduğunu" ve “kendisinin Kürtlük kategorisinin çok iyi tespit edilmesi gerektiğini " vurgulayarak, “aşiret bağlarından kopmuş Kürtlerin Kürtlüğünü örgütlediğini ve bu Kürtlüğü öncü kıldığını” belirtiyor.

Sosyal analizine devam eden Öcalan, şöyle sürdürüyor," Bizimki, yeni bir kategoridir. Bu kategori, ağa, şeyh, devlet kategorisinden ayrıdır. Ben bu kesimi ( aşiret bağlarından kopmuş Kütler)buldum. Bu kesim benim kişiliğimde iyi bir çıkışı buldu. Bir buluşmadır. Önemli olan şudur: Kırmanc, gerçekten en zayıf, en çözülmüş Kürt kesimidir.

Ağadan, aşiretten, devletten çözülmüştür. Oldukça dipte ve zorlanan bir kesimdir. Bizim köy ve aile ise, bunun daha da çözülmüş, böylece daha da bitişe doğru gitmiş bir biçimi oluyor. Bizim genel aşiret topluluğumuza ve çözülmüş aşiret kısmımıza "Berazi" derler.

Beraziler, Suruç, Bozova yörelerinde yaşarlar. Ve şimdi aşiret niteliğini tamamen yitiriyorlar. Biz bunların daha da uç noktalarındanız, daha da bitmiş durumdayız. Hatta kabile de dağılmış ve babam tek kalmış! İşte burada Kürtlük çözülüşü bitiyor ve Kürtlüğün çözülüşünün bittiği noktada ben bütün o güçsüzlüğü, çaresizliğiyle kendimi diriltmeye çalışıyorum. Şimdi bunun için, sık sık arkadaşlara, 'siz güç nedir, güçsüzlük nedir bilemiyorsunuz' diyorum. Bunu söylemem anlaşılır bir husus, çünkü hepsinin yetişme koşulları rahat, çelişkisiz büyütülmüşler ve kendilerini rahat hissetmişler. Benimkisi ise, bunun tam tersi bir durum arz ediyor."

Milliyetçiliğe de değinen Öcalan, başka bir ifadesinde şöyle diyor:

" Ben milliyetçi değilim, bu çok açıktır. Eğer Kürt halkının mücadelesine bu kadar tutkuyla yaklaşıyorsam, dünyada en ezilen halk olduğu içindir. En ezilenin mücadelesine de tutkuyla bağlıyız. Kürt olduğu için değil, en çok ezildiği için... Kürt ulusal kurtuluşçusuyum. Açıkça söyleyeyim, ben hayatımı milliyetçilik için ortaya koyacak adam değilim. Ben bu yaşamı, bunun için vermem. "

Yönetememe durumları zirveye çıkan Türkiye’nin yönetenleriyle konumları ciddi olarak sarsılan Talabani-Barzani Kürtleri bu zamanda birbirlerine ve Türkiye’nin yönetimine kenetlenmeye başlıyorlar; “Apo silahı ve Marxizm-Leninizmi bıraksın anlaşalım” mesajları bu zamanda ortada dolaşıyor; Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibi aydınlar, yayılmacı bir Türklük ile Kemalizmi bağdaştırmanın kalemşorları rolünü bu zamanda üstleniyorlar! Şimdi pek bir Kemalizm düşmanı ve “Kürtsever”dirler!

Türkiye’de ise bu zamanda, örgüt şovenizmi yanında, kısırlık, Türkiye devrimini, örgütünü bulamama sorunu ile karşı karşıya bırakıyor.
Kürt cephesinde ve Türkiye’nin yönetenleri cephesinde “özerklik mi -federasyon mu?” tartışmaları, bu zamandadır ve HEP yöneticileri, Türk yönetenlerinden bu konuda açıklık beklediklerini dillendiriyorlar; ikinci cumhuriyet tartışmaları ile eşzamanlıdır!

İslam’ın iktidara tırmanışı da ve devlet eliyle bu zamandadır, sol ise bu zamanda ve hala, islamın iktidara tırmanışını ciddiye almamakla meşguldür!

Bundan sonrası, başka bir tarihtir ve hepimizi, Öcalan dâhil, bu günlere taşıyor!

Artık buradayız ve İslamın neredeyse iktidarda olduğu Türkiye ve buna boylu boyunca olmasa da, önemli oranda biat etmiş Türkiye’nin Kürt coğrafyası ve dahi Kürtlerin diğer parçaları elbette örgütleri, başka bir tarihi ve talihi yaşıyor!

Tarih hızlanmış ve talih, Kürt halkı için de Türkiye’nin işçi ve emekçi kitleleri için de dönmüştür; ancak başta ABD emperyalizmi ve AB emperyalizmi ve ulusal ve uluslar arası tekeller, 12 Eylül rejimi, bu tarihi de, talihi de Tanzimat öncesi bir Osmanik-İslamik faşist diktatörlük ile ve elbette ABD emperyalizminin kırk yıldır güttüğü “Büyük Kürdistan” politikasıyla boğmak istiyorlar.

Devrimci sosyalistler açısından bu, kaçınılmaz bir sonuçtur, bunda şaşırtıcı bir yan yoktur !

Ancak, çıkışında halkçı olduğunu ve popülist olmayan bir konumda olduğunu, ezilen Kürt halkının değerlerinden bir bölümünü yitirmiş olduğu saptaması ile göstermiş olan; bu saptamasına bağlı kalıp, Kürt halkının yitirilen değerlerini yerine koyarak, Kürt halkına yeni bir biçim ve yükseliş vermiş, Kürt halkını yeni bir teori ve inanç ile donatmış, kısaca Kürt halkını değiştirerek devrimcileştirmiş, böylece Kürt halkına popülizmle değil, “halkçı” politikalarla yaklaşmayı ilke edindiğini göstermiş olan Kürt ulusal hareketi, “KÖH” olmakta karar kılıp, devrimci renklerinin budanmasına izin verip, itaatkâr bir renk üstlenmeyi kabul edip, ABD emperyalizminin ve 12 Eylül rejiminin dinci-gerici faşist diktatörlüğünün, Kürt halkının ve Türkiye’nin işçi sınıfı ve emekçi halklarının hızlanan tarihinin ve dönen talihinin boğulmasına yönelik politikalarının içine girmesi ve üstelik bu politikalara ilham vermeye çalışması, sadece devrimci sosyalistler açısından değil, akıl taşıyan herkes açısından şaşırtıcıdır ve uzun zamandır ve hatta şimdi bile pek çokları, ne Öcalan’a, ne de “KÖH”e, içinde bulundukları bu noktayı kondurabilmektedirler!

Konduranlar ve kondurduklarını ikircimsiz ortaya koyanlar ise, bu noktada olmaktan vazgeçmeyeceklerinin işaretlerini veren “KÖH”ün tilmizlerince türlü-çeşit yaftalar fırlatılarak püskürtülmek, itibarsızlaştırılmak istenmektedir!

Hala buradayız ve atı alan Üsküdar’ın eşiğine kadar gelmiş, belki bir ayağı Üsküdar’da, eşiği eşeleyerek, öteki ayağını da Üsküdar’a sokmaya çalışmaktadır!

“KÖH” değilse bile, “KÖH” ün politikalarına fetiş bir biçimde yaklaşanlar, atı alıp Üsküdar’a geçenlerin, geçtikten sonra izleyecekleri politikalar karşısında, emin olunmalı ki, son derece acıklı güldürülere konu olan, hayal kırıklıkları yaşayacaklardır ancak atı alan artık Üsküdar’ı geçmiştir ve geride bıraktıkları hayal kırıklıkları ile gurur duyarak, fütursuzluklarını son derece artıracaklardır!

Tarih, böyle fütursuzluklar ve hayal kırıklıkları yanında, acı, kan ve gözyaşları içinde, tarihini de, talihini dönüştürmek için umudunu yitirmeden küllerinden yeniden doğup, büyüyen ve bir sonraki yenilgiye kadar yükselişe geçen ve elbette nihai zafere kadar yenilgiye mahkûm olan ama tümüyle bitirilemeyen, yükselişe geçmesi önlenemeyen farklı sınıfların birbirlerine karşı yürüttükleri gerçek sınıf mücadelelerinin alandır!

Öyleyse, bugün olanlar, bir ay tutulması mislidir ve çok çok güneş tutulması kadar mislidir; eninde sonunda ezilen ve sömürülen halklar, nesnel olarak en devrimci sınıf olmaya aday olmasına hak kazandıran bir tarihsel- sınıfsal içerik taşıyan işçi sınıfının ve onun en bilinçli unsurlarının önderliğinde, tarihlerini de, talihlerini de kendi elleriyle değiştirmeye ve dönüştürmeye muktedir olacakları bir tarihsel zamana ulaşacaklardır; ne ki o zamana kadar, geride kan ve gözyaşı yanında, hayal kırıklıkları ve geçici yenilgiler ve elbette bunun üzerinden böbürlenen egemen sınıfların fütursuzlukları kalacaktır!

İşte bütün bunları, geride daha az kan ve gözyaşı kalsın ve elbette yenilgiler artık son bulsun ve dahi egemen sınıfların fütursuzlukları için alan kalmasın diye dillendiriyoruz ve elbette, tarihi ve talihi değiştirmek üzere öne çıkmadan, öne çıkanların önüne dikilen engelleri yıkma kararlılığı ve uyanıklığını göstermeden, ne kadar kaçınılmaz olursa olsun, ezilen ve sömürülen halkların tarihinin de, talihinin de değişmesi, ”değişmesi mümkün olmaz” sayılacak denli, sonsuzluğa yakın bir tarihsel zamana yayılır!

Öyleyse bir kez daha altını çizelim ki, atı alıp Üsküdar’ın eşiğinde, Üsküdar’a geçmek için eşiği eşelemeleri, hem tarihlerinin ve hem de talihlerinin değişmiş olmasının ifadesidir; ancak aynı yerde, çok daha belirleyici bir nesnellikle, Üsküdar’a geçmek için eşiği eşeleyenlerin aynı eşiğe sürükledikleri ezilen ve sömürülen sınıflar yanında, son tahlilde çıkarları bu sınıflarla karşıt olan, ancak bu eşiğin arkasındaki tarihi de, talihi de pek benimsemek istemeyen sınıf ve katmanlar da vardır ve diyalektiktir ki, bir yerde tarih ve talih çare anlamında dönüyorsa, yanında mutlaka çaresizlik anlamındaki tarih ve talihin de dönmüş olduğu bir gerçektir; öyleyse, çaresizlik anlamında dönen talihin yanında, çare anlamında dönen bir talih de mutlaka olacaktır!

Şimdi buradayız ve bu talihi boğmak isteyenler de, aynı yerdedir!

Tek yapılacak olan, bu engellerin gücünü hesap edene kadar, bu engellerin karşısına, hiçbir güç hesabı yapmadan, ezilen ve sömürülen halkların dönen tarihine ve talihine güvenerek,bu halkların gücüyle bütünleşerek dikilmek, ezilen ve sömürülen halkların hızlanan tarihine de, dönen talihine de sahip çıkarak, önündeki engelleri yıkmaktır; yıkmadan, tarihi de,talihi de döndürmek mümkün görünmüyor!

Mümkün görenlerin ise, gerçek tarihten bihaber oldukları aşikârdır ve tarihin akışını, sıradan bir şövalyeler, haydutlar ve hayaletler masalından ibaret olarak gördükleri de açıktır; geçim araçlarının ve yaşamın gerçek üretiminin yerine, koşullar dolayısıyla çoktan tasfiye olup gitmiş dinsel kurguların üretimini koydukları apaçık ortadadır; dolayısıyla egemen sınıfın düşüncelerini, egemen sınıfın kendisinden ayırıp, egemen sınıfın egemenliğine biat ederek, aynı egemen sınıfın çoktan vazgeçtiği bu düşünceleri ile kavga etmeleri kaçınılmaz olmaktadır; Bu da bastıkları yerin neresi olduğunu bütün çıplaklığı ile göstermektedir.

Fikret Uzun

06-Eylül-2014

Hiç yorum yok: