24 Ağustos 2014 Pazar

HALKIN TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİNİN MERKEZ KOMİTESİNE AÇIK MEKTUP



HALKIN TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ'NİN MERKEZ KOMİTESİNE AÇIK MEKTUP

Yerinde bulmuştum, tarihin olağanüstü sıkışıklık yaşadığı bir zamandı, tarih hızlanmıştı ve bu zamanlarda olağanüstü insanların ve olağanüstü kararların cesaretle öne çıkması çok normaldi; bütününüzden kopuşunuzu böyle okumak istemiştim ve pek haklı olduğumu düşünüyordum!

Düşünürken, aklımda hep hatırladığım ve her yerde hatırlattığım 1905 Şubat devrimi vardı! 

Tam bir sıkışma ve hızlanmanın tarihidir; olağanüstü kararların cesaretle öne çıktığı ama gülünç mazeretlerle bu öne çıkışların boğulmaya çalışıldığı bir zamandı ve belki daha da önemlisi, başka coğrafyalar için de son derece önemli ve tetikleyici bir modeli, öncesi ve sonrası içindeki bütünlüğü ile tarih sahnesine çıkarmış zamanlardan biri idi!

Adı, Zubatov’un, gizli polisin inisiyatifiyle Rusya’nın işçilerini, politik ve devrimci mücadeleden alıkoymak için,“polis sosyalizmi” olarak anılan legal işçi örgütleri yaratmaktan ibaret olan eyleminden sonra, otokrasinin işçi hareketini polisin yönetimine geçirmek için kullandığı papaz Gapon’un girişimi ile tarihe geçen Ocak 1905 Kanlı Pazarına kadar, Rusya’da komünistler azınlıkta ve diğerleri çoğunlukta ve de hatta komünistlerin azınlık halleri ile dalga geçmekte idiler; Japonların tattırdığı yenilgi bir yanda, koca koca grevler diğer yanda ama işçiler ve emekçiler, Menşeviklerin ve SD’lerin alkışları eşliğinde Gapon’un peşine takılarak, yarı tanrı gördükleri çarlarına, onunla bin bir bağ ile bağlı fabrikatörleri şikâyet etmek için bir ellerinde arzuhalleri, diğer ellerinde kızıl bayrakları ile kışlık saraya yürüyorlardı!

Bolşevikler, Gapon’un niyetlerini açığa çıkaran birçok bildiri yayınlamışlar ve dilekçe vermek için çarın huzuruna çıkma eylemine karşı konuşmalar yapmışlardı ama bu, kitleleri çarın huzuruna çıkmaktan alıkoyamamıştı!

Böylece Kanlı Pazar gerçekleşmiş ve bundan, bu huzura çıkma eylemini tertipleyenlerin istek ve niyetlerine karşı ilk Rus devriminin başlangıcı doğmuştu; onca zaman komünistlerin sözlerinden çok, Menşevik vb. diğerlerinin sözlerine kulak asan Rusya’nın işçilerinin ve ezilen halklarının büyük çoğunluğunun gözü de kulağı da Kanlı Pazar’ın vahşeti ile birlikte komünistlere çevrilmişti ve azınlıkta olanlar, çoğunluk, çoğunlukta olanlar azınlık olmuştu!

Bu çoğunlukta başrol, burjuvalar ile büyük toprak sahiplerinin ittifakı olan ve “sınıf mücadelesi”nden özenle kaçan Kadetler yanında, proletaryayı, köylüleri ve entelektüelleri temsil eden ve “sınıflar arası” bir parti olduklarını savlayan Sosyalist-Devrimci’lere ve Sosyal-Demokrat Menşevik’lere ait idi; Bolşevikler, en son sırada yer alıyorlardı!   

Kendilerine ofis dahi açamayacak denli azınlıkta olan Bolşevikler, tümüyle ekonomik taleplerle ve kendiliğinden bir renkle öfkeleri şaha kalkmış olan azımsanmayacak bir çoğunluk haldeki işçi ve emekçilerin, yoksul köylülerin önüne geçmiş ve böylece Şubat 1905’te patlak veren burjuva devrimi ile çarın egemenliği iyiden iyiye sarsılmıştı!

Sonuçta burjuvazi öne geçmiş, işçiler ve emekçiler ve onlara fener tutanlar, mihmandar olanlar yenilmiş ama Rusya halkları artık dizüstü durumundan ayağa kalkmaları gerektiğini ve bunu yapabildiklerini görmüşlerdi!

Böylece, bu yenilgiden hem ders çıkarmışlar, hem de, onca yenilgi sonrası baskılara ve Rusya’nın halkları üzerindeki egemenliği artırıcı reformlara, gericiliğin akıl bozucu etkilerine ve kitlelerin örgütlenmelerine yönelik yasaklamalara rağmen, güç biriktirmişler, kime, neye inanacakları ve dayanacakları konusunda önemli oranda netleşmişlerdir!

Tek eksik, politik bilinçti ve bu anlamda çoğu kez, bugün Türkiye’de faaliyette olan benzerleri misli, yani hem solda görünüp, hatta gerçek sol ile aynı karede ve hatta aynı partide kendini gösteren ama gerçekte burjuva devrimciliği sınırını aşamayan ve giderek buna teslim olan, o zaman ki adları ile Menşeviklerin etkisinde kalmışlar ama eninde sonunda bu etkiden kurtularak, 1905 burjuva devriminden ve yenilgisinden yalnızca 10 yıl sonra Bolşeviklerin doğruluğu konusunda ve özellikle Lenin’in olağanüstü politik aktörlüğü konusunda, tümüyle netleşerek Rusya’nın işçi sınıfı ve emekçi halkları, Ekim sosyalist devriminin tam zamanında gerçekleşmesi için hiç ikircim göstermeden Lenin’in önderliğinde koşulsuz toplanmışlardı.

Bu sonuç, Çarı devirip, proletarya önderliğindeki halk ayaklanması ile demokratik bir cumhuriyet kurmak amacıyla patlak veren 1905 Şubat devriminin biriktirdiği sonuçtur ve 1905 devriminin biriktirdiği veya tetiklediği sadece bu sonuç değildir; bu sonuçtan çok önce ve gene burjuva sınırlarda ama Rusya işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlı olarak, Rusya’da köylü hareketinin politik olarak patlak vermesi ve Rusya’nın ezilen halkları arasında ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselmesi bir yana, bütün Orta Asya’nın harekete geçmesi var; Türkiye, İran ve Çin devrimleri 1905 Rusya devriminin harekete geçirdiği sonuçlardır.

Öyleyse, soru tektir ama çatallıdır ve cevapları ile birlikte son derece öğreticidir; Türkiye bir 1905 öncesini mi yaşıyor, yoksa tarihin dümeni o tarafa mı kırılmak istenmektedir?

Ancak bu soruya itibar eden de, cevabını merak eden de olmamıştır; hatta ve hatta cevap yüksek sesle tekrar tekrar verildiği halde hâlâ duymazdan gelinmektedir; öyleyse, yeni ve daha önemli bir başka soru kendini dayatmaktadır!

Türkiye’nin devrimleri bu güne hiçbir şey biriktirmemiş midir?

Yoksa birikenler, günü kurtarmak için Türkiye’nin devrimini boğmak isteyenlerin ellerine mi teslim edilmektedir?

Bu hatırlatmalar ile 1905 devriminin hemen öncesinde, cahil, okuma yazma bilmeyen ataerkil bir papazın peşinden sürüklenen dindar, imparatorluk yanlısı işçilerden söz ediyorum; ortada tarihe kaydedilmiş bir dilekçenin olduğunu, dolayısıyla reformist hayallerin pompalandığı ve işçilerin, büyük burjuvaziye yani egemen sınıfa, binlerce bağ ile bağlı olan, bu büyük zenginlerin ayrıcalıklarını ve karlarını zorun bütün araçlarıyla korumaya kararlı olan ve büyük toprak sahiplerinin başı olan çar babalarına patronlarını şikâyet ettiği bu dilekçe verme eyleminin, hem Kanlı Pazar’a neden olduğunu ve hem de böylece, ilk Rus devriminin başlangıcının doğduğunu hatırlatıyorum.
           
Ve gene bu hatırlatma ile tıpkı bugünkü gibi, zamanın sosyalist olduklarını iddia eden ve gerçekte ise sadece burjuva lafazanlığının şampiyonları olanların, yani bugünün sahte sol gömleklileri ile ahmak solcularının, bu barışçıl dilekçeyi yüksek tuttukları ve bu tür dilekçelerle kanlı çarı demokratik reformlar için harekete geçirmenin mümkün olabileceğini düşünüp, düşündürttükleri hatırlatılmaktadır!

Ancak, bu akıl bozucu çabalara ve tarihe kalın harflerle kaydedilmiş olan son derece kanlı ve acı deneyimin korkutucu etkilerine rağmen ve daha çok bu etki nedeniyle, devrim öncesinin cahil, dindar ve imparatorluk yanlısı ama dürüst işçilerinin politik bilince uyanmalarının önüne geçilemiyordu. Ve elbette, bu noktadan itibaren azınlıkta olan ve hatta çoğunlukta olanlarca, yani cahil işçilere kuyrukçuluk yapan, çara patronları şikâyet eden dilekçeden demokrasi bekleyen reformistlerce dalga bile geçilen devrimci partiler, en başta da Bolşevikler, aniden binler olmuş ve milyonlarca proleterin önderi durumuna gelmişlerdi.

Ve proleter mücadele,100 milyon köylü kitlesi içinde bir mayalanma yaratmış, hatta kısmen devrimci bir hareket doğurmuştu. Birkaç ay öncesine kadar, reformistlere göre,”devrimci bir halkı olmayan” 130 milyonluk dev Rusya, kendini devrimin içinde bulmuştu; uyuyan Rusya, devrimci proletaryanın ve devrimci halkın Rusya’sına dönüşmüştü.

Lenin, bu geçişin en önemli aracının “kitle grevi” olduğunu ve 1905 Devrimi’nin özelliğinin, tam da, sosyal içeriği itibarı ile doğrudan hedeflediği ve doğrudan, kendi öz gücüyle elde edebildiği şeyler, demokratik cumhuriyet, sekiz saatlik iş günü, soyluların muazzam büyük toprak mülkiyetine el konulması( ki tüm bunlar, Büyük Fransız Burjuva Devriminin 1792/93 yıllarında büyük ölçüde gerçekleştirdiği önlemlerdi)itibarı ile “burjuva-demokratik” ; mücadele araçları itibarı ile “proleter” bir devrim olduğunda yatmakta olduğunu kaydetmişti.

1905 Devrimi, ancak ekonomik mücadelenin, ancak durumlarını derhal, doğrudan düzeltmek için verdikleri mücadelenin, sömürülen kitlenin en geri kesimlerini uyandırabileceğini, onlara gerçek bir eğitim verdiğini ve – bir devrim döneminde- birkaç ay içinde onlardan bir politik savaşçılar birliği oluşturduğunu açıkça göstermiştir.

“Bunun için, elbette işçi sınıfının ileri kıtalarının, sınıf mücadelesinden, - reformistlerin işçilere sık sık yaptıkları gibi – küçük bir üst tabakanın çıkarları için mücadeleyi değil, bilakis proleterlerin gerçekten sömürülen çoğunluğunun öncüsü olarak ortaya çıkmasını,1905 yılında Rusya’da olduğu ve hiç kuşkusuz Avrupa’da yaklaşan Proleter devrimde olması gerektiği ve olacağı gibi, bizzat bu çoğunluğu mücadeleye çekmesi gerektiğini anlaması gerekli idi.” (LENİN-1905 Devrimi Üzerine Konferans- 22 Ocak 1917 Zürih)

1905 Devrimi ve hem Lenin tarafından, hem de henüz oportünizmin saflarına katılmamış olan Kautsky’nin öngördüğü gibi,1905 devriminin ardından gelen Ekim devrimi ve de Türkiye, İran ve Çin’in devrimleri ve elbette Meksika’nın devrimi çok geride kaldı!

Ancak şimdi, tıpkı Leninin de işaret ettiği gibi, bir taraftan, “büyük” kapitalist ülkeler dâhil, tüm dünyada bir tarihsel geriye sürüklenişin telaşı ve kaygıları yaşanırken, diğer yandan çeşitli ekonomik-demokratik içerikli hareketlenmeler, hatta yer yer ayaklanmalar ile egemenlerin uykusu kaçarken, proletaryanın ileri kıtaları dâhil işçi ve emekçi kitleler ile onların politik bilinçli öncülerinin çerçevesinde bir mezar sessizliği görünümünün yanıltıcı etkilerinin yaşanması, bambaşka bir pratiği geliştirerek yaklaşan katastrofun ve onu çabuklaştırmaya da, onu boğmaya da gebe olabilecek gelişmelerin göz ardı edilmesine gerekçe yapılmamalıdır.
 Şimdi buradayız ve duyduk ki, Halkın Demokrasi Partisi’nin Eş Başkanı ve cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’a “yiğidi öldür ama hakkını ver” misli bir yaklaşıma çok uzak bir yaklaşımla, ama övgü dolu eleştirilerle yüklü bir tebrik mesajı misli açık mektupla Türkiye’nin hali pür melalini anlatarak “gelin şimdiye kadar içinde olduğunuz masum hataları bırakıp, antiemperyalist ve gericiliğe karşı mücadele hattını güçlendirmek ve laik, bağımsız ve eşitlikçi bir cumhuriyetin (bunun adına sosyalist cumhuriyet demişsiniz) kurulması için bir ilerici halk mücadelesi ekseninde birlikte mücadele edelim…” demişsiniz!
Mektubunuzda önemli oranda doğru tespit ve çözümlemeler var ancak, siz de biliyorsunuzdur ki, bu doğru tespit ve çözümlemeler, çok küçük miktarda yanlış ve eksikli tespit ve çözümlemelerle sarmaş dolaş olduğunda dahi ortaya çok kötü bir yalanı ifade eden yanlışlar ve eksiklikler çıkar ve ne yazık ki mektubunuz son tahlilde böyle olmuş!

Mektubunuzun tamamını, belki gerekiyordur ama kelime kelime, cümle cümle eleştirel süzgeçten geçirecek değilim ama eleştirilerimi saklı tuttuğumu da arz etmeliyim; dediğim gibi, çok güzel ve yerinde bulduğum tespit ve çözümlemelerinize doladığınız yanlış ve eksikli birkaç tespit ve çözümlemenize dikkat çekerek mektubunuzun kıymeti-i harbiyesi veya tersi açısından eleştirel düşüncelerimi aktarmayı borç biliyorum!

Başlamadan önce, bu açık mektubunuzla, yüzünü yeni oluşumunuza dönmüş olan üstelik neden bir yeni oluşuma yelken açtığınızı en tam ifadesiyle kavrayamamış olan ama gene de heyecan duydukları muhakkak olan gençlerin heyecanlarının önemli oranda soru işaretleri ile sakatlanmış olacağını bir yere not etmenizi önerdiğimi belirtmek istiyorum!

Açık mektubunuzda,”Halkın Türkiye Komünist Partisi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın aday olduğu, CHP ve MHP’nin AKP ile gericilik yarışına girdiği bir seçimin meşruiyetinin olmadığına dair bir değerlendirme ve seçimlerde boykot çağrısı yaptık” diyorsunuz ki şiddetle ve üzülerek itiraz ediyorum!

Hayır, bu bir AKP ile gericilik yarışı değildir; yanlış anlaşılmasın bu var ve bu bir devlet politikası olup, çok önceden beri vardır; söz konusu cumhurbaşkanlığı seçimi ise ve ille bir gericilik yarışından söz edilecekse buna, gericiliği dayatma ve perçinleme yarışı demek daha doğrudur; ancak, bu yarışa, RTE’nin cumhurbaşkanlığına giden yollarının temizlenmesi yarışı demek çok daha doğrudur; gericiliğin içine çoktandır ve hızla girmiş olan CHP ve MHP yönetiminin yaptığı ki bu, daha AKP kurulmadan, RTE Başbakan olmadan ve hatta vekil olmadan önce başlayan ve de bir devlet politikası olarak içinden çıkılamayan, yani içinde kalmaya mahkûm olunan bir yarıştır!

Bu yarış, Türkiye’nin, Tanzimat öncesi bir Osmanlı imparatorluğuna dönüştürülmesinin sigortası olmayı sürdürmekten ibarettir; başka ifadeyle, Öcalan’ın ve Demirtaş’ların da reddettiği “devlet” in, “ulus-devlet”in ve “modernite”nin reddedildiği, dolayısıyla aydınlanma hareketinin ve modern işçi sınıfı mücadelelerinin yarattığı birikimlerin düzlendiği, cehaletin ve kayıtsızlığın kol gezdiği bir ümmet toplumu oluşturularak, bin yıllık bir istikrarın, bir sessizlik rejiminin; başka ifadeyle bin yıllık bir Pax- Amerikana’nın sağlanması için jokerlik yapmaktır!

Burada, post-modernizm ile birlikte, ABD emperyalizminin gerici milliyetçiliğinin bir başka yüzü olan ulusal nihilizm ve kozmopolitizm, bu yarışı mantıki ucuna, cehalet kokan, devlet’in ve modernitenin reddedildiği Tanzimat öncesi bir Osmanlı imparatorluğuna sürükleyen en sinsi ideolojidir!

Dolayısıyla, en başından meşru olmayan bir seçim ve politika hattı üzerindeki son durak, Ekmeleddin’in, yeterince süslenmesine bile özen gösterilmeden, RTE’nin önüne bir köşk hediyesi olarak atılması olmuştur ki işte asıl bu, seçimlerin ve politikanın iflasının son fotoğrafı ve son ilanıdır; artık “yeni Türkiye”den sık sık söz edileceğinden emin olabilirsiniz!

Bununla birlikte yine bir yere not edilmesini öneririm ki, bu son durak, ayrıntısı ve derinliği bir yana, aynı zamanda yönetenlerin yönetememe durumlarının vardığı en son duraktır; yönetemedikleri yönetimi, yine yönetemeyenlerin yönetimi ile yönetmeye mahkûm olduklarının net göstergesidir ki buradan ne çıkacağını, bir işçi sınıfı partisi net olarak çözümleyip, sınıfsal dengeleri enine boyuna hesaplayıp, bu yönetememe durumu karşısında, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istememe durumlarını somut olarak ortaya koyarak ve bilinç durumlarındaki eksikliklerini ama daha çok içine hapsedildikleri “demokrasi” illüzyonunun etkilerini göz ardı etmeden, kitlelere katastrof için hazır olunduğunun sinyallerini vermelidir!

Doğrudur, MHP ve CHP’nin AKP den farkı yoktur ve temel politikaları da bir ve aynı olmuştur; ancak Demirtaşların, bu anlamda BDP’nin klonlanmış hali olan, daha çok da BDP’nin girdiği karanlığın örtüsü olan HDP’nin de bundan ayrı bir tarafı yoktur ve “politikaları bir ve aynıdır” demeye diliniz varmıyorsa, birbirleri ile senkronizedir diyebiliriz; bir bütünü tamamlıyorlar!

Ve işte bu, seçimin de politikanın da iflas ettiğinin resmidir ve artık kabak tadı verdiğini, pazarcı Salim’den, işçi Ahmet’ten, memur Hüseyin’den ve hatta Kürt Mehmet’ten duymadı iseniz kulaklarınız pas tutmuş demektir; amma ve lakin sonuç olarak Demirtaş nezdinde yüksek tutulacak bir “sol” bulduğunuza göre, MHP ve CHP’nin, AKP ile gericilik yarışına girmesinden, seçimin gayr-i meşru bir durum olduğu sonucunu çıkarmak, en azından bunu ağız dolusu söylemek mümkün değildir; çünkü bu, bugün başlamamıştır ve birbirlerini tamamladıklarını biliyoruz ve artık bu meşruiyeti sağlayan bir Demirtaş-HDP “sol” unuz vardır!
Demek ki, meşruiyetsizlik söz konusu ise ki bu doğrudur, ama bunu göstermek için dediğinizden daha fazlasını resmetmeniz gerekmektedir; içinde var olduğunuz bir bütünden, öyle ya da böyle politikalarının yanlışlığından hareketle ve bugünün ihtiyacı olan politikaları üretebileceğiniz iddiası ile irade göstererek kopmuş olmanızı göz önünde bulundurursak, bu eksikliğinizi manidar bulduğumu belirtmek istiyorum!

Sanki bu günü kurtarmak için, geleceği, “KÖH” ile bir ortak ve meşru zeminde buluşmaya kapı açmak üzere feda etmeyi, bir “komünist” politika olarak dayatmaya hazırlanıyor gibisiniz; bu, bütün birikimlerin egemen sınıflara teslim edilmesine göz yummak demektir!

Kürtlerin geldikleri ve park ettikleri yer tam da burasıdır! 

Öyleyse buradan bir açıklığa varmış olarak Demirtaşla devam edersek; Demirtaş’ın, Kürtlerin, devrimcisi kıt, gericisi bol, itaatkâr bir  “KÖH” çizgisinde, ama bir zaman yükselmiş bir dalga olan Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin geçmişine dayanarak, Kürt halkını, Kürt egemen sınıflarının mutluğu için, içine sokmaya çalıştıkları karanlığın şirin yüzlü şövalyesi olduğunu ikircimsiz söyleyebiliriz!

Tarihe notumuzdur!

Ve dün, Demirtaş’ı da ayıramayacağımız BDP ve “KÖH” ve tabii Öcalan nezdinde baş gösteren bu şövalyelik, RTE –AKP’nin, 12 Eylül anayasa referandumundan istediği sonucu garantilemek için ama daha çok “yeni”  12 Eylül rejiminin dine dayalı osmanik-islamik faşist diktatörlüğünün zorsuz –zahmetsiz, hatta bir “ileri demokrasi” illuzyonu içinde konuşlandırılmasına koltuk değneği olmak için, pratikte “EVET” anlamına gelen ve hiçbir politik mantığı olmayan, yani Türkiye’nin işçi sınıfının ve emekçi halklarının, devrimci bir yükselişe kesinkes inanmadığı, parlamentodan gelecek olanlara ise hâlâ inandığı bir zamanda, “BOYKOT” eğilimini bayrak olarak açmış ve Kürt halkına dayatmıştır!

Bu gün ise, yine aynı saikler ile hareket edilmiş ve RTE’nin olası bir ikinci etaba kalması ihtimaline karşı ve aynı zamanda bu süreçte pazarlık gücünü artırarak ve ikinci etaba kalınmasa bile, Türkiye’nin düzeni içindeki bir “sol” parti boşluğunu doldurmaya aday olunduğunu gösterme şansını artırmak üzere ve RTE’nin köşke çıkmasında koltuk değneği olmak için, üstelik son derece ikiyüzlü bir poltika izleyerek, önce bir CHP saylavına, HDP’nin ve elbette Kürtlerin Cumhurbaşkanı adayı olması için teklif götürmeleri ve ardından, sanki solun ortak adayının sondajını yapıyorlarmış gibi bir görüntü yaratarak ama HDP çatısı içindeki bileşenlerinden olan kimi grupların da eleştirilerine maruz kalmalarına aldırış etmeden, Demirtaş’ın kendisinin ve KÖH”ün, HDP’nin ve Öcalan’ın,”Kapitalist modernite”yi ve elbette “devleti” reddetmelerine ve de bu çerçevede “devletsiz devlet” e, daha özcesi, ilkel bir aşiret komününe vurgu yapmalarına rağmen, Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanlığına aday olunmuştur ki, bununla dünkü politik yaklaşımlarının devam ettirildiğini görmemek mümkün değildir!

Bu, dün de bu gün de, Demirtaşların, bile-isteye AKP-RTE ile dolayısıyla 12 Eylül dinci-faşist diktatörlük rejimi ile müzakereden fazlasının içindeki bir yakınlığı sürdürmeyi ısrarla istediklerini gösteren somut bir olgudur.

Bu gerçek ve net olgunun,işçi sınıfı ve emekçi kitlelerce görülememesi, örgütsüzlük ve bilinç düzeyindeki gerilikten ziyade, daha çok, oynanan illüzyonist, medyatik ve sahte sol gömlekli dinamiklerin ideolojik tetikçiliğini içeren akıl bozucu oyunlarla mümkün olmaktadır; ancak buna rağmen, işçi ve emekçi kitlelerin ve sol/sosyalist hareketin içinde olanların, Demirtaşların uzun süredir kendilerini,üstelik bu hareketten arta kalan bütün döküntüleri vitrin yaparak kendisine çekme çabalarına ilgi göstermemeleri, en az öbürü kadar önemli ve belirleyici bir olgudur!

Ne var ki bu, bütününden daha iyi politikalar üreteceği iddiası ile kopup, “halkın işçi sınıfı partisi” olma iddiası ile “HTKP”adını alarak (ki bunun, ayrıldığı bütünden ayırt edilmesi için olduğunu düşünmek istiyoruz), tarih sahnesine çıkan bir parti tarafından görmezden gelinmiştir ve üstelik bu olgunun, gericiliğe boğazına kadar batmış olan Demirtaşların ve HDP’nin daha fazla “sol” renk kazanması adına sakatlanması için son derece manidar bir adım atmış bulunmaktasınız!

Öyleyse partinizi en başta tarif eden isim kısmındaki “HALKIN” ibaresinin, HDP’deki “HALKIN” ibaresi ile senkronize olup olmadığı konusundaki soru işaretlerimizi anlayışla karşılamanızı istemek hakkımızdır!

Oysa Gezi ruhu var oldukça ama daha çok emek-sürecinin kapıda olan belirleyici çelişkilerinin sahne almasındaki kaçınılmazlık söz konusu oldukça, Türkiye’nin yönetilen sınıflarının hapsedildiği “demokrasi” dâhil, her çeşit illüzyonun kalıcı olması mümkün değildir; kalıcı olmadığının tarih aracılığıyla kanıtlanmış olduğunu hepimiz biliyoruz!

Ve yine öyleyse Türkiye sol/sosyalist hareketini, BDP’nin klonlanmış ve üstelik çok istense de doğru dürüst bir “sol” renge bile bulandırılamamış hali olan HDP’nin Türkiye’nin “sol” partisi olarak gösterilmesi üzerinden, Öcalan’ın bir zaman önceki ifadesiyle “ilkel milliyetçi”, bana göre, devrimcisi kıt, gericisi bol, itaatkâr bir “KÖH”ün; başka ifadeyle ABD emperyalizminin Kürt politikasının içinde olan bir “KÖH”ün kuyruğuna takmak, böylece, emperyalist politikalara sessiz kalınmasını sağlamak, dolayısıyla bu politikaların karşısında durulmasını engellemek kolay olmayacaktır; yani istenilen budur ve oynanan oyunlar bunun içindir ama bunun o kadar kolay olmadığı görülmektedir demek istiyorum!

Buna karşın, Demirtaş ve HDP’nin istediği bir gözü “HTKP” fazlasıyla vermiş olmakta ve bu zorluğu önemli oranda kolaylaştırmanın ilk adımını atmış olmaktadır; başka ifadeyle Demirtaş’a ve haliyle HDP’ye ve tabii “KÖH”e, sol/sosyalist bir renk “HTKP” tarafından, herhalde “demokrasi” adına, bahşedilmiş olmaktadır!

Diğer yandan, Türkiye’nin ezilen ve sömürülen sınıflarının önemli bir bölümünün de farkında olduğu, en azından sezinlediği, yukarda vurguladığım yakınlığın, Kürt halkının mutluluğu için kurulmamış olması bir yana, Türkiye’nin işçi sınıfının ve Kürt-Türk veya başka ulusal, etnik kökenli tüm halkların emekçilerinin mutsuzluğu pahasına; başka ifadeyle Türkiye’nin işçi sınıfının ve emekçi halklarının ve elbette sol/sosyalist hareketinin,“yeni” 12 Eylül rejiminin, “yeni” Türkiye’nin, yani din tabanlı bir Osmanik-İslamik faşist diktatörlüğün baskı ve zulmü altında ezilmesi, ellerinin- kollarının, hem de arkadan bağlanması pahasına, kendi kaderini tayin hakkından da, ilkesinden de vazgeçmiş olan, ABD emperyalizminin kırk yıldır hayalini yaşadığı ve son tahlilde, pratikte Kürt halkı için bir “manda”dan öte anlamı ve içeriği olmayacak olan “Büyük Kürdistan” politikasına biat etmiş bir “kurtuluş”u, Kürt emekçilerine de, Türk emekçilerine de dayatmak için olduğu apaçık görülmektedir!

Ve evet, ortada bir kurtuluş vardır ki bu, Kürt emekçileri için değil, Kürt ağa, bey, aşiret reisi ve şeyhleri için ve elbette Türkiye’nin tekelleri ile bin bir bağ kurmuş olan ve onlarla birlikte bu kokuşmuş, pislik akan sömürü ve zulüm rejiminde Kürt ve Türk emekçilerini sömürmek için can atan Kürt burjuvazisinin, kısaca ABD-AB emperyalizminin ve 12 Eylül rejiminin “yeni” gerici-dinci karanlığından sebeplenerek mutluluklarına mutluluk katmak isteyen Kürt işbirlikçileri için bir kurtuluş olacaktır.

Ve asıl “kurtuluş”, elbette ki tarihinin en çaresiz günlerini yaşayan ABD-AB emperyalizmine ait olacaktır ki bu diyalektiktir; bir yerde emperyalizmin çaresizliğine çare olacak bir “kurtuluş” varsa, bu, bu bölgenin ezilen ve sömürülen emekçi halkları için çaresizliğin artması demek olacaktır!

Ancak bir başka gerçeğin daha olduğunu hepimiz biliyoruz ki, dayatılmış bir çaresizlik varsa, yanı başında çaresinin de filizleneceği açıktır!

Buna rağmen, çaresizliğin yanında açığa çıkmak ve en güzel, en çekici giysisi ile emekçi halklara görünmek için sabırsızlanan çareyi bulup çıkarmak için politik hüner göstermek gerekirken, bu çareyi de, çaresizliğin büyütülmesinde ve dayatılmasında payı olan ve bunu kendi çaresi bilenlerden beklemek, bunun için onlardan yardım istemek, bu toprakların artık başka türlü hareket ettiğini ve eskisi gibi sessiz sedasız durmadığını, onca zaman gerçeklere sahip çıkmayanların, hatta üzerini örtenlerin, gerçeklerle kavga edenlerin ayaklarının altından kaymaya başladığını görmemek demektir!

Öyleyse TKP’deki kopuşun bu anlamda pek bir kıymeti harbiyesi olduğunu düşünmemek gerekmektedir!
 
Bütün bu vurgulu ifadelerimden sonra, herhalde sizlere anlatabilmişimdir ki öyleyse “Kürt Özgürlük Hareketi”nin ve Halkın Demokrasi Partisi’nin, Demirtaş’ın adaylığında somutlanan seçim stratejisinin de, tam olarak, dayatılan dinci-gericiliğin içinde bir yerde olduğu ve sizin bunu her nedense görmezden geldiğiniz kendiliğinden anlaşılacaktır!

Bununla birlikte ve bu çerçevede, Demirtaş’ın elde etmiş olduğu oy oranının, Türkiye’nin sol/sosyalist hareketi açısından olumlu-önemli hiçbir yanı yoktur! Demirtaş’ın ve HDP’nin yaptığı da, CHP ve MHP’nin baştan beri (ne ki onlarınki, kendilerinin oy oranlarının düşük olmasını gerektiren bir mahkûmiyetin gereği idi) yaptığı gibi, Kürt halkını ve HDP’ye çekilmek istenen sol / sosyalist kişi ve grupları aldatmayı hedefleyen sözleri, inandırıcı bir üslupla haykırmaktır!

Dolayısıyla, Demirtaş’ın gerek seçimlerde kullandığı dilinin ve yaklaşımının, gerekse almış olduğu oy oranının önemsendiğinin dile getirilmesinin - bu tarzda bir tespitin -  içinde bulunulan bir bütünün politikalarının yanlışlığına karşı, doğru politikalar üretebilmek üzere irade gösterip kopan ve özgürce ve de daha doğru politikalar üretebilme imkânı elde etmiş olan bir KP olma iddiasındaki parti tarafından yapılmış olmasını üzülerek karşıladığımı belirtmeliyim!

Oysa o kadar net ki, Demirtaş’ı da, “KÖH”ü de, HDP’si de, ne demogojide, ne yalanda, ne de karanlığın içine girmekte sınır tanıyorlar; Kürt emekçilerinin refahı ise hiçbir zaman ilgi alanlarında değildir ve bütün çabalarının, ABD emperyalizmine ve Kürt, Türk işbirlikçilerine dayanarak ve Kürt halkının kurtuluşu için elde ettikleri birikimi, Kürt halkını gerici-dinci bir renk ile donatılmış itaatkâr köleler halinde, ABD-AB emperyalizmine teslim etmek için olduğu apaçık görülmektedir!

Ve ekliyorum ki, öyleyse bu konuda, adı konulmamış olan ve en başından kararlı bir şekilde ve hatta AKP-RTE’ye rağmen sürdürülen bir CHP-MHP ve elbette BDP/HDP’nin de içine girmiş olduğu apaçık görülen “muhalif” -ittifakının elde ettiği ve bugünkü son durağına getirdiği tüm seçim başarılarının önünde eğilmek de bunun doğal ve kaçınılmaz uzantısı olacaktır!

Ne de olsa, hepsinin dilinden AKP-RTE karşıtlığı ve muhalifliği eksik olmamaktadır ve ama bu, onca zaman ve hâlâ RTE-AKP’ye yaramakta ve daha çok da, ABD emperyalizmine, Türkiye’nin tekellerine, yani ezilen ve sömürülen sınıfların köleleştirmek üzere egemenliklerine egemenlik katan egemen sınıflarına ve Kürt işbirlikçilerine yaramaktadır

Öyleyse bir kez daha yineleyelim ki, artık “Yeni Türkiye” lafızları ve hayalleri yanında, buna göre konuşlanmayı içeren politik cambazlıkları çok sık duyacak ve göreceğiz demektir!

Çünkü son tahlilde hepsi bir bütünün parçası olmakla, emperyalist politikaları, emekçi halklara kabul ettirmek-dayatmak üzere, AKP-RTE’nin güçlü ve muktedir kılınması için yüklendikleri mahkûmiyetlerini tüketmektedirler; bu ise pratikte kimi zaman “başarı”, kimi zaman da “başarısızlık” olarak kendini gösterebilir ve bu da aynı mahkûmiyetin içindedir!

Bunu başka türlü de ifade edebiliriz ki, dayatılan bir karşı devrimdir ve buna, sessiz sedasız , “KÖH” ün metropol güzeli HDP üzerinden biat etmemiz dayatılmaktadır ve Demirtaşlar da bunun içinde ve tarafındadır.

Yani, Demirtaş, dün de, yani referandumda da, şimdi olduğundan farklı bir dil kullanmamış ve farklı bir yaklaşım içine girmemiştir ki, bir taraftan "Darbeyle hesaplaşmak yürek işidir, mangal gibi yürek ister; Başbakan 12 Eylül'ün yavrusu"dur nutukları atarken, diğer taraftan bu nutuklar gereği Kürt halkını, referandumu BOYKOT etmeye çağırıyordu ve yoğun kampanyalar yaparak, aynı Kürt halkını, “BOYKOT” eylemi ile “RTE’yi sandığa gömeceklerine”; kendi sloganları ile "İnkârcı, tekçi, imhacı, statükocu, anayasaya da, bu anayasayı yeniden üreten değişiklik paketlerine de geçit vermeyeceklerine” ve her şeyin  “Demokratik bir anayasa için olduğuna” ve böylece kurtulacaklarına inandırmak istiyordu!

Bugün de RTE’ye karşı en sert eleştiriler yöneltilerek sürdürülen bir seçim kampanyasında dilin kemiği olmadığını kanıtlarcasına Bay Demirtaş, bütün maharetini göstermiş, birbirinin tıpkısı iki adayın yanında, kendisini sütten çıkmış ak kaşık misli ve elbette onların yanında “sol” renkli göstererek, birbirinden farkı olmayan iki adaya mahkûm olmaktan kurtulmak için çare arayan Türkiye’nin “sol” tandanslı gençliğine, kendisini kolay pazarlamış ve sonunda da, elde etmiş olduğu oy oranından duyduğu sevinç eşliğinde, tıpkı sizin gibi, “demokratik” ve  “meşru”  bir zeminde yarıştıklarını vurguladığı rakiplerini arayarak, ayrı ayrı tebrik etmiştir!

Velhasıl, dün, yani 12 Eylül Anayasa Referandumu öncesi, ters köşeye yatırma aracı, 12 Eylül darbecileri ve/veya darbecilik ile hesaplaşmak idi; bu gün, 12 Eylül darbesinin failleri ile ve darbecilikle sözde hesaplaşan ve buna karşın, bu hesaplaşmanın bir kumpasın ifadesi olduğunu bizzat kendisi ilan eden AKP ile ama daha çok hükümetin başı olan RTE ile hesaplaşmak üzerinden işçi ve emekçi kitleler, bir kez daha ters köşeye yatırılmaya çalışılmış ve sonuçta, on beş milyonu ayrı tutarsak, kalan herkesin, elbirliği ile ters köşeye yatırılma işi kotarılmıştır!
Diğer iki adayın yanında Demirtaş’ın da zafer sarhoşluğunu göz önüne alırsak, illüzyonist oyunun başarılı biçimde tamamlandığını ve her üç aday da zaferden söz ettiğine göre, tıpkı 12 Eylül Anayasa Referandumu’nda olduğu gibi, Türkiye’nin işçi sınıfına ve tüm emekçi halklarına çok acı bir hap daha yutturulduğunu kabul etmemiz gerekmektedir!

Demek ki diyalektik burada da işlemiştir ve üç aday da kazandı ise, kaybeden Türkiye’nin tüm emekçileri olmuştur, emekçi Kürt halkı da buna dâhildir!

İşte böyle bir somut olgu ile karşı karşıya iken, siz daha iyi bir KP olma konusunda iddialı olan bayların, bu somut olgudaki payı hafife alınmayacak denli önemli ve manidar olan Demirtaş’tan ve partisinden, yani Halkın Demokrasi Partisi’nden, “Yeni bir cumhuriyet için, emekçilerin kardeşçe yaşayacağı bir ülke için, gerici AKP iktidarından bir an önce kurtulmak ve ayağa kalkan halkımızın hakkını alabilmesi için”, medet beklediğinizi ilan etmeniz, tarihe pek hoş bir tanımlama ile kaydedilmiş olmayacağı gibi, bir an için umutlanan yüzünü komünist partisine dönmüş gençlerin de umudunu kıracaktır; en azından aklını karıştıracaktır!

Oysa Öcalan’ın, daha önce dillendirdiği “demokratik cumhuriyet” söyleminin şimdilerde çok geride kalmış olduğu ve hatta “kapitalist modernite” ile eşdeğer tutularak reddedildiği, yerine de  “kapitalist modernite” den ve/veya “demokratik cumhuriyet”ten neresinin eksik veya fazla olduğu belli olmayan “demokratik modernite” nin ve ”demokratik komün”ün konulduğu ve dahi, sosyalist iktidarın da “kapitalist modernite” ile bir ve aynı tutulduğu, bu anlamda ille de sosyalizm olacaksa bunun, “demokratik” bir ümmet toplumunu içeren sosyalizmi inşa ederek mümkün olacağının çoktan söylendiği ve bir “toplum sözleşmesi” olarak, ya da bir anayasa olarak ilan ve tescil edildiği bilinmektedir!

Bu bilinirken, HTKP’nin siz Sayın Merkez Komite üyelerinin, adını “sosyalist” olarak koyduğunuz, laik, bağımsız ve eşitlikçi bir cumhuriyetin inşası için, Demirtaş’ın oy sayımının çokluğundan aldığı rüzgârın hakkını vererek, Demirtaşlar ve HDP ile bir ittifak için kapı açmanız son derece safça olmakla birlikte, saf olduğunuzu düşünmediğimiz için, son derece manidar görünmektedir!

Eminim ki, TKP’nin eski bir neferi olarak taşıdığım sorumluluk gereği dile getirdiğim bu ifadelerden, Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesini ve elbette kendi kaderini tayin hakkını yadsıdığım sonucu çıkaracak olanlar olacaktır ama tarihin mantığı, dile getirdiklerimin, Kürt ulusal Kurtuluş Mücadelesini ve kendi kaderini tayin haklarını yüksek tuttuğum ve önemli bulduğum ve daha önemlisi, başta Öcalan, Demirtaşların, bu yüksekliği bir karanlığın içinde düzlemeye çalıştıklarına dikkat çekmek için olduğunu net olarak gösterecektir!

Şimdi olmasa bile, pek yakın bir zamanda, bu topraklarda yaşayan ve tarihin mantığı ile kesişen bir mantık ve bir akıl dinamiğine sahip olan kişi ve grupların bu netliği görmeleri pek zor olmayacaktır; buna yürekten ve daha çok aklımdakilere dayanarak inanıyorum!

Diğer yandan, bütün bu olguların, “KÖH”ün, eninde sonunda ve üstelik hızla, en tam ifadesiyle ABD emperyalizminin istediği kıvama gelerek, hem kendi içinde ve hem de Türkiye’nin bütününde, Türkiye’nin devrimi ile dolayısıyla devrimci hareketi ile karşı karşıya geleceğini; başka ifadeyle “KÖH” nezdinde yükseltilen gerici-milliyetçi Kürt çizgisi ile ilerici-devrimci Kürt çizgisinin karşı karşıya gelmesi yanında, gerici Kürt-Türk ittifakı ile İlerici-devrimci Kürt –Türk birlikteliğinin ve kardeşliğinin karşı karşıya geleceğini gösterdiği apaçık ortadadır!

Demek ki, evet yeni ve bir emekçi cumhuriyeti kurma mücadelesi, Kürt ve Türk emekçileri ile birlikte ve elbette ilerici-devrimci Kürt-Türk birliği ekseninde, gerici Türk –Kürt ittifakını bozarak ilerleyecek ve zafere ancak bu yoldan ulaşacaktır; ancak bu, Demirtaşlar’dan ve BDP’nin klonlanmış hali olan HDP’den, üstelik oy sayımında fazla oy oranına sahip oldukları gerekçesiyle ve söylemlerindeki kulağa hoş gelen ifadeleri ile başarılı bulunduğu için, yiğidi öldür hakkını ver misli bir yaklaşımdan bile, daha bir övgülü eleştiriler eşliğinde yardım isteyerek olmayacaktır! 
Peki, bu eleştiriyi yapmaya hakkım var mıdır? Sorabilir ve hatta hakkım olmadığına hükmedebilirsiniz; ayriyeten başka eleştirilerim de vardır; saklıdır demek istiyorum ancak şimdilik yeterlidir ve siz hangi hükme varırsanız varın, benim cevabım eleştirinin her zaman hakkımız olduğu ve hatta sorumluluğumuz olduğu yönündedir!

Bilmelisiniz ki, bu topraklar, en iyisini, en doğrusunu ve en hünerlisini hak ediyor ve geç kalınmış olmakla birlikte, bu hak edilenden uzak kalınmış olması nesneldir; ama öznel etmenleri de hafife almamak gerekmektedir ki nesnellik buradan gelmektedir!

Bu geç kalınmışlığa etki eden etmenlerin başında, bilinçli olarak engelleyici öznel çabalar yanında, bilinçsizce içine girilen öznel eksiklik ve yanlışlıklar gelmektedir ki, emekçi kitlelerdeki bilinçsizlik ve kayıtsızlık, bu geç kalınmışlığa etki anlamında daha az önemli ve daha az belirleyicidir!

Çünkü son tahlilde bu da, öznel çabalardaki sinsiliklere ve aynı orandaki eksikli ve yanlış olan öznel yaklaşımlara bağlıdır!

Demek ki, bütün yollar, bu toprakların, son derece hüner sahibi bir bağımsız, eli fener tutan, aklı da yüreği de bilimsel bir iyimserlikle yoğrulmuş iktidar perspektifi ve hırsı ile yüklü, bağımsız bir sınıf partisine duyduğu ihtiyacına açılmaktadır; ancak bütün yollar aynı oranda tuzaklarla doludur ve bu tuzaklardan, Metin Çulhaoğlu’nun deyişiyle “teorik ihtilalcilik” ile ve bilimsel bir iyimserlikle büyütülen cesaretle kurtulunur!

Çünkü tuzak var ise tuzakları kuranlar ve/veya kurduranlar, bütün yolların bu ihtiyaca açık olduğunu biliyorlar ve bundan korkuyorlar demektir ki bu da, tuzakları yıkmak için, tuzakların yetmeyeceğini bilen bir bilimsel iyimserlikle yüklü cesaretin ve teorik-politik hünerin yeteceğinin göstergesidir!

Amma ve lakin Demirtaş’lardan medet ummak, bununla birlikte Demirtaşların da içinde olduğu büyük resmi görmezden gelmek ve de öznel ve düzen içi reflekslerin yansıması olan söylemleri yüksek tutmak, ne teorik ihtilalciliğe ne de bilimsel bir iyimserlikle yüklü cesaret işaretine uymaktadır!

Üstelik içinde bulunduğu bütününe karşı durup, ondan koparak öne çıkan ve bu toprakların ihtiyacına çok daha fazla cevap vereceği iddiasında olan, adı ne olursa olsun, sınıfsal kökeni ile bağlı olarak, oynayacağı rolü önceden belli olan, dolayısıyla işçi sınıfının bağımsız politik savaş örgütü olmayı ve iktidarı hedeflemeyi peşin peşin kabul ve ilan etmiş olan, en azından yüzlerini kendisine dönmüş olanlarda bu algıyı oluşturmuş olan bir parti, bundan daha fazlasına sahip olmalı, en azından sahip olmayı hedeflemelidir!

Şöyle de söylemek mümkündür ki, sosyalist iktidar yolunda, izleyenlerini ve bünyesindekileri sarsmayı göze alacak şekilde, cesaretle ve şiddetli bir teorik yaklaşımla hazırlanacak programlar öngörüp, bütününden kopmayı göze alan bir savaş örgütü olduğunu iddia eden, bir sınıf partisi olduğunu iddia eden “parti”nin, sırf mücadele hattının güçlendirilmesi adına, neredeyse karşı-devrim ile devrimci durumun ayak seslerinin aynı anda, duyulduğu bir zamanda, karşı-devrimin içinde olan ve Türkiye’nin devriminin karşısına dikilmeye hazırlandığı, daha doğrusu buna hazır olmaya mahkûm olduğu aşikâr olan bir klonlanmış yapının, tümüyle söyleme dayalı “sol” rüzgârından medet ummak; yani bütününden kopup, karşı devrimin içinde olan ve “sol” renklerin tümünü çalmaya çalışan bir yapıya bulaşmak pek akıllıca değildir!

Bu, eninde sonunda, kendi burjuvazileriyle işbirliği yapmış olan 2. Enternasyonal partileri ile ittifak kurmak isteyen ve bunun için direten Bolşeviklerin tutumuna çıkacak olan bir tutumdur!

"Bitirirken arz etmeliyim ki, TKP’li gençlerin, cesaretle bütününden kopmayı göze alıp, işçi sınıfını ve emekçileri, kış uykusu misli olan “demokrasi” illüzyonundan uyandırarak, sosyalist bir iktidarı hedefleyen halkçı temelde bir sosyalist devrim mücadelesi için dizlerinin üzerinden ayağa kaldırmak üzere öne çıkmalarını, aklımdaki tüm soru işaretlerine karşın, bu topraklar ve üzerindeki ezilen ve sömürülen kitleler açısından olumlu bir rüzgâr olarak değerlendirmiştim; en azından böyle ummak istiyordum; ancak, bu açık mektup ile aklımdaki soru işaretleri,işaret olmaktan çıkıp, cevaplarını da içinde taşıyan net sorular haline gelmiştir!"

Bu nedenle öncelikli bulduğum bir iki noktadaki soru işaretlerinin izlerini takip ederek eleştirel bir yaklaşımla oluşturduğum düşüncelerimi aktarmayı, en azından, bünyenizdeki ve dışınızdaki yüzü hâlâ bu toprakların ihtiyacı olan partisine çevrilmiş olan arkadaşlarıma borç bildim ve aktarmış bulunuyorum ki, beni tanıyan arkadaşlarım bilirler, bu mektubum da, tıpkı sizin “açık mektubunuz” gibi, ilk önce tarihe bir nottur ve tarihin mantığı ile çakışıyorsa da, tam tersine, çatışıyorsa da, gelecek kuşaklar için her ikisinin de paha biçilmez dersler taşıyacağına inanarak düştüğüm bir nottur!

Son tahlilde en büyük doğrulayıcı tarihtir ve tarihin mantığına güvenerek, bu notları tarihe kaydetmemin tam zamanı olduğuna inanıyorum!

Fikret Uzun

23 Ağustos 2014

Hiç yorum yok: