HALKIN TÜRKİYE
KOMÜNİST PARTİSİ'NİN MERKEZ KOMİTESİNE AÇIK MEKTUP
Yerinde bulmuştum,
tarihin olağanüstü sıkışıklık yaşadığı bir zamandı, tarih hızlanmıştı ve bu
zamanlarda olağanüstü insanların ve olağanüstü kararların cesaretle öne çıkması
çok normaldi; bütününüzden kopuşunuzu böyle okumak istemiştim ve pek haklı
olduğumu düşünüyordum!
Düşünürken, aklımda
hep hatırladığım ve her yerde hatırlattığım 1905 Şubat devrimi vardı!
Tam bir sıkışma ve
hızlanmanın tarihidir; olağanüstü kararların cesaretle öne çıktığı ama gülünç
mazeretlerle bu öne çıkışların boğulmaya çalışıldığı bir zamandı ve belki daha
da önemlisi, başka coğrafyalar için de son derece önemli ve tetikleyici bir
modeli, öncesi ve sonrası içindeki bütünlüğü ile tarih sahnesine çıkarmış
zamanlardan biri idi!
Adı, Zubatov’un,
gizli polisin inisiyatifiyle Rusya’nın işçilerini, politik ve devrimci
mücadeleden alıkoymak için,“polis sosyalizmi” olarak anılan legal işçi
örgütleri yaratmaktan ibaret olan eyleminden sonra, otokrasinin işçi hareketini
polisin yönetimine geçirmek için kullandığı papaz Gapon’un girişimi ile tarihe
geçen Ocak 1905 Kanlı Pazarına kadar, Rusya’da komünistler azınlıkta ve
diğerleri çoğunlukta ve de hatta komünistlerin azınlık halleri ile dalga
geçmekte idiler; Japonların tattırdığı yenilgi bir yanda, koca koca grevler
diğer yanda ama işçiler ve emekçiler, Menşeviklerin ve SD’lerin alkışları
eşliğinde Gapon’un peşine takılarak, yarı tanrı gördükleri çarlarına, onunla
bin bir bağ ile bağlı fabrikatörleri şikâyet etmek için bir ellerinde
arzuhalleri, diğer ellerinde kızıl bayrakları ile kışlık saraya yürüyorlardı!
Bolşevikler,
Gapon’un niyetlerini açığa çıkaran birçok bildiri yayınlamışlar ve dilekçe
vermek için çarın huzuruna çıkma eylemine karşı konuşmalar yapmışlardı ama bu,
kitleleri çarın huzuruna çıkmaktan alıkoyamamıştı!
Böylece Kanlı Pazar
gerçekleşmiş ve bundan, bu huzura çıkma eylemini tertipleyenlerin istek ve
niyetlerine karşı ilk Rus devriminin başlangıcı doğmuştu; onca zaman komünistlerin
sözlerinden çok, Menşevik vb. diğerlerinin sözlerine kulak asan Rusya’nın
işçilerinin ve ezilen halklarının büyük çoğunluğunun gözü de kulağı da Kanlı
Pazar’ın vahşeti ile birlikte komünistlere çevrilmişti ve azınlıkta olanlar,
çoğunluk, çoğunlukta olanlar azınlık olmuştu!
Bu çoğunlukta
başrol, burjuvalar ile büyük toprak sahiplerinin ittifakı olan ve “sınıf
mücadelesi”nden özenle kaçan Kadetler yanında, proletaryayı, köylüleri ve
entelektüelleri temsil eden ve “sınıflar arası” bir parti olduklarını savlayan
Sosyalist-Devrimci’lere ve Sosyal-Demokrat Menşevik’lere ait idi; Bolşevikler,
en son sırada yer alıyorlardı!
Kendilerine ofis
dahi açamayacak denli azınlıkta olan Bolşevikler, tümüyle ekonomik taleplerle
ve kendiliğinden bir renkle öfkeleri şaha kalkmış olan azımsanmayacak bir
çoğunluk haldeki işçi ve emekçilerin, yoksul köylülerin önüne geçmiş ve böylece
Şubat 1905’te patlak veren burjuva devrimi ile çarın egemenliği iyiden iyiye
sarsılmıştı!
Sonuçta burjuvazi
öne geçmiş, işçiler ve emekçiler ve onlara fener tutanlar, mihmandar olanlar
yenilmiş ama Rusya halkları artık dizüstü durumundan ayağa kalkmaları
gerektiğini ve bunu yapabildiklerini görmüşlerdi!
Böylece, bu
yenilgiden hem ders çıkarmışlar, hem de, onca yenilgi sonrası baskılara ve
Rusya’nın halkları üzerindeki egemenliği artırıcı reformlara, gericiliğin akıl
bozucu etkilerine ve kitlelerin örgütlenmelerine yönelik yasaklamalara rağmen,
güç biriktirmişler, kime, neye inanacakları ve dayanacakları konusunda önemli
oranda netleşmişlerdir!
Tek eksik, politik
bilinçti ve bu anlamda çoğu kez, bugün Türkiye’de faaliyette olan benzerleri
misli, yani hem solda görünüp, hatta gerçek sol ile aynı karede ve hatta aynı
partide kendini gösteren ama gerçekte burjuva devrimciliği sınırını aşamayan ve
giderek buna teslim olan, o zaman ki adları ile Menşeviklerin etkisinde
kalmışlar ama eninde sonunda bu etkiden kurtularak, 1905 burjuva devriminden ve
yenilgisinden yalnızca 10 yıl sonra Bolşeviklerin doğruluğu konusunda ve
özellikle Lenin’in olağanüstü politik aktörlüğü konusunda, tümüyle netleşerek
Rusya’nın işçi sınıfı ve emekçi halkları, Ekim sosyalist devriminin tam
zamanında gerçekleşmesi için hiç ikircim göstermeden Lenin’in önderliğinde
koşulsuz toplanmışlardı.
Bu sonuç, Çarı
devirip, proletarya önderliğindeki halk ayaklanması ile demokratik bir
cumhuriyet kurmak amacıyla patlak veren 1905 Şubat devriminin biriktirdiği
sonuçtur ve 1905 devriminin biriktirdiği veya tetiklediği sadece bu sonuç
değildir; bu sonuçtan çok önce ve gene burjuva sınırlarda ama Rusya işçi
sınıfının devrimci mücadelesine bağlı olarak, Rusya’da köylü hareketinin
politik olarak patlak vermesi ve Rusya’nın ezilen halkları arasında ulusal
kurtuluş hareketlerinin yükselmesi bir yana, bütün Orta Asya’nın harekete
geçmesi var; Türkiye, İran ve Çin devrimleri 1905 Rusya devriminin harekete
geçirdiği sonuçlardır.
Öyleyse, soru
tektir ama çatallıdır ve cevapları ile birlikte son derece öğreticidir; Türkiye
bir 1905 öncesini mi yaşıyor, yoksa tarihin dümeni o tarafa mı kırılmak
istenmektedir?
Ancak bu soruya
itibar eden de, cevabını merak eden de olmamıştır; hatta ve hatta cevap yüksek
sesle tekrar tekrar verildiği halde hâlâ duymazdan gelinmektedir; öyleyse, yeni
ve daha önemli bir başka soru kendini dayatmaktadır!
Türkiye’nin
devrimleri bu güne hiçbir şey biriktirmemiş midir?
Yoksa birikenler,
günü kurtarmak için Türkiye’nin devrimini boğmak isteyenlerin ellerine mi
teslim edilmektedir?
Bu hatırlatmalar
ile 1905 devriminin hemen öncesinde, cahil, okuma yazma bilmeyen ataerkil bir
papazın peşinden sürüklenen dindar, imparatorluk yanlısı işçilerden söz
ediyorum; ortada tarihe kaydedilmiş bir dilekçenin olduğunu, dolayısıyla
reformist hayallerin pompalandığı ve işçilerin, büyük burjuvaziye yani egemen
sınıfa, binlerce bağ ile bağlı olan, bu büyük zenginlerin ayrıcalıklarını ve
karlarını zorun bütün araçlarıyla korumaya kararlı olan ve büyük toprak
sahiplerinin başı olan çar babalarına patronlarını şikâyet ettiği bu dilekçe
verme eyleminin, hem Kanlı Pazar’a neden olduğunu ve hem de böylece, ilk Rus
devriminin başlangıcının doğduğunu hatırlatıyorum.
Ve gene bu
hatırlatma ile tıpkı bugünkü gibi, zamanın sosyalist olduklarını iddia eden ve
gerçekte ise sadece burjuva lafazanlığının şampiyonları olanların, yani bugünün
sahte sol gömleklileri ile ahmak solcularının, bu barışçıl dilekçeyi yüksek
tuttukları ve bu tür dilekçelerle kanlı çarı demokratik reformlar için harekete
geçirmenin mümkün olabileceğini düşünüp, düşündürttükleri hatırlatılmaktadır!
Ancak, bu akıl
bozucu çabalara ve tarihe kalın harflerle kaydedilmiş olan son derece kanlı ve
acı deneyimin korkutucu etkilerine rağmen ve daha çok bu etki nedeniyle, devrim
öncesinin cahil, dindar ve imparatorluk yanlısı ama dürüst işçilerinin politik
bilince uyanmalarının önüne geçilemiyordu. Ve elbette, bu noktadan itibaren
azınlıkta olan ve hatta çoğunlukta olanlarca, yani cahil işçilere kuyrukçuluk
yapan, çara patronları şikâyet eden dilekçeden demokrasi bekleyen
reformistlerce dalga bile geçilen devrimci partiler, en başta da Bolşevikler,
aniden binler olmuş ve milyonlarca proleterin önderi durumuna gelmişlerdi.
Ve proleter
mücadele,100 milyon köylü kitlesi içinde bir mayalanma yaratmış, hatta kısmen
devrimci bir hareket doğurmuştu. Birkaç ay öncesine kadar, reformistlere
göre,”devrimci bir halkı olmayan” 130 milyonluk dev Rusya, kendini devrimin
içinde bulmuştu; uyuyan Rusya, devrimci proletaryanın ve devrimci halkın
Rusya’sına dönüşmüştü.
Lenin, bu geçişin
en önemli aracının “kitle grevi” olduğunu ve 1905 Devrimi’nin özelliğinin, tam
da, sosyal içeriği itibarı ile doğrudan hedeflediği ve doğrudan, kendi öz
gücüyle elde edebildiği şeyler, demokratik cumhuriyet, sekiz saatlik iş günü,
soyluların muazzam büyük toprak mülkiyetine el konulması( ki tüm bunlar, Büyük
Fransız Burjuva Devriminin 1792/93 yıllarında büyük ölçüde gerçekleştirdiği
önlemlerdi)itibarı ile “burjuva-demokratik” ; mücadele araçları itibarı ile
“proleter” bir devrim olduğunda yatmakta olduğunu kaydetmişti.
1905 Devrimi, ancak
ekonomik mücadelenin, ancak durumlarını derhal, doğrudan düzeltmek için
verdikleri mücadelenin, sömürülen kitlenin en geri kesimlerini
uyandırabileceğini, onlara gerçek bir eğitim verdiğini ve – bir devrim
döneminde- birkaç ay içinde onlardan bir politik savaşçılar birliği
oluşturduğunu açıkça göstermiştir.
“Bunun için,
elbette işçi sınıfının ileri kıtalarının, sınıf mücadelesinden, -
reformistlerin işçilere sık sık yaptıkları gibi – küçük bir üst tabakanın
çıkarları için mücadeleyi değil, bilakis proleterlerin gerçekten sömürülen
çoğunluğunun öncüsü olarak ortaya çıkmasını,1905 yılında Rusya’da olduğu ve hiç
kuşkusuz Avrupa’da yaklaşan Proleter devrimde olması gerektiği ve olacağı gibi,
bizzat bu çoğunluğu mücadeleye çekmesi gerektiğini anlaması gerekli idi.”
(LENİN-1905 Devrimi Üzerine Konferans- 22 Ocak 1917 Zürih)
1905 Devrimi ve hem
Lenin tarafından, hem de henüz oportünizmin saflarına katılmamış olan
Kautsky’nin öngördüğü gibi,1905 devriminin ardından gelen Ekim devrimi ve de
Türkiye, İran ve Çin’in devrimleri ve elbette Meksika’nın devrimi çok geride
kaldı!
Ancak şimdi, tıpkı Leninin de işaret ettiği gibi, bir taraftan, “büyük”
kapitalist ülkeler dâhil, tüm dünyada bir tarihsel geriye sürüklenişin telaşı
ve kaygıları yaşanırken, diğer yandan çeşitli ekonomik-demokratik içerikli
hareketlenmeler, hatta yer yer ayaklanmalar ile egemenlerin uykusu kaçarken,
proletaryanın ileri kıtaları dâhil işçi ve emekçi kitleler ile onların politik
bilinçli öncülerinin çerçevesinde bir mezar sessizliği görünümünün yanıltıcı
etkilerinin yaşanması, bambaşka bir pratiği geliştirerek yaklaşan katastrofun
ve onu çabuklaştırmaya da, onu boğmaya da gebe olabilecek gelişmelerin göz ardı
edilmesine gerekçe yapılmamalıdır.
Şimdi buradayız ve duyduk ki, Halkın
Demokrasi Partisi’nin Eş Başkanı ve cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’a
“yiğidi öldür ama hakkını ver” misli bir yaklaşıma çok uzak bir yaklaşımla, ama
övgü dolu eleştirilerle yüklü bir tebrik mesajı misli açık mektupla Türkiye’nin
hali pür melalini anlatarak “gelin şimdiye kadar içinde olduğunuz masum
hataları bırakıp, antiemperyalist ve gericiliğe karşı mücadele hattını
güçlendirmek ve laik, bağımsız ve eşitlikçi bir cumhuriyetin (bunun adına
sosyalist cumhuriyet demişsiniz) kurulması için bir ilerici halk mücadelesi
ekseninde birlikte mücadele edelim…” demişsiniz!
Mektubunuzda önemli
oranda doğru tespit ve çözümlemeler var ancak, siz de biliyorsunuzdur ki, bu doğru
tespit ve çözümlemeler, çok küçük miktarda yanlış ve eksikli tespit ve
çözümlemelerle sarmaş dolaş olduğunda dahi ortaya çok kötü bir yalanı ifade
eden yanlışlar ve eksiklikler çıkar ve ne yazık ki mektubunuz son tahlilde
böyle olmuş!
Mektubunuzun
tamamını, belki gerekiyordur ama kelime kelime, cümle cümle eleştirel süzgeçten
geçirecek değilim ama eleştirilerimi saklı tuttuğumu da arz etmeliyim; dediğim
gibi, çok güzel ve yerinde bulduğum tespit ve çözümlemelerinize doladığınız
yanlış ve eksikli birkaç tespit ve çözümlemenize dikkat çekerek mektubunuzun
kıymeti-i harbiyesi veya tersi açısından eleştirel düşüncelerimi aktarmayı borç
biliyorum!
Başlamadan önce, bu
açık mektubunuzla, yüzünü yeni oluşumunuza dönmüş olan üstelik neden bir yeni
oluşuma yelken açtığınızı en tam ifadesiyle kavrayamamış olan ama gene de
heyecan duydukları muhakkak olan gençlerin heyecanlarının önemli oranda soru
işaretleri ile sakatlanmış olacağını bir yere not etmenizi önerdiğimi belirtmek
istiyorum!
Açık mektubunuzda,”Halkın
Türkiye Komünist Partisi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın aday olduğu, CHP ve
MHP’nin AKP ile gericilik yarışına girdiği bir seçimin meşruiyetinin olmadığına
dair bir değerlendirme ve seçimlerde boykot çağrısı yaptık” diyorsunuz ki
şiddetle ve üzülerek itiraz ediyorum!
Hayır, bu bir AKP
ile gericilik yarışı değildir; yanlış anlaşılmasın bu var ve bu bir devlet
politikası olup, çok önceden beri vardır; söz konusu cumhurbaşkanlığı seçimi
ise ve ille bir gericilik yarışından söz edilecekse buna, gericiliği dayatma ve
perçinleme yarışı demek daha doğrudur; ancak, bu yarışa, RTE’nin
cumhurbaşkanlığına giden yollarının temizlenmesi yarışı demek çok daha
doğrudur; gericiliğin içine çoktandır ve hızla girmiş olan CHP ve MHP
yönetiminin yaptığı ki bu, daha AKP kurulmadan, RTE Başbakan olmadan ve hatta
vekil olmadan önce başlayan ve de bir devlet politikası olarak içinden
çıkılamayan, yani içinde kalmaya mahkûm olunan bir yarıştır!
Bu yarış,
Türkiye’nin, Tanzimat öncesi bir Osmanlı imparatorluğuna dönüştürülmesinin
sigortası olmayı sürdürmekten ibarettir; başka ifadeyle, Öcalan’ın ve
Demirtaş’ların da reddettiği “devlet” in, “ulus-devlet”in ve “modernite”nin
reddedildiği, dolayısıyla aydınlanma hareketinin ve modern işçi sınıfı
mücadelelerinin yarattığı birikimlerin düzlendiği, cehaletin ve kayıtsızlığın
kol gezdiği bir ümmet toplumu oluşturularak, bin yıllık bir istikrarın, bir
sessizlik rejiminin; başka ifadeyle bin yıllık bir Pax- Amerikana’nın
sağlanması için jokerlik yapmaktır!
Burada, post-modernizm
ile birlikte, ABD emperyalizminin gerici milliyetçiliğinin bir başka yüzü olan
ulusal nihilizm ve kozmopolitizm, bu yarışı mantıki ucuna, cehalet kokan,
devlet’in ve modernitenin reddedildiği Tanzimat öncesi bir Osmanlı
imparatorluğuna sürükleyen en sinsi ideolojidir!
Dolayısıyla, en
başından meşru olmayan bir seçim ve politika hattı üzerindeki son durak,
Ekmeleddin’in, yeterince süslenmesine bile özen gösterilmeden, RTE’nin önüne
bir köşk hediyesi olarak atılması olmuştur ki işte asıl bu, seçimlerin ve
politikanın iflasının son fotoğrafı ve son ilanıdır; artık “yeni Türkiye”den
sık sık söz edileceğinden emin olabilirsiniz!
Bununla birlikte
yine bir yere not edilmesini öneririm ki, bu son durak, ayrıntısı ve derinliği
bir yana, aynı zamanda yönetenlerin yönetememe durumlarının vardığı en son
duraktır; yönetemedikleri yönetimi, yine yönetemeyenlerin yönetimi ile
yönetmeye mahkûm olduklarının net göstergesidir ki buradan ne çıkacağını, bir
işçi sınıfı partisi net olarak çözümleyip, sınıfsal dengeleri enine boyuna
hesaplayıp, bu yönetememe durumu karşısında, yönetilenlerin artık eskisi gibi
yönetilmek istememe durumlarını somut olarak ortaya koyarak ve bilinç
durumlarındaki eksikliklerini ama daha çok içine hapsedildikleri “demokrasi”
illüzyonunun etkilerini göz ardı etmeden, kitlelere katastrof için hazır
olunduğunun sinyallerini vermelidir!
Doğrudur, MHP ve
CHP’nin AKP den farkı yoktur ve temel politikaları da bir ve aynı olmuştur;
ancak Demirtaşların, bu anlamda BDP’nin klonlanmış hali olan, daha çok da
BDP’nin girdiği karanlığın örtüsü olan HDP’nin de bundan ayrı bir tarafı yoktur
ve “politikaları bir ve aynıdır” demeye diliniz varmıyorsa, birbirleri ile
senkronizedir diyebiliriz; bir bütünü tamamlıyorlar!
Ve işte bu, seçimin
de politikanın da iflas ettiğinin resmidir ve artık kabak tadı verdiğini,
pazarcı Salim’den, işçi Ahmet’ten, memur Hüseyin’den ve hatta Kürt Mehmet’ten
duymadı iseniz kulaklarınız pas tutmuş demektir; amma ve lakin sonuç olarak
Demirtaş nezdinde yüksek tutulacak bir “sol” bulduğunuza göre, MHP ve CHP’nin,
AKP ile gericilik yarışına girmesinden, seçimin gayr-i meşru bir durum olduğu
sonucunu çıkarmak, en azından bunu ağız dolusu söylemek mümkün değildir; çünkü
bu, bugün başlamamıştır ve birbirlerini tamamladıklarını biliyoruz ve artık bu
meşruiyeti sağlayan bir Demirtaş-HDP “sol” unuz vardır!
Demek ki,
meşruiyetsizlik söz konusu ise ki bu doğrudur, ama bunu göstermek için
dediğinizden daha fazlasını resmetmeniz gerekmektedir; içinde var olduğunuz bir
bütünden, öyle ya da böyle politikalarının yanlışlığından hareketle ve bugünün
ihtiyacı olan politikaları üretebileceğiniz iddiası ile irade göstererek kopmuş
olmanızı göz önünde bulundurursak, bu eksikliğinizi manidar bulduğumu belirtmek
istiyorum!
Sanki bu günü
kurtarmak için, geleceği, “KÖH” ile bir ortak ve meşru zeminde buluşmaya kapı
açmak üzere feda etmeyi, bir “komünist” politika olarak dayatmaya hazırlanıyor
gibisiniz; bu, bütün birikimlerin egemen sınıflara teslim edilmesine göz yummak
demektir!
Kürtlerin geldikleri
ve park ettikleri yer tam da burasıdır!
Öyleyse buradan bir
açıklığa varmış olarak Demirtaşla devam edersek; Demirtaş’ın, Kürtlerin,
devrimcisi kıt, gericisi bol, itaatkâr bir “KÖH” çizgisinde, ama bir
zaman yükselmiş bir dalga olan Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin geçmişine
dayanarak, Kürt halkını, Kürt egemen sınıflarının mutluğu için, içine sokmaya
çalıştıkları karanlığın şirin yüzlü şövalyesi olduğunu ikircimsiz
söyleyebiliriz!
Tarihe notumuzdur!
Ve dün, Demirtaş’ı
da ayıramayacağımız BDP ve “KÖH” ve tabii Öcalan nezdinde baş gösteren bu
şövalyelik, RTE –AKP’nin, 12 Eylül anayasa referandumundan istediği sonucu
garantilemek için ama daha çok “yeni” 12 Eylül rejiminin dine dayalı
osmanik-islamik faşist diktatörlüğünün zorsuz –zahmetsiz, hatta bir “ileri
demokrasi” illuzyonu içinde konuşlandırılmasına koltuk değneği olmak için,
pratikte “EVET” anlamına gelen ve hiçbir politik mantığı olmayan, yani
Türkiye’nin işçi sınıfının ve emekçi halklarının, devrimci bir yükselişe
kesinkes inanmadığı, parlamentodan gelecek olanlara ise hâlâ inandığı bir
zamanda, “BOYKOT” eğilimini bayrak olarak açmış ve Kürt halkına dayatmıştır!
Bu gün ise, yine
aynı saikler ile hareket edilmiş ve RTE’nin olası bir ikinci etaba kalması
ihtimaline karşı ve aynı zamanda bu süreçte pazarlık gücünü artırarak ve ikinci
etaba kalınmasa bile, Türkiye’nin düzeni içindeki bir “sol” parti boşluğunu
doldurmaya aday olunduğunu gösterme şansını artırmak üzere ve RTE’nin köşke
çıkmasında koltuk değneği olmak için, üstelik son derece ikiyüzlü bir poltika
izleyerek, önce bir CHP saylavına, HDP’nin ve elbette Kürtlerin Cumhurbaşkanı
adayı olması için teklif götürmeleri ve ardından, sanki solun ortak adayının
sondajını yapıyorlarmış gibi bir görüntü yaratarak ama HDP çatısı içindeki
bileşenlerinden olan kimi grupların da eleştirilerine maruz kalmalarına aldırış
etmeden, Demirtaş’ın kendisinin ve KÖH”ün, HDP’nin ve Öcalan’ın,”Kapitalist
modernite”yi ve elbette “devleti” reddetmelerine ve de bu çerçevede “devletsiz devlet”
e, daha özcesi, ilkel bir aşiret komününe vurgu yapmalarına rağmen, Türkiye
Cumhuriyetinin cumhurbaşkanlığına aday olunmuştur ki, bununla dünkü politik
yaklaşımlarının devam ettirildiğini görmemek mümkün değildir!
Bu, dün de bu gün
de, Demirtaşların, bile-isteye AKP-RTE ile dolayısıyla 12 Eylül dinci-faşist
diktatörlük rejimi ile müzakereden fazlasının içindeki bir yakınlığı sürdürmeyi
ısrarla istediklerini gösteren somut bir olgudur.
Bu gerçek ve net
olgunun,işçi sınıfı ve emekçi kitlelerce görülememesi, örgütsüzlük ve bilinç
düzeyindeki gerilikten ziyade, daha çok, oynanan illüzyonist, medyatik ve sahte
sol gömlekli dinamiklerin ideolojik tetikçiliğini içeren akıl bozucu oyunlarla
mümkün olmaktadır; ancak buna rağmen, işçi ve emekçi kitlelerin ve
sol/sosyalist hareketin içinde olanların, Demirtaşların uzun süredir
kendilerini,üstelik bu hareketten arta kalan bütün döküntüleri vitrin yaparak
kendisine çekme çabalarına ilgi göstermemeleri, en az öbürü kadar önemli ve
belirleyici bir olgudur!
Ne var ki bu,
bütününden daha iyi politikalar üreteceği iddiası ile kopup, “halkın işçi
sınıfı partisi” olma iddiası ile “HTKP”adını alarak (ki bunun, ayrıldığı
bütünden ayırt edilmesi için olduğunu düşünmek istiyoruz), tarih sahnesine
çıkan bir parti tarafından görmezden gelinmiştir ve üstelik bu olgunun,
gericiliğe boğazına kadar batmış olan Demirtaşların ve HDP’nin daha fazla “sol”
renk kazanması adına sakatlanması için son derece manidar
bir adım atmış bulunmaktasınız!
Öyleyse partinizi
en başta tarif eden isim kısmındaki “HALKIN” ibaresinin, HDP’deki “HALKIN”
ibaresi ile senkronize olup olmadığı konusundaki soru işaretlerimizi anlayışla
karşılamanızı istemek hakkımızdır!
Oysa Gezi ruhu var
oldukça ama daha çok emek-sürecinin kapıda olan belirleyici çelişkilerinin
sahne almasındaki kaçınılmazlık söz konusu oldukça, Türkiye’nin yönetilen
sınıflarının hapsedildiği “demokrasi” dâhil, her çeşit illüzyonun kalıcı olması
mümkün değildir; kalıcı olmadığının tarih aracılığıyla kanıtlanmış olduğunu
hepimiz biliyoruz!
Ve yine öyleyse
Türkiye sol/sosyalist hareketini, BDP’nin klonlanmış ve üstelik çok istense de
doğru dürüst bir “sol” renge bile bulandırılamamış hali olan HDP’nin
Türkiye’nin “sol” partisi olarak gösterilmesi üzerinden, Öcalan’ın bir zaman
önceki ifadesiyle “ilkel milliyetçi”, bana göre, devrimcisi kıt, gericisi bol,
itaatkâr bir “KÖH”ün; başka ifadeyle ABD emperyalizminin Kürt politikasının
içinde olan bir “KÖH”ün kuyruğuna takmak, böylece, emperyalist politikalara
sessiz kalınmasını sağlamak, dolayısıyla bu politikaların karşısında
durulmasını engellemek kolay olmayacaktır; yani istenilen budur ve oynanan
oyunlar bunun içindir ama bunun o kadar kolay olmadığı görülmektedir demek
istiyorum!
Buna karşın,
Demirtaş ve HDP’nin istediği bir gözü “HTKP” fazlasıyla vermiş olmakta ve bu
zorluğu önemli oranda kolaylaştırmanın ilk adımını atmış olmaktadır; başka
ifadeyle Demirtaş’a ve haliyle HDP’ye ve tabii “KÖH”e, sol/sosyalist bir renk
“HTKP” tarafından, herhalde “demokrasi” adına, bahşedilmiş olmaktadır!
Diğer yandan,
Türkiye’nin ezilen ve sömürülen sınıflarının önemli bir bölümünün de farkında
olduğu, en azından sezinlediği, yukarda vurguladığım yakınlığın, Kürt halkının
mutluluğu için kurulmamış olması bir yana, Türkiye’nin işçi sınıfının ve
Kürt-Türk veya başka ulusal, etnik kökenli tüm halkların emekçilerinin
mutsuzluğu pahasına; başka ifadeyle Türkiye’nin işçi sınıfının ve emekçi
halklarının ve elbette sol/sosyalist hareketinin,“yeni” 12 Eylül rejiminin,
“yeni” Türkiye’nin, yani din tabanlı bir Osmanik-İslamik faşist diktatörlüğün
baskı ve zulmü altında ezilmesi, ellerinin- kollarının, hem de arkadan
bağlanması pahasına, kendi kaderini tayin hakkından da, ilkesinden de vazgeçmiş
olan, ABD emperyalizminin kırk yıldır hayalini yaşadığı ve son tahlilde,
pratikte Kürt halkı için bir “manda”dan öte anlamı ve içeriği olmayacak olan
“Büyük Kürdistan” politikasına biat etmiş bir “kurtuluş”u, Kürt emekçilerine
de, Türk emekçilerine de dayatmak için olduğu apaçık görülmektedir!
Ve evet, ortada bir
kurtuluş vardır ki bu, Kürt emekçileri için değil, Kürt ağa, bey, aşiret reisi
ve şeyhleri için ve elbette Türkiye’nin tekelleri ile bin bir bağ kurmuş olan
ve onlarla birlikte bu kokuşmuş, pislik akan sömürü ve zulüm rejiminde Kürt ve
Türk emekçilerini sömürmek için can atan Kürt burjuvazisinin, kısaca ABD-AB
emperyalizminin ve 12 Eylül rejiminin “yeni” gerici-dinci karanlığından
sebeplenerek mutluluklarına mutluluk katmak isteyen Kürt işbirlikçileri için
bir kurtuluş olacaktır.
Ve asıl “kurtuluş”,
elbette ki tarihinin en çaresiz günlerini yaşayan ABD-AB emperyalizmine ait
olacaktır ki bu diyalektiktir; bir yerde emperyalizmin çaresizliğine çare
olacak bir “kurtuluş” varsa, bu, bu bölgenin ezilen ve sömürülen emekçi
halkları için çaresizliğin artması demek olacaktır!
Ancak bir başka
gerçeğin daha olduğunu hepimiz biliyoruz ki, dayatılmış bir çaresizlik varsa,
yanı başında çaresinin de filizleneceği açıktır!
Buna rağmen,
çaresizliğin yanında açığa çıkmak ve en güzel, en çekici giysisi ile emekçi
halklara görünmek için sabırsızlanan çareyi bulup çıkarmak için politik hüner
göstermek gerekirken, bu çareyi de, çaresizliğin büyütülmesinde ve
dayatılmasında payı olan ve bunu kendi çaresi bilenlerden beklemek, bunun için
onlardan yardım istemek, bu toprakların artık başka türlü hareket ettiğini ve
eskisi gibi sessiz sedasız durmadığını, onca zaman gerçeklere sahip
çıkmayanların, hatta üzerini örtenlerin, gerçeklerle kavga edenlerin
ayaklarının altından kaymaya başladığını görmemek demektir!
Öyleyse TKP’deki
kopuşun bu anlamda pek bir kıymeti harbiyesi olduğunu düşünmemek gerekmektedir!
Bütün bu vurgulu
ifadelerimden sonra, herhalde sizlere anlatabilmişimdir ki öyleyse “Kürt
Özgürlük Hareketi”nin ve Halkın Demokrasi Partisi’nin, Demirtaş’ın adaylığında
somutlanan seçim stratejisinin de, tam olarak, dayatılan dinci-gericiliğin
içinde bir yerde olduğu ve sizin bunu her nedense görmezden geldiğiniz
kendiliğinden anlaşılacaktır!
Bununla birlikte ve
bu çerçevede, Demirtaş’ın elde etmiş olduğu oy oranının, Türkiye’nin
sol/sosyalist hareketi açısından olumlu-önemli hiçbir yanı yoktur! Demirtaş’ın
ve HDP’nin yaptığı da, CHP ve MHP’nin baştan beri (ne ki onlarınki,
kendilerinin oy oranlarının düşük olmasını gerektiren bir mahkûmiyetin gereği
idi) yaptığı gibi, Kürt halkını ve HDP’ye çekilmek istenen sol / sosyalist kişi
ve grupları aldatmayı hedefleyen sözleri, inandırıcı bir üslupla haykırmaktır!
Dolayısıyla, Demirtaş’ın
gerek seçimlerde kullandığı dilinin ve yaklaşımının, gerekse almış olduğu oy
oranının önemsendiğinin dile getirilmesinin - bu tarzda bir tespitin -
içinde bulunulan bir bütünün politikalarının yanlışlığına karşı, doğru
politikalar üretebilmek üzere irade gösterip kopan ve özgürce ve de daha doğru
politikalar üretebilme imkânı elde etmiş olan bir KP olma iddiasındaki parti
tarafından yapılmış olmasını üzülerek karşıladığımı belirtmeliyim!
Oysa o kadar net
ki, Demirtaş’ı da, “KÖH”ü de, HDP’si de, ne demogojide, ne yalanda, ne de
karanlığın içine girmekte sınır tanıyorlar; Kürt emekçilerinin refahı ise
hiçbir zaman ilgi alanlarında değildir ve bütün çabalarının, ABD emperyalizmine
ve Kürt, Türk işbirlikçilerine dayanarak ve Kürt halkının kurtuluşu için elde
ettikleri birikimi, Kürt halkını gerici-dinci bir renk ile donatılmış itaatkâr
köleler halinde, ABD-AB emperyalizmine teslim etmek için olduğu apaçık
görülmektedir!
Ve ekliyorum ki,
öyleyse bu konuda, adı konulmamış olan ve en başından kararlı bir şekilde ve
hatta AKP-RTE’ye rağmen sürdürülen bir CHP-MHP ve elbette BDP/HDP’nin de içine
girmiş olduğu apaçık görülen “muhalif” -ittifakının elde ettiği ve bugünkü son
durağına getirdiği tüm seçim başarılarının önünde eğilmek de bunun doğal ve kaçınılmaz
uzantısı olacaktır!
Ne de olsa,
hepsinin dilinden AKP-RTE karşıtlığı ve muhalifliği eksik olmamaktadır ve ama
bu, onca zaman ve hâlâ RTE-AKP’ye yaramakta ve daha çok da, ABD emperyalizmine,
Türkiye’nin tekellerine, yani ezilen ve sömürülen sınıfların köleleştirmek
üzere egemenliklerine egemenlik katan egemen sınıflarına ve Kürt
işbirlikçilerine yaramaktadır
Öyleyse bir kez
daha yineleyelim ki, artık “Yeni Türkiye” lafızları ve hayalleri yanında, buna
göre konuşlanmayı içeren politik cambazlıkları çok sık duyacak ve göreceğiz
demektir!
Çünkü son tahlilde
hepsi bir bütünün parçası olmakla, emperyalist politikaları, emekçi halklara
kabul ettirmek-dayatmak üzere, AKP-RTE’nin güçlü ve muktedir kılınması için
yüklendikleri mahkûmiyetlerini tüketmektedirler; bu ise pratikte kimi zaman
“başarı”, kimi zaman da “başarısızlık” olarak kendini gösterebilir ve bu da
aynı mahkûmiyetin içindedir!
Bunu başka türlü de
ifade edebiliriz ki, dayatılan bir karşı devrimdir ve buna, sessiz sedasız ,
“KÖH” ün metropol güzeli HDP üzerinden biat etmemiz dayatılmaktadır ve
Demirtaşlar da bunun içinde ve tarafındadır.
Yani, Demirtaş, dün
de, yani referandumda da, şimdi olduğundan farklı bir dil kullanmamış ve farklı
bir yaklaşım içine girmemiştir ki, bir taraftan "Darbeyle hesaplaşmak
yürek işidir, mangal gibi yürek ister; Başbakan 12 Eylül'ün yavrusu"dur
nutukları atarken, diğer taraftan bu nutuklar gereği Kürt halkını, referandumu
BOYKOT etmeye çağırıyordu ve yoğun kampanyalar yaparak, aynı Kürt halkını,
“BOYKOT” eylemi ile “RTE’yi sandığa gömeceklerine”; kendi sloganları ile
"İnkârcı, tekçi, imhacı, statükocu, anayasaya da, bu anayasayı yeniden
üreten değişiklik paketlerine de geçit vermeyeceklerine” ve her şeyin
“Demokratik bir anayasa için olduğuna” ve böylece kurtulacaklarına inandırmak
istiyordu!
Bugün de RTE’ye
karşı en sert eleştiriler yöneltilerek sürdürülen bir seçim kampanyasında dilin
kemiği olmadığını kanıtlarcasına Bay Demirtaş, bütün maharetini göstermiş,
birbirinin tıpkısı iki adayın yanında, kendisini sütten çıkmış ak kaşık misli
ve elbette onların yanında “sol” renkli göstererek, birbirinden farkı olmayan
iki adaya mahkûm olmaktan kurtulmak için çare arayan Türkiye’nin “sol”
tandanslı gençliğine, kendisini kolay pazarlamış ve sonunda da, elde etmiş
olduğu oy oranından duyduğu sevinç eşliğinde, tıpkı sizin gibi, “demokratik”
ve “meşru” bir zeminde yarıştıklarını vurguladığı rakiplerini
arayarak, ayrı ayrı tebrik etmiştir!
Velhasıl, dün, yani 12 Eylül Anayasa
Referandumu öncesi, ters köşeye yatırma aracı, 12 Eylül darbecileri ve/veya
darbecilik ile hesaplaşmak idi; bu gün, 12 Eylül darbesinin failleri ile ve
darbecilikle sözde hesaplaşan ve buna karşın, bu hesaplaşmanın bir kumpasın
ifadesi olduğunu bizzat kendisi ilan eden AKP ile ama daha çok hükümetin başı
olan RTE ile hesaplaşmak üzerinden işçi ve emekçi kitleler, bir kez daha ters
köşeye yatırılmaya çalışılmış ve sonuçta, on beş milyonu ayrı tutarsak, kalan
herkesin, elbirliği ile ters köşeye yatırılma işi kotarılmıştır!
Diğer iki adayın
yanında Demirtaş’ın da zafer sarhoşluğunu göz önüne alırsak, illüzyonist oyunun
başarılı biçimde tamamlandığını ve her üç aday da zaferden söz ettiğine göre,
tıpkı 12 Eylül Anayasa Referandumu’nda olduğu gibi, Türkiye’nin işçi sınıfına ve
tüm emekçi halklarına çok acı bir hap daha yutturulduğunu kabul etmemiz
gerekmektedir!
Demek ki diyalektik
burada da işlemiştir ve üç aday da kazandı ise, kaybeden Türkiye’nin tüm
emekçileri olmuştur, emekçi Kürt halkı da buna dâhildir!
İşte böyle bir somut olgu ile karşı karşıya iken, siz daha iyi bir KP olma
konusunda iddialı olan bayların, bu somut olgudaki payı hafife alınmayacak
denli önemli ve manidar olan Demirtaş’tan ve partisinden, yani Halkın Demokrasi
Partisi’nden, “Yeni bir cumhuriyet için, emekçilerin kardeşçe yaşayacağı bir
ülke için, gerici AKP iktidarından bir an önce kurtulmak ve ayağa kalkan
halkımızın hakkını alabilmesi için”, medet beklediğinizi ilan etmeniz, tarihe
pek hoş bir tanımlama ile kaydedilmiş olmayacağı gibi, bir an için umutlanan
yüzünü komünist partisine dönmüş gençlerin de umudunu kıracaktır; en azından
aklını karıştıracaktır!
Oysa Öcalan’ın,
daha önce dillendirdiği “demokratik cumhuriyet” söyleminin şimdilerde çok
geride kalmış olduğu ve hatta “kapitalist modernite” ile eşdeğer tutularak
reddedildiği, yerine de “kapitalist modernite” den ve/veya “demokratik
cumhuriyet”ten neresinin eksik veya fazla olduğu belli olmayan “demokratik
modernite” nin ve ”demokratik komün”ün konulduğu ve dahi, sosyalist iktidarın
da “kapitalist modernite” ile bir ve aynı tutulduğu, bu anlamda ille de
sosyalizm olacaksa bunun, “demokratik” bir ümmet toplumunu içeren sosyalizmi
inşa ederek mümkün olacağının çoktan söylendiği ve bir “toplum sözleşmesi”
olarak, ya da bir anayasa olarak ilan ve tescil edildiği bilinmektedir!
Bu bilinirken,
HTKP’nin siz Sayın Merkez Komite üyelerinin, adını “sosyalist” olarak
koyduğunuz, laik, bağımsız ve eşitlikçi bir cumhuriyetin inşası için,
Demirtaş’ın oy sayımının çokluğundan aldığı rüzgârın hakkını vererek,
Demirtaşlar ve HDP ile bir ittifak için kapı açmanız son derece safça olmakla
birlikte, saf olduğunuzu düşünmediğimiz için, son derece manidar görünmektedir!
Eminim ki, TKP’nin
eski bir neferi olarak taşıdığım sorumluluk gereği dile getirdiğim bu ifadelerden,
Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesini ve elbette kendi kaderini tayin hakkını
yadsıdığım sonucu çıkaracak olanlar olacaktır ama tarihin mantığı, dile
getirdiklerimin, Kürt ulusal Kurtuluş Mücadelesini ve kendi kaderini tayin
haklarını yüksek tuttuğum ve önemli bulduğum ve daha önemlisi, başta Öcalan, Demirtaşların,
bu yüksekliği bir karanlığın içinde düzlemeye çalıştıklarına dikkat çekmek için
olduğunu net olarak gösterecektir!
Şimdi olmasa bile,
pek yakın bir zamanda, bu topraklarda yaşayan ve tarihin mantığı ile kesişen
bir mantık ve bir akıl dinamiğine sahip olan kişi ve grupların bu netliği
görmeleri pek zor olmayacaktır; buna yürekten ve daha çok aklımdakilere
dayanarak inanıyorum!
Diğer yandan, bütün
bu olguların, “KÖH”ün, eninde sonunda ve üstelik hızla, en tam ifadesiyle ABD
emperyalizminin istediği kıvama gelerek, hem kendi içinde ve hem de Türkiye’nin
bütününde, Türkiye’nin devrimi ile dolayısıyla devrimci hareketi ile karşı
karşıya geleceğini; başka ifadeyle “KÖH” nezdinde yükseltilen gerici-milliyetçi
Kürt çizgisi ile ilerici-devrimci Kürt çizgisinin karşı karşıya gelmesi
yanında, gerici Kürt-Türk ittifakı ile İlerici-devrimci Kürt –Türk
birlikteliğinin ve kardeşliğinin karşı karşıya geleceğini gösterdiği apaçık
ortadadır!
Demek
ki, evet yeni ve bir emekçi cumhuriyeti kurma mücadelesi, Kürt ve Türk
emekçileri ile birlikte ve elbette ilerici-devrimci Kürt-Türk birliği
ekseninde, gerici Türk –Kürt ittifakını bozarak ilerleyecek ve zafere ancak bu
yoldan ulaşacaktır; ancak bu, Demirtaşlar’dan ve BDP’nin klonlanmış hali olan
HDP’den, üstelik oy sayımında fazla oy oranına sahip oldukları gerekçesiyle ve
söylemlerindeki kulağa hoş gelen ifadeleri ile başarılı bulunduğu için, yiğidi
öldür hakkını ver misli bir yaklaşımdan bile, daha bir övgülü eleştiriler
eşliğinde yardım isteyerek olmayacaktır!
Peki, bu eleştiriyi
yapmaya hakkım var mıdır? Sorabilir ve hatta hakkım olmadığına
hükmedebilirsiniz; ayriyeten başka eleştirilerim de vardır; saklıdır demek
istiyorum ancak şimdilik yeterlidir ve siz hangi hükme varırsanız varın, benim
cevabım eleştirinin her zaman hakkımız olduğu ve hatta sorumluluğumuz olduğu
yönündedir!
Bilmelisiniz ki, bu
topraklar, en iyisini, en doğrusunu ve en hünerlisini hak ediyor ve geç
kalınmış olmakla birlikte, bu hak edilenden uzak kalınmış olması nesneldir; ama
öznel etmenleri de hafife almamak gerekmektedir ki nesnellik buradan
gelmektedir!
Bu geç kalınmışlığa
etki eden etmenlerin başında, bilinçli olarak engelleyici öznel çabalar
yanında, bilinçsizce içine girilen öznel eksiklik ve yanlışlıklar gelmektedir
ki, emekçi kitlelerdeki bilinçsizlik ve kayıtsızlık, bu geç kalınmışlığa etki
anlamında daha az önemli ve daha az belirleyicidir!
Çünkü son tahlilde
bu da, öznel çabalardaki sinsiliklere ve aynı orandaki eksikli ve yanlış olan
öznel yaklaşımlara bağlıdır!
Demek ki, bütün
yollar, bu toprakların, son derece hüner sahibi bir bağımsız, eli fener tutan,
aklı da yüreği de bilimsel bir iyimserlikle yoğrulmuş iktidar perspektifi ve
hırsı ile yüklü, bağımsız bir sınıf partisine duyduğu ihtiyacına açılmaktadır;
ancak bütün yollar aynı oranda tuzaklarla doludur ve bu tuzaklardan, Metin
Çulhaoğlu’nun deyişiyle “teorik ihtilalcilik” ile ve bilimsel bir iyimserlikle
büyütülen cesaretle kurtulunur!
Çünkü tuzak var ise
tuzakları kuranlar ve/veya kurduranlar, bütün yolların bu ihtiyaca açık
olduğunu biliyorlar ve bundan korkuyorlar demektir ki bu da, tuzakları yıkmak
için, tuzakların yetmeyeceğini bilen bir bilimsel iyimserlikle yüklü cesaretin
ve teorik-politik hünerin yeteceğinin göstergesidir!
Amma ve lakin Demirtaş’lardan
medet ummak, bununla birlikte Demirtaşların da içinde olduğu büyük resmi
görmezden gelmek ve de öznel ve düzen içi reflekslerin yansıması olan
söylemleri yüksek tutmak, ne teorik ihtilalciliğe ne de bilimsel bir
iyimserlikle yüklü cesaret işaretine uymaktadır!
Üstelik içinde
bulunduğu bütününe karşı durup, ondan koparak öne çıkan ve bu toprakların
ihtiyacına çok daha fazla cevap vereceği iddiasında olan, adı ne olursa olsun,
sınıfsal kökeni ile bağlı olarak, oynayacağı rolü önceden belli olan,
dolayısıyla işçi sınıfının bağımsız politik savaş örgütü olmayı ve iktidarı
hedeflemeyi peşin peşin kabul ve ilan etmiş olan, en azından yüzlerini
kendisine dönmüş olanlarda bu algıyı oluşturmuş olan bir parti, bundan daha
fazlasına sahip olmalı, en azından sahip olmayı hedeflemelidir!
Şöyle de söylemek
mümkündür ki, sosyalist iktidar yolunda, izleyenlerini ve bünyesindekileri
sarsmayı göze alacak şekilde, cesaretle ve şiddetli bir teorik yaklaşımla
hazırlanacak programlar öngörüp, bütününden kopmayı göze alan bir savaş örgütü
olduğunu iddia eden, bir sınıf partisi olduğunu iddia eden “parti”nin, sırf
mücadele hattının güçlendirilmesi adına, neredeyse karşı-devrim ile devrimci
durumun ayak seslerinin aynı anda, duyulduğu bir zamanda, karşı-devrimin içinde
olan ve Türkiye’nin devriminin karşısına dikilmeye hazırlandığı, daha doğrusu
buna hazır olmaya mahkûm olduğu aşikâr olan bir klonlanmış yapının, tümüyle
söyleme dayalı “sol” rüzgârından medet ummak; yani bütününden kopup, karşı
devrimin içinde olan ve “sol” renklerin tümünü çalmaya çalışan bir yapıya
bulaşmak pek akıllıca değildir!
Bu, eninde sonunda,
kendi burjuvazileriyle işbirliği yapmış olan 2. Enternasyonal partileri ile
ittifak kurmak isteyen ve bunun için direten Bolşeviklerin tutumuna çıkacak olan
bir tutumdur!
"Bitirirken
arz etmeliyim ki, TKP’li gençlerin, cesaretle bütününden kopmayı göze alıp,
işçi sınıfını ve emekçileri, kış uykusu misli olan “demokrasi” illüzyonundan
uyandırarak, sosyalist bir iktidarı hedefleyen halkçı temelde bir sosyalist
devrim mücadelesi için dizlerinin üzerinden ayağa kaldırmak üzere öne
çıkmalarını, aklımdaki tüm soru işaretlerine karşın, bu topraklar ve üzerindeki
ezilen ve sömürülen kitleler açısından olumlu bir rüzgâr olarak
değerlendirmiştim; en azından böyle ummak istiyordum; ancak, bu açık mektup ile
aklımdaki soru işaretleri,işaret olmaktan çıkıp, cevaplarını da içinde taşıyan
net sorular haline gelmiştir!"
Bu nedenle
öncelikli bulduğum bir iki noktadaki soru işaretlerinin izlerini takip ederek
eleştirel bir yaklaşımla oluşturduğum düşüncelerimi aktarmayı, en azından,
bünyenizdeki ve dışınızdaki yüzü hâlâ bu toprakların ihtiyacı olan partisine
çevrilmiş olan arkadaşlarıma borç bildim ve aktarmış bulunuyorum ki, beni
tanıyan arkadaşlarım bilirler, bu mektubum da, tıpkı sizin “açık mektubunuz”
gibi, ilk önce tarihe bir nottur ve tarihin mantığı ile çakışıyorsa da, tam
tersine, çatışıyorsa da, gelecek kuşaklar için her ikisinin de paha biçilmez
dersler taşıyacağına inanarak düştüğüm bir nottur!
Son tahlilde en büyük
doğrulayıcı tarihtir ve tarihin mantığına güvenerek, bu notları tarihe
kaydetmemin tam zamanı olduğuna inanıyorum!
Fikret Uzun
23 Ağustos 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder