10 Şubat 2013 Pazar

1989 YILI HAFIZALARIMIZDA MI?



1989 YILI HAFIZALARIMIZDA MI?

1989 yılı mı? Bu yıl, ANAP’lıların, SHP lilerin, DYP lilerin el birliği içinde, Eylülist darbenin Maliye bakanı, ANAP’ın Başbakan Yardımcısının meclis başkanı yapılması ile "demokrasinin" kurtarıldığının çığlıkları ile şimdi hâlâ "demokrasi" şampiyonluğu yaparken egemen sınıfın politikalarının savunuculuğunu devrimci sayan aydıncıkların, sol gömlekli sahtekârların pek sevindikleri ve herkesi sevindirmeye çalıştıkları bir yıl olmuştu.

Aynı zamanda bir Kürt partisi ve mümkünse terbiyelisinden olmak üzere hazırlıklarının işaretleri vardı! Kotarılamadığını hatırlıyorum.

Diğer yandan 12 Eylül öncesinin artığı "solcu"ların ,"demokrasi" aşkıyla topyekûn akın ettiği SHP'de de, bugün CHP’de oynanan oyunların aynısı oynanıyor, aynı şekilde SHP de, 12 Eylül rejiminin yerleşmesi ve tümüyle genelkurmay ve Washington'un isteği çerçevesinde ayar verilerek "solcu" giysisi ile öne sürülüyordu ve basında bu ayar, MİT ile irtibatlandırılıyordu ki, başrolde birkaç yıl önce dönülmeze göçen Erdal İnönü ile bir saray darbesi ile koltuğundan düşürülen Deniz Baykal ikilisi vardı. Osman Kavala ise ol zamanda da,"solcu" gömleği ile SHP ye destek verenlerin başında geliyordu.

Basın ise, SHP yedi milletvekilini ihraç edince sayfalarını alkışlarla süslerken, DİSK başkanı Baştürk, o da dönülmeze göçtü, SHP’den istifa edince başyazarları küfür yarışına giriyordu.

Aynı yıl, Öcalan ile mülakat yapanların kimisi kahraman ilan ediliyor, kimisi ise yargılanıyordu, kahramanlarımızdan birisini daha yeni elim bir ameliyat ameliyesinde kaybetmiş ve adı konulmayan bir genel yas ilan edilmişti. Sağcımız solcumuz tüm medya ve devlet erkânının hemen hepsi, ağlamaktan gözlerini açamaz oldu. Ailesi ise, çoktan anma CDsini hazırlamış olduğunu gösterdi ve bir neşeli ayin ile kendisini dönülmeze uğurladılar!

Yine aynı yıl, sözde komünizm tehlikesini ortadan kaldırmak için gerçekleştirilen darbenin yönetimi, sonunda tıpkı Mustafa Suphilerin tasfiye edildiği tarihte kurulmuş olan resmi komünist partisi gibi bir komünist partinin kurulmasını gündeme alıyordu. Ve kimse bunun görüntüdeki "demokrasi" illüzyonuna karşın, işçi ve halk muhalefetinin derinden derine Türkiye'yi sarstığını göremiyor, bunu "demokrasisinin çoğaldığına" yoruyorlarlardı. Hele bir de kurulursa "ileri demokrasinin" geldiğini hep beraber hissedecektik!
Resmi "komünist" partisi ile 12 Eylül yönetiminin, sosyalist işçi hareketini ve Kürt devrimci yükselişini kuşatmayı umduğunu, resmi "komünist" partisinin bir aydın aristokrasisi ile devrimci hareketi etkisiz hale getireceğini hesap ettiğini kimse görmek istemiyordu.

Tam bu sırada ufukta, şimdi apaçık mürteci olduğunu hem de ZAMAN gazetesine verdiği bir mülakatla ilan etmiş olan TKP nin son genel sekreteri sabık likidatör Nabi Yağcı’nın, nam-ı diğer Haydar Kutlu'nun, silah arkadaşları ile birlikte başında bulunduğu TKP yi, şimdi göçük Nihat Sargın'ın genel sekreteri olduğu TİP’le birlikte gönüllü olarak bu alana sürme kararı alarak Türkiye'ye dönmeleri beliriyor ki, sosyalist hareketten çok, işverenlerin heyecanlandığı görülüyor; o kadar öyle ki, bu iki "demokrasi" aşığı "kahraman”ın, cezaevinde kalmaları uzayınca, en başta ALARKO holdingin patronları olmak üzere, birçok işveren örgütü yanında, bir sürü antikomünist yazar, çizer takımı ve örgüt de, tıpkı bugün "böyle de olmaz ki! Memleketimizin en saygın insanlarına terörist diyerek zindana atılmaz ki" yollu konuşarak "demokrasi"ye aşkla bağlı olunduğunun gösterildiği gibi, "bu iki insanın tutuklulukları çok uzamıştır, derhal salıverilmeleri 'demokrasi'miz açısından elzemdir" yollu beyanat üstüne beyanat veriyorlardı.

Ancak Eylülist yönetim, umduğunun tersine, bu resmi T"K"P kuruluşuna aday olanların çaplarının devrimci hareketi etksizleştirmeye yetmeyeceğini görerek fiyatlarını düşürmek ve yeni alternatifler düşünmekle meşguldür.

Bu "kahramanlar"ın gönüllü zindan sefaları uzamış ve kendilerini telaş almış, bunun üzerine açlık grevine başlamışlardır ki, ol tarihte Türkiye'ye "demokrasi" ihraç etmesi beklenen AET'den "çekinilmektedir" ve Kürt coğrafyasında, Kürtler üzerindeki baskılar son gaz devam etmektedir.

Yürekleri insan sevgisi ile dolu işverenlerimiz ve anti-komünistlerimiz, şimdi CHP yi "solcu" yaparak bağırlarına basmak istedikleri gibi, bu "komünist kahramanlar"ın bir gün daha zindanda kalmalarına tahammülleri yoktur.

Bu aşamada, çoktan tedavülden kalkmış olan 141-142.maddelerin kaldırılması kampanyası başlatılmış ve bu maddeler henüz kalkmadan ve aynı maddelerden cezaevlerini dolduranlar cezalarını çekmeye devam ederlerken, bu iki resmi "kahraman"ımız salıverilmiş ve çok şükür bir açlık grevi daha kazasız belasız sonlandırılmış, yüce gök bu iki resmi "kahramanı" 12 Eylül rejimine bağışlamıştı.

Sonrası malumdur, biri kendini Komünist hareketin tarihini derleyip toparlamaya adayıp, başkaca etliye sütlüye karışmamış, diğeri ise, komünist hareketin tarihinin kendisi ile başlatılması çabası içinde ama daha çok AKP hükümetinin akıl hocası olmaya adanmış olarak, en büyük medya patronlarından birinin gazetesinden başlayarak, en sonu, hepimizin bildiği ve "içimizdeki Amerika" olarak da anılan ve yakınlarda kurucularının hemen hemen tümü istifa eden TARAF gazetesinde, devrimci hareketi etkisizleştirme ve ABD nin "Kürt politikaları"nın danışmanı olduğu taraflarca özümsenmesi ve "demokrasi"nin selameti açısından son derece övülesi olduğunu tanıtlama görevini sürdürmeye devam etmiştir!

Şimdi nerde olduğunu bilmiyorum ama en son İzmir'in Foça ilçesinde görüldüğünü biliyorum ve en sadık izleyicileri kendilerini "özgür komünist" ler olarak sunan ve son anayasa referandumunda AKP nin "devrimci" ve "demokrasi" havariliği yanında yer alarak, AKP ye "yetmez", devrimcilere ise "EVET" yollu propaganda ile "komünist"liklerini konuşturan TKP artıkları, müritleri olmuş ve olmaktadırlar.

Yurt dışında ise, ol tarihlerde solcular, "sosyalistler arası birlik" eğlenceleri düzenlemekle meşguldürler. Bu eğlencelerinin en renkli yanı ise, peşi sıra hepsinin günah çıkarma yarışı oynamalarıdır. Ve hepsi çıkardıkları günahın rahatlığı ile "demokrasi" çağırıyorlardı ve içlerinden bazıları ise olmayan sosyalizmin "sosyalist demokrasi"sini dillendirirken, buna bile tahammül göstermeyen günahlarından arınmış solcularımızın çatık kaşlarını görünce "ama önce demokrasi" yollu düzeltiyorlardı.

Bazıları da, düne ve geçmişe küfretmeyi lanetleyerek, "Stalin gibi bir adama ihtiyaç olduğu" yollu perspektif açarken, bu gün daha ünlü olan Doğan Tarkan ise, en büyük tehlike ve kötülüğü Stalinizme yüklemeyi ihmal etmiyordu.

Evet dışarıda böyle eğlencelerle "sosyalistlerimiz" sürgün günlerini çekilir hale getirmek için grup terapileri ile oyalanırken, Türkiye'nin 12 Eylül öncesinden arta kalan ve tövbekârlıklarını yaymaya çalışan bir "solcu" kitlesi de, sosyalizmin bitmiş olduğunu kanıtlama eğlenceleri düzenliyorlardı; terapi daha doğru sözcük olabilir! En mantıklı ve inandırıcı bir şekilde kanıtlayanları ise, en namlı işveren örgütü olan MESS ödüllendiriyordu!

Örnek olsun, bunlardan birisi, Nabi Yağcı'nın silah arkadaşı ve tövbekâr bir "komünist "olduğunu herkesten önce ilan etmiş olan ama "sosyalist"liğine ise toz kondurmayıp, MESS emrinde işçilere medeniyet dersi veren broşürler hazırlayan ve bir süre Boyner ile "Yeni Demokrasi" cilik oynayan Zülfü Dicleli'dir ki, bir iki yıl kadar önce aynı lakırdıları ve TBKP sempozyumunda etrafa saçtığında, sert eleştirilerime maruz kaldığı için, müritleri çok üzülmüştü ve pek çok yerden hışımla ayağa kalkarak "komünist tarihimizin öznesine nasıl dil uzatırsın" yollu kükremişlerdi!

Dicleli ise, sosyalizmin bittiğini, devrimlerin olmayacağını, değişmek gerektiğini, kendilerinin değiştiğini ve konuşmacıların içinde bulunanların bazılarının konuşmalarının 19. yüzyıl konuşmalarını hatırlattığını söyleyerek, tek istediğinin, herkesin kendileri gibi devrim ve sosyalizm mücadelesinden vazgeçmeleri olduğunu gösteriyordu.

Dicleli'nin konuşmasını, tıpkı, devrimcilikle uğraşan torunlarının başına bir şey gelmesi kaygısıyla onları , "anneannelik hakkını helal etmeyeceğini" söyleyerek devrimcilikten vazgeçirmeye çalışan anneannelerin konuşmasına benzetenler ise, TBKP liler yanında, onlarla aynı karede görünmek isteyen pek çok konuşmacı tarafından da şiddetle ve hakaret ettiği yollu eleştiriliyordu.

Görüş, Gelenek, Emek Dünyası ve Yeni Öncü, TKP çizgisinin artık kendisini reddettiğini ve solun ve sosyalist hareketin dışında olduklarını, Dicleli’nin konuşmalarının da bunu teyit ettiğini görmezden gelerek, TBKP’siz bir mücadele düşünmediklerini belirtiyorlardı.

Pek fazla kimseden Kürtlere dair ele avuca gelen sözler duyulmazken, Kürt yükselişinin düşürülmemesi için elinden geleni yapanlar ve bir taraftan araştırdıklarını, geliştirdiklerini yayınladıkları için, 12 Eylül Mahkemelerinde yargılanırken, diğer taraftan yayınları toplatılanlar, egemen sınıf yanında, sözde onlarla mücadele eden ve "devrim"i, "demokrasi"yi, "insan hakları"nı dilinden düşürmeyen azımsanmayacak bir "solcu" kesimin hışmına uğramaktan kurtulamıyorlardı.

Şimdi, pek çok "Kürtsever" ve hâlâ "demokrasi" aşığı olanlarını, Kürt kurtuluşu için akil adamlığını konuşturanları ol tarihlerde sadece ve sadece Eylülist rejimin restorasyonuna yardım ederken görüyorduk.

Ve daha o tarihlerde, Amerika’nın Kürtlere ilgisi ve bunu Talabani’nin ve İran KDP'nin lideri Kasımlı'nın hem Amerika’ya yalakalığı ve hem de Türkiye'yi övmesi ve 12 Eylül rejiminin yöneticilerinin Amerika’nın Kürtlere ilgisine yumuşak bakması dikkat çekici bir şekilde görülebiliyordu; ancak, bundan kimsenin sonuç çıkarmaya niyeti olmuyor ve bu görünenleri göstermeye çalışanlar ise, en "demokrasi düşmanı", en " Kürt düşmanı" ve "en devrim düşmanı" olarak belletilirken, hep tam tersi gerekçelerle mahkemelerde sürünüyorlardı.

Daha o zaman, KDP lideri Celal Talabani’nin ki daha yeni PKK ile ittifak yapmış ve ortak mücadele cephesi açmayı taahhüt etmiştir, ABD ziyaretini tamamladıktan sonra, "silahlı mücadele yerine siyasal çözümleri tercih ettiğini" açıklaması, ABD'nin Kürt sorunu çerçevesinde kendi programını oluşturduğunu göstermeye yetiyordu.

Bu tarih aralığı, şimdi pek dağıtan ve etrafındaki en tövbekâr ve namlı aktörlerin bile savunamadığı denli ve günahların en büyüğünü eski silah arkadaşlarına yükleyen lakırdılarla hizmette sınır olmadığının işaretlerini veren Berktay’ın, Perinçek’le aralarından su sızmayan yollarının ayrıldığı ve Berktay'ın tövbekârların partisine, TBKP 'ye yöneldiği zamandır.

"TBKP siz olmaz!" Diyen Emek Dünyası, o tarihlerde Bugün Resmi politikalardan ayrılmayan ve hatta yer yer bu politikalara danışmanlık yapan Engin Erkiner'in, Hürriyet gazetesinin logosunun yanında yer alan " Türkiye Türklerindir" ibaresini eleştiren yazısı gerekçe gösterilerek DGM tarafından toplatılmaktadır ve biz biliyoruz ki, Hürriyet gazetesi hâlâ bu ibareyi kullanmakta ve Engin Erkiner'in ol tarihte başlattığı eleştiriler, şimdi gerçek olma yolunda ilerlerken, Hürriyet gazetesine kimse dil uzatmamaktadır.

Ve bu zaman aralığı, en çok "birleşik sosyalist" kampanyası yapılan bir süreç oldu. Ve 12 Eylül faşist darbesi ile çil yavrusu gibi yurt dışına dağılan ve oradan birbirlerinin ayranını ekşileyerek sürdürdükleri "birlik" toplantıları ile iyiden iyiye kendi ipliklerini pazara çıkaran ve adeta kendi kendini tarihe gömen 12 Eylül öncesinin yükselen dalga meraklısı artıklarının kavgalarını ve birbirlerine hışımlanmalarını ve sonunda hepsinin ayrı ayrı tövbekâr tezgâhlarını kurmaya yöneldiklerini izledik.

Ancak Özal, Nabilerin tezgâhını seçti ama tez hayal kırıklığına uğrayarak ve Nabilerin fiyatını da düşürerek, hepsinden birden vazgeçti ama dans etmeyi de sürdürdü.

Bu duruma içerleyen ve TKP kurmaylarından Nabi'nin yasal parti çerçevesinde rakibi olan ve ol tarihlerde pek hatırlamadığı Kürtleri, artık pek sever olan Veysi Sarısözen’in, TBKP nin yasal olarak kurulmasının gecikmesini ANAP'ın verdiği sözü tutmamasına bağlayarak ağlaması ve bunun yanında bu süreçte elde edilen başarıyı, Yağcı'nın Türkiye’ye dönüşüne bağlamayıp, bunun yerine teşekkürü, SDP, TİKP ve Birikim çevrelerine, yani Aybar, Perinçek ve Murat Belge'ye yapması, çok ilginç ve öğreticidir.

Ne acıdır ki, koca koca adamlar ve yakalarında "komünist","sosyalist" rozeti ile dolaşarak, tövbekârlıkta yarış edip, öne geçmeye çalışırken, merd-i kıpti misli, bir tarafa maharetlerini göstermeye çalışırken, diğer tarafa tövbekârlıkları için yönetici sınıflardan ve temsilcilerinden söz aldıklarını açık ediyorlardı!

Ve Veysi Sarısözen, söz aldıklarının, yani ANAP'ın, sözlerini tutmadığını anlatırken şöyle ağlamaktadır; " 'daha ne kadar bekleyeceğiz?' sorusunun muhatabını, salon içinde aramak yerine, hep birlikte gerçek muhatabına sorulması gerekir. ANAP Hükümeti'nin verdiği sözü ne zaman yerine getireceğini sormak gerekir ."

Ve tek bir "komünist" çıkıp, "hangi ülkenin komünisti böylesine onursuz bir soruyu aklına getirebilir?" diye sormuyordu!

Bu, Türkiye’nin devrimci hareketini etkisizleştirme sözü verip de aldıkları söz yerine getirilmediği için telaşlanarak, bu sözün yerine getirilmesi için tövbekârlıkta sınırları zorlama yarışı içine girenleri, birbirlerine taban tabana zıt görüşler içinde olsalar da, barış içinde tartışma ile yan yana yaşamaya itiyordu.

Dolayısıyla yürüttükleri tartışma, Türkiye devrimcilerini ve emekçilerinin hiç bir gerçek ihtiyacını karşılayamıyor, Kürtlerin sorunu için ise çözüm üretmek akıllarına bile gelmiyordu. Herhalde ol tarihlerde "farklılıklarımız zenginliğimizdir" zırva sloganını bunlar üretmişlerdir.

Hiçbirisinin, tartışma ve eleştiriye, devrimcilerin hiçbir zaman elden bırakmayacağı bir silah olarak bakmadığı görülüyordu; tartışmanın doğruluğunun, konusuna, yöntemine ve hedeflerine bağlı olduğu ile ise hiç ilgili değildiler; verimlilik ise hiç aramıyorlar ve bunun için, somut hiçbir şey üretmedikleri gibi, yeni bir şey de öne sürmüyorlardı ve tartışmalarında devrimci bir ton hiç görülmüyordu; oysa bunlar yoksa tartışma havanda su döverek zaman tüketmekten, kendini ve çevresini aldatmaktan başka bir işe yaramıyordu.

Buna karşın, ol tarihte devlet yönetiminin bir parçası olan basın hergün, Nabi Yağcı ve Nihat Sargın yönetiminde kurulacak olan partinin, TB”K”P, ne kadar uysal olduğunu göstermeye çalışıyordu; ancak herkes, bu gösterileni değil, Türkiye’ye "yeni" ve geniş tabanlı bir "komünist" partinin geleceğini ve "demokrasi"nin genişleyeceğini görüyordu.

Oysa basının çizdiği resim açıkça gösteriyordu; bu, NATO’ya bağlı, AT’a binmeye hazır, Stalin’i günah sayan, hatta Lenin’i eli sopalı sayan, sosyalizmi öcü bilen, herkes gibi demokrat, dinine bağlı, son derece alçak gönüllü, kavga gürültü istemeyen, devletini seven, Kürtlere söven, her gün tartışıp sonunda resmi politikaları devrimci gösterme politikasında birleşen, bunu fark edip de tam cepheden eleştirenleri ve resmi politikaları beğenmeyenleri döven bir devlet partisi, TB"K"P'den başkası değildir.

Bununla birlikte, Türkiye'de yasal parti önünde hiçbir engel olmadığı bir zamanda ve 141-142 maddelerin, Türkiye’nin egemen sınıflarının geleceği ve sömürü düzeninin sürmesinin güvencesi açısından bir işlevinin kalmadığı bir zamanda, bu tövbekârlar yalvarmayı ve teslimiyeti seçtilerse, bir zamanlar bu sömürü düzenine neden karşı çıktıklarını unutacak denli iyi para kazandıkları ve bunu sürdürmelerini sağlayacak bir "sol" gömlek elde etmek istedikleri içindir.

Ve o gün-bugün, çürüme sürmekte, tövbekârlık kitleselleşmekte ve yarış devam etmekte iken, bugün birden bir esintinin birikerek sıkışmış ve patlamalı bir şekilde esen rüzgâra dönüşeceğinin işaretini vermişken, bakın buraya yazıyorum, pek yakında bütün tövbekârlar, yükselen dalganın rengine bürünmekte gecikmeyeceklerdir ve mümkünse, bu dalganın kanatlarına binmeyi deneyeceklerdir; çünkü bu dalgayı tutamazlarsa fiyatların beş para etmeyeceğini çok net olarak bilmekte ve bunun telaşını yaşamaktadırlar.
Bu kadar değil elbet, daha pek çok olguyu bağrında taşıdı o günlerin canlı yaşamı, ah keşke hepsini aynı anda aklımıza getirsek de bir çırpıda fotoğrafını yansıtabilsek! Ancak bu kadarı da yeter ve oynanan oyunları, sahtekârlıkları, tövbekârlık yarışı içinde olanları, kimlerin "sol" gömlekleri ile gerçekte resmi politikaları allayıp pulladıklarını, kimlerin tartışmak için tartışırken havanda su dövmeyi politika saydıkları ve kimlerin Türkiye’nin devrimcilerini ve emekçi halkları etkisizleştirmek için söz verdiklerini ve sözlerine sadık kaldıklarını, kimlerin bütün bunları görmemeye mahkûm oldukları için, sahtekârlıklarını ahmaklığa yatarak örttüklerini ve sahtekârlıklarını ya da ahmaklıklarını deşifre etme ihtimali olanları topyekûn "salak" ilan ettiklerini görmek için, bu kadarı bile Şam'da kayısıdır; ayrıca duymak ve görmek istemeyenler için, bundan fazlası da nafile çabadır.

Fikret Uzun

10-Şubat-2013

Hiç yorum yok: