27 Mart 2010 Cumartesi

BUGÜN DEMOKRASİ İÇİN MÜCADELE, KAPİTALİZMİ KORUMAK İÇİN MÜCADELEDİR. KAPİTALİZMİ KORUMAK İÇİN MÜCADELE İSE, SOSYALİZME KARŞI MÜCADELEDİR.

TKP sinin son genel sekreteri Haydar Kutlu-Nabi Yağcı, 1988 yılında, mahkemede yaptığı savunmasının (el yazmasının) 78. Sayfasında, 27 Mayıs 1960 darbesine değinerek; “1961 anayasası klasik demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçlıyor, sosyal devlet ilkesini benimsiyor, bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru gelişmesinin önünü açıyordu. Bir yandan ulusal egemenliğin, halk egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyordu. 27 Mayıs sonrası Türkiye’nin önünde teorik olarak iki yol vardı; ya işçi ve emekçi sınıfların gücüne dayanılarak anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu, sivil ve yurtsever asker kadrolarla, demokratik temel dönüşümleri gerçekleştirmek, emperyalizmin sultasından kurtararak, ulusal kalkınma yoluna sokmak. Yani kapitalist olmayan bir yola girmek. Böylece ulusal kurtuluş savaşının yarım kalmış görevlerini tamamlamak; ya da, yine ulusal kurtuluş savaşı sonrasında olduğu gibi kapitalist yolda devam etmek.” diyordu.

Nabi Yağcı’nın bugün başka şeyler söylemesi ayrı bir konu ama 27 Mayısçılar gerçekten, Kemalist devrimin eksikliklerini tamamlamak ve var olan Kemalist devrimden sapmaları gidermek için yola çıkmıştı. Ancak TSK’nin, 27 Mayısçılara desteği kısa sürmüştü.

12 Mart 1971 öncesine kadar da, ordu içersindeki çeşitli komiteler, toplumun çeşitli kesimlerindeki ihtilalcı eğilimlerle çeşitli bağlantılar içine girerek hep 27 Mayısın eksiğini gidermek için iktidarı ele almanın yollarını aramışlardı.

En son 9 Mart 1971 deki başarısızlıkla sonuçlanan müdahale girişimi bunun önünü tamamen tıkamış ve akabinde 12 Mart müdahalesi gelmişti.

12 Mart bir önceki başarısız müdahalenin içindeki kaypaklık gösterenleri de içine alarak, ordu bütünlüğü içinde 27 Mayısın geriletilmesine kapı açmıştır.12 Mart darbesi, 27 Mayısa toptan karşı çıkışı sergileyemedi ama bu yönde bir dönüşüm başlattı ve 12 Eylüle kapı açtı.12 Eylül faşist diktatörlüğü bu kapıdan girmiştir.

Bazıları 12 Eylül devirmesiyle giren faşizmin, yönetimin sivillere devredilmesiyle yönetimi terk ettiğini düşünse de,12 Eylül sağdan ve soldan her türlü destekçilerini yaratarak, topluma derinlemesine nüfuz eden bir rejimin ifadesi olagelmiştir.

Buradan şu sonucu çıkartabiliriz,12 Mart da,12 Eylül de 27 Mayısa karşıdır. Başka bir ifadeyle,12 Mart ve 12 Eylül, 27 Mayısın bıraktığı hukuki ve politik yapı ile burjuvazinin Türkiye’yi yönetemeyeceğini anlamalarının sonucudur. Bu anlamda 27 Mayısın bütün kazanımlarını ortadan kaldıran bir operasyondur. Dahası Türkiye’yi, zorla tarihin gerisine çekme operasyonudur.

TKP’nin son genel sekreteri Nabi Yağcı, savunmasının 140. sayfasında, bunu şöyle açıklıyordu,”Türkiye, her alanda bir tarihsel çözülme süreci içindedir. 12 Eylül en geriye özgürlük sağladı. En geriyi iktidara getirdi.“ N.Yağcı’nın, şimdi tam tersi bir söylem içinde olması bu gerçeği değiştiremiyor.

27 Mayısın sonucu,1961 anayasasıdır. Ve 1961 anayasası ile geniş bir toplumsal katılıma alan açılarak, devlet gücünün kullanımı ve hızının dengelenmesi sağlanmıştır. Çift meclisli yapısı ile özerk kurumları ve örgütlenme hakkıyla devlet gücünün kullanımına, devlet aygıtının işleyişinin hızını azaltacak bir toplumsal katılımı sağlamıştır. Bu, burjuva demokrasisini işaret ediyor.

27 Mayısı bugün salt bir askeri hareket olarak gösterme çabalarına karşın, bu çaba içinde olanların hemen hepsinin yakın zamana kadar, yukarda ele aldığım, Nabi Yağcı’nın savunmasında söylediklerinden farklı konuşmamaları bir yana, 27 Mayısa kadar geçen zaman kesitinin özellikleri 27 Mayısı salt askeri bir hareket olmaktan çıkarmaktadır.

Bu süreçte ordu saflarına katılanlar, Mustafa Kemal’in yokluğunun ifadesi olan, abartılı bir biçimde gösterdikleri Kemalist coşkuyu yaşamaktaydılar. Silahlı kuvvetlere bu coşkuyla katılıyorlar. Çeşitli kaynaklara, anı biçimindeki anlatımlara göre, bu coşkuyu taşıyarak orduda göreve başlayanlar, 27 Mayıstan yıllar önce, bu coşkunun ağırlığında bir özlemle, yani Kemalist devrimin eksiklerini tamamlamak ve Kemalizm’den sapma noktalarını hizaya getirmek amacıyla ordu içinde gizli örgütlenmelere gidiyorlar.

Bu örgütlenmelerin içinde olanların, Atatürk ideolojisine aşırı vurgu yaptıklarını ve bunun dışındaki, ya da bundan sapkın görünen her türlü hüküm ve mantığın ters olduğunu söylediklerini, buradan hareketle ordu içinde yaşananların bir hıyaneti göstermese de, en azından bir gafletin ve cehaletin varlığını göstermesi konusunda hemfikir olduklarını görüyoruz.

O dönemin Atatürkçü subayları, görevli oldukları ordunun başındakilerin TSK’yı ihmal etmiş, perişan halde bırakmış olduklarını düşünüyor. Bu, doğal olarak İsmet paşayı ve ekibini hedef alan ve Atatürk devrimlerine kaldığı yerden devam ederek, Türkiye’nin Batıya doğru ilerlemesini hızlandırmaya yönelen bir hareketi geliştiriyor. Bu hareketlerin mayasında bir devrimci kalkışmanın ordu eliyle başlatılmasının olduğu söz konusu bile değildir, olsa olsa TSK’nın yükselmesi ve modernizasyonu için yani kendilerinden önceki subayların bakış açılarının hâkimiyetini değiştirmek için gelişen bir eğilimin ağırlığıdır söz konusu olan. Bu, bu hareketlerin içinde olanların anılarında anlattıklarıyla görülmektedir.

Yeni kuşak subaylar, Türk ordusunun ve memleket savunmasının emanet edileceği bir yönetimin bulunmadığından hareket ediyorlar. Dolayısıyla eski kafalı subaylara ve komutanlarına karşı her anlamda bir güvensizlik gelişiyor. Bu, o süreçteki ordunun ABD ve AVRUPA’ya açılmasının etkisinin yarattığı bir gelişmenin ifadesi oluyor. Böylece bu açılım, orduda, Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik gelişmede geri kaldığı ve Batıya ancak radikal toplumsal reformlarla yetişilebileceği izlenimini güçlendiriyor. Bu, eski kafalı subaylarla yeni kuşak subaylar arasındaki güven ilişkisini bozarken, kendi aralarındaki kaynaşmayı da artırıyor. Bütün bunlar Kemalizm adına oluyor.

Ordunun modernizasyonu fikri ile toplumun radikal olarak yeniden örgütlenmesi fikrinin birleşmesi 27 Mayıs ihtilalının kararına yol açıyor. Bu şekilde yani günlük yaşamda çözümü gereken sorunların çözümünün, ancak kapsamlı bir eylem ile yönetimin toptan ele geçirilmesiyle mümkün olduğu şeklinde gelişen ihtilalcı bilinci, 27 Mayıs ihtilalının kararına yol açıyor. Bu aynı zamanda bir yurt sevgisinin, bu yurdu oluşturan toplumun kaderi ile kendi kaderini özdeşleştirmenin ifadesi oluyor.

27 Mayısa giden yolu irdelemeye devam etmek mümkün, ancak gerekmiyor, 27 Mayısın salt bir askeri hareket olmadığını buraya kadar irdelediklerimin göstereceğine inanıyorum. Fakat bazı sonuçlarına değinmek gerekebilir.

Ordu içindeki, 27 Mayısa yol açan gizli hareketler önce İsmet paşa ve yönetimine karşı gelişmiş, sonra Kemalizm adına İsmet paşayı yeniden yönetime getirmenin bir hareketi haline gelmiştir. Bu gelişme ile beraber, bunun 27 Mayısla sonuçlanmasının 12 Mart 1971 e kadar bütünlükle,12 Eylüle kadar ağırlıklı olarak, sosyalist düşüncenin Kemalist tarih anlayışını ve Kemalist bakış açısını taşımasına yol açtığını şimdi daha net görüyoruz. Diğer yandan ordunun politize olmasının 27 Mayısla başlamadığı, aksine çok öncesinden politikayla ilgilenmesinin ve toplumun tartışma ve çatışmalarının derinleştiği dönemlerde müdahaleye hazırlanmasının ordunun geleneğinde olduğunu görüyoruz.

Şimdi hep bir ağızdan “bütün darbelere karşıyız” derken, aynı zamanda burjuva demokratik reformlardan dem vuranlar,12 Eylül anayasasına karşı sivil anayasadan söz edenler, 27 Mayısın ve anayasasının burjuva demokrasisine giden yolda açılan bir kapı ve son kapı olduğunu unutarak, onu salt bir askeri hareket olarak göstermeleri bir yana,12 Martın ve 12 Eylülün 27 Mayısın kazanımlarına karşı yapılan bir operasyon olduğunu da unutarak,12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle özdeş tutmaları, Kemalist tarih anlayışının ve bakış açısının bile gerisine düştüklerini göstermektedir. Yani 12 Eylül rejiminin bulunduğu noktadadırlar.

Üstelik yakın zamana kadar, yukarıdaki, Nabi Yağcı’nın 1988 yılında mahkemede yaptığı savunmasında ifade ettiği gibi konuşmalarına rağmen, hep bir ağızdan bu noktaya gelmeleri düşündürücüdür.

Düşünülecek nokta, 27 Mayısa olduğu gibi, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbesini de salt bir askeri harekât olarak görmeye ne zaman başladıklarıdır.

Öyle ya “bütün darbelere karşıyız” demek, darbelerin toplumsal tartışma ve çatışma dinamiklerinden kopuk olduğunun kabul edilmesi ve ordunun bu dinamiklerden herhangi birinin etkisinde ya da yönetiminde ve lehinde bu dinamiklere müdahale ettiğinin yadsınması demek olduğuna göre, 27 Mayısı da bu çerçevede ele almaları kaçınılmaz ve anlaşılır bir durumdur.

Ama dün, Nabi Yağcı’nın dediği gibi, 27 Mayısın ve onun anayasasının, klasik demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçladığında; sosyal devlet ilkesini benimsediğinde; bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru gelişmesinin önünü açtığında ve ulusal egemenliğin, halk egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyor olduğunda birleşilmesi söz konusu iken, bugün 27 Mayısın bu niteliğine karşı gerçekleştirildiği yani burjuva demokrasisinin bütün kurumlarını yok etmek için gerçekleştirildiği açık olan 12 Mart ve 12 Eylülün, 27 Mayıs ile aynı kefeye konulmasında birleşilmesini, anlamak ve kabul etmek mümkün değildir.

Bir taraftan 27 Mayısın ifadesi olan burjuva demokrasisine dönmekten söz edilirken, diğer taraftan 27 Mayısla elde edilen burjuva demokratik kazanımlarının üstünden atlanması ve böylece 12 Eylülün 27 Mayısın kazanımlarına karşı gerçekleştirilen bir operasyon olduğunun üstünün örtülmesi, bununla birlikte 12 Eylülle birlikte, 27 Mayısın sağladığı bütün burjuva demokratik kazanımların yerle bir edildiği, o noktaya dönülmesinin yollarının tümüyle kapatıldığı koşulların ifadesi olan 12 Eylül rejiminden çıkışı, toplumsal tartışma ve çatışma dinamiklerinden bağımsız, salt askeri bir hareket olarak ele alınan 12 Eylül askeri darbesine karşı, 27 Mayısın getirdiği demokrasiyi sağlama noktasından karşı çıkma dinamiği yaratarak, bir sivilleşme ve bir demokrasi mücadelesinden söz etmek, topluma derinlemesine nüfuz eden 12 Eylül rejiminin dibine kadar anti demokratik, gerici ve tarihin gerisine dönüşün ifadesi olduğunu yadsımak demektir.

Bunun anlaşılır ifadesi, her türlü darbelere, mesela 12 Eylül darbesine, karşıyız ama yerleştirdiği rejimin antidemokratikliğine, gericiliğine ve tarihin gerisine yönelmesine karşı hiçbir karşıtlığı kabul etmeyiz demektir.

Soru şudur; somut olan ve sorun olan nedir,12 Eylül darbesinin gelip geçmiş olması ama gerçekleştirenlerin ortada dolaşmakta olması mıdır? Cevap ise, Sorun ve somut olan,12 Eylülün gerçekleştiricilerinin sahneden çekilmesi ama yerleştirdiği rejimin bütün yönelimleriyle topluma ve politik, hukuksal üst yapıya nüfuz etmesi ve işte bu somutluk içersinde yani 12 Eylülün bütün varlığı ile devam etmesi sebebiyle, gerçekleştiricilerinin elini kolunu sallayarak ve bütün saygınlıkları ile ortada dolaşabilmeleridir.

Soruyu sormasını bilmezsek, hatta soru sormanın gerekli olduğunu düşünmezsek, cevaplar sorunu çözücü olarak gerçekleşemez. Dolayısıyla,12 Eylül darbesine karşı çıkarken,12 Eylül rejimine omuz vermiş oluruz.

Somut olan 12 Eylül darbesi değildir, bu darbenin neye karşı yapıldığı, bu anlamda toplumsal bağı, etkileri ve bugünkü geldiği noktadır.

İşte, cevaplara doğru temelde ulaşmak istiyorsak, somutu doğru tespit etmek, soru sorarak, onu soyutlamak ve asıl karşı çıkmamız ve mücadele dinamiği geliştirmemiz gereken olgunun,12 Eylül askeri darbesi değil, 27 Mayısa karşı gerçekleştirilen 12 Eylül darbesinin, emperyalizmin gerici karakterine de uygun bir seyir izleyerek yerleştirdiği 12 Eylül rejimi olduğunun somutluğunda birleşmek gerekir.

Böyle bir bakışla, dün 27 Mayısa klasik burjuva demokrasisi yönündeki kazanımlar temelinde, 12 Eylüle ise en geriyi iktidara getiren, toplumu tarihin gerisine götürmek için gerçekleştirilen gerici bir darbe olarak bakanların,12 Eylül darbesinin 27 Mayısın kazanımlarını yerle bir ederek, tekelci düzeni yerleştirmesi ve tarihin gerisine yönelmesiyle birlikte, bu bakışlarını değiştirip, tekelci düzenin, bu anlamda 12 Eylül rejiminin yanında olduğunu görebilmemiz bir yana, bunun nedenlerini de anlayabiliriz.

Her iki müdahaleyi de, bakışsız profesyonel darbecilerin marifeti olarak görmekle, son tahlilde her iki müdahalenin sonuçlarına bakışsız olarak yaklaşmak, sonuç itibarıyla yerleşen rejimin yerleştirmeye çalıştığı bakışına tabi olmakla aynıdır.

Bunu şöyle ifade etmek mümkündür,27 Mayısla birlikte yükselen sol/sosyalist hareketlenmenin yöneticileri, Kemalist bakış açısının dışına nasıl çıkamadıysa, başka karmaşık etmenler bir yana,12 Martla kapısı açılan 12 Eylül darbesinin sonucunda, o noktaya kadar sosyalist hareketi de peşine takan ama bunun sosyalizmi durdurmak için bir çözüm olmadığını gören Kemalist hareketin, çözümü yönetimi gerici akımlara terk etmekte bulması ile yerleşen 12 Eylül rejiminin, yani tekelci düzenin hegemonyasına tabi olmakta tereddüt etmemesi gayet normaldir. Çünkü taşıdıkları bakış ya da bakışsızlık her iki durumda da aynıdır. Kapitalizmi korumak.

Anılarında 27 Mayısı anlatanlar, onu plansız, lidersiz, kansız bir Kemalist devrim olarak nitelemektedirler ama yazılı olmayan bir ortak prensip kararlarının olduğuna da vurgu yapmaktadırlar.

Şöyle; “yeni bir anayasanın hazırlanması; dinin politikaya alet edilmesinin önlenmesi; planlama teşkilatının kurulması; Kemalizm’in bilimsel bir doktrin haline getirilmesi; halk ile devlet arasındaki kopmuş olan bağların yeniden kurulması; sosyal adalet ve güvenlik temin edilmesi; ağalığa son verilmesi; aşırı cereyanların, onların doğmasına ve yaşamasına sebep olan ortamın ıslah edilmesi ile önlenmesi…”

Bunu anılarında belirtenlerin önemli bir tespiti de, 27 Mayısı gerçekleştirenlerin, ihtilal sonrası hiçbir planlarının olmadığı yönündedir. Diğer bir olgu ve anılarda anlatılanlardan çıkardığımız bir sonuç da, 27 Mayısı hazırlayanların yönetme açısından bir dayanaktan yoksun olduklarıdır. Öyle ki, bu dayanak arayışları nedeniyle kurdukları temaslar sırasında, gerçekleşen ihbar sonucu bazı ihtilalcılar tutuklanmış ama gizli örgüte ulaşılamamıştır.

Tüm dayanaktan yoksunluğa, lidersizliğe, plansızlığa ve bunun getirdiği çaresizliğe rağmen ihtilal gerçekleşiyor. Gerçekleşiyor ama yukarda değindiğim gibi, TSK’nın bütünsel olarak desteği 1 yıl sürüyor.

İşte 27 Mayıs ihtilalının, Nabi Yağcı’nın yargıçlara söylediği gibi, işçi ve emekçi sınıfların gücüne dayanılarak anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu, sivil ve yurtsever asker kadrolarla, demokratik temel dönüşümleri gerçekleştirmeye, Türkiye’yi emperyalizmin sultasından kurtararak, ulusal kalkınma yoluna sokmaya yönelememesi; çaresizlik yanında, bağımsızlık dalgasının güçlenmesinin silahlı kuvvetlerin modernizasyonu politikalarını geliştirmesi dolayısıyla bu politikaların ABD den daha fazla yardım istemekle sonuçlanması nedeniyledir. Bununla bitmiyor, asıl ve daha önemli olanı, 27 Mayıs sonrası genişleyen demokratik alanların sayesinde yükselme eğilimi gösteren sosyalist hareketin, sosyalist görevlerden çok 27 Mayısın görevlerini üstlenmesi ve politikalarını buna uydurmasıdır. Bu da, pratikte, Kemalist hareketin görevlerini üstlenmek anlamında, peşine takılmak olarak kendini göstermiştir. Dolayısıyla burjuvazinin tekelci düzene doğru koşmasını ve bunun için 27Mayısa karşı yönelmesini ve yönelenlerin Kemalistlerin bizzat kendisi olduğunu görememiş dolayısıyla bunun sosyalizmin yükselişini durdurmak yöneliminden, toptan yok etmeye doğru bir yöneliş olduğunu kavrayamamış ve sonuç olarak sosyalizmin görevlerini ön plana çıkaracak politikalar yerine, Kemalizm demek olan demokratik devrimin görevlerini ön plana çıkaran politikaları dayatmıştır.

Şimdi ise, bir taraftan Kemalizm’i tümüyle inkâr ederken, diğer taraftan sosyalistlere hala Kemalizm’in yarım kalan görevlerini yükleyenler, tam da, Nabi Yağcı’nın 10 yıl önce mahkemede işaret ettiği, şimdi ise tamamen tersini söylediği gibi, Türkiye’yi, her alanda bir tarihsel çözülme süreci içine sokan, en geriye özgürlük sağlayan, En geriyi iktidara getiren ve tarihin gerisine doğru yönelen 12 Eylül darbesinin yerleştirdiği tekelci düzenin,12 Eylül rejiminin politikalarına tabi olan bir anti sosyalist politikayı dayatmaktadırlar.

Nabi Yağcı ve onun penceresinde toplananlar, komünist olmadıkları bir yana, dün de Kemalist değillerdi, bu gün de değiller, dün Kemalist bakış açısıyla söylediklerini sosyalist politikalar diye dayatırken, şimdi Kemalizm’in kendi bakış açısından da uzaklaşıp, bir anlamda kendine ihanet demek olan, sosyalizmin ortadan kaldırılması için yönetimi gerici akımlara bıraktığı koşullardaki bakış açısı ile dillendirmesi ve elbette tekellerin,12 Eylül rejiminin politikalarına tabi olması dolayısıyla bu politikalarla bağlı politikaları sosyalist politikalar diye dayatması anlaşılabilir.

Bu dayatmanın merkezinde, sosyalist hareketin geçmişteki yöneticilerinin ve onların ardıllarının, tekellerin Kemalist cumhuriyeti çözmesi ve en gerici iktidarını yerleştirmesi çabalarında sosyalistleri işlevsiz bırakma çabasını güderken, hem sosyalist görevlerden uzaklaştırması ve hem de tekellerin çabalarına omuz verdirmesi açısından, sosyalistlerin Kemalizm’in yarım kalan görevlerine bağlanması için, tekellerin karşısına sosyalist görev olarak, sosyalist iktidar mücadelesini koymak yerine, sosyalizm adına burjuva demokrasisi için mücadeleyi koyması vardır.

Bunun, bakıştan yoksun olmak ya da ezelden beri burjuva bakışı ile hareket ediyor olmak anlamını taşıdığını görmek ve bundan kurtulmak için, geçmişimizi inkâr etmeden bu bakışı ya da bakışsızlığı taşıyan geçmişi reddetmek gerekir. Bunu görüyor olmak ise, sınıf bakışı ile bakıyor olmak demektir.

Öyleyse o temelde baktığımızda gördüklerimizin bizi götürdüğü noktanın, sosyalistlerin sosyalist iktidar için mücadele ediyor olduğu gerçeğine sıkı sıkı sarılarak, 27 Mayısın gerisine düşmemeleri gereken nokta olduğuna işaret ettiğini anlamamız, sınıfsal bakışımız gereğidir.

Aksi takdirde,12 Eylül darbesine karşı Kemalist dinamiklerden uzaklaştırılırken,12 Eylül rejimine karşı Kemalist dinamiklere yaklaştırılmanın, tekellerin bir politikası olduğunu ve bunun bir çelişki taşıdığını göremeyiz. Biz göremezsek kitlelere de gösteremeyiz.

Görmemiz gereken gerçekte,12 Eylül darbesini bakıştan yoksun profesyonellere yükleyerek, o profesyonellere karşı, Kemalist dinamiklerden( bu burjuva demokrasisi çerçevesinden başka bir şey değildir.) koparılmış kitleleri ( bunun bir aldatmaca olduğunu savunan ve böyle bir dinamiği reddeden)sosyalistlerle birlikte darbelere karşı hareketlendirmeye çalışmak( bu, gerçekte kitleleri bu hareketlenmeden uzak tutmak demektir),ama 12 Eylül rejiminden kurtulmak yani tekelci düzeni yıkıp, yerine burjuva demokrasisini koymak için ise,( Kemalist çerçeveye girmek istemeyen) sosyalistleri Kemalist çerçeveye( yani burjuva demokrasisi çerçevesine) yönlendirmek, böylece 12 Eylül rejiminin sağlamlaşması için kitleleri Kemalist dinamiklerle bağlarken, sosyalistleri kitlelerden kopuk, yalnız ve işlevsiz bırakmak demektir.

Doğru olan politika ise, 12 Eylül darbecilerinin peşine düşmekten ziyade, 12 Eylül rejiminin sınıfsal temellerine karşı, bütün karşıt güçlerin katılımını sağlayan, iktidar perspektifli ve sınıf bakışlı ve de bu perspektifle, sınıfsal bakışın politik ideolojik hegemonyasında bir mücadele dinamiği geliştirmektir. Böylece 12 Eylül rejiminin hareket alanı daraltılacak, gerçek yüzünü göstermeye itilecek, bu gerçekleştikçe de kitlelerde yükselen 12 Eylül rejimine karşıtlık, sosyalist iktidar perspektifine yaklaşım temelinde artacak,12 Eylüle karşı demokrasi mücadelesi önerenlerin kaypaklığı ortaya dökülecek, sınıfsal eksen canlanarak açığa çıkacaktır.

Bu, sosyalist iktidar perspektifinin ve sınıfsal bakışın ideolojik, politik hegemonyasının artması demektir. Bu, sosyalist iktidar perspektifinin anlamının kitlelerce anlaşılması ve sosyalist iktidar için mücadelenin, daha çok demokratik hak, dahası sınırsız demokrasi elde etmek için mücadele demek olduğunun mücadele içinde görülmesi, dostun, düşmanın ayırt edilmesi demektir. Böylece kitlelerde 12 Eylülün sınıfsal dayanaklarına karşı mücadelede sınıfsal bakışın gelişmesi ve işçi ve emekçi kitlelerin sınıf ekseninde birleşmesi hızla gerçekleşecektir.

Bu sadece Türkiye’nin gerçeğini yansıtan bir nesnellik değildir. Uluslar arası ölçekteki emperyalizmin Yeni Dünya Düzenine karşı, aynı ölçekte ama parçalı olarak gelişen, emperyalizmin çaresizliğinin ürünü olan gericiliğine, köleleştirme operasyonlarına, tarihin gerisine dönme çabalarına karşı, sosyalizmin iktidara yürümesinin çare olma olgusu hızla artmaktadır. Dünya gerçeğini yansıtan nesnellik budur. Bu nesnellik elbette başka bir nesnelliği de beraberinde taşımaktadır, bu, emperyalizmin çaresizliğinden doğan çareyi toptan ortadan kaldırmak için, gericiliği yanında saldırganlığını da artırmaya yöneleceği, bunun için her türlü mekanizmaları harekete geçireceği gerçeğidir. Nesnellik doğru okunursa sosyalistler ne yapması gerektiği konusunda doğru noktalara ilerleyebilecek, kitlelerin nesnelliği görebilmesi için doğru teoriler ve politikalar üretebileceklerdir. Böylece bu nesnellik üzerinden yükselen teorik ve politik yönelim, yani öznellik, yeni bir nesnelliğin açığa çıkmasının nedeni ve açığa çıkan nesnelliğin, onu sosyalist iktidara yöneltecek politik öznesi haline gelecektir.

Bütün bunlardan,27 Mayısa sosyalist anlamda ve sınıfsal temelde bir kalkışmanın ordu ya da içinde bir grup eliyle gerçekleştirilmesinin yüklendiği zannedilmemelidir. 27 Mayısın 12 Mart ve 12 Eylülle ortak bir çizgisi elbette vardır. O da ABD’yi telaşlandırmadığı bir noktayı ifade etmektedir. Aksine her üçü de ABD’yi rahatlatıyor.27 Mayısın ilk işi, hem de büyükelçilik kapısına bırakılarak, ABD ile NATO ile ilişkilerin devam edeceği konusunda ABD ye güvence vermesidir. Ama yine de çok önemli ve taban tabana zıt farklarla yüklü olduğuna işaret etmiş bulunuyorum.

Bu vurgunun aşırı bir vurgu olmadığını,12 Eylülün doğasını anlamak ve 27 Mayıs’ın gerçekte ne olduğunu anlamak ama daha da önemlisi, 27 Mayısın öncesindeki ve sonrasındaki olguları hesaba katmadan, her üç müdahaleyi de özdeş tutarken, sonrasındaki uzun dönemde yerleştirdiklerini dikkate almadan, salt 12 Eylül darbesine karşı olup,27 Mayısın yerleştirdiklerine ( burjuva demokratik haklar çerçevesine)dönülmekten söz edilmesinin ama 12 Eylül rejiminin niteliğinden söz edilmemesinin nedenlerini anlamak üzere yapılan bir tespit içeriğinde olduğunu ifade ettiğimi umuyorum.

Ancak vurguya, 12 Eylülün sosyalist iktidar perspektifinden yoksunluğun üzerine geldiğini ve yeni bir rejimin yerleşmesine yönelik olduğunu ve de 27 Mayıstan önemli bir farkı ifade eden, bizzat ABD’nin operasyonu ve başarısı olduğunu göstermesi açısından,12 Eylülü derinlemesine anlama temelinde devam etmek gerekmektedir.

12 Eylül içerde bir ABD operasyonu, dışarıda ise bir ABD başarısı olmayı hedeflemiştir. Bu, yine 27 Mayısın sonrasında olduğu gibi, bu operasyonun içinde olanların anılarında görülmektedir. Bu anılarda özellikle gösterilmek istenenin, 12 Eylülün hazırlanmasının ve başarısının ABD ye ve CIA ye ait olduğunu görüyoruz. Diğer bir önemli görüntü ise, ABD’nin,12 Eylül ile Türkiye’ye kendi demokrasi anlayışının yani kendisine demokrasi anlayışının yerleştirilmesini hedeflediği ve beklediğidir.

Bu noktada bir parantez açıp, yine Nabi Yağcı’nın savunmasında yargıçların dikkatine sunduğu( haliyle Türkiye’deki sol harekete ve kitlelere sunduğu) ABD de kurulan aynı türden bir vakfa paralel olarak kurulan “demokrasi vakfı” ndan söz etmek istiyorum.

Bunu, Nabi Yağcı’nın savunmasından devam ederek yapacağım, biraz uzun ve 39. sayfada şöyle diyor; “1986 yılında kurucuları arasında Enka Holding ve Kutlutaş Holdingin de bulunduğu, hükümet sözcüsü ve cumhurbaşkanlığı dış ilişkiler baş danışmanının katıldığı bir ‘demokrasi vakfı’ kuruluyor. Amacı şöyle açıklanıyor, ‘bu vakfı kurmakla, solun kozlarını elinden almak istiyoruz. İnsan hakları, demokrasi, hukuk gibi konular solun propaganda araçları olmuş, şimdi biz işlemeye çalışacağız.’ buna kimsenin diyeceği olamaz ama amaç, yükselen demokratik muhalefeti dağıtmak ve güdümlü demokrasiye geçiş ise durum başkadır.” Bunu dedikten sonra, N.Yağcı 40. sayfada şöyle devam ediyor, “durum şudur,1983 yılında aynı türden bir vakıf ABD’de de kuruluyor. Amacı ‘Amerikan etkisini yayma, anti-komünist propagandayı eşgüdümleme’ olarak saptanmıştır. Bu vakıf Türkiye’ye özel önem veriyor. ABD dışişleri bakan yardımcısı Eliot Abraham, ‘demokrasi projesinin Türkiye üzerinde bir deneme niteliği taşıdığını ‘ açıkladı. Hedeflerin bazıları şöyledir.

1- Soldan kadro çekerek elit politik yöneticiler kadrosu yaratmak ( 1983 de ABD ye davet edilen politikacı adaylarına işaret ediyor.)

2- Seçilmiş bazı kitle haberleşme araçlarına mali destek vermek.

3- Polis örgütü ve yargı içinde(demokrasi) projeyi etkili kılmak.”

Nabi Yağcı daha sonra bu açıklamalarını unutmuş görünse de, bunun tümüyle ABD’nin hazırlığını ve 12 Eylül ile uyumlu olarak başarısının üzerinden devam ettiğini gösterdiği açıktır. Program hızla ilerliyor ve hem ABD’nin istediği bir demokrasi, hem de ABD ye demokrasi yani hep söylediğim gibi (non-demokrasi) yok demokrasi kuruluşu için pıtrak misli STK’lar Türkiye’ye açılmakta ve avuç dolusu paralar STKların üzerine saçılmaktadır. Böylece rejim tekeller lehine değiştirilip yerleştirilirken, ABD’nin planları dâhilinde bir demokrasi illüzyonu da gerçekleştiriliyordu.

Şimdi gerçekte bir illüzyonu ve tekellerin hâkimiyetini ifade eden rejime demokrasi tonu verilerek, daha fazlası için yine aynı STK’lardan medet umdurulması ve hatta 12 Eylül rejiminin sürdürücüleri olan, ABD’nin devam eden projelerinin eş başkanlığıyla övünen bir siyasi ekibe, dün yargıçlara brifing verirken söylediklerini unutan Nabi Yağcı ve onun penceresinde toplananlar tarafından demokrasi den yana renk yüklenmesi, ABD’nin, 12 Eylül hazırlığının ne derece ciddi ve kapsamlı olduğunu ve ne derece başarılı olduğunu göstermektedir.

Daha önce gösterdiğimi hatırlatarak, tekrar etmek durumundayım, 12 Eylül öncesi, 12 Marta giden yolu 12 Eylüle bağlamak için görevlendirilen, ABD büyükelçisi Komer, Vietnam’da elde ettiği deneyimle Türkiye’ye gelmişti. 12 Eylülün gerçekleştirilmesi ve ABD’nin başarısını garantileyecek yola sokulması için ise, başka bir büyükelçi gönderilmiştir ki, her ikisinin de CIA sicilli olduğu su götürmez bir gerçektir.

Bu olgu,27 Mayısın, bir türlü sonuca ulaştırılamayan Kemalist restorasyonun, burjuva demokratik tarzda sonuçlandırılması çabasını ve tümüyle burjuva düzenin yerleşmesine yönelik olduğunu, bunu temsil eden ideoloji Kemalist ideoloji olduğu için, Kemalizm’in damgasını taşıdığını ve ABD’yi işe karıştırmamakla birlikte, ABD’yi telaşlandırmadığını gösterirken,12 Eylülün hazırlığının da, başarıyla gerçekleştirilmesinin de tümüyle ABD planlarıyla bağlı olduğunu ve CIA’nın yetişmiş ve dünya çapında ufuk yüklenen kadrolarınca nezaret edildiğini gösterirken, asıl hazırlığın sosyalizmin makro planda yok edilmesinin şartlarını hazırlamak olduğunu göstermektedir.

Bütün bunlardan çıkan sonuç ise, açıkça ve netlikle yani saklanmaya gerek duyulmadan, bir bakıma bütün bir yerküre topluluğunu aptal yerine koyarak, burjuva demokratik programların dünyayı kurtaracak tek program olduğu dayatmasıdır. Bu dayatmanın teorik ve politik temelleri, geçmişte de iktidar perspektifinden uzak olan, bugünün tekellere ideolojik silah olma misyonunu yüklenmiş eski solcuları, aydınları tarafından örülmektedir. Ama daha önemlisi, bu eski solcuların işlevinin dayatılan burjuva demokratik programların tümüyle emperyalist bir planın parçası olduğunu örtmek ve sosyalist bir program olduğu konusunda ön kabul yaratmak olduğu yanında, bunun ön kabulünün sağlanmasında çok zorluk çekmiyor olmalarıdır.

Bu, (bu noktanın bile sosyalistlerin kendine de, işçi sınıfına da, (burjuva) demokrasi programının görevlerini sosyalizm programının bir parçası imiş gibi yüklemelerinin, dün de, bu gün de yanlış olduğunu göstermekte olması bir yana ),12 Eylülle beraber, ilerletilen ve yerleştirilen, özel olarak ABDnin, genel olarak emperyalist kapitalizmin politikaları ve ideolojik hegemonyası ile sol kitle dâhil, işçi ve emekçi kitlelerin sosyalizmin bittiği ya da bir ütopya düzeyinde uzaklaştığı fikrine inandırılmış olmasıdır.

Böylece, tümüyle 12 Eylül rejimini meşrulaştırmaya yönelik olarak geliştirilen ve düzenlenilmeye çalışılan, her anlamda gerici ve ekonomik hakları iyiden iyiye budayıcı reformların gerçekleşmesi operasyonlarına demokrasi mücadelesi adı altında, işçi ve emekçi kitleler yanında, sol kadroları da destekleyici unsur olarak bağlamak kolaylaşmaktadır. Bu politika “özgür “ ve “demokrat” dünyanın lideri ABD’nin politikalarına uyumludur.

Bunun sosyalistler açısından teorik sonucu, burjuvazi ne kadar demokratlıktan uzaklaşırsa, sol kadroların o kadar sosyalist iktidar perspektifine sarılması ve iktidar mücadelesinin içine demokratlarla mücadeleyi de koyması gerekirken, burjuvazinin uzaklaştığı demokratlığı da üstlenmesi olarak kendini gösteriyor. Yani sosyalistlerin, kapitalizmin yararına olan demokratik programı “en tutarlı demokrat” olma misyonu yüklenerek, kendi öz programı olarak kabul etmesini doğuruyor.

Bu doğumun başka bir doğumu da beraberinde getirmesi kaçınılmaz oluyor. O da şöyle; Kendi misyonundan kaçan burjuva demokratların misyonunu yüklenen sosyalistler, bir yandan emperyalizmden bağımsız bir kapitalizm olabileceğine inanırken, diğer taraftan hem bu eğilimi mahkûm edip, hem de emperyalizmin ehilleşmesini de içeren bir burjuva demokratik dönüşümün olabileceğine inanıyor. Sonuçta hepsi kapitalizmin yararına demokrat olma misyonunu yüklenmiş oluyor.

Sosyalizmin zihinlerden uzaklaştırıldığı, ulaşılamayacak bir ütopyaya dönüştürüldüğü koşullarda anti –emperyalist mücadelenin temel görevinin sosyalist iktidar mücadelesi olduğunun üstünden atlamak kolaylaşırken, anti –emperyalist mücadeleden söz eden herkesin burjuva bakışa sahip olduğu demagojisi daha kolay kabul görüyor. Bu da, anti-emperyalist dinamikleri sosyalist iktidar mücadelesine bağlamanın önünü kapatmayı kolaylaştırıyor. Ama öte yandan işçi ve emekçi kitleleri, kapitalizmin ehilleşeceğine inandırarak, burjuva demokratik programların peşine takmak da kolaylaşıyor.

Bu denklemin, çözülmemek üzere tekeller tarafından kurulduğunu ve çözmekten öte, reddederek yerine ille de sosyalist iktidar mücadelesini koymak gerektiğini görmek ise, bu şaşırtmaca altında bir ideolojik netlik yanında, politik hüner gerektiriyor.

Emperyalizm çağı, sosyalizm çağıdır aynı zamanda ve bu çağda, temel görev burjuva demokratik devrim mücadelesi değil, sosyalist iktidar mücadelesidir. Dolayısıyla bütün çelişkilerin ve bu çelişkilerin keskinleşmesiyle ortaya çıkan bütün günlük görevlerin sosyalist iktidar mücadelesine bağlanmasının gerekliliği kaçınılmaz oluyor. Dün, sosyalist iktidar mücadelesi doğru olduğu halde, burjuva demokratik programları sosyalist bir program olarak öne koyan sosyalistlerin, ideolojik, politik eksikliği anlaşılabilir ve hoş görülebilir belki ama bu gün, artık emperyalizmin ve tekellerin tüm anlamıyla gerici karakterini ortaya koyduğu koşullarda, bu programda diretmek, hoşgörü bir yana, tümüyle tekellerin safında hareket etmekle eş değerde kabul edilmelidir.

Bu gün 12 Eylül rejimini koruyan ve korumakla görevli olanlar için, mevcut durumun ötesindeki bir demokratik program için mücadele ile sosyalist devrim için mücadelenin özdeşleştirilmesi, rejimin korunması ve kollanmasına yardım etmek anlamını taşıyor. Yerindedir. Daha 12 Eylülün gerçekleştirilmesi ile beraber, ABD’nin kendi ve kendine demokrasi anlayışını yerleştirmenin mekanizmalarını geliştirip, yerleştirmesi, bu yardımın geniş çapta kabul görmesini sağlamaya verilen önemi gösteriyor.

Demokrasi mücadelesi mevcut rejimi yani kapitalizmi yani 12 Eylül rejimini korumak istemenin bir ifadesidir. Bu, 12 Eylül rejimini korumakla görevli olanların, tekelci düzenin devlet aygıtını oluşturanların ve elbette emperyalist kapitalizmin istekleri ile uyum içindedir. Bu, özünde kapitalizmi koruma anlamı taşıyan, burjuva demokrasisi için mücadeleyi, sosyalizm adına ortaya koymak ise tam bir şaşırtmaca oluyor. Bu şaşırtmacaya sol bir ton vermek ise,”özgürlükçü”, “demokrat” ön eki ile sosyalistliğe ve sosyalizme vurgu yapmakla kolaylaştırılıyor.

Emperyalizmin, gericiliği, anti-demokratikliği, çağ dışılığı, diktatörlüğü ifade etmesinin üstünden atlanıp, her türlü diktatörlüğe karşı çıkma manevrasıyla işçi sınıfının demokrasisi olan proletarya diktatörlüğünü mahkûm ederek, sosyalizmden uzaklaşmanın, daha doğrusu sosyalizmi iktidarı hedeflemeden düşünmenin, eninde sonunda gerçekleşeceğine göre, riske girmeye gerek olmadığının, kapitalistlerle barış içinde gerçekleşmesi için mücadele etmenin daha güvenli bir yol olduğunun, o zamana kadar da kapitalizmi ehilleştirmeye çalışmanın daha akıllı bir sosyalistlik olduğunun, dolayısıyla sosyalistlerin acil görevinin burjuva demokrasisi için mücadele etmek olduğunun yani kapitalizmi korumak olduğunun anlatımı olan bilim ve mantık dışı propagandaya aldanmak sınıf bakışının körelmesiyle ve ideolojik yetersizlikle orantılıdır.

O halde bu orantıyı emperyalist kapitalizmin aleyhine bozmak, sosyalistlerin birinci görevi olarak önümüzde durmaktadır. Bunu, bu yetersizlikte kalmayı bir yaşam biçimi haline getirenlerden ayrılmak dinamiğini geliştirmek takip etmelidir. Bu, ideolojik netliği ve donanımı elde ederek, bu netlikten kaçanlarla, bu netliğe önem verenleri ayırmak ve önem verenleri bir eksende toplamak demektir. Yani ayrışarak, çoğalmak demektir. Bu yetersizliğin ve emperyalist kapitalizmin, tekellerin ideolojik hegemonyasının panzehiri budur. Bu panzehir, bütün şaşırtmacaların, ideolojik saldırıların, demokrasi illüzyonunun, körelen sınıf bakışının, işçi sınıfının içindeki düşmanların, oportünizmin, sosyal-şovenizmin, ikiyüzlü sahtekâr solcuların ve elbette emperyalist kapitalizmin hakkından gelecek olan Marksizm-Leninizm’den başka bir şey değildir.

Örgütlenmenin dinamiklerinin, politik hünerlerin, ideolojik kadroların birleşerek yığınlarla derinlemesine kaynaşması ve sosyalist iktidar perspektifini, sınıfsal bakışı canlandırması ve bu temelde yükselecek bağımsız politik aygıtın oluşturulması, hepsi bu panzehiri doğru temelde kullanmaya bağlıdır. Kullanmak için ise, bu panzehirle donanmak gerekmektedir.

Fikret Uzun

Hiç yorum yok: