18 Mart 2010 Perşembe

ANTİ BAŞKAYALAR 2 - 3

Sayın Fikret Başkaya,
Gene yapmışsınız yapacağınızı, Murad Akıncılar üzerinde de ve üzerinden de işletilen yargısız infaz ve tekellerin ideolojik hegemonyasının sınırları dışında söylem geliştirenleri susturma dinamiği yaratılmasını, TC ye dolayısıyla şu andaki rejimin yani tekellerin egemen olduğu rejimin yani 12 Eylül rejiminin ki, asıl yük buradadır, kendisine dar geldiği için çözmesinin son adımlarında olunan TC ye yüklemişsiniz.
"Şimdilerde demokratikleşmeden çok söz ediliyor ve hiçbir dönemde olmadığı kadar insan, düşüncelerinden dolayı yargılanıyor-cezalandırılıyor, hapishanelere atılıyor... Dolayısıyla söylenenle yapılan arasında bariz bir çelişki söz konusu..." diyerek, çelişkiye de dikkat çekmişsiniz güzel, fakat bu dikkati nedense yine yeniden asıl muhataplarının üzerinden alıp, çökmekte olan ve çökülmesinde, sözünü ettiğiniz çelişkinin asıl muhataplarının başat rol oynadığı TC ye yönlendirmişsiniz. Oysa öne çıkardığınız çelişkide de açıkça görülüyor ki, demokrasi filan gelmiyor ve TC nin çözülmesi de demokrasinin gelmesi için, AKP nin başkanı R.T.Erdoğan'ın deyimiyle "ileri demokrasinin" yerleşmesi için değildir, bu, yargısız infazlara, hukuksuzluğa, sessiz bir aydınlıksız aydınlar bataklığı sağlamaya ve elbette edilgen sürüler haline gelmiş, ortaçağın, kendi elleri ile köleliği seçen ve hatta bunun için sahip olduklarını efendisine bağışlayan serflere dönüştürülen işçi ve emekçi kitleler yaratmanın hem coğrafi tabanını ve hem de meşru tabanını yaratmayı sağlamak içindir.
Siz neden çoktan tarihe karışmış ve bütün yönetim yetilerini gönüllü olarak ve sizin sözde savunur göründüğünüz sosyalizmi topyekûn yok etmek için, dinci akımlara teslim etmiş olan Kemalistlerin egemenliğinin ifadesi olan TC den korkuyor görünüyor ve bunun üzerinden korku yaratıyorsunuz ki, bu, asıl korkunuzdan kurtulmanın ve korkunuzu yaşamak yerine, kişisel güvenliğinizi sağlamanın akıllı yolunu seçmiş olduğunuzun tezahürü olabilir mi?
Oysa sizin yapmanız gereken, hiç evirip, çevirmeden, dobra dobra, bu korku imparatorluğunu inşa edenlerin, Kemalistlerin egemenliğinin ifadesindeki TC den de kurtulmak ve bu TC nin, aynı coğrafyada başka yerlerde olduğu gibi, “ulusal” olma özelliğini ve bu anlamda coğrafi sınırlarını çözmeye çalışırken, burnumuzun dibindeki yani aynı coğrafyadaki İsrail’in ulusal devlet olma, hatta daha büyük ve daha güçlü ulusal devlet olma hakkını kutsallaştıran ve söz yerindeyse, kafalara kaka kaka kabul ettirmeye çalışan ABD-AB emperyalizminin ve onun eş başkanlığını yürüttüğünü ilan edenlerin, burjuva devletin ifadesi olan ve 12 Eylül darbesi ile tekeller düzenine yükseltilen ve 30 yıldır kerte kerte sağlamlaştırılıp, yerleştirilerek, 12 Eylül rejimi olarak hüküm süren rejimin ve onun yöneticileri olduğunu göstermek değil midir.
Yok, öyle bir misyonunuz kalmadıysa, neden sol gömleğinizi çıkarıp, özgür üniversitedeki sözde Marksizm üzerine dersler vermeyi bırakıp, herhangi bir holdinge, tekele demek istiyorum, danışmanlık yapmıyorsunuz. Mevcut siyasi otoriteye de danışmanlık yapabilirsiniz.
Bilmenizi isterim ki, benim gibi sıradan cümleler kurarak yazılar yazanlara bile inandırıcı gelmiyorsunuz ve tarihin mantığını unutmanızın bir bedeli olduğunu ve de bu bedeli şimdi alıyor olsanız da, ilerde geri ödeyeceğinizi aklı bağımsız çalışan herkes görmektedir diye düşünüyorum.
Sayın Fikret Başkaya, size sizin ne denli Dühring’i çağrıştırdığınızı yansıtan bir eleştiri yazmıştım, daha önceki “devrimi yeniden düşünmek” başlıklı yazınıza cevap olarak yazdığım “21.YY Marksizmi” başlıklı uzun ve özellikle sizin gibi bilimsel gerçekleri kullanarak, aynı gerçekleri çarpıtmaya çalışan yazarlara ders mahiyetindeki uzun mektubum gibi... Ama siz, sizin gibi yazarların hep yaptığı gibi, bu söylediklerimi sessizlikle boğma taktiğine sarılıp, tek kelime cevap verme ve hatta haksız eleştiri yaptığımı söyleme nezaketini bile unuttunuz. Muhtemelen hiç evirmeden dile getirdiğim bu eleştirimi de sessizlikle geçiştireceksiniz ama sizin ne yapmaya çalıştığınız, sizin ders verdiğiniz özgür üniversitedeki gençler tarafından da eninde sonunda fark edilecektir.
Sessizlikle boğmaya çalıştığınız seslere karşı tutumunuz, tıpkı egemenlerin Murad Akıncılar üzerinde ve üzerinden yaptıkları mislidir.
Son olarak Sayın Fikret Başkaya, yıkılan TC, Kemalizm diye diye 12 Eylül darbesiyle hem Kemalistlerin peşine takarak kurtulmaya çalıştığı sosyalist hareketi ve hem de, bu hareketin gelişmesine ve yükselmesine sığınak sağladığını düşündüğü burjuva demokrasisini “bir daha asla” yönelimi ile ortadan kaldırmış olan ve aslı varken kopyaları ile uğraşılan darbeci generaller tarafından dinci akımların eline teslim edilmiş ve elbette teslim ederken, Kemalizm’in egemenliğinden de vazgeçilmiştir. Şimdi, son olarak sizin de katıldığınız kervan gereği ki, geçen bir yazınızda, sözde liberalizmi olumsuzlarken, aynı karede güzelleme içine girdiğiniz liberallerin ve özellikle de Marksistlikten bozma liberallerin, bu dinci akımlarla ittifak halinde vurmaya çalıştığı, mevcut tekeller düzenini aklamak ve meşru göstermek, hatta demokrasinin savunucusu göstermek için 12 Eylül rejiminin var olan bütün günahlarını yüklemeye çalıştığı bu TC, Mevcut rejime dar gelmekte, daha sağlam ve daha meşru ayaklarla YDD nin bu coğrafyaya biçtiği alana basmak için çözülmek istenmektedir.
Çözülünce yerine gelecek olan demokrasi ya da, hem bireylere, hem de topluma ve halklara adalet, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik temelindeki, burjuva da olsa, demokratik cumhuriyet olmayacaktır.
Olsa olsa, çağın gerisine düşen yani ortaçağı döşeyen ve hem de halklar arasındaki adaleti, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği sağlamayacak denli baskıcı, baskıcı olduğu kadar da, bağımlı bir başka TC olacaktır.
Sizin, bu TC nin yıkılmasıyla karşısına konulan TC nin ifadesinin benim söylediklerim olduğunun farkında olmadığınıza inanmıyorum ve hatta bunun farkında olarak, bu TC nin de, bu TC nin darlığından bunalmış 12 Eylül rejiminin de kaderinde olan ve defacto yaşadığı ekonomik bunalımının, eninde sonunda siyasi bir bunalıma dönüşmesinin dolayısıyla tarihin nesnel çizgisinin ifadesi olan sosyalist iktidarın TC sinin önlenmesi ve hep bilinmeyen bir tarihe ertelenmesi için çaba sarf ettiğinize inanıyorum. Hatta eminim.
Bunu, muhtemelen hiçbir şeyin farkında olmadan sizi dinleyen öğrenciler de fark edeceklerdir.
Eğer gerçekten, Murad Akıncıların ve onun gibi daha nice aydının, sosyalistin, devrimci demokratın maruz kaldığı zindanla terbiye ve zulme ve elbette bir kaç gün sonra yüzü tekel işçileri üzerinden gösterilecek olan, adalet, eşitlik ve demokrasi düşmanlığına dur demekse niyetiniz, kitleleri ve ismi önde giden yazarların ağızlarına bakan gençleri boş bir harabe misli duran TC değirmenleri ile savaşmaya yönlendirilen don kişotlar haline sokacak cümleleri kurmayıp, onları gerçekten bu düşmanlığa yataklık eden 12 Eylül rejimi ile tekeller düzeni ile ve stratejik ortaklık içinde olunduğu söylenen ABD-AB emperyalizmi ile mücadele etmeye yönlendirirsiniz, tarihin ilerleme çizgisi bu minvalde kalınlaşmaktadır.
Ancak o zaman, tarih ve bu tarihin gelecek evrelerinde yer alacak toplum, sizi , "işte Özgür Üniversitede böyle bir aydın, gençlere derslerin dersini veriyordu" diye yazabilir. Yoksa siz de, sizden öncekiler gibi, tarihin küflü sayfalarında ve lüzumu olduğunda, yanlışa sapmaktan kurtarılmak istenen gençlere, ibretlik örnek olarak gösterilmek üzere yerinizi alırsınız.
Fikret Uzun

ANTİ BAŞKAYALAR 3

Yeni Dühringlere, daha da yeni Dühring’lerin eklenmesi ve bunun dinamik haline getirilmeye çalışılması, özgür üniversitenin aklı özgürleştirmek değil, aklı bozmak gibi bir misyonla donatılmış olduğunun göstergesidir. Aklı özgür olanların, aklı bozulmamış olanların baktığı yerden böyle görünüyor. Bu gelişmeler, özgür üniversitenin bir laboratuar niteliği taşıdığının da göstergesidir. Bu Laboratuarda bir devamlılık olduğu da görülmektedir. Hep vardı ve hep, Marksizm’i devrimden dönüş noktasının argümanı olarak göstermek üzere formüller üretiyordu. Başarılı olamadığı görülmektedir ve başarılı olamadıklarını fark ediyorlar. Bu, bu laboratuarları ille de devrimden dönüş noktasının formülünü Marksizm’e bağlayarak üretmede başarılı olabilmeleri için arayışlara itmiştir. Şimdi bu arayışlar, sözde işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu için bir çabanın ürünü olarak gösterilerek ve “devrimi yeniden düşünmek” adı altında, sosyalist devrimin adından bile çok uzak bir noktadan, toplumsal devrim için hassasiyetler öne sürülerek, kapı kapı dolaşır misali, her köşede devrimden ve paradigmalarından söz edilmesi, bu sözlerin arasına da birkaç Fransızca sözcük yerleştirilmesi biçiminde geliştirilip, piyasaya sürülmesi, zemin yoklayarak, hazırlayacakları yemlere takılacak olanları ve takacakları yemleri tespit etmek, böylece emperyalist kapitalizmin Yeni Dünya Düzeni için, küresel ölçekte oynadıkları oyunlara direnmeye kararlı ve yetenekli ve etkili kişi ya da birimleri bu oyunun bir parçası yapmanın ya da bu oyunların peşine takmanın dinamiğini oluşturmaya yöneliktir.
Bu oyuna gelmek için aklı bozmak gerekiyor ve özgür üniversite hem aklı bozmaya çalışıyor, hem de, aklı özgür olanların aklını tutsak etmek üzere yemler üretmeye çalışıyor.
Özgür üniversite üzerinden, Fikret Başkaya ve Gün Zileli ikili korosunun ki, Fikret Başkaya’nın tek başına başarılı olamadığının göstergesidir, kavramların kullanılışındaki sorunların varlığına değinmeleri ve devrim üzerine Dühringvari inciler dökmeleri, emperyalist Yeni Dünya Düzeni mimarlarının, bu düzenlerine karşı gelişen dipteki dalgadan çok korktukları yanında, bu dalganın dibe gömülmesinde etkili olamadıkları gibi, denetim altına almak için kurdukları ideolojik hegemonyalarında aciz kaldıklarının göstergesidir.
Ne yaparlarsa yapsınlar, özgür akılların, kendinde akılların, kavramların nesnellikle bağının, devrim haberinin de, habercilerinin de bu nesnellik üzerinden yükseleceğinin, kapitalizmin yerleşmesi için yapılanların devrim diye yutturulmasının, devrimden kaçış noktasını Marksizm’e bağlayarak haklı gösterenlerin marifeti olduğunun dolayısıyla ideolojik bulanıklık yaratanların kimler olduğunun ve kimler adına görevli olduklarının, Menşevik üretici güçler teorisinin olmadığının,(*) aksine Menşeviklerin Marks’ın devrim teorisinden, devrimden kaçış teorisi ürettikleri halde, Marks’ta kaldıklarını iddia etmelerinin, dahası, Menşevikler üzerinden, kendilerine Bolşevik ton vermeye çalışanların, yani özgür üniversitenin dühring’lerinin, gerçekte Bernstein’e, aynı anlama gelmek üzere Avrupa Komünizm’ine güzelleme yaptıklarının, ama asıl amaçlarının, Menşeviklere atfettikleri üretici güçler teorisini yargılamak üzerinden, hem Marks’ı yargılamak, hem de her türlü devrimden kaçış teorisini Marks’ta göstermek olduğunun, nihai ve vazgeçilmez amaçlarının, Marks’ın devrim teorisinde yanılmamış bir teorisyen olduğunun, Lenin’in ise, bunu en iyi kavramış olan bir devrimci iradeyi temsil ettiğinin üzerini örtmek ve buradan hareketle Marksizm’i, Marksizm-Leninizm bütünlüğünden ayırmak olduğunun, bunun içinde yer yer, Leninizm demek olan ve Rusya Marksizm’ini mahkûm ettiklerinin, yer yer de Stalin üzerinden Lenine ve Rusya Marksizm’ine kara çaldıklarının ve bütün günahların anası saydıklarının, bununla birlikte Rusya Marksizm’inin, Marksizm’in devrimcileştirilmesine ve bu anlamda, Rusya’daki legal Marksizm’e ve Avrupa’daki Bernstein’in mimarlığını yaptığı ekonomizme karşı savaş açarak büyüdüğünün üstünü örtmeye çalıştıklarının ama ne yaparlarsa yapsınlar, 21.YY Marksizm’inin, Marksizm’i başarıya götüren Rusya Marksizm’inin üzerinden ve ileri seviyeden yükseleceğinin farkına varmasını ve aklını bu yönde kullanmasını engelleyemeyecekler, yemlerine takılmalarını sağlayamayacaklardır. Yani aciz kalmak onların kaderidir.
Güçlü olan nesnelliktir, zaman zaman hızının önüne setler çekilse de, tarihin ilerleme çizgisidir. Nasıl ki, yerçekimi kanununu görünmeyenlerle, tarihin ilerleme çizgisindeki nesnellikle Newton açıklayabildiyse, Marks da, toplumsal gelişmeye ve bu gelişme üzerinden yükselen toplumsal devrimlere dair teorisini, aynı tarihsel ilerleme çizgisindeki hızı, bu hızdaki nesnelliği ele alarak, devrimi doğuracak mekanizmaları ortaya koymak şeklinde formüle etmiştir.
Öyleyse, bugün nesnellik haberlere ve habercilere gebe olunduğunun işaretlerini veriyor. Özgür Üniversitenin akıl bozucu laboratuarlarının ve laborantlarının, kendilerini deşifre etmeyi göze alacak denli ortaya koymalarına neden olan bir korkuya iten ve Dühringvari konuşturan, bu işaretlerdir.
Bu da, bu işaretleri gören emperyalizmin daha gelişkin laboratuarlarının deneyimli laborantlarının, bu noktalardaki açıklıkların kapatılmasının işaretlerini, bu görevde hazır bekleyen ama kendini henüz tam olarak deşifre etmemiş aktörlere telaşla yem hazırlama görevi olarak gönderdiklerini göstermektedir.
Bu yeni Dühring’lerin, kavramlaştırma üzerinde doğru temelde durup, yanlış sonuçlara yönlendirmeleri, devrimin hem sınıfsal, hem de bilimsel olma özünün üzerini örtmeye çalışıp, hem de uydurdukları kavramın bir gerçekliğin yansımışlığını ifade ettiğini yutturmaya çalışarak, okuyucuyu kavramda bir sorun olduğu başlangıç çıkarsamasından hareket ettirerek, kavramın düşünülmüş bir gerçek olduğu sonucuna yönlendirmek içindir.( ** )
Bunu yaparlarken, özgür üniversitenin akademisyen Marksologları, Marks’ı evirip çevireyim derken, Hegel’in bile gerisine düştüklerinin farkına bile varmazlar. Lenin’in bu konuya özel bir önem verdiğini ise hiç düşünmezler. ( *** )
Özgür üniversitenin Dühringleri, Descartes’tan Hegel’e, Hobbes’tan Feuerbach’a ilerleyen dönem boyunca, filozofların salt düşünce gücü ile ileri itilmediklerini, onları ileriye iten şeyin, özellikle doğabilimindeki ve sanayideki büyük ilerlemeler olduğunu ise hiç düşünmeden, ifadelerini birkaç Fransızca sözcükle süsleyerek ilerlemeci paradigmaya dünyanın bütün günahlarını yüklerken, yeni bir uyduruk kavram icat ettikleri akıllarına bile gelmiyor.
Ne acıdır ki, bütün bu laf cambazlıklarını yaparlarken, Engelsin deyimiyle bilgisizliklerini kanıt olarak öne sürüyorlar.
Kimin, kimlerin ortaya attığını bilmediklerini söylerken, aslında kendilerinin akıl bozmak için uydurduklarını itiraf ettikleri kavramlar üzerinden, Dühringvari konuşmaya çalışıyorlar.
“Yukardan devrim”i ilerlemeci paradigmanın marifeti olarak ilan ettikten sonra, “yukardan devrim” kavramının, Devrimi, ezilen(sömürülen demiyorlar) kitlelerin yeni, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum oluşturmak için ayağa kalkması olarak değil de, ne pahasına olursa olsun kapitalist ilerleme, kapitalist düzleme ve standardize etme girişimi olarak anlayanların uydurduğu bir kavram olarak tanıtlamaya çalışırlarken, tıpkı kendini överken, zaafını anlatan merdi Kıpti rolünü çalmış oluyorlar.
Devrimin, ezilen kitlelerin yeni, eşitlikçi ve özgürlükçü (çoğulcu demeyi unutmuşlar) bir toplum oluşturmak olduğunu vaaz ederlerken, tam da kapitalist ilerlemenin hikâyesini anlattıklarını itiraf etmiş oluyorlar. Bu, Avrupa’da Bernstein’in, Rusya’da Narodniklerin ve Menşeviklerin Merdi Kıpti rolüne soyunmaları ile aynıdır. Yani devrimin yukardan olmasına karşıyız, devrim reformlar yoluyla, kendiliğinden, aşağıdan yani dışarıdan bilince de ihtiyacı olmayan ezilen (sömürülen demeyi yine unutmuşlarsa, sömürülenlerle ilgileri kalmadığını varsayabiliriz) kitlelerden gelecektir diyorlar. Bunun ekonomizm olduğunu ise telaffuz emiyorlar. Dedim ya bilgisizliklerini kanıt olarak gösterip, ne derlerse inanmamızı istiyorlar.
Oysa Marksistlerin öteden beri dile getirdikleri bir gerçek vardır ki, bu, Avrupa Komünizminin, kapitalizmin teknolojik ve demokratik rolünü abartarak devrim yolunu kapattığı ve Tekellerin düzeninin sürdürülmesi için vazgeçilmez hale geldiği gerçeğidir. Yani özgür üniversitenin Dühringlerinin ilerlemecilik paradigması, burada aranmalıdır ki, işte bu tam da yiğitliklerini anlatırlarken, Dühringlerin gerçek eğilimlerini ortaya koymaktadır. Burada bu Dühringlerin, bilgisizliklerinin kanıtı görünürken, tam da Dühringe taş çıkartırcasına bu kanıtlara rağmen, bilgisizliklerini kanıt olarak kabul ettirmekte direnmektedirler.
O kadar öyle ki, Hitlerin de, Kenan evrenin de, “tepeden devrim” yaptıklarını, kimler oldukları belli olmayan birilerinin ağzından söyleyerek, baklayı ağzından çıkarıyorlar; ilerlemeci paradigmanın Kemalistler olduğunun ve Kenan Evrenin de tepeden tırnağa Kemalist olduğunun müjdesini veriyor. Solu da buna katarak mevcudu tamamlıyorlar.
İşte bilgisizliklerini kanıt olarak kabul ettirmekte bir direnme örneği daha.
Oysa Kemalist olmadığı bir yana, tekellerin düzenini kurduğu da bir yana, Kenan Evrenin TC nin tarihinde görülen en İslamist ve gerici tonlar yanında ırkçı ton taşıyan bir paradigmanın aktörü olduğunu ve bugünkü rejimin de, bu günkü yönetimin de onun aktörlüğünde yapılan 12 Eylül faşist darbesinin icadı olduğu, nerdeyse bütün toplum tarafından kabul gören bir gerçektir.
Diğer yandan, yine Marksistlerin, öteden beri dikkat çektikleri ki, bu da, Türkiyedeki sosyalist hareketin, TC nin kuruluş aşamasından bu yana, 12 Eylüle kadar demek istiyorum, Kemalizmin kuyruğuna takma dinamiğinin var ola geldiği ve 12 Eylül ile beraber, bunu başaramayan yani böyle bir dinamikle sosyalist hareketi bitiremeyeceğini anlayan ve korkuya kapılan Kemalistlerin, kendilerine ihanet ederek, TC yönetimini gerici/dinci akımlara teslim etmeleridir.
Öyleyse bu Dühringlerin sözünü ettikleri ve kendilerini ayırdıkları “sol” kimdir sormak gerekli.
Ve tek doğru söyledikleri Kenan Evrende ve elbette tekelci düzeni yerleştirmesinde, kapitalizm açısından bir devamlılık olduğudur ki, bu Kenan Evrenin Kemalistliği çizgisinde bir devamlılık olmadığı gibi, bu günkü rejimin devamlılığı da, Kemalizmin devamlılığı içinde değil, sadece kapitalizmin devamlılığı içersindedir.
Dühringlerin, devrimi, “yukardan devrim” olamayacağına, bunun karşı devrim olacağına atıfla, “emansipasyon” a indirgemeleri, bunu, konuyu geçiştirip, asıl konularına, yani çıkarmak istedikleri baklalarına dönmek için yaptıkları bir yana, tam bir bilgisizlik örneğidir ve bulanıklık yaratıyorlar.
Marks, üretici güçlerin gelişmesi belli bir aşamaya gelirse devrimler mutlaka olur diyor ve bunu derken, bu anlamda, devrimin yolu engellenemez derken, devrimleri doğuracak mekanizmalara dikkat çekiyordu. Bu dikkat çekişte, bilinç ve bilinçli devrimci aynı mekanizmanın içindedir. Yani irade, başka bir ifadeyle politik müdahale, Marksın devrim teorisinde yoktur, bu iradeyi yani bilinci ve bilinçli devrimciyi, müdahale anlamında bu teoriye katan ise Lenin’dir, bunun yöneldiği ve pratikte de yaşayan uç, proletarya diktatörlüğüdür ki, bu da “yukardan devrim” i ifade etmez. Marks’ın teorisi de, bunu ifade etmediği yanında, aşağıdan devrim gibi bir kavramla anlatılamaz.
Marksın devrim teorisindeki üretici güçlerden, eskinin sosyalisti, şimdinin liberali olanları, işçi sınıfını ayırıp, hatta tarihe gömüp, teknolojiyi öne çıkarırlarken şimdi, aşağıdan devrim lafazanlıkları ile yine de, işçi sınıfını bu aşağıdakilerden saymayıp, devrime başka toplumsal güçler araması ve işçi sınıfının bilinçli iradesini “yukardan devrimin” yani karşı devrimin öznesi yapması, tam da Dühringvari akıl bulandırma çabası değilse nedir?
Burada ikili amaç sırıtmaktadır, birincisi sol harekete karşı, bir ön kabul noktası oluşturmaya çalışırken, kendilerini ayırmak; ikincisi, Lenin’in devrim teorisine, özellikle politik yöndeki katkısının inkârını yerleştirmek, böylece de, Leninci devrim teorisinin olmazsa olmazı olan Proletaryanın Demokrasisinin “yukardan devrim” yoluyla yerleştirileceği ve bunun Kemalist devlet anlayışının devamlılığı içersinde, kapitalist devlet mekanizmasının devamlılığını ifade eden tepeden bir baskıcı diktatörlük olduğu çıkarsamasına, bu bulanıklık içersinde, okuyucunun ulaşmasını manipüle etmek.
Söylemlerindeki tarza bakarsak, bu Dühringlerin, aslında bilgisizlikleri yanında, pek bir cüretkâr olduklarını, kendilerini artık soldan ayırdıklarını, o oranda da kimin adına konuştuklarını açık ettiklerini netlikle görebiliriz.
Şöyle diyorlar:
“sol hareket, rejimi tartışmaya yanaşmıyor.”
“sol hareket kendini gelecekteki iktidar olarak, gelecekteki devlet olarak planlıyor”
“Sol hareketin ‘yeniden düşünmeyi’ radikal bir biçimde gündemine almadan, rejimi tartışmaya cesaret etmeden yol alması, inandırıcı-güven verici alternatif bir toplum projesi üretmesi mümkün mü?”
“Sol hareketin ufkunda böyle bir proje olduğunu hiç sanmıyorum.”
“Sol, eğer gerçekten bir toplumsal devrim istiyorsa iki şey yapmalıdır:”
“sol, sol, sol” ya siz kimlerdensiniz diye soranlar çıkacağını düşünmüyorlar bile. Çünkü onlara göre artık akıllar tümüyle bozulmuştur, bozulmayan kaldıysa bile, bununla sola karşı, onları ayırarak hışımlanacaktır, böylece onlar da aklını başka yerlere takmış olacaktır.

Bir kere, 12 Eylül rejimini, tekellerin düzenini ve daha nereye gideceğini Marksistler, çok önceden beri net olarak ortaya koymakta ama buna dudak ucuyla bile yaklaşım gösterilmemektedir ki, şimdi anlaşılıyor,buna dudak ucuyla bile yanaşmayanlar,soldan çoktan ayrıldıkları gibi, rejimin tekelci olması,kapitalizmin devamlılığı içinde olması ve dahi 12 Eylül faşist rejimi olması ile ilgilenmiyorlar, onların tartışmak istedikleri, bu faşistliği ve tekelciliği ile olduğu gibi kalmasını istedikleri ama çoktan pılısını,pırtısını toplayıp,TC nin yönetim aygıtının anahtarını şu anki rejimi sürdüren gerici/dinci akımların ve tekellerin temsilcilerine teslim ederek, kendine ihanet eden Kemalistlerin olmadığı asıl yönetimi,12 Eylül rejiminin bütün günahlarından arî tutmak için, Kemalistler yönetimde imiş gibi yaparak, rejimi tartışmayı devrimci saymakta ve solun buna yanaşmadığını söylemektedirler.
Marksistlerin, bu yeni Dühringlere, “mademki, kendinizi soldan ayrı tutuyorsunuz, öyleyse solun işine, özellikle de Marksistlerin işine karışmayınız, onlara bilmediğiniz ve kapısından çoktan döndüğünüz, toplumsal devrim üzerine Dühringvari nutuklar atmayınız” dediklerini duyar gibi oluyorum.
Bu yeni Dühringlerin, yaklaşan ve işçi sınıfının gizil gücünün içine yerleşen 21. Yüzyılın Marksizm’inin sesini dinlemelerinin, bunun da ileri seviyeden bir Rusya Marksizm’inin yükselişi olduğunun, bu dinamikte Marksın devrim teorisine kopmaz biçimde içerilmiş ve onu Marksizm-Leninizm bütünselliğine yükseltmiş Leninci katkının itici gücü olduğunun kendilerince de görüldüğünü saklayamadıkları, bu topraklardaki hiç yok olmayan ve akışkanlıklarını, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının ifadesi olan bir tarihsel çizgi üzerindeki nesnellikle artıran Marksist damarın gözünden kaçmamaktadır.
Öyleyse, bu yeni Dühringlere, uzaklaştıkları mesafeden son sürat koşarak öne geçmelerinin de mümkün olmadığını görüp, boş yere yeni Dühringler olmaya soyunmamalarını salık vermek Marksistlerin yükselen sesinin gereğidir.

Ekler:
( * ) Menşeviklere göre;” emek-sermaye çelişkisi sosyalizmi getirecektir. Henüz gelmiyorsa, bu, bu çelişkinin yeterince gelişmemesinden kaynaklanmaktadır. Çaresi, emek –sermaye çelişkisinin artmasındadır. Artması kaçınılmazdır ve önlenemez. Dolayısıyla sosyalizm, önemli bir politik müdahale olmadan, kendiliğinden gerçekleşecektir.”
Bu ekonomizmdir ve Menşevikler bunu Marks’ın Devrim teorisine bağlamakta ve bunun “hakiki” Marks’ a ait olduğunu savlamaktadırlar. Bernstein de buradadır ve o daha net konuşmaktadır. İşçi sınıfının devrimci bilinci olamayacağını yine Marks’a bağlayarak dillendirirken, olmasını da beklememek gerek demektedir. Dolayısıyla sosyalizmin reformlarla geleceğini savunuyor. Lenin ise hem Menşeviklere, hem de Bernsteinizme karşıdır ve Marks’tan ayrılmadan Marksa soldan bir müdahale yapıyor. Kendiliğinden bilinç en çok sendikacılık olabilir diyor. Bu sınıf bilincidir ve bundan yeni bir dünya özlemi ve bunun için mücadele etme iradesi çıkmıyor. Lenin, ünlü Ne Yapmalı yapıtı ile bu soldan müdahaleyi enine boyuna deyim yerindeyse, bütün Rusya’nın o zamana gelene kadar ki sosyal mücadelesinin tarihini yazarak ortaya koyuyor. Ortaya koyduğu, Marksizm’i Marksizm-Leninizm yapan devrim teorisine politik iradeyi yani devrimciyi koyması yani işçi sınıfına politik bilincin dışarıdan verilmesinin formülünü anlatmasıdır. Bu da işçi sınıfında bu bilince ihtiyacı olan bir potansiyel güç olduğuna işarettir. İşte özgür üniversitenin görevli Dühringlerinin, Dühring olmaya memur edilmiş olan aktörlerinin,Tekel işçilerinin kararlı direnişi üzerinden, işçi sınıfına dışarıdan bilinç vermenin önemsizliği yanında yanlışlığını öne çıkarmaları bu nedenledir ki, Tekel işçilerinin yansıttığı, kendi gizil güçleridir ve bu sınıf bilincidir, politik bilinci dışarıdan ama bu gizil güçlerini harekete geçirerek vermek onları politik bilince ilerletecektir ki, işte ilerlemelerinin yönünün ve taşıdıkları gizil gücün farkına varıldığı içindir ki, egemen üretim biçiminin akıllı aktörleri bu noktada müdahil olup, sözde Tekel işçilerinin yanında görünseler de, özde bu direnişin, sisteme yönelen uçlarını kesmeye çalışmışlar ve önemli oranda başarılı olmuşlardır. Özgür üniversitenin Dühring’leri bu noktanın da üstünü örtmeye çalışırken, aynı zamanda işçi sınıfına dışarıdan bilinç verme kavramını bulandırmaya çalışmakta ve elbette bununla Marksizm’e Marksizm’den ayrılmadan katkısı olan Lenin’i gözden düşürmeye çalışmaktadır. Hem de belki bir başka hamlede sözde Leninci gözükmenin önünü tıkamadan bunu yapmaktadırlar. Ama söz değil öz önemlidir ve bu dühring’ler özde tekellerin sözcülüğünü yapmakta ve son tahlilde sözleriyle de kendilerini ele vermektedir.Kolay deşifre olmamak için de, önce akıl bozmaya çalışmakta, aklı bozulacak gibi olmayanları, peşlerine takmak için hangi yemlere takılacaklarını tespit etmeye çalışmaktadırlar.
Bu soru cevap dinamiği ile ortaya koydukları Dühringvari akıl bozucu şaşırtmacalar tam da bunun ifadesidir.

( ** )Kavramı, “kendinde ve kendi için var olandır.” Şeklinde tanımlayarak, “bütün belirlenimlerin kendisinden türediği yalın bütünlük” olarak açıklayan Hegel, bu açıklamayı yaptıktan sonra da, “kavramın, varlıkla özün hakikati olduğunu” ifade ederek; “çünkü” der, “o,aynı zamanda, bağımsız bir dolaysız biçim taşıyan bir dizi yansımış belirlenimde ortaya çıkar ve sırasında bu farklı gerçekliklerin varlığı da bir yansımışlık karakterini dolaysızca taşır.”
Yine Hegel,”neden kavramla işe başlanılmadığı” sorusunu sorarak, “kurgusal bilginin, söz konusu olması durumunda, hakikatle işe başlanmayacağını” belirtir ve “çünkü” der,” hakikat, başlangıcı meydan getirmesi yönünden, sadece basit bir olurlamaya dayanır, oysa düşünülmüş hakikat, kendini düşünceye tanıtlamak zorundadır.” Devam ederek,” eğer kavram mantık’ın başına konulsaydı ve varlıkla özün birliği olarak tanımlansaydı (ki bu içeriğe göre yerindedir), varlıkla özden ne anlaşılması gerektiği ve varlıkla özün kavramın birliğinde nasıl birleştikleri sorusu ortaya çıkardı. Ama işte böyle kavramla başlamak, hiç bir şekilde, şeye göre değil, ada göre başlamak olurdu” demektedir.
Kavramın bir bilimi olduğunu belirten Hegel, kavram ile ilgili daha açıklayıcı ifadesini şöyle ortaya koymaktadır; “kavram, tözsel ve ancak kendi için var olan özgür güçtür. Bir bütünlük oluşturur ki, bu bütünlük içinde o,anlarından her birinde bir bütün ve bölünmez bir birlik olarak bulunur; şu halde kendi kendisine özdeş olup, kendinde ve kendi için belirlenmemiş haldedir. Burada kavramın yürüyüşü artık bir terimden ötekine geçiş, ya da bir terimin öteki üzerine yansıması değil, bir gelişmedir. Çünkü farklar, hem birbirleriyle, hem bütünle özdeş olarak konulmuşlardır ve her belirlenim tüm kavramın özgür var oluşunu oluşturur.”

( *** ) Lenin, Felsefi çalışmalarını hazırlarken tuttuğu defterlerde, Hegel’in mantık bilimi üzerine aldığı notlarda, kavramın, beynin, -aynı anlama gelmek üzere- maddenin en yüksek (ya da en değerli, en üstün) ürünü olduğunu ifade etmektedir.
Fikret Uzun

Hiç yorum yok: