18 Mart 2010 Perşembe

KAPİTALİST RESTORASYON VE STALİN ELEŞTİRİLERİNE YANIT

KAPİTALİST RESTORASYON VE STALİN ELEŞTİRİLERİNE YANIT
Son dönemlerde, hep var olan, anti-Stalinizmin hızı artırılmaya çalışılmaktadır. Sovyet sosyalizminin yıkılmış olduğu bugün, bu yıkımın hem anti-Stalinizmin hızını artırmak, hem de Stalin’in günahlarını artırmak için, tarihi gerçekleri çarpıtma çabasında olanların ve stalin üzerinden, hem Stalin artık yaşamıyor olduğu halde ve hem de sosyalizm yıkılmış olduğu halde, sosyalizm düşmanlığını canlı tutmak isteyenlerin, ikiyüzlüce tutumlarına yani sanki bu eleştirileri, sosyalizmi çok istiyorlar da, ellerinden bu fırsatı Stalin almış gibi yansıtarak yapmalarına karşı, belki "şimdi sırası mı" dedirtecek bu mektubu yazmayı borç bildim. Mesele Stalin’i körü kürüne savunmak değildir. Mesele bir tarih meselesi olduğu kadar, sosyalizm kuruculuğunun tek ülkede sosyalizmin ve bununla bağlı olarak hem sanayideki, hem politikadaki kadroların yetersizliğinin dayattığı eksikliklerini, kapitalizmi aklama noktasında Stalin’e bir günah olarak yüklenmesi meselesidir. Bu, ortada bir ideolojik saldırı olduğunu göstermektedir. İşte bu saldırıya karşı durmaktır Stalin’i savunma noktası ve şimdi tam da sırasıdır bu anlamda. Elbette sosyalistlerin, komünistlerin gözlerindeki ışık Stalin’den akmıyor ama Stalin üzerinden yayılan karanlığın, bu ışığı karartma özelliğini de teslim etmek gerekmektedir. Öyleyse, Stalin eleştirilerine karşı durmak, bu, ışığı karartma çabalarına karşı durmak demektir. İşte bu gereklilik, tam sırası dememize yetiyor. İyi okumalar diliyorum. saygılarımla.
Marksizm-Leninizm’den uzaklaşıldığı için, dahası kapitalizmin alanına fazlaca girerek onunla barış içinde bir arada yaşamak abartıldığı için, daha doğrusu Lenin’in pratik bir zorunluluktan ortaya koyduğu bu geçici teori mutlaklaştırıldığı, sonsuz bir ilke haline getirildiği için, daha da önemlisi, aslında inançsız olup, sosyalizme, SBKP ye inanç gösterisi içinde olan çift inançlı entel takımı ile parti kadrolarının kapitalizm özlemi baskın çıktığı için, bir burjuva tarlası gibi sosyalizm içinde yeşertilen burjuva ilişkilerin gelişmesine göz yumulduğu için, özcesi bütün bunlar olurken proletaryanın demokrasisi burjuvaziye de, burjuva olma hakkı için tanındığı için sosyalizm kapitalist restorasyona uğradı.
Şimdi bir Rus işadamı Türkiye’nin Antalya’sında 1 milyar dolarlık altın kaplamalı otel yapabiliyor ve oğlu Antalyaspor’un yöneticisi olabiliyor. Ve öğreniyoruz ki, daha 1988 de yani henüz sosyalizmin kapitalist restorasyonunun tamamlanmadığı bir dönemde ticaret zinciri kuruyor ve alıp başını gidiyor.
Sosyalizm kuruculuğunu askıya aldıklarını zaten ilan etmişlerdi ve bununla birlikte çok önce kominterne hâkim olan ya da kominternin karar altına alınmış ilkelerine ters olan eğilimler yani proletarya diktatörlüğünden ve KP’lerin demokratik merkeziyetçilik ilkelerinden uzaklaşma şeklinde kendini göstermişti. İnsan hakları örgütleri, barış örgütleri, demokratik haklar örgütleri, uluslararası af örgütleri hep bu yakınlaşmanın döl yatakları oldular. Saharov’a, Soljenitsin’e, çok daha önce Hitler’e verildiğinde neme nem bir şey olduğu anlaşılan Nobel ödülünün verilmesine, en akıllısından, en aymazına kadar herkes hem insani bir ton verdi, hem de bunun sosyalizme atılan bombalardan biri olduğunun üstü örtüldü. Bunlardan ders almamak bir yana, bunların tarih sayfalarından açığa çıkarılması da hep engellendi. Ben hep soruyorum, proletarya diktatörlüğünden kaçan hangi KP bugün iktidardadır. İnsanı merkeze koyan hangi örgüt, kapitalizmin yedek gücü olmaktan kurtulmuştur?
TBKP de, proletarya diktatörlüğünden kaçarak kurulmuştur. Öyleyse şimdi neden kapalıdır?
Merkeze konmayı hâlâ işçi sınıfı hak etmektedir, nesnel olarak da bu böyledir, öznel olarak da. Demek istediğim aklın yolu bu nesnelliğin işçi sınıfının fark edilmesi yönünde akıl patlatmaya dayanır.
Burjuvazinin çok yıllar önce vazgeçtiği insanlık, şimdi iyice barbarlaşan bir kapitalist-emperyalist dünyada kendilerinin de oldukça uzaklaşmış olması da bir yana, artık insana vereceği insaniyet, bir arabaya, varacağı yere kadarki harcayacağı benzin kadardır, o da süper benzin bile değildir. Ne ki insandan, daha doğrusu artı-değer üreten insandan vazgeçememektedir zenginler. Çünkü zenginliklerini illaki birileri üretmelidir.
Ve ucuza mal olmalıdır. Eğer ucuza mal olmasaydı, hemen insan gibi robot yapar zenginlikleri onlara ürettirirlerdi. Ama maalesef kat be kat pahalıya patladığı için, her geçen gün güdecekleri eşeğin önündeki otları ne kadar azaltırlarsa ölmeden işe koşabileceklerinin hesabını yapmaktadırlar.
Eğer insanlık ayağa kalkmadan önce, insandan tümüyle vazgeçmenin koşullarına, yani insan gibi robotların seri üretimini daha az maliyetle yapmaya muktedir olursa kapitalistler, işte o zaman insanlık da, dünya da tam bir yıkıma durdurulamayacak denli hızla yuvarlanacaktır.
Hal böyle iken, insanlığı da, toplumsal gelişmeyi de insanı merkeze koyarak, kapitalistlerin insafına bırakmak isteyenler tarihten hiç ders çıkaramamışlardır.
İşte o nedenle, belki bana kızanlar oluyor, anlamayanlar oluyor ama yine de söylüyorum ki, demokrasi mücadelesi bu kısır döngüyü kırabilecek bir manivela değildir, bu manivela demokrasiyi de içinde taşıyan sosyalist iktidar mücadelesidir. Sosyalizm, demokrasinin yegâne teminatıdır.
Demokrasiyi vermek de, onun için mücadele etmek de, burjuvazinin kelime dağarcığından tümüyle uzaklaşmıştır, kültüründe ise, kendine demokrasi vardır. Bayrağının arka yüzü kapkaradır; yani faşizmdir. Şimdi yaşanan ve tümüyle yerleştirilen faşist demokrasidir desem herkes gene gülecektir. Çoğulcu demokrasi, liberal demokrasi, halk demokrasisi, burjuva demokrasisi, sosyalist demokrasi olursa faşist demokrasi de olur.
Çünkü demokrasi özünde bir diktatörlüktür. Ve artık emperyalist-kapitalizmin özü faşist demokrasidir. Kendine demokrasi. Kendine Müslüman anlamında yani.
Başka deyişle, faşizm işler düzeldikten sonra bavulunu toplayıp giden parlamentodaki kiracı değildir. Faşizm bugünkü emperyalizmin bunalımı koşullarında, sosyalizm olgusunun nesnel olarak varlığını ve güçlenme eğilimini bağıra bağıra gösterdiği bu koşullarda, türlü yöntemler içeren bir yerleşik, kalıcı olgu haline gelmiştir.
Görünmeyen yüzünü, sosyalizmin gücünü pratikte de göstermeye başladığı ve fiziksel olarak bir tehdit oluşturmaya adım attığı anda gösterecektir. Bu görülmüyor diye, tarih bize gösterdi ki, bu nesnelliği yok sayamayız.
Sadece sosyalizm mi, emperyalist-kapitalizmin herhangi bir oyununa karşı, ya da gücünün zayıflamasına neden olacak, sosyalizmle mücadelesindeki gücüne ya da askersel gücüne, ekonomik gücüne karşı tehdit oluşturan hangi etmen olursa olsun ona karşı da bu özünü göstermekten, hatta bizzat onu göstermek için bile bu özü göstermekten çekinmemektedir.
İşte bu nedenle, Marksizm’e sarılmaktan ama sarılıp sarılıp onu aşındırmaktan vazgeçerek, onu aşındırmadan aşmak üzere sarılmaktan başka çare yoktur.
Yenidünyanın modeli sosyalizm olacaktır, kimi kendini hâlâ sol varsayanların da inandığının aksine, dünyanın yeni düzeninde kapitalistlere yer yoktur. Hele ki onların kuracağı düzene hiç yer kalmamıştır ve bu kapitalistlerin bahşettiği, bol insan hakkı kokan, barış bayraklarıyla süslü, kardeşlik temalarıyla şiirleştirilen, bol bol ''yatmasak da kalkmasak da biz bir dünya insanıyız'' nakaratlarıyla ahenk yaratan dünya düzeniyle sosyalizmin kapısı açılmak bir yana, kapitalistlerce tümüyle kapanacağı hesaplanmaktadır.
İnsanı insanlığından çıkaran, onu dizüstü yaşamaya mahkûm eden, kendi insanlığından da uzaklaşan kapitalistlerin düzenidir. Kapitalizm var oldukça, insana kölelik yapanlar oldukça, genel olarak insanlıktan da, barıştan da, insan haklarından da söz edilemez.
Hele ki bütün bunların teminatı olarak burjuva demokrasisine bel bağlamak, kapitalistlerin insanlığı daha da insanlık dışı kalıplara sokmasının kapısını açık tutmak demektir.
Hepsinin tek çözümü vardır, insanın köleliğine son veren, insanlığı karşılıklı birbiri için zenginlik yaratarak her anlamda birbirlerini zenginleştiren insan olmanın sonsuzluğunu aramasının kapılarını açan bireylerin gelişim çabası ile toplumsal gelişimi nesnel boyutlarıyla eşleştiren bir insan faaliyeti haline getiren sosyalizmdir.
Burada insanın insana köleliğine yer olmadığı için, bu kölelikten zenginlik üretenlerin, buna canı gönülden razı olmalarının mümkün olmayacağını dün Marks yazmasaydı da biz bugün görebilirdik.
Kaldı ki bir ilkokul öğrencisi dahi, daha o yaşlarda transformasyonu için uğraşıldığı için bunu görebilecek mantığa sahiptir. Dolayısıyla, bu geçiş için gerekli olan razı etme mekanizmasının mutlaka olması gerektiği de, o ilkokul talebesi tarafından anlaşılabilir bir şeydir.
Öyleyse bu razı etme mekanizmasının da kendi içinde mekanizmasının iyi çalışması için gerekli olan bir mekanizmaya ihtiyaç olduğu dolayısıyla bu mekanizmanın çalışabilmesi için razı edici, ikna edici bir enerji içeren güce sahip olması gerekmektedir.
Ve bu mekanizmanın tam merkezinde, yalnızca kendi rızası ve hatta uğraşısı ile kendini feshederek insana dönüşeceğine inanan yalnızca bir sınıf bulunacağı için ve yalnızca o sınıf insanlığın, insan olmanın kapısını açabileceği için, insanlık adına o sınıf bulunabilir.
Ve işte merkeze konulacak olan o insan, kendinden başlayarak gerçek insanı yaratmak üzere kendini feshedecek olan bu emekçi insandır. Demek ki insan var, insan var! Ve bu merkezde gerçekten insana yükseltecek, bunun için varlığını feshedecek tek sınıf olan işçi sınıfı, ya da şimdi daha çok sevilen söylemiyle emekçi insan olacaktır.
Nerden nereye değil mi? Herkes eninde sonunda bu kavgada aslına rücu edecektir. Ama mutlaka aslına... Şimdi herkes o noktadadır. Bu bir aile kavgası değildir, bir kere baba oğul kavga edip, sonra kutsal ruhun aracılığıyla yeniden yuvada toplanmak gibi olmaz. Bir kere rest çekildi mi, herkesin aslına rücu etmesi kaçınılmaz olacaktır. Kutsal ruh da para etmeyecektir.
Türkiye’nin komünist partisi de elbette, hastalığını dışarıya kusarak aslına dönecek ve ayaklarının üzerine dikilecektir. Bu fetişleştirilerek olacak bir şey değildir. Aslının nerede olduğunu görebilecek yeterlikteki kadroların, aslına dönmek isteyenlerin önünü kesmeden, yani dönenleri çağırmadan, hastalanıp düştüğü yatağından kalkarak yoluna devam etmesiyle mümkün olacaktır. Fetişleştirenler, karşıtları ve bir daha kapısından içeri adım atamayacağının bilincine varanlar olmalıdır. Ve bu kadar fetişliği hak edecek badireler atlattığı için, bunun zararı yok, aksine yararı olacaktır. Böylece insanlık, insan olmanın mekanizmalarının en önemlisini kazanmış olacaktır.
Ben insanlık deyince, beni istedikleri kadar alaya alsınlar, hep bunu anlıyorum.

STALİN ELEŞTİRİLERİNE YANIT

Stalin eleştirisi Türkiye’de Kemal Tahir’le de yükseliyor ve Stalinistlerin bile, Kemal Tahir’i Stalin tadında yüceltmesi ilginçtir. Sovyetlerde anti - Stalinist yazarlar batının baş tacı oluyor. Nobel de böyle geliyor. Stalin’in yaptığı eninde sonunda bir sosyalizm kurmaktır. Ve batı için, batıya özleminden vazgeçmeyenler için, önemli olan burasıdır ama hepsi Gorbaçov türüdür. Komünizmden nefret eder ama komünizme değil, Stalin’in anti-demokratik olmasına saldırır. Yıkılmadan biraz önce, Saharov sürgünden alınıp Moskova’ya getirilir ve Reagan’la bizzat görüştürülür. İçerde anti-Stalinizm batıya açılmanın kapısıdır. Soljenitsin’in Stalin eleştirisinin altında yatan nedir, yazdıklarında acaba o yanlar kapatılıp, sadece Gulag takımadaları serüveni mi bırakılmıştır. Oysa Soljenitsin’in anti-Stalinist, yani “demokrasi yanlısı” yaklaşımında, çarlık yanlısı bir yaklaşım olduğu görülmek istenmiyor. Batının ideolojik silahlarından birisidir.
İspanya olayını da Stalinizme bağlayanlar var, bunun Stalin’le bağı nedir anlamadım. İspanya’da olanlar da faşizme karşı cephe rüzgârının sonucudur. Bu noktada şu, daha çok önemlidir, faşizm sosyalizmin önüne, daha doğrusu tam böğrüne, bir mikrop yerleştirmeyi başarmıştır. Ve anlamak gereken, faşizmin bir Hitler manyağının eseri olup, zorla oturduğu parlamentonun, (demokrasi anlamında kullanıyorum)üzerinden kalkıp gidince, her şey yerli yerine oturmamıştır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır ve olmamıştır. Aşamayı savunan, halk devrimi, birleşik halk cephesi türünden teorilerle en çok haşır neşir olan komünist partileri, (İspanya da bunlardan biridir) en kitlesel halinde bile iktidarı alamadıkları gibi, doğru dürüst ortak olup, sosyalizme geçişi hızlandıramamışlar, aksine, sosyalizmi kapitalizme entegre etmişlerdir. Bu, Avrupa komünizmidir. Şimdi dağın taşın, sosyalizmi rafa kaldırıp, demokrasi projelerine sarılmasının izlerini burada aramak gerekir. Stalin’in bunda yeri ne kadardır tartışılır ama Stalin’in en önemli eksiği, daha önce açıklamıştım ki, tekrar da zarar yok, eşitlik ilkesini teori olarak savunmasıdır. Elbette pratiğin zorlamasıdır, mujiğin sınıf bilincine sıkı sıkıya sarılmasının sonucudur ama yine de bu, sosyalizme yapışan bir kapitalist mikrop olmuştur. Buna karşı Stalin’in çağrısı vardır, kadroları işaret ediyor. Ve ardından Stehanov hareketi yükseliyor. İşgücü verimliliği önemli oranda artıyor. Gönüllü bir hedef aşma yarışıdır, tümüyle teknolojiden yararlanan kadroların beceri ve özverisidir. Bir anlamda Sosyalist yarış başlamıştır. Diğer yandan, tekrar edeceğim ki, sanayide gelişmiş kapitalist ülkeleri geçmek bir sosyalist kalkınma projesidir ve Lenin’le başlamıştır. Stalin’i batıya ve anti-komünizm sevdalılarına karşı savunmak zorunda kalanlar, onun özel halini hiç öne çıkartmamışlardır. Stalin’i böyle resmetmek gerekirse, dünya nimetlerine uzak bir insandı. Troçki ise, çoğu kez Stalin’e kişisel yanlarıyla yüklenmiştir. Kitlelere güvenini kaybeden Troçki, bu güvensizlikle, kitlelerin Stalin’i bir düşünür, bir yazar, bir hatip olmadığı, kişisel yetenekleri bulunmadığı halde iktidara taşımasını hep küçümsemiş ve de sindirememiştir. Diğerlerinin aksine, Stalin’in bir diktatörlük yarattığından çok, bir makine olarak nitelediği Sovyet mekanizmasının Stalin’i yarattığını savunmuştur. Ve Stalin’i bu makineyi yaratan değil, sahip olan diye nitelemiştir. Yani düşünce üretemeyen Stalin, bu makine sayesinde düşüncelere savaş açmıştır. Özü budur Troçki’nin Stalin eleştirisinin.
Stalin’in 1931’deki en önemli vurgusu işsizliğin tümüyle ortadan kalktığıdır. Sınıfların bittiğini ifade eden veya ima eden bir vurgusunu hatırlamıyorum.
Sosyalizmin dört tarafı kapitalizmle çevrili olmasa da, ekonomik gelişmenin hızlı olmasında, sanayinin hızla ilerlemesinde bir sakatlık yoktur. Böyle olmazsa, komünizmin herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar ilkesine ulaşmak nasıl mümkün olabilir ki. Sosyalizm iktidara geldiğinde hem savaşın, hem çarın dayattığı yoksulluğun tablosu elektriksiz kasabalar, televizyonsuz, soğutucusuz evler, gıdadan yoksun insanlar şeklinde özetleyebileceğimiz bir durumda iken, hızla sanayileşmek ve ekonomik olarak kalkınmak elbette en temel yaklaşım olacaktır.
Ayrıca, Stalin’in en çok eleştirilen ve bayrak yapılan, anti demokratik saldırıları olarak nitelenen tutumu sırasında, yanında olup da sesini çıkarmayanlar, “sen çok yaşa Stalin Yoldaş “ diyenler, daha sonra bu noktalarda hem kendilerini aklamak, hem de Stalin’i tek başına, bütün Sovyet mekanizmasından bağımsız göstermek için elinden geleni yapmaları, bunu yapmadan bir adım önceki tutumlarında ise yolumuz Stalin’in yoludur buyurmaları, bu konuda daha objektif düşünmeyi gerektirmektedir.
Mesele Stalin’i körü kürüne savunmak değildir. Mesele bir tarih meselesi olduğu kadar, sosyalizm kuruculuğunun tek ülkede sosyalizmin ve bununla bağlı hem sanayideki, hem politikadaki kadroların yetersizliğinin dayattığı eksikliklerini, kapitalizmi aklama noktasında Stalin’e bir günah olarak yüklenmesi meselesidir. Ve bu bir ideolojik saldırıdır, işte bu saldırıya karşı durmaktır Stalin’i savunma noktası.
Diğer yandan, önümüzdeki süreçte sosyalizmin temel yönelişinin, aşamalı mı yani önce demokrasi sonra Sosyalizm mi ki, bu kapitalizmin sosyalizme evrilmesi teorisini barındırmaktadır; yoksa iktidarı işçi sınıfının alması ve bunu koruyarak ilerlemesi, sosyalizmi kurana kadar da, bu yoldan, bunun mekanizmasından ayrılmaması mıdır temel olan. İşte bu nedenle, Stalin’e, onu zaman zaman jakoben diktatörlüğü ile suçlayarak saldırılması ideolojik mücadelenin bu noktada daha şiddetli olduğunu göstermektedir. Stalin bir kutsal değildir, ama onu önce kutsallaştıranların, onun adına yol açanların, daha sonra ona bütün günahları yükleyip, Buharinlere yol açması, Soljenitsin türü aydınlara Nobel dağıtılması,”insan hakları” Truva atıyla Sovyetlerde, kapitalizm embriyonlarının cıva misli bütünleşmesini ve sosyalizmi sarmasını tetiklemeleri, elbette anti-Stalinizmi kapitalizmin bir kutsalı durumuna getirmiştir. Bu da doğal olarak ideolojik mücadeleyi, bu karşıtlık temeline oturtmuştur. Bunda şaşılacak ve ilkesiz bulunacak bir taraf yoktur. O nedenle içine Stalin’in yerleştirildiği düşünce özgürlüğüne saldırıdan söz ederken, bin kez düşünmek gerekmektedir. Sosyalizme gelene kadar, düşünce suçları nedeniyle nice kan akıtılmış ve tarih sürekli geriye döndürülmüşken, sosyalizmin bunlar bir daha olmasın diye ortaya çıkarttığı mekanizmadan da bağımsız olarak, Stalin’in düşünceye kasteden bir canavar olduğunu öne çıkartmak, tarih bilgisini geçtim, en basit mantığın bile görebileceği gerçekliğin üzerini örtmek demektir. Tek ülkede ve daha çarlığın kalıntılarının bitmediği, sanayii sıfır olan, hem kırda, hem şehirde küçük burjuva denizinde yaşayan ve ayağa kalkmaya çalışan ve de, dört tarafı her an yıkılmasını bekleyen kapitalizmle çevrili olan sosyalizm, dolayısıyla Stalin kendisini yıkacak düşüncelerle karşı karşıya kalmıştır ve bir avuç proleter kadro ve sosyalist iktidarın kurduğu mekanizma dışında dayanağı yoktur. İşte Stalin’in, sosyalist kuruculuğun teminatı olan ve kökleri Marks ve Engelse uzanan mekanizmanın gereği, karşı durmasını ve bunu iplemeden azgınlaşan kapitalizm artığı düşüncelere karşı katı tutum almasını bu temelde ele almak gerekmektedir. Ve bu dediklerimi bir Stalin savunusu değil, kapitalizmin bağrından yeni çıkan ve henüz göbek kordonunun kesilmediği ama kesmek için mekanizma geliştirildiği dönemin savunusu olarak algılamak gerekir. 70 yıl sonra da olsa, eskiye dönülmesi ve çok da mukavemet alınmaması bu göbek bağının kesilemediğini gösteriyor. Eğer suç ya da günah yüklenecekse, Stalin’in günahlarını burada aramak gerekmektedir ki, burada da kendisinden sonra gelenleri ele aldığımızda, pek günah çıkartmak mümkün görünmemektedir.
Yeni insan, sosyalist insan olmadan elbette sosyalizme ve komünizme geçiş mümkün olmaz. Evet, bu, sosyalizmin en temel eksikliklerinden biridir ve bu eksiklik bize sosyalizmin olumlu deneyimlerinden çok daha fazla zenginlik taşımaktadır. Bu temelde teorik yaklaşımımı, bundan sonra sosyalizmi ileri seviyeden başlatacak olan, bu başlangıca eskinin eksikliklerinden fışkıran deneyimleri bulaştırmadan, onlarla bağı tümüyle koparmak olacaktır şeklinde formüle edebilmekteyim. Dolayısıyla Stalin’i aşmak, işte bu noktada önem taşımaktadır. Yeni insanın önündeki en önemli engel, eski insanın yeni insana ahtapot gibi sarılmasıdır. Önce ahtapotu uzaklaştıracak, sonra yok edecek mekanizma Stalin’e saldırının merkezindedir ve biz bu merkezin çapını Stalin’i aşarak genişleteceğiz, bunu yaparken de, ideolojik olarak bir taraftan yeni insana yapışan ahtapotu yok etmiş olacak, diğer taraftan aynı ideolojik mücadelenin yansımalarıyla yeni insana giden köprüleri kuracağız. Bu, kapitalizm koşullarında başlayacak, daha da şiddetlenerek sosyalizm kuruculuğunda devam edecektir. Yalnızca biraz ütopya gerekmektedir. Çok özet, slogan gibi bir çıkarsama yaparsak, Stalin her şey değildir ama merkezinde durduğu mekanizma sosyalizmi kurmak için her şeydir. Ancak adındaki mekanizme değil, bu mekanikliği canlı kılan, hayata dair, insanlığa dair canlandıran ideolojinin şiddetine daha çok yönelmek gerektiğini de, şimdi daha çok görmek gerekmektedir.
Bir konuyu da hatırlatarak geçmek istiyorum ki, Stalin, Troçki’nin Ekim Devriminde nerdeyse Lenin’e yaklaşan düzeyde etkili olduğunu hiçbir zaman yadsımamıştır ve Troçki’nin ''ben daha iyi yaparım'' şeklinde billurlaşan tutumundan yansıyan, eleştiri boyutlarını aşıp, sosyalizme karşı tutum almaya yönelen tutumuna belki kimsenin edemeyeceği kadar tahammül etmesi, sabır göstermesi bundandır.
Evet, Lenin Stalin’i kapsayan ve Krupskaya’ya dikte ettirdiği vasiyetinde ''Stalin’in elinde biriken gücü her zaman yeterli bir tedbirlilikle kullanabileceğinden emin olmadığını'' belirtmiştir ve Troçki’ye yetenek yükleyen vurgusu da bu vasiyettedir. Ama aynı zamanda Troçki’nin bu kişisel yeteneklerine güveninin, ayrıca işlerin idari yanlarıyla uğraşmayı pek fazla sevmesinin bu yeteneğinin pek olumlu açılım sağlamayacağına da vurgu yapmaktadır. Troçki’nin iç savaştaki Lenin’in yanında gösterdiği performans takdire şayandır. Ancak, Troçki Ekim Devrimine hiçbir zaman inanmamıştır. Tek ülkede sosyalizmi kurmanın dünya devrimi için önemli bir olanak olduğunu hiç kabul etmemiştir. Bu onu Sovyet iktidarını küçümsemeye kadar götürmüştür. Ve ''Stalin’e, Lenin’e yakınlığım bütünlüğünde karşı çıksaydım, kazanırdım ama zafer ne kadar sağlam olabilirdi bu ayrı sorudur'' derken, Troçki, iktidarı elinde tutamayacağını söylüyor ve elbette partinin yapısı ile işçi sınıfının durumu ile bağlayarak, bir küçümseme, bir inançsızlık taşıdığını ortaya koyarken, aynı zamanda Stalin’in iktidarının, küçümsediği bu yapı sayesinde ayakta durduğunu dolayısıyla her şeyin Stalin’in öznel iradesinden kaynaklandığını vurgulamış oluyordu. Ve “eğer iktidarı ele alsaydım, Lenin’in yerine geçmek istediğim gibi algılanacaktı diyerek dürüstlük oyunu oynuyor. Oysa bu onun hareketsizliğini gizlemek ve eleştirilerini sürekli olarak iktidara yönelterek hareketli olduğunu göstermek için bulduğu bir yöntemdir. Bunlar Troçki’nin kendi hayatını yazdığı kitabı okunursa açıklıkla görülenlerdir. Yani Troçki hem muhaliftir ama hem de iktidarı hedeflemediğini kendi açıkça ortaya koymaktadır. Ve bu yaklaşım, ihtilalcı Marksistlerin hiçbir zaman iktidarı hedeflemeden sürekli devrimci mücadele vermesi şeklinde bir yaklaşım olarak, yer yer anarşi tonlu, çoğu zaman Troçkist ana renkli olarak günümüze kadar gelmiştir. Ve bazılarının, açıkça komünistlerin iktidarı almaması gerektiği, sürekli muhalefette kalmaları gerektiği, böylece işlerin daha düzgün gideceği savunusu hâlâ vardır. Troçki’yi uzatmayacağım, Troçki’nin Stalin eleştirinde Ekim Devrimini küçümseme vardır, evet Stalin taşralıdır, maşralıdır ve Sovyetlerdeki olguları bir bütün halde işleyememiş, ayrı ayrı ele almış olabilir. Bu anlamda Ampirisist olarak nitelenebilir ama bunu bir suç olarak yüklemek yanlıştır ve Stalin’in Ekim Devrimini önemsediğini, hatta vurgun olduğunu görmek ve de Troçki’nin ülkeden atılmasının Menşevik kökenli olması gibi mekanik bir gerekçeye bağlamanın yanlışlığını da gösteren önemli bir zihin açıcı noktadır. Uzatmıyorum dedim ama geçemiyorum, Troçki NEP’i de anlamamış ve soldan eleştirmiştir. Aslında hiçbir olgunun nesnel temelini anlamaya çalışmadığını söylemek daha doğrudur. Stalin’i Ampirisistlikle suçlarken, bu anlayamamasının etkisi vardır. Oysa NEP’e geçmeden önce Lenin, bir çocukluk hastalığını yazıp, Kominterne sunmuştur. Özü sola karşı kapıları kapamak, sağa yani kapitalizme yönelmek demek olan NEP’in hem bütünsel olarak sosyalizmi sarmasını engellemek ve hem de geçişi sağlamasının dinamiklerine karşı soldan gelişecek muhalefetin saldırılarını göğüslemek içindir ve öz olarak vurgusu, “evet sağa kaymak zorundayız ama bizim proletarya diktatörlüğümüz var” diyerek geçici olduğu, sosyalizmi yerleştirmek için olduğudur. İşte Stalin NEP’i kabul etmiş, uygulamış ve sonra da ondan çıkmıştır ama Troçki anlamamakta direnmiştir.
Bu alan, ne bir Stalin eleştirisinin, ne de Troçki’nin gerçekte ne olduğunu yeterince anlatabilecek bir alan değildir. O nedenle, ön yargılardan kurtulup, tarih bilinciyle hareket ederek, olguların nesnel zorunluluklarını hesaba katarak, değerlendirme yapıp özellikle de, teorik bakıştan uzaklaşmamak gerekmektedir. O zaman, bu alanın anlamamıza yetecek sınırı sağlaması mümkündür. Troçky ile Che Troçkistlerce paralelleştirilmektedir, Troçki’nin söyledikleri ile Che’nin söylediklerinin paralellik taşımasını görmek nerden baktığımıza bağlıdır. Troçki sadece söylüyor ama Che hem söylüyor hem yapıyor.
Doğru olan bir konu da, ikonlaştırma dinamiğidir ki, bunların hepsinin “yolumuz Lenin’in, Stalin’in yoludur” derken, aniden anti - Stalinist blokta yerini alanların yarattığı bir dinamik olduğunu görmek zor olmasa gerektir. Ve bu, sosyalizmin yıkılmasına temel teşkil edecek bir yan değildir. Ama eksikliktir, eksikliği ise tek ülkede sosyalizmin pratiğindedir. Şimdi biz, tümüyle yeni ve ileri bir başlangıçta olduğumuza göre, bu eksikliklerin, sosyalizmin yıkılışına ağlama gerekçesinden çok, sosyalizmi yeniden ve eksiksiz kurmanın önündeki engelleri ağlatmanın gerekliliğinin dayanakları olarak ele alınması gerekmektedir.
Diğer bir yaklaşım ki, bu yaklaşımın doğruluğuna inanıyorum, ancak bir taraftan bu yaklaşımı taşırken, yani teorik bakmaya çalışırken, diğer taraftan batı mantığının peşine takılmak çelişki taşıyor. Şöyle ki, evet sorudur hepsi mi ajandır, mümkün müdür bu? Ama cevabı şu değildir ve henüz tam olarak açıklığa kavuşmamış incelenmesi gereken noktalarıdır, bir iki kişi ajan olabilir ama hepsi o kadar. Peki, acaba gerçekten öyle mi, daha çok kişi burjuvazinin doğal ajanı olamaz mı, onları buna iten sosyalizme inançsızlıkları ve yürümeyeceğine, eninde sonunda kapitalizme döneceğine olan inanç ve beklentileri olamaz mı? Nesnel olarak bunu hortlatan taban yok muydu? Teorik bakışın sonuçları da teorik olmak durumundadır ve nesnellikle bağlı olmalıdır. Batının buradaki yaklaşımına gelince, o da, Stalin üzerinden sosyalizmin yanlışlığını ve yıkılmaya mahkûm olduğunu ikna etmek için ipuçları toplamak ve en büyük ipucu olarak da Stalin’i göstermektir.
Bir de, Troçky’ye güzelleme yapanların öne sürdüğü,4.enternasyonal var;4.enternasyonal diye canlı bir mekanizma olmadığını söylemek yeterlidir. Bir danışma mekanizması olarak görülebilecek ve ömrü az olan Kominformun ise, devrimi yaymakla ilgili bir işlevi yoktu.
Eşitçilik anlayışı bir yanıyla eşitsizliktir. Burada vurgu, emeğe göre ücret eşitliğinin, ihtiyaçlar üzerinde bir eşitsizlik yarattığınadır ki, bu, sosyalizmin kapitalizmden ödünç aldığı, doğarken kalan bir yasallıktır. Stalin, bu pratik sorunu aşmak ve Sovyet toplumunu ikna etmek için teori olarak sunmuştur. Oysa Engels Dühring’i eleştirirken bunu açıklıkla ortaya koymuş, Lenin de bu açıklığı savunmaya devam etmiştir.
Dolayısıyla, grev hakkını, daha çok hak elde etmek ya da eksik hakların düzeltilmesi için gerekli bir mekanizma olarak basit bir ifadeyle tanımlarsak, eşitsizliğin ya da eşitlikçiliğin ücretlerde grevi gerekli kılacak bir niteliği olmadığını ama tüketime yansıyan yanında bir eşitsizlik yarattığını, eşitliği bozduğu gerçeğinden hareketle, varlığını savunmanın da, kaldırılmasını yermenin de ve hatta bunun sosyalizmin yanlışlığına götüren ipuçları olduğunu kabul etmenin de yanlışlığınadır vurgum. 21.yüzyılın sosyalizmi ne tek ülkede sosyalizm, ne Stalin’in sosyalizmi ve hatta ne de Lenin’in kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm çağının getirdiği sosyalizm olacaktır. Olacak olan, daha önce de dediğim gibi, çok daha ileri seviyeden ve bütün yanlışların deneyimini, bir daha yapmamak üzere ele alıp, eskiyi reddederek başlayacak olan bir sosyalist iktidar yürüyüşüdür. Bunun için, bütün bariyerleri, eskinin bulaştırılmak istenen bütün eksiklik ve yanlışlıklarından kopmak için kurmak gerekmektedir ve Stalin eleştirileri bu anlamda, eskiyi yeniye bulaştırmanın dinamiğini yaratmaktadır. Bu bulaşıklığa yani bu eleştiriye katılmak, geçmişteki kutsal aileyi yeniden hortlatmak demektir ve Stalin eleştirisi eninde sonunda, Buharin’i, Troçki’yi, Ekim Devrimine hiç inanmayanların dinamiğini hortlatacak ve sosyalizmin kalbine inecektir. Öyleyse, Stalin’i savunma noktasında takılmadan, Stalin üzerinden yürütülen emperyalist kapitalizmin ideolojik saldırısına karşı, mecburen Stalin’i savunma noktasından karşı koymak ve bu savunma noktasında takılı kalmadan, ideolojik saldırıya karşı, ideolojik mücadelenin şiddetini hücum modunda yükseltmek noktasına geçmek gerekmektedir. İleri seviyeden başlamanın bir yanı budur.
Stalinistler, “Stalin savunulmadan komünist olunmaz” tezlerine yürekten bağlılar. Bu tezleri, iddialı ve mutlaklaştırmaması gereken bir tez olduğu kadar, nesnelliği en doğru anlatan bir söylemdir de. Stalin’i, yiğit, akıllı, filozof, en kral lider vesaire modunda savunmuyoruz, Stalin’i, onun üzerinden sosyalizmin kalbine indirilen darbeler bağlamında savunuyoruz ve nesnellikle bağlı olarak, tespitler bütünlüğünde savunuyoruz ve bu bir putlaştırma değildir, benim liderim senin liderinden daha liderdir yaklaşımını içermemektedir. Pratikte kimi söylemlerin böyle olması, bunu değiştirmez. Evrim ve din olayı bağlamında örnekleyerek çürütmek ise zor görünüyor çünkü evrim teorisi bir bilimdir, din alanının genişliğinde bilim alanının genişliğine yer olamamakta olduğu gibi, bilim alanının genişliğinde de din alanının genişliğine yer yoktur. Yani öz olarak, din alanı ile bilim alanı birbirine karşı alanlardır ve apayrı bir konu demektir. Buradan çıkarsanacak olanın Marksizm’i din haline getirmek olduğunu düşünmüyorum. Marksizm’i din haline getirmeye çalışan dinamikler ayrıdır ve bu dinamiklerin uzantısı, evrim teorisinin de din alanı karşısında iflas ettiğini savunanlardır.
Ve elbette sosyalistlerin, komünistlerin gözlerindeki ışık Stalin’den akmıyor ama Stalin üzerinden yayılan karanlığın bu ışığı karartma özelliğini de teslim etmek gerekmektedir.


18 Mart 2010
Fikret Uzun

Hiç yorum yok: