BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR III
Seçim Sathı Mailinin Yüklediği
Görevlerden “BOYKOT” Sathı Mailine Savrularak Sıyrılmak Mümkün müdür?
Değerli yoldaşım, daha önce de
yazmıştım, bu günlere, tıpkı Fransız ihtilalinin ardından egemenliğini
pekiştirmeye çalışan burjuvazinin, halk karşısındaki egemenliğini korumak için
soyluluğa ve feodal-bürokrasiye bırakması gibi, 12 Eylül ile beraber,
Kemalistlerin, sosyalist hareketi peşlerine takarak yok edemeyeceklerini anlayınca,
yönetimi gerici, dinci akımların eline teslim etmeleriyle gelinmiştir.
Önemli ve azımsanmayacak adımlar
atarak geldikleri eşikte eşelenip durmakta ama bir türlü öteki tarafa
geçememektedirler ki ne Türkiye ve halkı, ne bölge ve halkları yanında yönetimleri,
ne de emperyalist dünya dünkü gibidir; üstelik emperyalist dünyada işler
eskisine göre çok daha karışık ve ters gitmektedir.
İşte hem emperyalist dünyada, hem
bölgede ve hem de Türkiye’de, egemenliklerini pekiştirmeye çalışan “büyük
zenginler”, Kemalist yüksek kadrolara yaptırdıkları gibi, eşikte takılı kalan
rejimi kurtaracağım derken, öyle ya da böyle işçi ve emekçileri, toplumun en
geniş kesimini zapt-ı rapt altında tutmak ve sömürü çarkını döndürmek için onca
zaman kullandığı cumhuriyetten de olmamak için, dinci akımların da ortak olduğu
iktidar bloğunu, bu eşiğin gerisine çekilmesinde, çekilmek işine gelmiyorsa, bu
eşiği daha sağlam basarak ilerlemek üzere geri çekecek ve geri çekerken egemen
sınıfların sözünden çıkmayacak olan bir siyasi iradeye bırakmasında yarar
görmektedirler.
Bu yüzden, daha önce şaibeli bir
referandum marifetiyle onaylattırılan ve Türkiye’yi dejure otokratik bir rejime
dönüştürmesi planlanan anayasanın geçerli olmasını sağlayacak seçimleri 2019’a
bırakmışken, ani bir kararla ve bildirim ile erkene alındığı ilan edilmiştir.
Başka ifadeyle, hem ekonomik, hem
politik, hatta hem de ideolojik olarak sıkışmış olan eşikte takılı “yeni”
rejimin, kavga katsayısı artma eğilimi gösteren toplumsal güçlerin, otokratik
bir anayasaya dönüş planlarını bozabilecek bir doğrudan devrim yoluyla laik bir
cumhuriyete dönüş yolunda kavgaya tutuşması ihtimaline karşı, önemli oranda
tamamlanmış ama eşiği aşamamış olan karşı-devrimi geriye çekmek, tahkim ederek
daha sağlam adımlarla ilerletmek için toplumsal güçler âcil bir seçim sath-ı
mailinde karşı karşıya getirilmiştir.
Yani, otokratik bir rejime dönüş ile
laik bir cumhuriyet rejimine dönüşün onaylanacağı görüntüsü veren bir erken,
baskın ya da Kılçer’lerin deyişi ile korsan seçim sathı mailinde toplumsal
güçlerin karşı karşıya getirilmiş olması söz konusudur!
Bu, iktidar bloğu ile muhalefet
bloğunun son dakikada onca zaman olduğu gibi, hep birlikte bu toplumsal güçleri
ters köşeye yatırma ve eşikte takılı kalan otokratik rejimin eşiği atlamasının
kotarılması ihtimalinden bağımsızdır; bu mümkündür ama tersi de yani geri
çekilmesi öngörülen eşikten daha fazla geriye düşme ve eşiğe kadar getirilen
karşı-devrimin bir doğrudan devrimle püskürtülmesi de mümkündür ve seçim süreci
içinde, bu birbirleriyle kavgalı toplumsal güçlerin karşılıklı yer alımlarına
göre şekillenecek bir ihtimaldir.
Dolayısıyla toplumsal güçlerin
karşılıklı yer alımı, iktidar bloğunu ve muhalefet bloğunu böyle bir ihtimale
sevk eden bir durum yaratırsa, bu, toplumsal güçlerin bir tarafını otokratik
anayasa yönünde kemikleştirirken, diğer tarafını laik cumhuriyet yönünde
kemikleştirecektir ki, işte o zaman devrim yolu kuvvetli bir ihtimal olarak
ortaya çıkabilir ve toplumsal güçlerin diğer tarafı bu yolda konuşlanmaktan
başka çare görmeyebilir.
Bunu seçim sürecinde ortaya çıkan
gelişmeler, olaylar, baskılar, sahtekârlıklar, uzlaşmalar, yasaklar vb. ve
elbette bu sürecin hareketliği içinde eylemli bir bilinç mekanizmasının
etkisinde kalan toplumsal güçlerin aydınlanmaları ve çıkarları için bilince
uyanmaları belirleyecektir.
Öyleyse, dereyi görmeden paçaları
sıvayıp, “BOYKOT” eylemine atlamak kabul edilir bir tutum olmasa
gerektir.
Kaldı ki, Nisan 2017 Refarandumundan
bugünkü seçimlerin ne farkı var ki, o gün “boykot” değil, “hayır” mücadelesi
kararı alındıysa, bugün neden “boykot” ihtiyacı öne sürülmektedir?
Bizim bilmediğimiz, göremediğimiz,
TKH’nin bildiği ve gördüğü, tüm anayasal kanalların dışında dolaysız bir çıkış
arayan ve bulan, zengin bir devrimci enerjiyle gericiliğe karşı kesintisiz
atağa geçmiş kitlesel hareketlilik mi mevcuttur da “boykot” bir zorunluluk
halini almıştır?
Birincisi şartlar değişmedi, dün de
seçimler anlamsızdı, bugün de öyle ama dediğim gibi bu bir dayatma olsa da,
seçimlerin hiçbir anlamı kalmamış olsa da, kitleler buna rağmen bu seçimleri,
hem de oldukça heyecanlı olarak, kabul etmişlerdir; bununla birlikte, kitleler
seçimlere karşı yükselen bir coşku taşırken, devrimci bir yükselişe
inanmamakta, hatta aklına bile getirmemekte, böyle bir durumu
beklememektedirler.
Böyle bir koşul mevcut olmadığı
halde, düzenin sıkışmışlığının sonucu olarak, her türlü oyunu ve oyun içinde
oyunu barındırdığı aşikâr olan, dolayısıyla seçim vasfını kaybetmiş olan bir
seçim dayatmasını,”oyuna gelmeyelim”, bu seçimden “kurtuluş çıkmaz”,“ eşikte
eşelenen rejimin onaylanmasıdır” bahanesiyle reddedip “BOYKOT”a savrulmak,
olgulara sırtını dönerek, ihtimallere teslim olmak demektir; başka ifadeyle,
oyun dışında pirinç ararken, oyunun içindeki bulgurdan olmak demektir.
Öyleyse, gericiliğin, az ya da çok
yakın devrimci dönemlerin anısını ve geleneklerini, halkın kafasından silmeyi
başarmasına izin vermemek için inadına hatırlamak gerekir ki, “geniş devrimci
bir yükseliş dışında bir anlama sahip olmayan boykot, bir taktik çizgi değil,
özel koşullar altında uygulanabilir olan bir özel mücadele aracıdır ve
Bolşevizmi boykotçulukla karıştırmak, Bolşevizmi aktivizmle ya da boyevcilikle
karıştırmak kadar yanlıştır…”
Diğer yandan, meselenin, bugünkü
seçimlerin niteliği,”boykot”a kendiliğinden mecbur bırakıp, onu en devrimci iş
olarak meşrulaştırıyormuş gibi sunulması son derece sakat bir tutumdur ki, ister
istemez, kendisi de bir eğik düzlem olan seçim sathı mailinden, başka bir eğik
düzleme ricat etmek istendiğini düşündürtmektedir.
Oysa bir komünist hareketin
yüksekteki temsilcisi, boykota ilişkin son kararın, salt bugün dayatılan
seçimlerin niteliğine bakarak değil, daha önceki deneyimlerin de göstermiş
olduğu gibi, belli bir mücadele yöntemi olan boykotun uygulanmasına olanak
tanıyan özel koşulların varlığına bakarak verileceğini pekâlâ bilir.
Öyleyse mecbur bırakıldığımız
düşüncemizde haksız sayılmayız.
Çürümüş, kokuşmuş, vahşileşmiş
burjuvazinin yobazizm önünde eğilerek, kendi yasallıklarının bile gerisine
yönelecek denli ödlekliği, küçük burjuvazinin kararsızlığı, işçilerin
liderlikten yoksunluğu, hatta sahtekârların, hainlerin, burjuva ajanlarının
liderliğine mahkûm edilmişliği, gericiliğin iktidarı elden kaçırma korkusuyla
ve günü kurtarma güdüsüyle izlediği dargörüşlü politikaları, hatta gericiliğin
selameti için, bir ülkenin her anlamdaki tüm birikimlerini düzleme
politikaları, takiyeci, sahtekâr hatta kör cahil bir tarikat şeyhinin eteklerini
öperek kendine yer açmaya çalışan profesörlerin iki yüzlülükleri,
sahtekârlıkları, cehalet kokan “analizleri”, en koyu muhafazakâr kesilebilecek
kadar sahtekârlığı çapsızlığından daha çaplı olan işçi liderleri,”komünist”, “sosyalist”,
“liberal”, “sosyal-demokrat” gömleklerini üzerlerinden çıkarmadan
yeni-mürteciliğe savrulan liderler, egemen sınıflar istedi diye emir telakki
edip, yönetiminde bulundukları laik (ne kadar kaldıysa) cumhuriyeti, çok
gerisinde bir ilkel ortaçağ karanlığı ile değiştirmek isteyenlere teslim edip,
üstüne üstlük, bir de emrine giren yüksek Kemalist kadrolar, işçiler, kent ve
kır emekçileri, küçük esnaf, memurlar göz göre göre barınaksız,
sığınaksız, mücadele araçlarından yoksun bırakılırken sessiz kalan ve işler
terse sarmaya başladığında, bir saylavlılığın koruyucu şemsiyesi altına girmek
için koşarak kaçan “sendikacılar”, işçi “liderleri” ve daha nice hainlikler,
sinsilikler…
Ve elbette bütün bunlar olup
biterken, en geniş kitlelerin bir yok - demokrasiye hapsedilmeleri, işçi
ve emekçiler ve toplumun bir avuç büyük zengin ve onlardan sebeplenen az
sayıdaki küçük, orta, biraz daha az büyük burjuva dışındaki ezici çoğunluğunun
mahkûm edildiği en baskıcı ve totoliter politikaların ve uygulamalarının, medyanın
ve yukarda resmettiğim bilumum sahtekârların yarattığı marifetli “demokrasi”
illuzyonuyla üzerinin örtüldüğü ya da hatta bu illuzyonun etkisiyle rahatlıkla
uygulanmasının kolaylaştırıldığı bu geleceksiz, barınaksız, sığınaksız ve
mücadele araçsız bırakan sinsi baskı mekanizmalarını, totaliterizmi
konuşlandıran politikalarının ve topluma bir korku jeneratörü misli
dayattıkları, bir cadı, bir öcü avına dönüştürülen, sonrasında fiyasko ile
sonuçlanan ”Ergenekon”, ”Balyoz” vb. türü siyasi mahkemelerin daha çok
“demokrasi” sağladığı, ya da sağlamak için olduğu yanılsamasının
yerleştirilmesi…
Ve dahi bunlar olup biterken, bu
mekanizmanın, bu konuşlanmanın, bu sinsiliklerin, bu işçi ve emekçi
düşmanlığının, bu halk düşmanlığının, bu cumhuriyet düşmanlığının baş
müsebbibine taban olmaları bir yana, bu mekanizmanın, bu konuşlanmanın bizzat
kendisine, bütün bunları şikâyet etmek, bu baş müsebbipden en asgari
ekonomik-demokratik istemlerde bulunmak üzere, toplumun ve siyasetin kılcal
damarlarına kadar nüfuz etmiş, tüm köşe taşlarını tutmuş yeni tip Gaponların
peşine takılarak, kendilerini bile bıktıran barışçıl yürüyüş- miting- hatta 1
Mayıs eylemlerindeki kısır döngünün içine savrulan işçi ve emekçilerin,
toplumun ezici çoğunluğunun, bu kısır döngünün ve yarattığı atmosferin pek
bilincine uyanmasalar da, ortada bir tersliğin olduğunun ama tutunacak
dallarının kalmamış olduğunun farkına varmalarıyla birlikte en edilgin halet-i
ruhiye içine girdikleri bir zamanda, tutundukları ekonomik-politik- örgütsel
bütün dallardan umutlarını yitirdikleri bir zamanda, bu müsebbibin,
dallı-budaklı-dev gövdeli yıllanmış ağaçlara olan hıncıyla, öteden beri
sistemli ve sinsi bir şekilde dayatılan karanlıkla ve korku üreten cadılarla,
öcülerle körelmiş gözlerini, geriletilmiş akıllarını ve kilitlenmiş yüreklerini
açarak, onca zaman farkında bile olmadan biriktirdikleri tüm öfkelerini kusmak
için, hiçbir yeni Gapon’un peşine takılmadan, hatta onların kendi peşlerine,
aralarına katılmalarına bile izin vermeden ayağa kalkmışlar, nerdeyse evlerinin
balkonlarından atlayarak, hep birden “yeter gayrı” demek için,1 Mayıs’tan
kaçırmak için gittikçe küçültülen ve daha da küçültülerek yok edilmek istenen
Taksim meydanına, Gezi Parkı’ndaki ağaçların ve onlara siper olmuş bir avuç
gencin yanına koşmaları, milyonlar olarak Taksim’e sığmaya çalışmaları,
sığamayınca, tüm Türkiye’yi Taksim’e çevirmeye çalışmaları…
Ve akabinde medyanın gücü ve bilumum
sahtekârların, yeni Gaponların ikiyüzlülükleri, sinsilikleri ile yarattıkları
“demokrasi” illuzyonu ile zorsuz-zahmetsiz konuşlanan totalitarizmin,
“korkanların daha çok korkutmak istedikleri” aksiyomunu doğrularcasına
başvurdukları acımasız, vicdansız, kanlı zoru ile karşılaştıklarında, korkmak
yerine daha çok öfkelenmiş olmaları, hatta kendilerine kuzusu misli gelen
gençlerin anaları bile, korkup çocuklarını eve kilitleyeceklerine, ellerinde
sefertaslarıyla yanlarına gitmiş olmaları, çocukları yanında bütün gençlere
kalkan olmaları ve daha çok alanları, daha çok caddeleri, sokakları, parkları
zaptetmek için akmaları ve o acımasız, vicdansız, kanlı zorun üzerine bir çakıl
taşı dahi atmamış, sadece vücutlarını ve kararlı öfkelerini fırlatmış olmaları…
Ve elbette en başında resmettiğim
ödlekliklerin, kararsızlıkların, sinsiliklerin, sahtekârlıkların, hainliklerin,
yeni-mürteciliklerin, Gaponlukların ne denli her yeri sardığını gösterircesine,
bu kendiliğinden fışkıran, alanlara akan, adaletsizliğin, haksızlığın,
hukuksuzluğun, zulmün, vicdansızlığın, acımasızlığın, türlü kılıktaki
yobazlığın üzerine öfke kusan, elinde bir çakıl taşı dahi taşımadan ilerleyen
halk selinin içine bile sirayet ederek, tek başına başedemeyen zorun amacına,
bu selin içinden hizmet ederek, bu seli kurutamasa da, yıkıcı etkisini kırması
ve sönümlendirmesi…
Tüm bunlar, hiç de yeni olmayan,
tarihin pek çok dönemecinde yaşanmış olgularken, bugüne, bu geride bıraktığımız
ve bugün yaşadığımız gerçekliklere bıraktıkları dersleri özümsemek, bugün hâlâ
geçerli olan ve dahi katastrof finale kadar da sormak ve cevabını bulmak
zorunda kalacağımız “ne yapmalı” sorusunun cevabının bu güne taşınan dersler
yanında, bugünün yaşanmış gerçek olguları içinden bulunup, çıkarılması
gerektiğini hatırlamak bir yana, bu sorunun cevabının muhataplarının,
öncelikle, bu tablo karşısında önlerine dikilen “ne yapmalı” sorusunun
azametinden ürkerek “BOYKOT” politikasının eğik düzlemine savrulanlar olduğunun
da aklımızın bir kenarına kaydedilmesi gerektiğini de unutmamak gerekmektedir.
Dahası ve belki de daha önemlisi,
bütün bunlar, sınırlarımızın çevresinde ve dünyamızın bize en uzak yerlerinde yaşananlardan
bağımsız olmadığı gibi, belki de daha çok bu yaşananların dayattığı, yani
yenidünyacı emperyalizmin dünya çapındaki ve daha çok da özellikle bizim de
için de bulunduğumuz Ortadoğu ve Kafkasları içeren bu büyük coğrafyada sahneye
koyduğu ekonomik-politik-askersel sinsi-açık oyunların sonucu olduğunu da
akılda tutmak gerekmektedir.
Öyleyse, birinci ve en önemli adım,
öncelikle bu tablonun içerdiği dersleri, geçmişinden gelen dersler ile birlikte
özümseyerek çözümlemek ve tüm azameti ile karşımıza dikilmiş olsa da, hatta
beceriksizliğimizi sorgulayan bir sertliği de yüzümüze vurmuş olsa, “ne
yapmalı” sorusunun cevabının “BOYKOT” olmadığını, bu sorunun tüm azametine ve
tüm umutsuz görünümüne karşın, cevapsız da olmadığını, hatta yer yer yetersiz
kalınsa da, hatta son derece vahim sonuçları getirmiş olsa da ama yeterli de
olsa, son derece büyük ve dünyayı altüst eden bir sonucu da getirmiş olsa ve bu
sonuç uzun bir zamandan sonra belli nedenlerle tersine çevrilmiş de olsa,
cevabının dün de, ondan önce de verildiğini ve dahi bu cevabın, öncekilerden
bağımsız olmayan ama daha ileri bir seviyeden, tarihin akışının bugünkü tarih
sahnesine taşıdığı ekonomik- politik- teorik- örgütsel atmosferin içinden
yükseleceğini bilince çıkarmış dolayısıyla inanmış ve kabul etmiş olmaktır.
Yukarda resmettiğim tablolar, Marx’ın
deyişiyle, uluslararası plandaki tablolardan bağımsız olmayan bu acıklı-güldürü
ve karikatürümsü tarzdaki tablolar zinciri, sınıf mücadelesinin, koskoca siyasal
ve hatta orijinal biçimler alarak geliştiğini gösteren tablolar, amacı sınıf
mücadelesinden ne kadar uzak görünürse görünsün, her devrimci mücadelenin,
devrimci işçi sınıfının zaferi kazanacağı ana kadar, zorunlu olarak
başarısızlığa uğramak zorunda olduğunu, her türlü toplumsal reformun, proleter
devrimi ile feodal karşı devrimin, bir dünya savaşı içinde, silahlarla boy
ölçüşecekleri ana kadar, yani katastrof finale kadar, bir ham hayal olarak
kalacağını göstermek olanağını veren ve dolayısıyla, ister zafer kazandırsın,
isterse yenilgi ile sonuçlansın, “ne yapmalı” sorusunun da, cevabının da,
katastrof finale kadar nihai bir sonuç getirmeyeceğini ama “komünistlerin”,
tarihin akışı içinde yer yer sessiz, yer yer çalkantılı olarak sürüp giden
yaşamın dayattığı “ne yapmalı” sorusunu, zafer kazanacağının garantisinden ya
da imkânsızlığından bağımsız olarak bu acıklı-güldürü ve karikatürümsü tarzdaki
tablolar zincirinin bütünselliğinden bulup çıkardıkları derslerin ve
işaretlerin yol göstericiliğinde, sonuçları zafer de getirse, yenilgi de
getirse, bu sonuçların her birinden ayrı ayrı dersler çıkartarak, tarihin
akışının önlerine çıkardığı yeni bir ne yapmalı sorularına verilecek cevaplara
daha bir kolaylaştırıcı ve daha bir sonuç alıcı güç ve imkân biriktirerek,
mümkün olan en doğru biçimde ve her zaman katastrof finali ham hayal olmaktan
kurtarmaya, olgunlaştırmaya, daha çok yakınlaştırmaya ve elbette
sonuçlandırmaya hizmet edecek biçimde cevaplamaya çalışmaktan
vazgeçmeyeceklerdir!
Dün de böyle olmuştur, bugün de böyle
olacaktır.
13-Mayıs-2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder