BOYKOTA KARŞI
MEKTUPLAR I.
Sömürü Düzenine
Karşı En Devrimci Duruş İktidarı Alma Perpeskif ve Kararlılığıdır.
Değerli arkadaşlar,
Türkiye Komünist
Hareketi, diğer parçalardan ayrı olarak, partileşmek üzere, tarihsel TKP’den
arta kalanlara ve elbette yüzlerini, yüreklerini ve akıllarını sosyalist
iktidar perspektifinden çevirmemiş olanlara bir komünist partisi yaratmak
iddiası ile yola çıkmış görünüyorlardı; en azından ben öyle görüyordum; belki
de öyle görmek istiyordum. Her neyse, bu nedenle diğer parçalardan ayırdığım
bir grup olarak gördüm; hâlâ da diğerlerinden ayrı tutuyorum!
Ancak, çoktandır
seçim olma vasfını kaybetmiş ama kitlelerin pek farkında olmadığı, ya da
inanmadığı bir olgu olarak karşımıza dikilen, daha doğrusu dayatılan seçim
sathı mailinin ortasına bir çatapat misli “boykot” bombasını fırlatmaları beni
hem şaşırttı ve hem de üzdü.
Elbette bir
harekettir, hem de partileşmek için yürümektedir ve “boykot” derken, bu temelde
hesapları olabilir, “boykot” eylemini ve iradesini, geleceğe yatırım olarak ele
almış olabilirler, velhasıl “boykot” onlar için, partileşme yolunda bir kilit
taşı niteliği taşıyan politika olabilir, başka pek çok şey de olabilir ama ben
bunu politikasızlık olarak gördüm ve eleştirmeyi borç bildim.
Biraz da bir süredir
ve bugün, “seçimlerin sonu”nun gelmiş olduğu bir siyasi atmosferde nefes almaya
ve vermeye mahkûm bırakılmamızın en belirleyici nedenlerinden ve araçlarından
biri olan ve içlerinde TKP’nin ünlü likidatörlerinin ve müritlerinin de olduğu
pek çok “sol/sosyalist-komünist” gömlekli “yetmez ama evet” mucidi
sahtekârların ve elbette bunlarla aralarındaki çizginin silikleşmiş olduğu
ahmakların, 12 Eylül darbecilerinin, dolayısıyla 12 Eylül rejiminin yargılanıp,
mahkûm edilmesine vesile olacağı, hatta direkt bunun için kotarılmaya
çalışıldığı yanılsaması yaratmak için canhıraş bir çaba içine girdikleri 2010
Eylülündeki anayasa değişikliği referandumunda, “Hayır” deme insiyatifleri
olmadığı, “evet” derlerse kralın çıplaklığına çok çabuk sürüklenecekleri için,
zevahiri kurtarmak üzere çareyi “boykot” da bulan Kürt siyasetinin ve elbette
onlardan farklı güdüleri olmayan ama “anarşizm” gömleği giyerek zevahiri
kurtarmaya çalışan bilumum iktidar sacayaklarının marifetlerinden ve bu marifetlerin
sebep olduğu sonuçlardan hiç ders alınmamış olması ve “seçimlerin sonu” olarak
tarif ettiğimiz bir siyasi atmosferde, bazı başka olguları unutursak, ya da
farkına varmayıp, üstünden atlarsak ki bu, bir bütün olarak hâlâ sürdürülen ve
dinci-gerici temelde konuşlandırılan bir faşist nitelik taşıyan 12 Eylül
rejiminin her türlü saldırısı altında belleklerin önemli oranda tahrip olduğu
bir gerçeklikle karşı karşıya olmamız nedeniyle son derece normaldir, ama
komünistler için hiçbir zaman normal değildir; yani, bir abartma yapıyor
olma riskini göze alarak belirtmeliyim ki, elbette seçimlerin sonu olmasına
sonu ama buna kitleler inanmadığı gibi, tam tersine bu seçimlerden çok şey
beklemektedirler; o kadar öyle ki, bu beklenti, “bu iktidarı göndermek mümkün
değil” inanışını, nerdeyse tuzla buz eden bir etki yaratmış, dolayısıyla bu anlamını
yitirmiş seçimin sath ı maili, heyecan ve coşku ile kolay yürünen düz bir seçim
mücadelesi alanına dönüşmeye başlamıştır. Üstüne üstlük, bu atmosferden
de anlaşıldığı gibi, doğrudan bir devrimci hareketin emaresi de, coşkusu
da yoktur, öyleyse, aktivizm yapmanın da gereği yoktur.
İşte bu yüzden, bu
eleştiri kaçınılmazlıkla ödenmesi gereken bir borç oldu!
En iyimser
yaklaşımla ve kırıp dökmeden eleştirmek adına, en azından, henüz erkendir
yumuşak notunu koyarak en sert olmasa da, vurguları, sosyalist iktidar adına,
yerli yerine koymaktan imtina etmeden başlıyorum.
Başlarken, öncelikle TKH’nin MK üyesi
Kılçer’in ilk vurgusu sayacağımız “Düzene
karşı devrimci duruş” vurgusunun “boykot” tan başka bir şey olmadığını
ve gerekçelerinin ise hiç de ikna edici olmadığını vurgulamak istiyorum.
Diğer yandan düzene karşı ki her
halukârda son derece vahşi bir sömürü düzenidir; bununla birlikte bu vahşiliğin
üzerinin örtülebilmesi için kullanılan en başat araç, Marx’ı haklı çıkaran
etkisiyle en ucuz disiplin olan dindir ve haliyle kitleler, toplumun
ezici çoğunluğu, dinci-gerici, osmanik-islamik renkle konuşlanan bir ortaçağ
karanlığına sürüklenmiş ve bu sürüklenme süreci elbette pek de istenildiği
sonucu –henüz-getirememiş ama bu sonucun eşiğinde eşelenip durulduğu aşikârdır.
Kılçer böyle bir
atmosferin taşıdığı önemin pek farkında olduğunu göremiyoruz!
Yani…
Bir sosyalist devrimin ön günlerinde
olunan bir durum olmadığı gibi, yıkılmış bir burjuva (demokratik bile değil)
cumhuriyetin yerine, çağdışı, daha açığı Tanzimat öncesi bir karanlığın
yerleştirilmesi için yürütülen açık-sinsi her çeşit saldırının sürdüğü, bu
saldırıya kaynaklık eden büyük projenin önündeki engel olarak, hâlâ
sosyalizmden daha çok, bu Kemalist etiketli burjuva cumhuriyetin görüldüğü ve
toplumun her katmanından kitlelerin, en başta da işçi ve emekçilerin, bilinç ve
örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ziyade, hemen hemen hiç olmamasının ve
dahi, bu bilinç ve örgütlülük düzeyini sağlamak için ihtiyaç duyulan hemen
hemen hiçbir alanın olmamasının, buna karşın, hem politik-ideolojik olarak ve
hem de en şiddetli zorun gücünün kullanılmasının, sistematik bir korkunun
yerleştirilmiş olmasının ve daha önemlisi, toplumun önemli bir kitlesinin,
şimdiye kadar, CHP’si MHP’si ve HDP’sinin ve dahi görüntüde “komünist”,
“sosyalist” görünenlerin, “sol”da görünenlerin, “sendika” lideri, işçi
“lideri” görünenlerin , “aydın” görünenlerin, muhalefet adı altında öyle ya da
böyle koltuk değnekliği yaptığı mevcut iktidara - şimdi iktidar
bloğuna - bilinçli ve daha çok da bilinçsiz bir güvenin söz konusu olduğu ve
seçimden azımsanmayacak bir beklenti olduğu bir zamanda ,“düzeniçi”, ”düzene
karşı devrimci duruş” ve bu gibi kulaklarda ve yüreklerde hoş tınılar oluşturan
kelamlar eşliğinde “BOYKOT” keşfinin ve icadının, bir ihtiyacın sonucu
olarak öne çıkarılması, önünde sonunda politikasızlıktır.
Kılçer, işte bunu göremiyor!
Yukarıda tablosunu çizmeye çalıştığım
atmosferde, bu icadın, ya da keşfin anası olan, onu doğurmuş olan bir ihtiyaç
yoktur. Aksine, son derece güçsüz bir konumda olan, her geçen gün de bu
güçsüzlüğü artan bir iktidarın bu gücünü yeniden toparlamak için giriştiği
erken ya da baskın seçim hamlesine az da olsa güç verebilecek olan bir icat ya
da keşiftir.
Tamam, doğrudur, seçimlerin
sonundayız, her türlü entrika yüklü çabalar ile seçimler anlamını yitirmiştir;
ama bunu biz görüyoruz ve öteden beri de dillendiriyoruz ve kimsenin pek fazla
ilgisini çekmiyor, hatta anlaşılmıyor bile!
Bir kısmı muhalefet bloğuna ki
muhalefetliği koltuk değnekliğinden öte olmamıştır, bilinçli ve daha çok
bilinçsiz güvenmekte, diğer kısmı iktidar bloğuna bilinçli ve daha çok
bilinçsiz güvenmekte ve haliyle demek ki toplumun çok büyük bir kitlesi, ezici
çoğunluğu olguyu henüz görmüyor.
Ve seçimler tüm anlamsızlığına rağmen
öyle ya da böyle kaçıncı kezdir yapılıyor ve katılmayan oranı % 10-15’i
geçmiyor; ( bu kesimin çoğunun seçime katılmaması ise, seçimleri çare olarak
görmediğinden değil) öyleyse ezici çoğunluk, seçimleri çare olarak görüyor ve
bu ezici çoğunluğun içindeki ezici bir çoğunluk (aslında nerdeyse tamamı) “düzen
içi” “düzen dışı” kelamlarından bir şey anlamıyor; dolayısıyla bugün kurulan
seçim sahnesinde oynanan oyundan oldukça fazla heyecanlanıyor, hatta öncekilere
göre kat be kat fazla bir heyecan taşıdığı görülüyor ve bu seçimden ait olduğu
bloklar açısından olumlu bir sonuç, hatta bir “kurtuluş” bekliyor.
Burada “boykot” üzerine uzun uzun
bilindik şeyleri tekrarlamak istemiyorum ama şunu unutmamak gerekir ki,
“boykot”, sosyalistlerin her an kullanmak üzere cebinde taşıdığı bir politik
araç değildir; her kilitli kapıyı açan bir anahtar hiç değildir. Tam yerinde ve
tam zamanında kullanılmazsa onarılması mümkün olmayan sonuçlar doğuracağı gibi,
tam zamanında ve tam yerinde dahi kullanılsa en tam ifadesiyle beklenen sonucu
da sağlayamayabilir; burada ölçüyü tutturmak kolay olmasa da, iş gene gelip,
kitlelerin haletiruhiyesine kalıyor ve “boykot” iradesi ancak öfkeli bir
halet-i ruhiye taşıyan, seçimlerden beklentisi kalmamış olan bir kitle ile
buluşunca bir güç haline gelebiliyor; kitlelerin isteminden bağımsız olarak,
tek başına, bir güç yaratması mümkün olmuyor.
Diğer yandan, kitleler ayağa kalkmış,
itiraz katsayısı oldukça yüksek bir talepler zinciri ile hareket halinde ve
buna karşın iktidar bloğu erken seçime giderek, her zaman sahnelediği politik
oyunların bir başka versiyonu ile bu kabarmayı söndürmeye, önünü kesmeye
çalışıyorsa, işte o zaman “BOYKOT” kaçınılmaz oluyor.
Peki, bugün bu erken seçime, itiraz
katsayısı oldukça yüksek bir hareketlilik altında mı gidiliyor?
Elbette hayır!
Bir süredir olduğu gibi, bugün
politika sahnesinde oynanan “seçim” oyunları da egemen sınıfların olduğu kadar
iktidarı elinde tutan (aslında pek tutamayan) siyasi bloğun ihtiyaçlarından
doğan bir keşfin, icadın ifadesidir.
Buradaki ihtiyacın, malum proje ile
öngörülen sonuca mümkün olduğunca planlanan zamanda varılması olduğu açık; peki
her şeyin planlandığı gibi ilerlediğini söyleyebilir miyiz? Elbette ki koca bir
hayır!
Bu büyük proje, Üsküdar’ın eşiğinde
eşelenip durmakta ve bu eşikteki tümsekler gittikçe çoğalmakta ya da yükselmektedir
ve mevcut çabalar ve yöntemler bu tümsekleri düzlemeye yetmiyor!
Öyleyse ya kazmayı veya baltayı
ellerine alıp, tümsekleri parçalamaları gerekiyor ki bu kanlı bir faşizm
saldırısı anlamına gelir; ya da hep uyguladıkları taktiğe geri çekilmeleri ve
belli bir hazırlık döneminden sonra eşikteki tümseklere hücum etmeleri
gerekiyor.
Birincisini isteselerdi, faşist
yapılanma zaten her türlü konuşlanmasını gerçekleştirmiş olup, “darbe” faslını
da geride bırakmış olup, hatta hâlihazırda olağanüstü hal ilanı ile fiili bir
totaliterlik hüküm sürmekte iken ve bunu bir kanun hükmünde kararname ile bir
adım daha ileri götürüp, parlamentoyu feshederek, ne yapmak istiyorsa ilan eder
ve sert itirazlar yükselirse de faşizmin kanlı yüzünü gösterirlerdi; kim engelleyebilir?
Evet, işte soru budur ve burada
hatırlamak gerekir ki, faşizmin hiçbir yerde yönetenler arasında bir konsensüs
sağlamadan mümkün olmadığını hatırlamak gerekiyor ki, mevcut atmosferde
yönetenlerin arasında böyle bir konsensüs olduğunun işaretlerinden ziyade kendi
aralarında bir kapışma, bir çekişme olduğunun işaretleri görülmektedir; peki
yönetilenlerin yönetenlerle arası süt liman mı? Elbette koca bir hayır!
Öyleyse maharet, ikinci seçeneğe
kilitlenerek, yönetenlerin sıkışıklığı aşmak için bu noktadan açmak istedikleri
küçük kapakları parçalayarak daha geniş bir kapı açmanın ve bu kapıdan hücum
etmenin teori ve politikasını yaratarak konuşlanmak ve hücum etmektir.
Yani maharet “boykot” değildir!
İşte bu yüzden burada bir ihtiyacın
doğurduğu icat, ya da keşif olarak “boykot”a sarılmak yerine, bu oyunu bozmak
için, bu oyundan yararlanarak, sonrasındaki atmosfer için konuşlanmak üzere
oyuna dâhil olmak ve kendi oyununu kurmak gerekmektedir.
Bu, bu “düzeniçi” oyuna ne
eklemlenmektir, ne de biat etmek veya teslim olmaktır! Ne de, Kılçer’in
ifadesiyle, “sağcılaşmaya” boyun eğmektir.
Olsa olsa, politikayı sanat düzeyine
çıkartarak, az güçle büyük bir ağırlığı kaldıracak manivelayı yaratmak ve
sonrasında kurulacak yeni dengelerde daha geniş bir alan kazanmak için
hazırlanmaktır.
Öyleyse, bugün siyaset sahnesinde
oynanan oyunun düzeniçi olmasının eşyanın tabiatına uygun bir olgu olduğunu ve
bu oyunu bozmak için, ne boykot, ne bu oyuna biat ya da teslim olmak ne de
kuyruğuna takılmak değil, bu oyuna hodri meydan deyip, sosyalistlerin kendi
oyunlarını kurmaları gerektiğini kabul etmek gerekmektedir.
Bu girişten sonra Kılçer’in
ifadelerinde gezinerek eleştirimizi sürdürelim.
Kılçer, bir yerde “en büyük boşluğun
solda olduğuna” ve beraberinde “sağcılaşmaya boyun eğmenin dayatıldığına”
işaret ediyor ve başka bir yerde, soldaki boşluğa ve dayatılan sağcılaşmaya
karşı çare olarak “BOYKOT” u dayatan cümleler kuruyor; böylece de solun
sesini değil, “sosyalizmin sesini”, hem de güçlü bir şekilde alanlara
taşımaktan söz ediyor.
Bugün dayatılan ortaçağ karanlığına
karşı kavga etmenin sol olduğu bir zamanda, Kılçer’in sözünü ettiği solun,
Marx, Engels ve Lenin’le ilgili bir sol mu olduğu, düzenin içinde ama solunda
olup, düzenin düzenine muhalefet eden ve haliyle laisizm için, cumhuriyet için
ortaçağ karanlığıyla kavga eden sol mu olduğu, pek açık olmasa da,
beraberindeki “sağcılaşma” vurgusundan, sözü edilenin düzeniçi sol olduğunu
kabul etmek gerekmektedir.
Buradan hareketle, Kılçer’in üzerine
bastığı olgular üzerinden çıkardığı yaklaşımın hiç te bu olguların taşıdığı
gerçekliğe uygun olmadığını görmek gerekiyor.
Çaresizlik ve bilinçsizlik yanında
örgütsüzlük ve daha çok da sola ait neredeyse bütün örgütlerin sağın eline
geçtiği, en azından sağa hizmet eden ama “sol” etiketli kadroların elinde
olduğu bu mevcut atmosferde, en sosyalist, en devrimci duruş içinde
hareket edilse bile ve neticede bu mevcut atmosferi ortadan kaldıracak
hamlelerle sağlanacak en devrimci, demokratik, ekonomik, politik, toplumsal
dönüşümlerle sosyalizmin örgütlenme ve propaganda olanakları ve sosyalist
alanların genişlemesi elbette artacaktır ama kapitalizmin yok
edilmesinin, burjuvazinin, hatta ve hatta büyük burjuvazinin bile
egemenliğinin yıkılmasının mümkün olamayacağı açık değil mi?
Ayrıca, bu mevcut siyasi atmosferi,
az ya da çok geniş alanlarda sosyalizmi anlatarak sosyalist bir iktidarın
atmosferine döndürmenin mümkün olmayacağı tartışmasız bir açıklık değil mi?
Dahası, bu atmosferi
değiştirememenin, sosyalizmi anlatacak alan bile bulamayacak olmak demek olduğu
da somut bir açıklık değil mi?
Öyleyse, Kılçer’in yakındığı soldaki
boşluğu, sosyalist argümanları elden bırakmadan ama – adı üstünde – düzeniçi
sağdan, yani otokratik rejimden yana olan sağdan, uzak olan, sosyalizme yakın
olan, en azından dışlamayan düzen içi sol ile yani düzenin otokrasi eğilimli
düzensizliklerine karşı olan sol ile doldurup, sağcılaşmış ama düzenin otokrasi
eğilimli düzensizliğine karşı olan kitlelere de çekim merkezi yaparak ve dahi
sağdaki kitlelelerin de (sosyalist sola yaklaşmaları şart değil- ayrıca, sağda
bile olsalar, mevcut atmosfere karşı Laik cumhuriyet ekseninde toplanan “sağ”
da sol sayılır) gücünü alarak mevcut atmosferi tersine çevirmek, yani laik,
demokratik cumhuriyet eksenine döndürmek, dolayısıyla sosyalizmi kitlelere
anlatacak alanları genişletmek yanında, bu genişlik için gerekli olan bilinç ve
örgütlülük katsayısını ve bunun yanında, işçi sınıfı partisinin bağımsızlığının
güvencesinin katsayısını yükseltmenin imkânlarını da genişletmek için şimdiden
hazırlanmak, en akılcı politika değil midir; en azından “boykot” un boy
ölçüşemeyeceği bir politik hünerin ifadesi değil midir?
Burada sormak gerekir ki, bu akılcı
politika mı, yoksa “boykot” eylemi mi sosyalist devrimi yakınlaştırır, ya da
uzaklaştırır, hangisi?
Peki, bütün bu sosyalizan çabalardan
sonra, yaratılan güçler dengesiyle değiştirilen atmosferde gerçekleştirilen,
devrimci, demokratik, ekonomik, politik, toplumsal dönüşümler sonucu ortaya
çıkabilecek olan politik egemenliğin rengi sosyalist olabilir mi; bu
egemenliğin renginin, güçler dengesi her ne şekilde kurulursa kurulsun, önünde
sonunda bir burjuva rengi taşıması kaçınılmaz değil midir?
Kaldı ki bu burjuva renk, bu güçler
dengesine işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların katılmış olmasıyla
ve dahi sosyalistlerin bu dengede işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen
halkların yanında ve burjuva düzeni ortaçağ karanlığına sürükleyenlerin
karşısında, sosyalist kimliklerini saklamadan kanıtlamasıyla başka türlü bir
burjuva renk olmaz mı?
Kaldı ki, burjuva toplumu içersinde,
hatta şimdilerde bunun çok çok gerisine, bir ortaçağ düzenine sürüklenmiş
olunan bir durumda, sosyalist mücadele yürüten bir komünist hareket, Türkiye’yi
bir ortaçağ karanlığa sürükleyen iktidar bloğunun katıksız yandaşı olan
liberallere ve osmanik-islamik bir rejimin erdemlerini sıralamakla bitiremeyen
yobazlara, monarşist burjuvalara karşı kavga veren devrimci ve cumhuriyetçi
burjuvalarla, örnek olsun sola eğilmiş kemalistlerle kaynaşmadan, içinde
erimeden, yan yana yürümekle kirlenmiş olabilir mi, sosyalist mücadelesi
lekelenmiş olabilir mi?
Buradaki yanyanalığın ekseninin de,
harcının da, bir ortaçağ düzenine, bir Tanzimat öncesi karanlığa, bu anlamda
bir karşı-devrime, yani “yeni” diye yutturulmaya çalışılan geçmişe karşı,
laik, demokratik, devrimci cumhuriyet kavgası olduğu açık değil mi?
Bu kavgada, sosyalistlerle devrimci
burjuvazi ile örnek olsun sola eğilim gösteren Kemalistlerle bir çıkar birliği
yok mudur?
Bu ister istemez, pratikte düzen içi
bir yanyanalık değil mi?
Burada soru, bu seçimdeki
düzeniçiliğin rengini belirleyen, sınıfsal ve siyasal güçlerin karşılıklı yer
alımının, burjuva cumhuriyetle sosyalist cumhuriyet karşıtlığı mı yoksa dinci
gerici, osmanik-islamik bir ortaçağ düzeni ile laik, devrimci, demokratik, bir
burjuva cumhuriyet düzeni karşıtlığı mı olmalıdır?
Birincisinde yanyanalık mümkün değildir;
ama ikincisinde yanyanalık mümkün olduğu denli bir devrimci iş, bir sosyalist
iştir!
Komünistler elbette burjuva devrim
ile sosyalist devrimi karşı karşıya koymakta tereddüt etmezler; ikisi arasında
mutlak bir ayrım yaparlar; ama tarihin akışı içersinde, bu iki devrimin tek tek
özgün unsurlarının iç içe geçmiş olduklarını yadsımazlar!
Bunlar sosyalist hareket açısından,
Leninci temelde örgütlenmeye çalışan bir bağımsız siyasi parti açısından,
komünist işin abc’sidir!
Ayrıca bu politik egemenliğin rengi,
her ne kadar başka olsa da özünde burjuva renkli olacağının altını çizerek
eklemek gerekir ki, bu güçler dengesinde işçi ve emekçilerin, ezilen ve
sömürülen halkların kapladığı yere ve bu burjuva renge rağmen, insiyatif ya da
hatta hegemonya, az ya da çok işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen
halkların bilinçli unsurlarının politik hünerine bağlıdır.
Bu hünerde en önemli adım, bu
egemenliğe ortak olmaktan çok, bu egemenliğe burjuva renginin hâkim olmasına
izin vermemek için, bu egemenliğe bel bağlamadan, işçi ve emekçilerin, ezilen
ve sömürülen halkların nabzını tutmak üzere güncel, günün ihtiyaçlarına cevap
verecek nitelikte şiarlar bulmak ve bu şiarlara uygun adımlar atmak ve işçi ve
emekçi kitleleri, ezilen ve sömürülen halk kitlelerini, politik egemenliğin
burjuva renkle donanması için elllerinden ne gelirse yapacakları, daha önce
yaptıklarıyla belli olan “sol/sosyalist “ gömlekli sahtekârlardan ayırmak
olmalıdır!
Ancak bundan sonra, sosyalist
iktidarın en devrimci seçenek olduğunun anlatılabileceği alanlar
genişletilebilir, dinleyecek ve anlayacak kitlelerin çapı genişletebilir
velhasılıkelam lazım gelen aydınlatma çalışmasının ikna etme kapasitesi
yükseltilebilir; çünkü politika sahnesi, bu çalışmaya son derece elverişli bir
politik atmosferin etkisi altında olacaktır.
Bu politik yaklaşımda, düzene
karşı devrimci olmayan bir duruş var mı?
Ya da şöyle sorayım, “boykot”
yaklaşımı bu politik yaklaşımdan daha mı devrimci ya da hatta daha mı
belirleyici olabilir?
Aksi düşünülüyorsa, bu olguya sırt çevriliyorsa,
ne demeye “soldaki boşluk”tan ve “sağcılaşma”dan yakınılmakta düşünmek
gerekmektedir!
Kılçer konuşuyor ama konuştukları
laftan öte geçmiyor!
Önce “Sosyalist mücadele, günlük bir
mücadele değildir ve tek başına seçimlere endeksli olarak inşa edilemez;
seçimden seçime bir sosyalist mücadele olabilir mi?” diye soruyor ve
şöyle cevaplıyor:
“Tersine, sosyalist mücadele,
örgütlenme ve propaganda çalışmaları, seçimleri de aşan, kapsayan, seçimlerin
bu mücadele sürekliliğinde bir uğrak olarak görülmesi gereken bir bütünlüğe,
sürekliliğe ve bağlama sahip olmak zorunda. Politik ya da örgütsel zeminde
belli bir birikim elde edersiniz, seçimler bunun üzerine oturur.
Yoksa tek başına seçim
kampanyalarıyla, belli bir süreye sıkıştırılmış kampanyalarla büyük değişimler
beklenmemeli. “
Birincisi, sosyalist iktidar
mücadelesinin tek başına seçimlere endeksli olarak ya da seçimden seçime
yapılacağını kim söylüyor ki?
İkincisi, belli ki, Kılçer’lerin
sosyalist mücadelesi, örgütlenme ve propaganda çalışmaları, politik ve örgütsel
zeminde bir birikim yaratamamış; onca zaman, TKP’den HTKP’ye, oradan da TKH’ye
politik ve örgütsel zeminde bir birikim yaratamadılarsa, bu onların ayıbı ya da
eksikliği de olabilir, en özverili çalışmayı yapmış olsalar da, toplumdaki
bilinç katsayısının, egemen sınıfların çeşitli yöntem ve araçlarla son derece
sistemli bir şekilde geriletilmesi nedeniyle bu çalışmalara cevap alamamış da
olabilirler ama “birikim” bununla sınırlı değil ki, sınırlarıyla da, on
yılları, hatta yüzyılları da aşan yenilgileriyle de, zaferleri ile de önemli
dersler sunan bir sosyalist mücadele birikimi söz konusu!
Üçüncüsü, diyelim bugüne kadar
biriken bütün birikimler yeterli değil ve Kılçerler de sıfırdan bir örgüt inşa
etmek üzere işe TKH ile başladılar ve politik ya da örgütsel zeminde, üzerine
bir seçim oturtabilecek, dolayısıyla büyük değişimler bekleyecek, ya da
yaratacak bir birikim sağlayamadılar; bu da olabilir ama bu durumda ve bu
süreçte önlerine düşen ya da içine düştükleri ve anlamını son derece yitirmiş
bir nitelik taşıyan seçim zemininde, sosyalist devrim için, sosyalist iktidar
için, sosyalizm için ve haliyle bu hedefin önünde dağ gibi yığılmış tümsekleri
yıkmak, parçalamak, kapalı kapıları, kilitleri kırmak için sosyalist mücadeleyi
örgütlemeyi hızlandırmak, güçlendirmek için kaldıraç olarak “BOYKOT” eylemini
koymak, bunu en sosyalist, yegâne sosyalist mücadele olarak dayatmak politikasızlık
değilse nedir?
Dördüncüsü şimdiye kadar, pek çok
seçim süreçleri yaşarken, seçimleri üzerine oturtacak politik ve örgütsel zemin
mi vardı? Seçimler seçim vasfı mı taşıyordu?
Taşıyorduysa, hani nerede bu politik
ve örgütsel zeminde birikip bugüne kalan deneyim ve güç?
Başka türlü de sorabiliriz,
Kılçer’ler, bu ifadeleriyle, politik ve örgütsel zeminde bir birikim
yaratamadıklarından politikasızlığa savrulmalarının üzerini örtmek için
“BOYKOT” u dayattıklarını itiraf etmiş olmuyorlar mı?
Çok değil, bir yıl önce, 2017
Nisan’ında TKH’nin 1. Olağan Kongresinde seçimlere girme yeterliliğini sağlamak
için Türkiye çapında il ve ilçe örgütlerinin kuruluşunu sağlamak için
çalışmalarını hızlandırma kararı aldıklarını ilan ettiklerinde seçimler çok mu
anlamlıydı; o tarihte de OHAL yok muydu
hukuksuzluk ve baskı o zaman da hüküm sürmüyor muydu? Adaletsizlik, hile
ve dayatma daha mı azdı? Amerikancılık hiç
mi fark edilmiyordu? Ortadoğu politikalarında daha mı az batağa saplanılmıştı?
Öncesi de var. 7
Haziran seçimlerinden sonra gerçekleştirilen 1Kasım seçimleri bugünkü seçimden
çok mu farklıydı, seçimlerin niteliği bugünkünden daha mı az anlamsızdı? Kaldı
ki,7 Haziran seçimlerinde bile seçimin anlamsız niteliği aşikâr değil miydi?
Kılçer, belli ki sandığa gitmeme
kararlarını, yani “boykot” kararlarını gerekçelendirmek üzere sarf ettiği bu
laflarla sadece güzel cümle kurmaya önem vermiş ama içini doldurmayı ihmal
etmiş!
Kılçer şöyle devam ediyor:
“Önce mücadelenin maddi zemininin sağlanması
gerek” diyor ve bunun, ”Türkiye sosyalist hareketinin en temel sorunlarından
birisi olduğunu” ekleyerek şöyle devam ediyor:
“Eğer mücadelede maddi, gerçek ve
toplumsal bir zemine basmadan ‘propaganda ve söylemle’ çok büyük kitleleri
etkileyeceğinizi düşünüyorsanız, bu çok gerçekçi değil.”
Şu bozuk cümle ile de ilk sorunun
cevabını tamamlıyor;
“Mücadelede bazı kaldıraçlar lazım ve
bunun da( “bunun için de” demek istiyor herhalde ) işçi sınıfı içinde
belli bir gücün devreye girmesi zorunludur.”
Öncelikle bu ifadelerin de yukarıdaki
soruları hak ediyor olduğunu vurgulamam gerekiyor!
Fakat ne güzel, ne acaip değil mi?
“Mücadelenin maddi zemini
sağlanamadıysa”, “Kaldıraç yoksa”, “işçi sınıfı içinden, zorunlu olduğu halde,
belli bir gücün devreye girmesi mümkün olmuyorsa”, “çok büyük kitleler
etkilenemez”, o halde “BOYKOT” şarttır.
Evet, gerçekten çok güzel ve çok
acaip bir mantık değil mi?
Belli ki, Kılçer, “sosyalist
mücadelenin maddi zemininin sağlanmış olmadığından” yakınıyor. Ve bu yoksa
Kılçer’e göre, sosyalist mücadele büyük kitleleri etkilemede yetersiz
kalacaktır. Eh şimdiye kadar, kendilerinden öncekilerle birlikte kendileri de
çok uğraştılar ama mücadelenin maddi zeminini oluşturamadılar ve şimdi bir de
böyle anlamsız bir seçim zemini var, öyleyse sosyalist mücadelenin maddi
zeminini sağlamak için uğraşmak nafile çaba, bari “boykot” diyelim, sandığa
gitmeyelim, zevahiri kurtaralım, olsun bitsin, kitleler bugün olmazsa yarın
bize “aferin” diyecektir.
Belki Kılçer böyle demek istemiyordur
ama dediklerini başka türlü anlamak mümkün mü?
Kılçer’in dile getirdiği bu zemini
sağlamak için dünyalılardan üstün bazı canlıların uzaydan gelmeleri
beklenmiyordu elbette ama “Türkiye’nin Komünist Hareketi” olma iddiası ile yola
çıktılarsa, uzaylılardan da, elbette bu iddiayı taşıyan diğer partilerden ya da
hareketlerden de bağımsız olarak, bu görevi yerine getirmek için mücadeleye
devam etmek, Kılçer’lerin hâlâ iddialarının gereği olarak boyunlarının
borcudur.
Buradan hareketle, eğer “boykot”u bu
boyun borcunun bir gereği olarak, yani sosyalist mücadeleye maddi bir zemin
kazandırmak üzere ele almıyorlarsa, bir politikasızlıkla karşı karşıyayız
demektir; “BOYKOT” da ya bunu örtmek için, ya da bu politikasızlığın zorunlu
sonucu olarak gündeme getirilmiştir.
Fakat daha vahimi var; durum bu
ise, yani mücadelenin maddi zemini yoksa bazı kaldıraçların, işçi sınıfı
içinden belli bir gücün devreye girmesi mümkün değilse, “BOYKOT”
propagandası ve söylemi hangi zemine basılarak yapılacak ve elbette hangi büyük
kitleyi etkileyecek?
Peki, diyelim ki mücadelede ihtiyaç
olan kaldıraç “BOYKOT” tur; bu durumda işçi sınıfı içinde belli bir gücün
devreye girmesi nasıl sağlanacak? Yoksa “BOYKOT” propaganda ve söyleminde bir
sihir mi vardır?
Kılçer’in devamla kurduğu cümleler de
gerçekten fecaat.
“BOYKOT” kararlarını gerekçelendirmek
üzere kurguladığı ve pek çok soru doğurmuş olan ifadelerinden sonra, “BOYKOT”
kararı almış bir sosyalistin, “Elbette buradan seçimleri topyekûn reddettiğimiz
anlamı çıkmasın” ifadesini ekleme gereği duyması pek anlaşılır değildir!
Öyleyse anlaşılır kılalım.
“BOYKOT” eyleminin, sosyalist
mücadelede, her koşulda kullanılabilecek bir mücadele aracı olmadığını
Kılçer’lerin de biliyor olmaları gerektiğine göre, demek ki, bir başkasını ya
da olmuş veya olabilecek tüm seçimleri değil, bugünkü seçimleri topyekun
reddetmediklerinden söz etmektedir.
Böyle bir seçimi biz de reddediyoruz,
çünkü seçimlerin bir seçim vasfı yok, ama biz seçimi boykot etmiyoruz.
Çünkü bugünün siyasi atmosferi
doğrudan devrimci bir mücadele döneminin rengini vermiyor; aksine,
toplumun ezici çoğunluğunun son derece olumsuz koşullar içinde yaşadığı,
iktidar tarafından, egemen sınıfların, hemen hemen bütün savunma ve mücadele
araçları ellerinden alınmış işçi ve emekçilere karşı alenen kollanıp,
güçlendirildiğinin vurgulu bir şekilde haykırıldığı ve aynı zamanda da
iktidarını güçlendirmek üzere erken-baskın- korsan, herneyse, yeni bir seçimle
işçi ve emekçiler yanında, mevcut durumdan son derece hoşnutsuz ve buna önemli
oranda da öfkeli oldukları aşikâr olan toplumun azımsanmayacak burjuva, küçük
burjuva ve/ya da sınıf dışı kalmış bir kitlesi, aksine, bu seçimler karşısında
heyecanını eskiye göre kat be kat artırmış görünmektedir.
Bu durumda “boykot”, zaten altında
yönetilmek istemedikleri bu yönetimden kurtulmak isteyen kitleleri, öyle ya da
böyle bu seçimin dışında bırakmak için mekanizmalar geliştirmiş olan iktidar
bloğunun işini, 2010 “boykot”unda olduğu gibi, bugün bir kez daha ve artık
onarılması çok daha zor sonuçlar doğuracak şekilde kolalaştıracaktır.
Ve buna rağmen, TKH’nin bir siyasi
kazanımı mümkün olmayacaktır; belki de bu hareket büsbütün marjinal kalmaya
mahkûm olacaktır.
Peki, ne demek “reddetmek ama topyekun
reddetmemek” ; yüzde 40,ya da yüzde 60’mı, ne kadarını reddediyorlar, ne
kadarını reddetmiyorlar; neresini reddediyorlar, neresini reddetmiyorlar?
“BOYKOT” a karar verilmişse seçimler topyekun
reddedilmiş demektir; reddedilmeden, bu mümkün olamaz. Kılçer, bu cümle ile
bugünkü seçimleri reddediyoruz ama daha öncekileri ve sonrakileri reddetmeye
gerek olmayacaktır mı demek istiyor, bu da anlaşılmıyor!
Ayrıca, önceki seçimler geride kaldı
ve sonraki seçimler bu günün sorunu değildir!
Olsa bile, böyle giderse, bugünkü
niteliğinden hiçbir şey kaybetmiş olmayacaktır!
Öte yandan sorun seçimlerin reddedilmesi
değildir; sorun, seçimlerin seçim olma niteliğini kaybetmiş olmasıdır ve bu
olgu, anlık bir sürecin ifadesi değildir; artık bu olgu, bu politik atmosfere
yapışmış, hatta onu belirleyen anlamsız bir sürecin ifadesidir; yani bu, yani
seçimlerle mevcut politik atmosferin değiştirilmesi, iyileştirilmesi, sosyalist
mücadele bir yana, sol mücadele için bile alan yaratılması mümkün değil,
demektir.
Fakat eldeki tek imkân bu anlamını
yitirmiş seçimdir; çünkü mevcut siyasi atmosferin rengine uygun ne bir doğrudan
devrimci mücadele var, ne de kitleler seçim karşısında heyecansız durumdadır;
aksine heyecanlı ve oldukça beklentileri yüksek bir siyasi halet-i ruhiye
içindedirler.
Seçimlerin anlamını yitirmiş olması
da bir olgudur, elbette bu anlamsızlığa karşın, kitlelerin ezici çoğunluğunun
bu seçimlerdeki heyecanının ve beklentisin oldukça yüksek olması da bir olgudur
ve bu olguyu sosyalistler görmezden gelemez, reddedemezler!
İşte bu yüzden, bu olgudan
çıkarılacak sonuç ve yüklenilecek görev, mutlak olarak “boykot” olamaz!
Kılçer devamla kurguladığı cümlesinde
de aynı telden çalıyor; sanki sosyalistlerin (tabii sahicisinden söz ediyoruz)
böyle bir iddiası ve eğilimi varmış gibi, ” Ancak mücadelenin bütün anlamını
seçimlere bindirirseniz burada hata edersiniz” diyor.
Kim bilir, belki de, sözünü ettiği
sosyalist kendisidir ve içinde bulunduğu “komünist” partileridir ve bir anlamda
özeleştiri yapıyordur!
Öyleyse, Kılçer arkadaşımız, komünistsiz
komünist partilerinin de, komünist olmayan partilerdeki komünistlerin de
varacakları yerin, eninde sonunda bir likidasyonun eşiği olacağını belli ki
daha önce anlamamış ama bundan sonra kesinlikle anlayacak demektir, diyelim ve
geçelim.
Yüce gök hayırlara vesile etsin ki,
Kılçer arkadaşımız inatçı bir kararlılıkla, “…sosyalist propaganda ve
örgütlenme çalışmaları için 24 Haziran seçimlerine katılmak mutlak bir
zorunluluk değildir” diyerek ve “Niye olsun ki?” diye de sorarak, 24 Haziran
seçimlerine katılmanın zorunlu olmadığı ama “boykot” un zorunlu olduğu konusunda
ikna çalışması yapıyor!
Belli ki, kendi tabanından da sorular
ve/veya itirazlar yükselmiştir; yoksa sıradan ve düzeniçi takılan seçmenleri
Kılçer’lerin “BOYKOT” u neden ilgilendirsin!
“Kaldı ki, diyor, bugün düzen
siyasetinin seçim dayatmasına karşı çıkarak pekâlâ siyaset yapılabilir ve
sosyalizm bir seçenek olarak topluma sunulabilir. TKH olarak bunu yapacağız “
“Ne hoş” ifadeler bunlar; onca
zaman, pek çok kere, az ya da çok elverişli sosyalist mücadele alanlarına sahip
olunduğu zamanlarda bile, ya da bu günden çok daha geniş alanlara sahip
olunduğu zamanlarda bile sosyalizmi bir seçenek olarak sunamamışız, aksine,
kitlelerin belleğinde sosyalizm ütopyadan öte bir anlamı bırakılmamacasına
geriletilirken, sosyalistlerin marjinal olduğu fikri yerleştirilirken, en
önemlisi kitlelerin akılları geriletilirken seyirci kalmışız, ya da bunu
engellemeye muktedir olamamışız, şimdi kaldıraçsız, işçi sınıfının içinden
belli bir gücün devreye girmesinin mümkün olmadığı sosyalizm mücadelesinin
olmayan zeminin de, sosyalizm açısından belleksiz bırakılmış kitlelere,
marjinal bir “boykot” propagandası ile “düzen-dışı” bir siyaset
yürütülebilecek, sosyalizmin bir seçenek olduğu fikri aşılanabilecektir!
TKH bunu yapacak ve hepimizi
utandıracak!
Yazısının(mülakatının) bir yerinde
Kılçer, “Şimdi CHP, İP, SP ve DP arasında bir ittifak gerçekleşmiş bulunuyor.
Bu düpedüz bir sağ cephedir. Bir tarafta AKP-MHP diğer tarafta bu” demiş ve
”Buradan kurtuluş çıkmaz” ifadesini ekleyerek şöyle devam etmiş: “Bu seçim, AKP
eliyle kurulan gerici, emek düşmanı ve işbirlikçi İkinci Cumhuriyet rejimini
onaylama seçimidir.”
Öncelikle ,“buradan kurtuluş”
bekleyen komünist (elbette sahicisi) yoktur; ama komünistler, buradan
kurtuluş için imkân çıkarmaya çalışırlar.
Ve elbette, bu seçim, dinci-gerici,
osmanik-islamik rejimi onaylamak için kurgulanan bir tiyatro da olabilir; bu
mümkündür ama tersi de, yani rejimi, asıl hedefine daha sıkıntısız ulaştırmanın
yollarını genişletmek üzere reforme etmek için, bu temelde bir restorasyon için
kurgulanan bir oyun olması da mümkündür; başka türlü bir sonuç da örnek olsun,
bu tuhaf başkanlık sistemi ne karşı laik, demokratik parlamenter bir
cumhuriyete dönülmesi de mümkündür.
Bunu belirleyecek olan seçim
sürecindeki, düzeniçi ya da başka türlü olsun, siyasal güçlerin karşılıklı
yeralımı ve seçim sonrası ortaya çıkacak siyasi tabloya göre siyasal güçlerin
karşılıklı yeralımı ve kitlelerin bu durum karşısında göstereceği tutum
olacaktır.
Öyleyse her halükarda,
sosyalistlerin, olası gördükleri sonuca da götürebilecek olan bu oyunu bozmak
ve başka türlü bir sonuç çıkarmak için mücadele etmeyi sürdürmeleri zorunlu bir
sosyalist iştir.
Ama “BOYKOT” zorunlu ve mutlak bir
sosyalist iş değildir!
Çünkü mutlaklaştırılmış ihtimaller
üzerinden kabul edilen bir seçenektir!
Kılçer, bir de, “sağ”, “sol”
cepheleşmesini diline çok doladığı halde, bugünkü atmosferde “sağ” ile “sol”un
ne anlama geldiğini, unutmuş görünüyor.
Görünen o ki, bugün, yani her türlü
imkân ve gücüne karşın, hâlâ tekellerin cumhuriyeti ile Tanzimat öncesi bir
ortaçağ karanlığı arasında kalan ve eşelendikçe üzerindeki tümsekler artan bir
eşikten öbür taraf geçemeyen iktidarın, bunu kotarmak için, ezici çoğunluğu ile
ve oldukça belirgin olarak karşısına aldığı ve karşısında kaldığı son derece
hoşnutsuz, burjuvasından, küçük-burjuvasına, işçi ve emekçisinden, sınıf dışı
katmanlara, gencinden yaşlısına, erinden, kadınına, üniversite çevrelerinden,
işsiz ve çalışan gençliğe, mütedeyyin dindardan, tarikat üyelerine ve elbette
ezilmiş, yoksul, çaresiz Kürt emekçilerine kadar çok geniş yelpaze açan ki,
büyük çoğunluğu, çok kısa bir süre önce, bugün dejure hale getirilmeye
çalışılan “yeni” düzenin anayasasına “HAYIR” iradesi göstermiştir, hep
birlikte belirleyici bir güç olma potansiyeli olan bir kitleden oy almayı
hedeflediği ve bundan medet umduğu koşullarda, Kılçer’in indinde “sağ”, topyekun
burjuvazidir, “sol” ise topyekun “sosyalist sol”dur; ama gerçek bu
değildir; gerçek, bugün “sağ”ın Kılçer’in “İkinci Cumhuriyet” dediği, Tanzimat
öncesi ortaçağ karanlığının ifadesi olan bir rejimin taraftarları olması olgusu
ve “sol”un ise, bu rejime karşı az ya da çok laik, demokratik, hatta devrimci
bir burjuva cumhuriyetin taraftarları olması olgusudur.
İşte bu yüzden, bu olguya sırt
çevirdiği için, Kılçer arkadaşımız, elbette TKH, gerçek olandan hareket
edeceğine, kendince mümkün olandan hareket etmeyi, “BOYKOT” eylemini sosyalist
bir iş olarak kabul ettirmek için düstur bellemiş ve belletmeye çalışıyor!
Ayrıca, bu noktaya bir gecede
gelinmedi; uzunca bir çatışmalı sürecin ki yer yer şiddetli ve kanlı geçen ve
diğer zamanlarda hiç de dingin geçmeyen bir sınıf kavgasının ortaya çıkardığı
bir sonuçtur bu; bu şekilde, yani fotoğrafta görüldüğü şekilde, işler
yürümediği için, hatta daha da sarpa sardığı için hâsıl olan bir sonuçtur; bu
sonuçla, düzenin oturtulması, varılan ve tıkanıp kalınan eşikten ilerletilmesi
hedeflenmektedir.
Düzen ne kadar çaresiz ise, düzenin
sahipleri ve temsilcileri, yöneticileri, iktidar vb. ne dersek diyelim, düzenin
kendisinden daha çaresizdirler.
Bu belli ve yine belli ki bu eşikten
ilerlenemiyor ve erken ya da baskın seçimle aşılmak isteniyorsa, bu eşiğin
önünde öyle azımsanacak bir engel değil, çok daha büyük bir engel var demektir.
Öyleyse, bu eşikten ilerlemenin
önünün açılması için, bir süredir bir ileri, iki geri atılan adımlar yeterli
gelmiyor; öyleyse bu adımların geriye doğru epey bir çekilmesi ihtiyacının söz
konusu olduğu da bellidir.
O halde, geldiğimiz bu nokta,
olumsuzu da, olumluyu da birlikte içermektedir; olumsuzla olumlu iç içedir ve
bu noktadan olumluyu bulup çıkarmak sosyalistlerin asli görevidir.
“BOYKOT” ise olumluyu bulup
çıkarmanın manivelası olamaz; ancak bir kolaycılığın, dahası çaresizliğe yenik
düşmenin yarattığı bir psikoz içinde politikasızlığa savrulmanın ifadesi
olabilir.
Diğer taraftan elbette bu seçim, aynı
zamanda kitlelerin nabzını test etmek için elverişli bir araç olacaktır ama bu
seçim oyunu iyi değerlendirilemezse ve sonuçta bu seçimden olumlu bir sonuç
çıkartılamazsa, geriye kalan olumsuz sonuç, öncekileri aratacak denli daha
olumsuz olacaktır.
Bu durumda, ya kitlelerin nabzını
söndürerek ilerletecek önlemlerle eşikteki tümsekleri düzlemenin mekanizması
güçlendirilecek ya da kitlelerin nabzını fırlatarak ilerletecek önlemlerle
şiddet katsayısı son derece yüksek bir faşizm ile eşikteki tümsekler eşikle
birlikte düzlenecek.
Çünkü faşizm, zorun şiddetini artırma
yoluyla itiraz katsayısı yükselmiş ya da böyle bir ihtimalin kuvvetle muhtemel
olduğu öngörülen emekçi kitleleri ve bilumum muhalifleri zaptı rapta almak
yanında ve öncesinde, düzen içindeki unsurların ikna edilmesidir ve seçimler
buna bir meşruiyet kazandırmış olmaktadır.
Öyleyse, “boykot”, olumsuz bir sonuç
çıkması yanında, bu olumsuz sonucun şiddetine şiddet katılmasına su taşınması
demek olacaktır ve bu yüzden bu “boykot” kararı, bu “komünist” hareketin
başını, eğer tasa ederlerse, epey bir ağrıtacaktır.
Diğer yandan, yukarıda da
vurguladığım gibi, bugün “sağ” cephe, Tanzimat öncesi karanlığını, dolayısıyla
ortaçağ rejimini temsil etmekte, “sol” cephe ise aydınlanmayı dolayısıyla laik
bir burjuva cumhuriyet rejimini temsil etmektedir ve haliyle sosyalist dünya
görüşü “sağ” cepheye uzak “sol” cepheye yakın olmak durumundadır.
Dolayısıyla da, bu seçimlerden, her
ne değişiklik olursa olsun, sosyalist bir iktidar beklemek ya da bu temelde bir
kurtuluş olmayacağı gibi, sosyalist bir iktidar çıkmayacağından hareketle
seçimleri reddedip “boykot”a savrulmak da olmaz, olmamalıdır.
Kılçer, yazısının başka bir yerinde
de benzer bir yaklaşım, yani ihtimallere dayalı bir yaklaşım göstermiş.
“AKP’nin içinden çıktığı Saadet
Partisi, bugün iktidarda olsaydı AKP’den farklı ne yapacaktı?” diye sormuş.
Doğru, AKP’nin içinden çıktığı Saadet
Partisi, bugün iktidarda olsaydı AKP’den farklı bir şey yapmıyor olabilir di;
bu mümkündür; ama farklı bir şey yapıyor olması da mümkündür ve artık daha bir
açıklıkla görülüyor ki, zaten bu yüzden, yani AKP’den farklı yapma ihtimalinin
katsayısı yüksek olduğu için Erbakan ve partisi tasfiye edilmiş ve Erdoğan ve
Akp’ye alan açılmıştır!
Evet, Kılçer kardeşimiz, burada da,
olgulara sırtını dönmüş, gerçek olandan hareket edeceğine, mümkün olandan
hareket etmeyi düstur edinmiş görünmektedir.
Oysa sosyalistlerin düsturu bu
değildir; Lenin’in ifadesiyle, bir Marxist, durum tahlilinde mümkün olandan
değil, gerçek olandan hareket etmelidir…
Bir de şu var!
“HÜDA-PAR seçime sokturuluyor ama
Komünist, sosyalist, devrimci güçler ise seçim dışı bırakılıyor; bu, ortada bir
senaryo olduğunun belirtisi; öyleyse, Komünist, sosyalist, devrimci güçler bu
oyunu bozmak için, içine sokulmayan
(herhalde buradaki ifade, içine
“sokulmadıkları” şeklinde olacaktı F.U.) senaryoyu reddediyorlar ve boykot
ediyorlar!” demiş.
Ne hoş!
Kılçer,”HÜDA-PAR seçime sokturuluyor
ama Komünist, sosyalist, devrimci güçler ise seçim dışı bırakılıyor” diye
yakınıyor ama bulduğu politik çare, “boykot” oluyor; yani seçim dışı
bırakılmaya tepki olarak ve elbette çare olarak kendi kendisini seçim dışı
bırakıyor!
Nasıl bir mantık, ya da nasıl bir
gerekçelendirme, anlamak zor!
Peki, komünist, sosyalist, devrimci
güçler seçim dışı bırakılmasalardı ne olacaktı,
Yani, seçim dışı bırakılmasalardı,
TKH “boykot” kararı almayacak mıydı?
Velhasıl, sosyalizmin sesini duyurmak
için bahane aramaya, araç icat etmeye gerek yoktur, bu her zaman yapılır ve
önündeki tek engel, ortada bu sesi duyuracak hem sahici sosyalistlerin olmaması
ve hem de sahici olanların mecallerinin bu sesin gür çıkmasına yetmiyor
olmasıdır; ama bu imkân, her zaman var ve zaten hiç dinmiyor.
Ayrıca, sınıf kavgası var ki,
buradaki ses çok daha yüksek ve çok daha kararlı bir şekilde, gittikçe
birikerek büyüyor ve bugün en sahtekâr sendikacılar, işçi liderleri ve sahici
olmayan sosyalistler bile ve dahi düzeniçi muhalefet bile mevcut siyasi
atmosfere karşı yükselen öfke paralelinde cümleler kurmaya, bu birikimi
örgütlemeye (daha doğrusu kendilerince gütmeye ) çalışıyorlar.
Diğer yandan, konumuz ve meselemiz an
itibariyle sosyalizm ise, Kılçer’in yakındığı soldaki boşluğa ne olacak,
sağcılaşmaya ne olacak?
Bu çözülmeden meselemizin an
itibariyle sosyalizm olabilir mi?
Yani Kılçer, soldaki boşluğu ve boş
olan bir sol alanın karşısındaki sağcılaşmayı kafaya takıyorsa, bugünün
konusunun ve meselesinin sosyalizm olması tuhaf değil mi?
Soldaki boşluk ve sağcılaşmanın
artması sorun ise ki bu eşyanın tabiatına uygundur; yani birinin alanının
daralması ya da boşalması, diğerinin alanının genişlemesi ya da dolması
demektir, öyleyse meselenin soldaki boşluğun doldurulması, alanının genişletilmesi,
dolayısıyla sağcılaşmanın alanının daraltılması ya da boşaltılması olduğu açık
değil mi?
Bunun için doğru şiar, söz gelimi,“
yaşasın sosyalizm, haydi sosyalist cumhuriyet için alanlara…” mı olmalıdır?
Ya da “kahrolsun otokrasi, yaşasın
sosyalist cumhuriyet” mi olmalıdır?
Yoksa “yaşasın laik, demokratik,
halkçı cumhuriyet, kahrolsun dinci-gerici ortaçağ rejimi” mi olmalıdır?
Bugün, ilerleme motorlu tarihsel
gelişme çizgisinin önemli oranda tahrip edilmiş olduğu koşullarda,
birincisinin, yani milyonlarca işçi ve emekçi üzerinde sosyalist mücadelenin
örgütlenmesine çalışılmasının, bu milyonlara sosyalist cumhuriyetin
benimsetilmesinin, ya da en azından sosyalist cumhuriyete sempati
uyandırılmasının mümkün olabilmesinin, ikincisinin gerçekleştirilmesine, en
azından bu yöndeki demokratik dönüşümlerin mümkün olduğunca yüksek oranda
gerçekleştirilmesine bağlı olduğu açık değil midir?
Öte yandan, sosyalist olmayan bir
düzende “sol”, düzenin temeline değil, düzenin aksak, çarpık “düzen” ine karşı
olmaktır; an itibarı ile düzenin, kendi yasallıklarına yönelik, kendi
sınırlarının da gerisine yönelik eğilimlere karşı olmaktır; dolayısıyla
“düzeniçi”dir; çok çok düzenin yırtıklarını, söküklerini dert edinir, bu
yırtık-sökükler ne denli çok olursa olsun, atıp yenisini koymayı düşünmez de,
istemez de; örnek olsun, sosyalizmi bile, her tarafı yırtık, sökük bir düzeni
atıp, dışında bir düzen inşa etmek üzere değil, yırtıkları, sökükleri tamir
edilmiş bir düzenin sınırları içinde kabul eder.
Buradan hareketle bugün “boşluk”
düzeniçi “sol”da, Marx, Engels ve Lenin ile ilgili olmayan solda, yani kısaca
“sol”da değildir; önemli oranda geriletilmiş olsa da, bugün bu geriletilmiş
alanda boşluk yoktur; aksine bu alan önemli oranda ve hızla genişlemeye
eğilimli olarak dolmaktadır; bu da, düzenin çok çok gerisinde konuşlanan sağın
alanının daraltılması, görece olarak, geçici ve/ya da kalıcı olarak, sağın bir
bölümünün düzeniçi sola yaklaşmış olması ya da yaklaşma eğilimi içinde olması
demektir!
“Düzen dışı sol” ise yani Marx,
Engels ve Lenin ile ilgili olanlar, epeydir ve hali hazırda da iflas etmiş
durumdadır, nerdeyse yok hükmündedir; bu anlamda boş olan, boşluk içinde olan
“düzen dışı sol”dur!
Yanlış anlaşılmasın, “sol” da elbette
boşluk vardı ama bu boşluk, doldurulmuş bir boşluk olarak boşluk idi. Yani bu
boşluğu, sahici olmayan sendikacılar, işçi liderleri, sosyalistler,
komünistler, devrimciler, hatta devrimci-demokratlar ve elbette yine sahici
olmayan aydınlardı.
Ama artık sol boş bıraktığı alana
geri dönmüştür ve Marx, Engels ve Lenin ile ilgili sola daha çok yaklaşmıştır.
İşte sahici sosyalistler,
komünistler, devrimci-demokratlar, dürüst, namuslu sendikacılar, işçi
liderleri, gençliğin, kadınların dürüst, namuslu liderleri boşluğu doldurmada
solun yanında olurlarsa, dolayısıyla solun görevlerini üstlenirlerse, hem bu
boşluk, sahici olmayanlardan temizlenerek devasa bir politik güç haline
getirilebilir ve hem de gecikmiş sorunların, ya da görevlerin çözümlenmesi,
sosyalist iktidara giden yoldaki epey bir yükselmiş tümseklerin düzlenmesi o
oranda mümkün olabilir.
Aksi ise, hareketin gerisinde kalmak,
kuyruğunda kalmak ve dolayısıyla düzen içinden çıkamamak, giderek düzen- içinin
yöneldiği düzensizliğe boyun eğmek demektir.
İşte Kılçer’in gerçeklere sırtını
dönüp,“BOYKOT” la birlikte “sosyalizmin sesi”nin yükseltileceğinden söz etmesi,
bu boşluğu dolduracak teori ve politikalar üretemediği için, aksine bu boşluğu
dolduran solun gerisinde kaldığı için, bu boşluğu bir taraftan tasvir edip,
diğer taraftan reddederek, politikasızlığa savrulmaktır.
Öyleyse, soldaki boşluktan ve
sağcılaşmadan yakınıp, bu boşluğu dolduran sahici unsurlardan temizlemek için,
bu boşluğu doldurmaya çalışan solu yalnız bırakmak, bu görevine omuz vermemek,
onun yerine, “BOYKOT” la birlikte “sosyalizmin sesini yükseltmeyi” en devrimci,
en komünist iş saymak ahmaklık değilse, sağcılaşmanın değirmenine su taşıyan
bir mızıkçılıktır!
Öte yandan, biz biliyoruz ki, sol
Marxist, sosyalist, komünist soldan öncedir; henüz sosyalizmin teorik
temellerinin atılmadığı bir zamanda, yerleşmekte olan burjuva düzeninin
“düzeni”ne karşı olmanın ifadesi olarak parlamentonun sol tarafında oturanların
adı idi.
Bugün, düzenin “yeni” düzenine karşı
olanlar, sol tarafında oturacak bir parlamentoları olmasa da, Türkiye’deki
laikliğin, cumhuriyetin tehlikede olduğunu düşünerek bu ortaçağ düzeni ile
mücadele edenler, bu ortaçağ düzeninin eşelendiği eşiğin üzerinden atlamasının
önüne geçenler soldur.
Velhasıl, Kılçer yanılıyor, solda
boşluk yok, sağcılaşmayla birlikte, soldaki boşluk da “sol” görünen sahtekârlık
eliyle sağ ile doldurulmuştu; o kadar öyle doldurulmuştu ki artık herkesin
diline doladığı “at izinin it izine karışması “durumu kemikleşmiştir.
Hatta at izi de artık it izi
olmuştur.
Böyle olmasaydı, diğerleri bir yana,
en son, likide edilmiş bir komünist partinin karikatürimsi parçalarından
birinin yöneticileri, “sol”daki boşluğu doldurmak için, çoğu yaşamadıklarının
farkında olmayan kadavralarla “TİP”i kurmayı “en komünist iş” olarak görmezdi.
İşte bu yüzden, onca zamandır bir
taraftan, öteden beri bu sol boşluğu dolduranlar, yani sahici olmayan
sendikacılar, işçi liderleri, sosyalistler, komünistler, devrimciler, hatta
devrimci-demokratlar ve elbette sahici olmayan aydınlar; öte taraftan sahici
sağcılar bile, mevcut atmosfere öyle ya da böyle itiraz biriktiren kitlelerin
itirazlarını “sahiplenme” ve mevcut atmosferi “reddeden” söylemler ve irade
beyanları yükseltmektedirler; buna mahkûm kalmışlardır demek istiyorum!
Bu mahkûmiyetten kurtulmak isteyenler
ise “sol” görünen siyasi partilerden saylav olmanın yoluna koyulmuşlardır!
Demek ki, her halükarda düzen içi
işler, eskisinden daha belirgin ve yükselme potansiyeli taşıyan bir kötü durum
içindedir ve bu durumda kalmak istememe katsayısı son derece yüksek olan bu
kötü atmosferden yayılan işaretler, Gezi olaylarının öncesindeki sessizlik
içinde biriken sesin kat be kat fazlasının seslilik içinde biriktiğini
göstermektedir.
Ama muhalefete ve dahi aydın,
sendikacı, işçi lideri, sosyalist, komünist kılıkta dolaşan bilumun
sahtekârlara güvenmedikleri için ve hemen hiçbir politikası, en azından uzun
dönemde, kendilerine yararlı olmadığı halde, hoşnutsuz oldukları, hatta öfke
içinde oldukları halde, korkudan oy verdikleri iktidar bloğu ile hesaplaşma
aracı saydıkları seçimlere önem veren kitlelerin, bu birikimi ortaya
dökebilmeleri ve siyasi güce dönüştürebilmeleri için, bu seçimden çıkacak
sonucun, beklentilerini en asgari oranda bile olsa karşılaması büyük önem
taşımaktadır.
Artık pazarcı esnafı, kahvedeki köylü
bile şunu diyebiliyor; “böyle gitmeyeceği belliydi ve muhalefet de artık
muhalifliğine döndü inşallah!”
Ama şunu demiyor; “bu seçimlerden bir
şey çıkmaz, sonuç değişmez, sandığa gitmeye bile gerek yok”
Sandığa gitmezlerse çıkacak olan
sonucun daha vahim olacağını düşünüyorlar!
Yani kitlelerin bu seçimlerden
beklentisi yüksek ve üstelik tüm entrikalara, hilelere rağmen iyi bir şey
çıkacağına inancı eskiye göre yükselen bir grafik çiziyor; heyecan ise
öncekilerden kat be kat çok fazla görünüyor.
Anti parantez, bugüne kadar sahici
olmayan muhalefet, yani muhalefet görünümlü düzen-içi partiler ,“sahici” olmak
için konuşlandığının açık işaretlerini gösteriyor; yukarda sıraladığım sahici
olmayan diğer unsurların da durumu aynı, mevcut atmosferde olası bir dönüşümden
sonraki sahtekârlıklarını örtmek üzere, sahici görünmek için konuşlanmaya, ya
da konum değiştirmeye çalışıyorlar.
Bu ne demektir?
Bu mevcut atmosferde kitlelerin daha
fazla tutulamayacağının düzen sahiplerince, en azından azımsanmayacak bir
bölümünce kabul edilmiş olması ve dolayısıyla kitlelerin mevcut atmosfere
itirazlarından yana tavır almalarının ve buna göre konuşlanmalarının
sıkışmışlığı aşması açısından düzenin yararına olduğunun kabul edilmiş olması
demektir.
Bunda elbette düzen sahiplerinin ve
iktidarının ve muhalefetinin ve diğer sacayaklarının yanlış ve yetersiz
politikaları yanında, buna her şeye rağmen itiraz eden, bir bakıma sahipsiz
olan ve daha çok da sahici olmayan liderlerinin sahtekârlıkları ile
şaşırtılarak zapt-ı rapta alınmaya çalışılan kitlelerin ve laik cumhuriyeti her
şeye rağmen sahiplenerek savunanların ve dahi bu süreçte kemalistlerden daha
kemalize olan kitlelerin durdurulamayan itirazlarının payı yüksektir.
Komünistlerin mi?
Bence pek bir payları yoktur, en
azından esamesi okunmaz ki, bunu beş parçaya bölünen ve hâlâ da bu eğilimi
gösteren bir komünist parti ve “boşluk doldurma” yarışı içinde olan
“sosyalist-komünist” hareket(ler), daha hazini, eski ve artık kadroları önemli
oranda kadavra olmuş bir TİP’i boşluk doldurma yarışını kazanmak güdüsüyle
kurmaya çalışan bir “Komünist” parti parçası, apaçık göstermeketdir.
Bu da kitlelerin, en azından yüzünü
sosyalizme dönmüş çevrelerin, kendileri için en iyi olmayan, aksine kötü olan
örgütü pratikte görmelerine ve en iyisinin ise ancak ve ancak mevcut atmosferin
yıkıcı, yokedici etkisi ve gücüne karşın, ayakta kalan sosyalist –komünist
kadrolar ve sosyalizmden vazgeçmemiş olan yüzü sosyalizme dönük çevrelerce, bu
atmosferin sosyalizmi dışlamayan bir laik, demokratik, devrimci, işçi, emekçi,
halkçı cumhuriyet ile değiştirilmesi mücadelesinin canlı pratiğinde ortaya
çıkarılacağını daha bir açıklıkla görmesi demektir.
Bunun yanında, Kılçer’ler, ilan
ettikleri “boykot” yaklaşımıyla kendi
belgelerinde ifade ettikleri gibi, “bu topraklarda, tarihsel birikimi ve
gelecek hedefleri üzerinden sosyalizmi var edecek, yeni bir dönemin partisini
yaratmaya su taşıyacaklarını öngörmüş olabilirler, bu onların politikası ama
yine kendi belgelerindeki ifadeleriyle, üzerinde hareket ettikleri
komünist hareketin tarihsel birikimine uygun olmayan bir yaklaşımla ve
“Yeni” Türkiye’de eskisine göre nerdeyse yok sayacağımız bir alanda, (elbette
sosyalizm mücadelesi her halükarda durmayacak) sosyalizmi toplumsal bir seçenek
haline getirme mücadelesinde başarılı olmalarının pek mümkün olamayacağı da
açıklıkla görülmektedir.
Bu, aynı zamanda, TKH’nin söylemini
kullanırsak, sosyalizmi toplumsal bir seçenek
haline getirme mücadelesinde geniş bir alan kazanmak demektir.
Bir de şu var; bütün bu sosyalizan
çabalardan sonra, yaratılan güçler dengesiyle değiştirilen atmosferde
gerçekleştirilen, demokratik, ekonomik, politik, toplumsal dönüşümler sonucu,
başka ifadeyle laik cumhuriyet eksenindeki toplumsal dönüşümlerle ortaya
çıkabilecek olan politik egemenliğin rengi sosyalist olabilir mi; bu
egemenliğin renginin, güçler dengesi her ne şekilde kurulursa kurulsun, önünde
sonunda bir burjuva rengi taşıması kaçınılmaz değil mi?
Öyleyse burada “boykot”çuluk, bu
kaçınılmazlığa, sosyalizm adına küsmek demek değil midir?
Komünist hareketin ve Leninci parti
anlayışının birikimine sahip çıkmaktan söz etmeyi ve bu açıdan “gelenekçi”
olduklarını söylemeyi ihmal etmeyen Kılçer ve hareketi, Lenin’in tıpkısının
aynısı olmasa da, bugüne önemli dersler yansıtan şu uyarısını hatırlamak
istemiyorlar belli ki;
Oysa bugün de, sosyalizmi
yakınlaştırmada, eksiksiz siyasal özgürlükten, demokratik bir cumhuriyetten,
proletaryanın ve köylülüğün (ki bu küçük-burjuvazinin demektir) devrimci
demokratik diktatörlüğünden başka bir araç yoktur.
Küçük-burjuvazi, “yeni” etiketi ile
dayatılan eski düzene karşı, Tanzimat öncesi karanlığa karşı, ortaçağ rejimine
karşı, demokratik cumhuriyet için savaşacaktır. İşçi sınıfı ise sosyalizm için
savaşacaktır.
Ne küçük-burjuvazinin demokratik
cumhuriyet için savaşımı proletaryanın sosyalizm için savaşımıdır; ne de
proletaryanın sosyalizm için savaşımı küçük-burjuvazinin demokratik cumhuriyet
için savaşımdır.
Bunu görmemek, kabul etmemek,
demokratik cumhuriyet için savaşımla sosyalizm için savaşımı birbirine karıştırmış,
dolayısıyla ister istemez sosyalizm için savaşımdan uzaklaşmış olmak demektir.
Örnek olsun, “sosyalist” de geçinen,
ya da görünmeye çalışan Kürt siyaseti, Öcalan’ın ağzına bakarak, “demokratik
komün”leri sosyalizm olarak kabul etme - ettirme aymazlığı
pompalamaktadırlar!
İşçi ve emekçiler, köylüler, küçük
esnaflar, kır emekçileri tüm engelleyici mekanizmalara karşın, her yerde
kaynaşma halinde, pek çok yerde grevlerin, fabrika direnişlerinin, hak arama,
haksızlıklara karşı durma eylemlerinin içinde; ürettikleri mahsulü derelere
fırlatma, yazar kasaları meclisin önünde parçalama, hatta kendini yakma
eylemleri içinde.
Öte yandan kent ve kır emekçileri hem
örgütsüz ve hem de örgütlerine güvensizlik içinde, işsizlik ise tüm zamanların
en yüksek seviyesinde; çağdışı toplumsal ve siyasal ilişkilerin altında ezilen
toplumdaki bozulma ve çürüme, bununla beraber cehalet had safhada.
Tarımsal nüfus ile kent nüfusu
içindeki işçi ve emekçi kitlelerin hemen hemen tamamının herhangi bir etkin
inisiyatif göstermelerini engelleyen mekanizmalar gün geçtikçe daha da
güçlendiriliyor.
Mevcut durum yeterince bunalım içinde
iken, Türkiye’nin yeni ve daha büyük bir bunalıma doğru gittiği apaçık ortada;
toplumun hemen hemen her katmanında - bu katmanlar, sağ’da olsun, sol’da
olsun, büyük burjuvazinin, tekellerin dışındaki katmanların ezici çoğunluğunu
oluşturuyor - huzursuzluk artan bir grafik çiziyor; bunun bizi
nereye sürükleyeceğini bilmiyoruz.
Bu durumun yönetim katında oturanlar,
bu durumun müsebbibi iken, hem mağduru hem de muzafferi oynayarak, sürüklenilen
bunalımın faturasını, huzursuzluk içindeki kitlelere ve daha çok da işçi ve
emekçilere ödetmek üzere “erken” ya da “baskın” bir seçimi dayatmışlar ve
“muhalif” partiler de buna “hodri-meydan” yaklaşımıyla hemen hazır
olduklarını göstermişlerdir.
Buna karşın, sosyalizmin hemen utku
kazanmasını ummak için sosyalist hareketin çok zayıf olduğu da ortada.
İşte bu atmosferde, bu siyasi
atmosferin tepesini tutan siyasi güçler, kendi aralarındaki (Kılçer’in
ifadesiyle “düzen –içi) siyasi kapışmanın, yani “erken-baskın-korsan, her neyse
o seçimin sonunda, öyle ya da böyle barışçıl yoldan püskürtülüp başarı
elde edilirse, herkes hangi beklentide olursa olsun, elbette bu basit bir
hükümet değişikliği olacak; elbette ki devrim olmayacak ve “yeniden ve mecburen
toparlanmış” burjuva cumhuriyetçiler, kemalistler, en azından, düne kadar
mevcut siyasi iktidarın koltuk değnekliğini yürüten bir “muhalefet” rolü
içinde, bu iktidarın totaliterliğini pekiştirmesine yardım eden, bugün ise
otokratik bir rejimi dayatan bu dinci-gerici, osmanik-islamik diktatörlüğe
karşı hareket etme eğilimlerini kuvvetli bir biçimde gösteren siyasi güçler ve
kadrolar, yani Kılıcıdaroğlu, Akşener, Karamollaoğlu gibi siyasi aktörler ve
çevresi iktidara gelecektir; olmazsa eski iktidar, dayattığı rejime, dayattığı
seçimle bir meşruiyet kazandırarak, daha da güçlendirip, sertleştirerek halka
dayatacak ve yaklaşan bunalımın faturasını emekçi halkın üzerine boşaltacak;
emekçi halk bu faturaya itiraz etme iradesi gösterirse, bu kez faşizmin o
sıcak nefesini üfleyecek.
Halkçı bir devrim olması halinde ise
ki bu bugünün, yani seçim sürecinin konusu değildir, o zaman, özünde burjuva
olan ama küçük-burjuvaziyle ortak bir işçi, emekçi, halkçı cumhuriyet ortaya çıkacaktır.
Peki, bu olasılıklarla yüz yüze gelen
komünistler, nasıl bir rol oynamalıdırlar?
Soru budur?
Cevap 1848 yılında Marx ve Engels’in
birlikte yazdıkları Manifesto’da ortaya konmuştur ve bugün de geçerli olmaması
için hiçbir engel, hiçbir sebep yoktur; yeter ki günümüz Türkiye’sine sosyalist
duyarlık ve yeterlikle uygulayabilelim.
Manifesto’nun diliyle “Komünistler,
işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının çeşitli aşamalarında, her zaman ve
her yerde, bir bütün olarak sosyalist hareketin çıkarlarını temsil ederler,
acil hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlarının gerçekleşmesi için
savaşırlar; ama mevcut hareket içersinde, bu hareketin geleceğini de, yani
sosyalist iktidarı da temsil eder ve gözetirler”
Öyleyse bunu önceki komünistler gibi biz
de günümüz Türkiye’sine uygulayalım.
İster Akşenerlerden,
Kılıcıdaroğullarından ya da Karamollaoğullarından oluşan bir hükümetin
yönettiği burjuva cumhuriyet olsun, isterse İşçi ve emekçilerin ve de yoksul
köylülerin dâhil olduğu ve işçi liderlerinin, küçük-burjuva aydınların,
komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin, devrimci-demokratların dahil
olduğu devrimci bir hükümetin yönetimindeki cumhuriyet olsun, sosyalistlerin,
komünistlerin, sahici bir işçi sınıfı partisi yaratmak, sosyalizmi toplumsal bir seçenek haline getirmek, sosyalizmin
sesini duyurmak için yürütecekleri mücadeleye
önemli bir alan yaratılmış olmayacak mı?
Öncekine göre daha geniş, öncekinin
devam etmesi durumundakine göre ise çok daha geniş bir hareket özgürlüğü (seçim
güvenliği, belki seçim barajının kalktığı, basın özgürlüğü, yürüyüş ve toplantı
özgürlüğü, sendikal özgürlük, demokratik, mesleki örgüt kurma özgürlüğü, grev
yapma özgürlüğü, vb.) vermesini ne engelleyecek?
Engellenmesi durumunda,
sosyalistlerin bu engele karşı mücadele etmesini ne engelleyecek?
Kısaca, sosyalistler, mücadele
araçlarından son derece yoksun bırakıldığı, son derece dar bir alana
sıkıştırıldığı, seçimlerin bile anlamsızlaştığı bir atmosferde bile ,
“boykot” şiarı ve eylemi altında sosyalizmin sesini duyurabilmekten söz
ediyorlarsa, böyle bir durumda ellerini kim bağlayacak?
En azından, bu sonuç, eskisine göre
işçi sınıfının, emekçilerin, sahici işçi liderlerinin, sendikacıların, sahici
sosyalistlerin, sahici aydınların lehine bir politik atmosfer olmaz mı; bu
atmosferin, işçi ve emekçileri, sendikaları, sahici gazetecileri, sahiden
bağımsız medyayı, sahici aydınları, sosyalistleri, komünistleri ve partilerini
daha güçlü yapma ihtimalini peşin peşin reddetmek doğrumudur?
Burada hepimiz şu düsturu yeniden hatırlayalım;
Marx’ın ifadesiyle burjuva cumhuriyet, proletarya ile burjuvazi arasındaki
savaşımın sonuca bağlanabileceği tek siyasal biçimdir; sosyalistlerin
sosyalizmin sesini yeterince ve özgürce duyurabilmeleri için, sosyalist
cumhuriyeti kurma mücadelesi verirken barınak ve sığınak sağlayabilmeyi
kolaylaştıran tek elverişli alan burjuva cumhuriyettir.
Ama bütün bu seçenekler, kolay ve
basit süreçlerin ifadesi değildir; burada komünistler, azami hünerle donanmalı,
politikada ustalaşmış olmalıdırlar.
Peki, öyleyse oynanan seçim oyununda
bir kenarda durursak, bu oyundaki partiler karşısında yalnızca olumsuz
eleştiriyle sınırlı kalırsak doğru bir iş mi yapmış oluruz yoksa hatanın en
büyüğünü mü yapmış oluruz?
Kılçer’in (TKH’nin )görüşlerini cümle
cümle, bir bir masaya yatırıp, eleştirmeyi görmüyorum; bu yüzden buraya kadar
belli başlı noktalarda yaptığım otopsinin yeterli olduğuna inanıyorum.
Öyleyse bitiriyorum.
Fikret Uzun
06-05-2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder