9 Kasım 2017 Perşembe

DEVRİMCİ KARADENİZLİLERE TARİH DERSİ ve BİRAZ DA İZAN(*) “Cacatum non est pictum ”



DEVRİMCİ KARADENİZLİLERE TARİH DERSİ ve BİRAZ DA İZAN(*)
“Cacatum non est pictum ” 
K.Marx
GİRİŞ
“Devrimci” Karadenizliler, istediğiniz mektubuma, yapmaya çalıştıklarınızdan birkaç makale ile vazgeçirebileceğimi hiç düşünmediğimi; ancak, yazdıklarımın daha çok ve öncelikle tarihe not olduğunu ve bu nedenle nafile çaba gibi görünse de, gerçeklerin üzerindeki örtüleri kaldırmaya çalışmanın, hem bir model olarak öne çıkmasına ve hem de gelecek kuşakların bu günkü tarihsel koşullarda olan bitenleri daha açıklıkla irdeleyebilmesine ve gerçeklere daha net ve kararlı olarak sahip çıkabilmesine yardımcı olmaya çalıştığımı belirterek başlıyorum.
Pek muhterem “Devrimci” Karadenizliler, bugün ve bir süredir insan aklı, ortaçağdan bu yana en büyük akıl bozucu saldırı ile karşı karşıyadır.
İnsanlığı tehdit eden bu büyük saldırının içinde misiniz, yoksa mağduru olarak politik ahmaklığa mı savruldunuz bilmiyorum ve elbette içindeyseniz çıkar mısınız, ya da savrulduğunuz ahmaklığa veda edebilir misiniz onu da bilmiyorum ama yazdıklarımın, Ortaçağdan bu yana en büyük saldırı ile hücum edilen insan aklının karşılaştığı büyük tehlikeye tepki anlamında akıl taşıyan bir insan sesinin model olması için olduğunu biliyorum.
Evet, baylar, asıl düşmana biat ile çoktan çökertilmiş bir güce ki bu gücün elbette sicili son derece kötüdür, yaylım ateşi yapmak, gücü asıl düşmana yetmeyenlerin sahte kabadayılığının ifadesinden başka bir şey değildir.
Tıpkı, dayaklarını yiyip yiyip, bu dayaklara rağmen, biat ettiklerinin kuyruğunda dolaşmaktan vazgeçmeyenlerin, kendilerini dövenleri başkaları dövmeye başladığında, artık o dövenlere biat ederek ve elbette dayağından korunmak için, öteden beri dayak yediklerine,“şimdi görürsün gününü!” veya “oh olsun!” misli kabaran sahte kabadayıların tavrını anlatıyor.
Bu ölmüş atı arada bir tekmeleseler iyi de, ötekini kırbaçlayarak canlı tutmaya ve bağırlarına basıp “ölme ne olur!” dualarına kutsal bir ton vermeye çalışırlarken, bu “ölmüş atı”, günde birkaç doz, daha fazla öldürmek için tekmelemeleri, akıl ile izah edilebilecek bir halet-i ruhiyenin ifadesi değildir.
Demek ki onca zaman, Türkiye’yi akıl düzleminden uzaklaştırmaya çalışmaları bu nedenle imiş!
Bu tavırlarda ne bir politik duruş, ne bir teorik bakış, ne de gerçek bir yürek atışı vardır; bu tavırların sahipleri, asıl düşman kimdir, bu topraklardaki emek sürecinin biriktirdikleri nedir, emperyalizmin oyunları ne yöndedir, sürüklendiğimiz savaş riskinin rengi nedir ilgilenmiyorlar bile!
Dolayısıyla düzenin faşist, feodal, Osmanik ve İslamik yapıda değiştirilmesinin, toplumun da buna göre dizayn edilmesinin, yargının, hukukun, adaletin, eğitimin, çalışma sisteminin, sendikaların, siyasal partilerin, toplumsal dinamiklerin ve hatta örf ve adetlerin de buna göre şekillendirilmesinin kimin adına yapıldığı akıllarına bile gelmiyor!
Bu, düşünmeyi unutmak değilse, asıl düşmanın düşüncesine hapsolmak demek değil midir?
Be hey Kemalizm düşmanları, onlar, Mustafa Kemal ve ardılları yukardan aşağı saydıklarınızı yaparlarken nerede idiniz?
Bu topraklarda TKP (Tarihsel TKP) dâhil ve daha çok o ve bir de THKP dâhil, hemen bütün devrimci dinamiklerin hepsi, hep yarım kalmış Kemalist demokratik devrim programını tamamlamaya çalışmadılar mı?
Hadi o zaman göremiyordunuz, ondan sonra on yıllar geçti, gene sesiniz çıkmadı ve ne zaman ki ABD –AB emperyalizmi kozmopolitizmini yaymaya başladı, yani işaret çaktı, hepiniz Kemalizm düşmanı kesildiniz; bu ikiyüzlülüğü yüzünüze vuran sosyalistleri Kemalistlikle yaftaladınız.
Ve şimdi tam da asıl düşmana karşı toplumsal dinamiklerdeki öfke ve kin, tavan yapmasa da, önemli bir ivme kazanmış iken, bunu başka hedeflere yöneltmeye çalışmanızın akıl ile mantık ile doğru bir politik duruş ile ilgisi olabilir mi?
Ve şimdi ben bütün bunları yazdığım için, hemen tek cümle ile savuşturulacağım ya da dediklerimin sessizlikle boğulacağı açıktır. Bu nedenle önceden bir kez daha belirtmeliyim ki, Kemalizm, devrimci sosyalistleri ve elbette sosyalist hareketi de, hiçbir zaman ilerletmediği gibi, kösteklemiş, geriletmiş ve bulanıklaştırmış, bulaşıklaştırmıştır, bunu hep ifade etmişizdir.
Bu doğrudur; ama bu nedenle, devrimci sosyalistlerin ortaçağın eşiğine sürüklenildiği bir zamanda, cumhuriyeti yıkanlarla ve bir ortaçağ düzenini yerleştirmeye çalışanlarla değil de cumhuriyetle kavga etmeleri son derece kurnaz bir ahmaklık rengi taşıyan sahtekârlıktır; egemen olmayan bir ideoloji ve politika ile kavga ise, hiç kimseyi ilerletemeyecek olan son derece akıl dışı, traji-komik bir kavgadır.
Öte yandan, bu ifadelere dün karşı çıkanların, dolayısıyla Kemalist programların kuyruğunda ilerlemeye çalışanların, bu gün Kemalizm düşmanlığı yapmaları manidardır ve samimi değildir; resmi politikalarla senkronizedir!
O kadar öyle senkronizedirler ki, bugün bir din misli tapındıkları “demokrasi”yi, bütün sorunları çözecek sihirli bir değnek misli görüp, üstelik egemen sınıfların elinde daha da sihirli olduğundan hareketle daha da fetişleştirenler, tam da resmi politikaların gördüğü ve gösterdiği gibi, 27 Mayıs ile gelen demokratik koşulları ya görmezden gelmekte, ya da hatta daha çok, bu koşullarda “faşizm” görmekte ve asıl faşizmi görmemek için gözlerini kapamakta ve bunu model yapmaya çalışmaktadırlar.
Öyleyse tekrar edelim, bu toprakların gerçek ve bağımsız sosyalistleri hiçbir zaman Kemalizmin kuyruğunda gitmediler ama demokrasinin olup olabilecek en yüksek noktası olan 27 Mayıs ile gelen demokratik koşulları ve bu koşullarda elde edilmiş olan sığınak ve barınakları, Kemalistlerin isteğinden bağımsız olarak, sosyalist hareketin yükselişini artırmak üzere korumaya çalıştılar ve sadece bu sınırda ve anlamda savundular; ama genel olarak, devrimci sosyalistler, Kemalist programı uygulayarak ilerlemek isteyenlerle, Kemalist programı aşarak ilerleme çizgisinde kalarak mücadele ettiler!
Bu nedenle, dün Kemalist programların kuyruğunda ilerlerken, resmi politikalarla, egemen sınıfın egemen ideoloji ve politikaları ile senkronize hareket edenlerin, bugün aynı senkronizasyonu koruyarak ABD emperyalizminin politikaları ile ve TÜSİAD patronlarının beklentileri ile ve elbette dinci-gerici-osmanik-islamik 12 Eylül diktatörlük rejiminin politikaları ile uyum içinde reformist bir çizgide ve oportünizmde sınır tanımadan ilerleyen Kürt siyasal hareketinin ve her türlü ayrılıkçı küçük ulus milliyetçiliğinin kuyruğuna takılmaları şaşırtıcı değildir; bu anlamda, şimdi Kürt siyasal hareketinin kuyruğuna takılmayan, resmi politikalarla senkronize hareket etmeyen ve hala Kemalist programları aşarak ilerleme çizgisini koruyan devrimci sosyalistleri “Kemalist” yaftası ile püskürtmeye çalışmanız da şaşırtıcı değildir!
Çünkü siz de biliyorsunuz ki, devrimci sosyalistlerin Kürt siyasal hareketinin kuyruğuna takılmamakta direnmeleri, hatta şiddetli eleştirilerle karşı çıkmaları, Kemalist oldukları veya Kemalist ideoloji ve politikaları savundukları için değildir.
Kürt siyasal hareketinin ve bu hareketin kuyruğunda hareket edenlerin, resmi politikalarla, ABD emperyalizmi ve 12 Eylül osmanik-İslamik faşist rejiminin politikalarıyla senkronize hareket ediyor oldukları için; Kürt halkının ve Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin vazgeçilmez tarihsel-sınıfsal çıkarlarını savunmaktan vazgeçmiş oldukları için; yani egemen sınıfların, yani Türkiye’nin yönetici sınıflarının cephesinde konum aldıkları içindir! 
Devrimci sosyalistler, şimdi de Kemalistlerin peşinden gitmiyorlar ve aksine açık ve net olarak hala Kemalizmin sosyalistleri ilerletmeyeceğini söylüyorlar; ama akıl var izan var; Kemalist programlardan hiçbir zaman medet ummayan ama bu programların sağladığı görece elverişli sığınak ve barınaklardan yararlanan devrimci sosyalistler, aynı zamanda bu gün içinde olduğumuz noktadan, yani Kemalizmin de sürüklendiği bir ortaçağ karanlığının eşiğindeki noktadan daha geriye gitmeyeceklerini de açıklıkla vurgulamakla, Kemalist olmazlar; Kemalizm’in kuyruğuna takılmış da olmazlar; daha önemlisi,egemen politikaların hegemonyasına girmiş de olmazlar; tam tersine egemen ideoloji ve politikalara karşı, duru bir politika ile dimdik durmuş olurlar!
Ayrıca, sosyalistleri Kemalistlikle yaftalamak, son derece akıl dışıdır; diğer yandan, sosyalistlerin en iyi demokrat olmasını isteyenlerin, sosyalistleri Kemalist olduğu gerekçesiyle yermeleri, çok daha vahim ve bir o kadar komik bir akıl dışılıktır;  bir sosyalist ancak ve ancak en iyi sosyalist olabilir; demokrat ya da Kemalist oldu ise, ona artık sosyalist diyemeyiz.
Yakın geçmişimizde böyleleri vardı ve biz onları hiçbir zaman sosyalist olarak görmedik, görmüyoruz ve şimdi onlardan Kürt siyasal hareketi içinde bolca vardır; üstelik sosyalist renk çalmak için, daha çok da sosyalist rengi, hem de karanlığın rengi ile çarpıtmak için, hiçbir zaman üzerlerine uymamış olan ve çoktan çıkardıkları eski gömleklerini kullanmaktadırlar.
İşte bu yüzden, isim ve tarif sorunu nedeniyle, bugün zaten devrimci olmanın ifadesi olan sosyalistliğin önüne devrimci sıfatını eklemek zorunda kalıyoruz; “devrimci devrimciler” gibi bir tuhaf vurgu oluyor ama bunu, sosyalist olmayan ama sahte sosyalist gömleklerle dolaşanlardan ayırmak için yapıyoruz!
Devrimci sosyalistler, daha önceki resmi ideolojinin etkisiyle Kemalist renk taşıyan ama gerçekte bütünüyle Kemalist bilinçte veya Kemalizmin bilincinde olmayan ama bu noktaya sürüklenmiş olmanın getirdiği bir refleks içinde, Kemalize bir renk ile ayağa kalkma iradesi biriktirmeye başladığının işaretlerini veren ezici bir çoğunluğun, bu noktadan geriye gitmemek için direndiklerini de görüyorlar ve elbette bu noktada oluşan direnci daha ileriye, sosyalist cumhuriyete, en azından halkçı-emekçi bir cumhuriyete ilerletmeye çalışıyorlar.
Oysa çokbilmiş bir cahillik içinde, köylü kurnazlığında sınır tanımayan Kürtçü aktivistler, devrimci sosyalistleri, bu nedenle ölçü tutmayan, iler tutar yanı olmayan yaftalarla püskürtmeye çalışırken,“TC’ci” , “devlet”çi, “Kemalist”, “oportünist”,”sosyal-şovenist”  hatta “faşist” ya da “sosyal-faşist” olmakla ve dahi ”majestelerinin hizmetinde olmak” la suçlarlarken, gelip gelip bir karanlığın içine girerek, devrimcisizleşmiş, yobazlaşmış olan ve artık TC’nin yönetimine bile ortak olmaya aday olduğunu ilan edecek kadar reformize ve deformize olmuş olan, hatta önemli oranda devrimcisizleşmiş, oportünizmde sınır tanımıyor olan Kürt siyasal hareketini “en devrimci”, hatta “sosyalist kere sosyalist” bir hareket olarak göstermek için kendilerini paralıyorlar!
Yani işlerine geldiğinde TC’nin yönetimine ortak olmak için parlamentosunu bile fetişleştiriyorlar ve TC’yi, “demokratikleştirme” nutukları atıyorlar ama işlerine gelmediğinde, ya da devrimci sosyalistler, sosyalist iktidar yürüyüşünü güçlendirmek için, burjuva demokratik cumhuriyetin ahırından bile yararlanmayı öne koyduklarında, kafalarına kocaman “TC’ci” vb. yaftaları fırlatmaya utanmıyorlar.
Daha önemlisi de, bu kurnazlıkların dozunu artırarak ve ısrarla devam ettirerek, ortak olmak için can attıklarını saklamadıkları TC’nin yönetiminde sanki Kemalistler ve Kemalist ideoloji ve politikalar egemen imiş gibi, İslamik-Osmanik faşist bir diktatörlük olarak konuşlanan 12 Eylül rejiminin, Türk-Kürt ayırt etmeden uyguladığı bütün işçi ve emekçi düşmanı politikalarının günahını, bu hiçbir yapıda ve kurumda egemen olmayan Kemalistlerin boynuna asarak, varlığında ve politikalarında ikbal gördükleri ve sımsıkı sarıldıkları İslamik-Osmanik faşist 12 Eylül rejimini ve elbette rejimin asıl sahibi ve yöneticileri olan ve ABD emperyalizminin kurmak için sabırsızlandığı “Büyük Kürdistan”ın nimetlerine ortak olmak için sabırsızlanan TÜSİAD patronlarını, yani egemen sınıfları, pir-ü pak göstermeye çalışıyorlar!
Bu kurnazlıkların dozunu artırmış olanlardan biri de siz “devrimci” Karadenizliler değil misiniz?  
Oysa akıl taşıyanlar için çok açıktır ki, Kemalin ve Kemalistlerin haltlarına kin besleyip, yani şimdi zenginlikleri on kat, belki de yüz kat artmış olan egemen sınıfların egemen olmayan ideoloji ve politikalarına kin besleyip, bu egemen sınıfların da vazgeçmiş olduğu cumhuriyete düşman olmak, yıkılışına su taşımak, gericilikle köprü kurmaktır.
Peki, memleket bir taraftan 12 Eylül rejiminin baskı ve zulmü ile inim inlerken, buna en önde ve en aktif biçimde karşı duran ve ucunda ekmek, iş, aş istemi olmadığı halde, sadece ve sadece rejimin her türlü tarihin gerisine sürükleyen baskılarına karşı ayağa kalkan dinamiklerini, sırf sicili bozuk Kemalist renkli bir yönetime kan davası güdüldüğü için ve bu kitlelerin bununla ne gibi bir bağı olduğu bile sorgulanmadan, sosyalistlerden, komünistlerden ayırmaya çalışmak veya sosyalistleri bu kitlelerden ayırmaya çalışmak, asıl düşmanın gücünü perçinlemez mi?
Bu gün Kemalist yönetimin ideolojik ve politik egemenliği yoktur; dün de egemen sınıfın egemenliği çerçevesinde egemendiler ve şimdi egemen sınıfın rengi başkadır ve özünde egemen olan, iktidarda olan tekellerdir, büyük zenginlerdir ve dün egemen olan ideolojileri Kemalizm, bugün egemen değildir. 
Velhasıl artık yönetimde dinci akımlar oturuyor; görülen o ki, tekeller buna hala muhtaç ve mahkûmdur; bu gerçeği görmezden gelip Kemalistleri ve ideolojisini iktidarda göstermek, politikadan da, teorik yaklaşımdan da nasibini almamak demektir; bu kötü niyet demektir; dahası var, bunu hala ve “takunyalı Kemalizm” diye yutturmaya çalışmak, çok daha bilinçli bir kötü niyet demektir. Bu yaklaşım, iyi niyetli bir yaklaşım ise, son derece sığ ve akıl dışıdır. Değilse düşmanın yaklaşımına sol renk vermeye çalışmak demektir, dolayısıyla egemen sınıfın emrinde olmak demektir.
Ve savunularının odak noktasında, bu yaklaşımı eleştirenlere karşı sadece ve sadece “ulusalcı” ya da “Kemalist” yaftası asmak olması, bu tespiti kuvvetlendirmektedir.
Evet, Kemalist yüksek kadrolar ki Kemal’den de Kemalizm’den de çoktan uzaklaştıkları aşikârdır, yönetimi dinci akımlara kendi elleri ile teslim ettiler ve yardım da ettiler, hatta devam da ediyorlardır ama bu, Kemalistlerin yönetimde olduğunu göstermez, ideolojik olarak da, politik olarak da yönetimdeki varlıklarından söz edilemez; aksine artık egemen sınıfın yeni ideolojik - politik rengi, dinci-gerici, İslamik-Osmanik-feodal bir faşist diktatörlük olduğu apaçık görülmektedir. Bunu göremeyenler kördür ama bu körlüğe karşın dilleri pabuç gibi ise, bu körlük değil, egemen sınıfın, yani asıl düşmanın eli, kulağı, gözü olmak demektir, ideolojik hegemonyasını pekiştirmesine yardımcı olmak demektir.
Şimdi beklediğiniz mektubumu aktarıyorum; belki size eklektik bir tad verebilir, bu normaldir, ancak önemli olan, sorularınızın cevaplarının, “yanlış anladınız, öyle demek istememiştim” yollu düzeltme ile başa sarmadan anlaşılmasına yönelik netliği ve açıklığı sağlamaya özen göstermek idi ve bana göre hem bu özeni göstermiş bulunuyorum ve hem de tüm beklentilerinizi ve sorularınızı aydınlatacak bir bütünlüğü sağladığıma inanıyorum.
Öyleyse başlıyorum.
I-Pontus Rumları, Kurtuluş savaşı ve Cumhuriyet’in Kurulması
Pek muhterem “Devrimci” Karadenizliler, tarih, görünmeyeni yazmaktır, bilim ancak böyle yapılabilir. Aksi takdirde, yani yüzeydekilerle sınırlı kalındığında, ”resmi tarih ile hesaplaşıyorum” derken, onun tuzağına düşmek işten bile değildir.
Öyleyse, 10 Ağustos 1920’yi hatırlamakla başlayalım.
Yunanlılar tarafından, “vatanın kurtarıcısı ve koruyucusu” olarak selamlanan Venizelos iktidardadır ve Sevr antlaşmasını hatırlatan bu tarihte, hayallerinin gerçek olduğunun sevincini yaşamaktadır.
Pontus bölgesi ile ilgili olarak Venizelos Muhtırasında şöyle diyordu:
“ Ermeni eyaleti ile Rus Ermenistan’ı, Milletler Cemiyeti’ne bağlı büyük bir devletin mandası altına konulmak üzere bağımsız bir devlet haline getirilmelidir. Trabzon vilayeti de bu Ermeni Devleti’ne bağlanmalıdır. Böylece 350 bin kişilik Rum topluluğu, kendi sınırları içinde Türk idaresinden, bundan böyle, kurtulma imkânına kavuşmuş olacaktır. Aynı şekilde 70 bin Rum’u ve mühim sayıda Ermeni ahaliyi barındıran Adana vilayeti de, daha haklı sebeplerle, bu Ermeni devlet’ine dâhil edilebilir.”
Bundan Venizelos’un, Türkiye’nin egemenliğinden bütün Hıristiyan halklar kurtarılırken, sadece Yunaniler’in Türk egemenliğinde bırakılmasını haksızlık olarak gördüğü ve Trabzon vilayetinde Ermenistan egemenliğinde bir Rum muhtariyeti kurulması ile bu haksızlığın giderilmiş olacağını vurguladığını anlıyoruz.
Ancak hayalleri boşa çıkmıştır ve daha kötüsü yaşanmıştır. Bu mübadele oluyor ve primitif akümülasyon ile taçlandırılıyor; taç Rumlara değildir.
Ermeni kopuşu savaş sırasında kısmen başlamıştı zaten; Anadolu Rumları ise, atalarının topraklarından asıl 1924 mübadelesi ile ayrıldılar; sürüldüler demek istiyorum.
Öldürmek mi, kovmak mı, mübadele mi hiç önemi yok; bu bir servet transferidir. Marx, primitif akümülasyon diyordu ( dilimize çevrildiğinde “ilkel birikim “diyoruz). Bu kadar açıktır.
Peki, primitif akümülatörler kimlerdir?
Soru budur ve cevabı çok kolaydır, resmi tarihte bulamazsınız; cevap, Kürtler ve Mübadillerdir. İbrani asıllı da diyoruz. Ve hemen hepsi çok büyük zengin oldular. Bugünün de büyük zenginlerimizdendirler.
Mübadil mi? Daha çok Sefaradlar ve Selanik dönmeleridir.
Ermenilerin ve Rumların zenginliklerine konulmasını isyankâr ve intikamcı bir ruhla görüp, bu zenginliklere konanları görmemek, miyopluktan da, ahmaklıktan da ötedir!
Öyleyse belirtmek zorundayım, hepimiz “kurnaz ahmaklar” diyarında yaşıyoruz ve hepinizin kurnaz ahmaklardan olduğunuz çok net görünüyor. Çünkü kurnazlığınıza geliyor, gerçekleri hatırlıyorsunuz; kurnazlığınıza geliyor, bu kez üzerini kapatıyorsunuz; ya da ahmaklığınıza geliyor, gerçeklerden kaçıyorsunuz ve kaçarken üzerinin açıldığını görmüyorsunuz.
Dido Sotiriyu’nun, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı romanı 1963’te yayınlandı ve hala kitapçılarda bulabiliriz, internette daha fazladır; Aydın’da küçük bir Rum köyünde, romanında “cennet” olarak tasvir ettiği Kırkıca köyünde doğmuş. Rumların dramını anlattığı romanında, Fransızların “Mustafa Kemal ile 90 yıllık bir anlaşma imzaladıklarını” ifade ederken, “Doğu Trakya nüfusunu meğer Yunanlılar teşkil etmemiş, uyutmuşlar bizi, Küçük Asya ile Doğu Trakya’nın nüfusunun hangi oranda kimlerden olduğunu bilmiyorlardı sanki namussuz eşşekoğlu eşekler!” diye ekliyordu.
Elbette bir romandır ama biz buradan, kurulmakta olan bir Cumhuriyete, Fransızlar ya da İngilizler veya Almanlar, hiç fark etmez, 90 yıllık bir zaman tanımış olduklarını çıkartabiliyoruz ve bu gün bunu teyit eden bir tarihsel kesitte yaşadığımız açıktır.
Buradan hareketle Anadolu topraklarının İngiltere ile genç Sovyet devleti arasında bir “tampon “ olduğunu anlamak zor olmuyor. Hani kadınların muayyen günleri için icad etmişlerdi “orkid” misli anılıyordu, tıpkı onun gibi, içerdekini dışarıya bırakmıyor, dışarıdan içeri girmek de engelleniyor. Tamponu çıkardın mı, içerdeki dışarıya akabiliyor, dışarıdaki de içeriye girebiliyor. Türkiye’nin muayyen günü 90 yıl sürecekmiş ve şimdi “tampon” u çıkarmanın sancıları yaşanıyor. Ve artık Sovyet düzeni yok, İngiltere baş emperyalist değil ama emperyalist kuvvetler, son derece güçsüz bir zamanı yaşasalar da, ABD başta, daha da çoğalmışlar ve tamponu atarak öteki tarafa akmayı planlamaktadırlar ve tabii sonra bütün dünyayı, istedikleri her yeri tampon yaparak, uygun zamanda pisletmeleri kolaylaşacaktır.
Emperyalizm, pisliklerini demek ki bir süre ve zaman zaman uzun süre, bir tamponda biriktirebiliyor ve zamanı geldiğinde tamponu serbest bırakabiliyor.
Serbest kalan tampon aynı tampon değildir, çürümüş ve çürümüş halde serbest kalıyor ve öyleyse tampon bütün pislikleri ile etrafa saçılacaktır; saçılıyor ve öyleyse etrafa saçılan tampon devletin sonu, çöküşü olmaktadır ve çöküyoruz.
Ancak kurnaz ahmaklar diyarından olduğumuz için bunun hala farkına varamıyoruz, daha doğrusu çöküşün daha kötü sonuçları getireceğinin farkında bile değiliz. 
Tampon hepimizi çürütmüş en başta beyinlerimizi salataya döndürmüştür. Kimimiz çöken tampondan son derece temiz bir cumhuriyet bekliyoruz; kimimiz “bir ‘özgür’ olayım, bin yıl zindanda yatayım hiç gam yemem” diyoruz; kimimiz ise, tampondan saçılacaklarla beslenmekten medet umuyoruz velhasıl hepimiz yanılıyor ve hepimizin kurnaz ahmaklar diyarından geldiğimizi daha net anlatan bir haleti ruhiye içinde olduğumuzu ortaya koymuş oluyoruz.
Oysa biz şimdi hepimiz sürü oluyoruz ve bunu bile kurnazlık sayıyoruz ama kızmayı da ihmal etmiyoruz ki, ahmaklığımızı tescil etmiş oluyoruz.
Ve buradan 90 yıl önceye dönüyoruz, Yunanlıların Anadolu’ya girmelerini hatırlıyoruz; 
Büyük Taarruz’dan önceki bir zaman ve İngilizler Yunanlıların elinden tutmuş, onları İzmir’e çıkartıyorlar ve orada “piç gibi ortada bırakıyorlar”; bu artık TV dizilerinde bile konu edilebilen açıklıkta bir olgudur.
Bu da Sotiriyu Hanımın romanında var; sadece onda mı, elbette değil ama romanımsı anlatmak pek güzel oluyor ve önemli olan artık yaşadığımız tarih diliminin bütün bunları teyit ediyor olmasıdır.
Bu, Yunanlıların ölümü ile sonuçlanan bir trajedinin ve Türkiye Cumhuriyetine açılan kapının eşiği oluyor; ellerinden tutanlar, yani İngilizler, ellerini bıraktılar ve hepsi arka arkaya Ege’nin soğuk sularına döküldüler; ne büyük bir trajedi ve işte gerçek!
Yani işte tarih!
Bize gelince, yüksek komutanlar, bu savaşı kazanacaklarından son derece emindiler; bu nedenle de, Çerkez Ethem kuvvetlerini rahatlıkla tasfiye ettiler; Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’de boğdurdular; birçok tecrübeli ve kahraman komutanın savaşa girmelerine ihtiyaç duymadılar ve birçoğu Türkiye’den çok uzak kaldılar.
Ve kolay kazanılan bu tampon devleti 90 yıldır göklere çıkartıyorlardı ve bu aşırı abartmayı biz kurnaz ahmaklar, hiç fark etmedik.
Halkın yaşadığı çile ve gösterdikleri kahramanlıklar bir yana, kolay kazanılmış bir kurtuluş ve kolay kurulmuş bir cumhuriyetimiz var idi ve kolay kazanılan, kolay çöker diyoruz ama hala çöktüğümüzün ayırdında değiliz; çöken aslında hala kurnaz ahmaklıklar içinde hapis olan emekçi halkımızdır, onların dünü, bugünü ve geleceğidir; daha doğrusu çöken tampon cumhuriyetten akanlar üzerlerine üzerlerine dökülmektedir ve kurnaz ahmakların kurdukları hapishanelerde tutsak olduklarından, dökülenleri fark etmeleri mümkün olmamaktadır ve hatta belki de bu nedenle hapishanelerine şükretmektedirler.
Şimdi, kolay kazanılan tampon devleti, yerin dibine indirmektedirler; ahmak kurnazlar ise, hala ne olup bittiğinin farkında olamamaktadırlar evet, evet dün olduğu gibi, bugün hala!
Demek ki, pek bir uyarlarına gelmektedir!
Siz “devrimci” Karadenizlilerin de referans aldığınız, Fetullah Gülen’e pek yakın, kararlı bir cumhuriyet karşıtı, tarikat toplantılarının müdavimi ve Bilgi Üniversitesinde hoca olan Mete Tunçay da, Kurtuluş mücadelesinin ”kolay bir savaş “ olduğunu ileri sürüyordu; “ Kurtuluş savaşımızın-siyasal önemi bir yana- çapı (tarafların kuvvetleri, ateş güçleri, kayıplar vb. açılardan) İkinci Dünya Savaşı, hatta Osmanlı ordularının da katıldığı, Birinci Dünya Savaşı ölçüleriyle karşılaştırıldığında, abartılmaya elverişli değildir.
Cumhuriyetin toplumsal düzeltimlerine gelince, bunları, 3.Selim ve 2.Mahmut zamanlarında başlayıp, günümüzde de süregelen bir zincirin orta halkaları diye görmek gerek. Bu bakımdan Cumhuriyet, özellikle İttihat ve Terakki döneminin doğrudan bir devamı gibidir. TC nin Osmanlı İmparatorluğunun içinden çıktığını reddederek, ondan tümüyle ayrı, yepyeni bir devlet olduğunu ileri sürenler ise, bu gerçekçi görüşü, neredeyse bir ‘küfür’ sayarlar” diyordu. (Mete Tunçay-Atatürk’e Nasıl Bakmalı, Toplum ve Bilim, Sayı 4)
Siz “Devrimci” Karadenizlilerin sürekli nakaratınızda ise, “Ermeni, Süryani, Ezidi, Rum soykırımlarının İzindeki Cumhuriyet”; “Kanlı (Pontus, Ermeni, vb.)Tarihinin Üzerine Kurulan Cumhuriyet; Pontus Rum Soykırımı ve “Türk Olmayanların İmhası Cumhuriyet” var.
II-Osmanizasyon, İttihat ve Terakki ve Kürtlere Bir Kurtuluş
Buraya kadar yazdıklarımla önemli açıklık sağladığımı düşünüyorum ancak bu açıklığı daha da genişletmek ve derinleştirmek için, birkaç hatırlatma daha yapmak istiyorum.
Bugün bu coğrafyada yapılmak istenenler, artık kendisini çok açık bir şekilde gösteriyor ki, yeni ve merkezinde İsrail olan bir Osmanlı İmparatorluğu kurmaktır. Bu, ulus-devlet sistemini yıkmak demektir ki, bunu emperyalistler de, onları “dost” bellemiş Kürtler de saklamıyorlar. Bu ise, bölgedeki devletleri istikrarsız ve güçsüz hale getirmek ve öyle tutmak demektir. Bu bir yorum değildir; Chomsky dâhil birçok araştırmacı ve eleştirmen tarafından da ve daha çok Siyonist belgelerine dayanılarak açıklıkla ortaya konan bir tespittir.
Bu belgelerden anlaşıldığına göre, İsrail bölgede Osmanizasyon’a mahkûmdur. İhtiyacı budur demek istiyorum. Bu mahkûmiyeti, daha önce Kemalizm’e ve Kemalist yönetime mahkûm olmasından ayrı değildir. Bölgede, ülke sınırlarının anlamını yitirmesi, ulus-devlet sisteminin çökmesi, etnisite ve dinsel cemaatlere Osmanist “millet” formunun verilmesi, Chomsky’ye göre de İsrail’in bir devlet politikasıdır.
Öyleyse anlaşılıyor, bugün hayal edilen ve gerçekleştirilmeye çalışılan Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde, dün olduğu gibi bu gün de İsrail vardır.
Hatırlamak gerek, tarihte bir Moiz Cohen vardır; ünlü bir Siyonist ve iktidardaki İttihat-Terakkinin adamıdır ve Türkiye’de adı Munis Tekinalp’tir. Ayrıca, Cumhuriyet döneminin Kemalist ideolojisini yazanlardandır. Osmanlı döneminde Moiz Cohen ve Jön-Türk ve de Yahudi bir aktivist idi, Cumhuriyetle birlikte, adı Munis Tekinalp ve mesleği ya da uğraşısı, Kemalizm’in ideologluğu olmuştur.
Bu ünlü kişi, 9.Dünya Siyonist kongresinde Osmanlı delegesidir ve Osmanlı Yahudilerini ve tabii iktidardaki İttihat-Terakkiyi temsil ediyordu. ‘Biz’ bunu pek telaffuz etmeyi sevmeyiz. En çok anti-Kemalizm yapanlar dahi Tekinalp’in Kemalistliğini ve Kohen’in Siyonistliğini hatırlamak istemez.
Evet, evet siz “devrimci Karadenizliler de, “soykırım” moykırım,”6-7 Eylül” filan ve bunların üzerine kurulan “Kemalist cumhuriyet” filan pek güzel destanlar yazıyorsunuz ama bu işte bir Siyonist parmağı olduğunu göremiyorsunuz; görmemek için gözlerinizi yumuyorsunuz demek istiyorum!
Kongrede “Biz Osmanlı Siyonistleri” diyerek giriş yapan Moiz Tekinalp, bu kongrede, “Yahudilerin Türkiye’ye göçü konusunun ilk defa 1908 Meşrutiyet İhtilali sonrası gündeme geldiğini” belirtiyor ve şöyle devam ediyordu; “Birden kavuştuğumuz bağımsızlığın sarhoşluğu ve sevinci, bizleri, yaşadıkları ülkelerde zor durumda bulunan kardeşlerimizi Türkiye’ye göç etme konusunda umutlandırıyordu. Anti-Siyonist düşüncelerden uzak kalmış tek ülke Türkiye’yi bizler, zamanımızın Kenan Ülkesi, İsrailoğulları’nın kutsal toprakları olarak değerlendiriyor ve kardeşlerimizin modern ülkelerin zulmünden ve kentlerin uşaklık ve ezikliğinden kurtulmaları için tek çözüm olarak görüyorduk. Türkiye’de ortaya çıkacak bir Anti-Siyonist hareketi etkisiz kılacak bir başka gizil güç daha bulunmaktadır. Bu gizil güç de, Yahudilerin kendi aralarında dayanışmasından başka bir şey değildir. Evet, Türkiye’ye gerçekleştirilecek büyük bir Yahudi göçü ülkemizde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan atak bir güç olacaktır.”
Görülüyor, Kenan Evren Paşa’nın misyonu veya bu misyonun yüklenmesi gereği Genel Kurmay başkanlığına getirilmesi, tam da Cohen’in işaret ettiği ama o zaman kotarılamayan Kenan Ülkesini Türkiye’de kurmak içindir.
Hepsi bu kadar değil ve detayını merak edenler, Jacob M. Landau’nun, internette de bulunabilecek olan “Tekinalp Bir Türk Yurtseveri,1883-1961” adlı 1996’da yayınlanan eserine bakabilirler ama ben biraz daha aktarmaya devam etmek istiyorum.
Bu politika, Siyonistler için de tek yol olarak görülüyor ve İttihat-Terakki ile pazarlıklar artıyor. Tabii İttihat Terakki şeflerinin de projeye sempati duyduğu açıktır.
Bir ‘İmmigration Kompani” (Göç kumpanyası) kuruluyor. Ve İttihat-Terakkinin önde gelen yöneticilerinden olan Dr. Nazım, bu birliğin veya şirketin yönetim kurulunda olmayı kabul ediyor ve Türkiye’ye 8 milyona kadar Yahudi almaya hazır olduğunu bildirmektedir. (Prof. İ.Friedman haber vermektedir.) Jön-Türk devriminin yapıcılarından olduğu söylenen Dr. Nazım’ı, İzmir Suikasti bahanesi ile Mustafa Kemal’in astırdığını biliyoruz.
İmmigration Kompani, Osmanizasyon politikasının içindedir ve Birinci Dünya Savaşının başlama ihtimali bu projeyi hızlandırmıştır. Şimdi hem öyle olduğu daha net anlaşılıyor, hem de bunu haber veren kaynaklar var. Ancak birinci savaş, beklenenin aksine bu projeyi başarısızlığa uğratıyor ve 12 Eylül darbesi ile yeniden bu proje ısıtılıyor. Şimdi en sıcak noktasındadır. Bu projenin ilk olarak, Jön-Türk devrimi ile harekete geçtiğini Munis Tekinalp’ten biliyoruz.
Tekinalp’ in kongredeki ifadelerine göre, Jön-Türk devrimi ,“Osmanizasyon” kapısını (Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak, kapısı olarak da anlayabiliriz), açıyor.
Anti parantez, TKP’nin son genel sekreteri, yeni mürteci Nabi Yağcı’nın ve türevlerinin Batılılaşma aşığı olmasının ve aynı zamanda mürteciliğinin tavan yapmasının kökü belki burada aranmalıdır.  
Böylece Yahudiler’de, Türkiye topraklarını “yurt” sayma kararlılığı artıyordu.
“Osmanizasyon” politikası ise, Yahudilere Osmanlı tebaasına girmeyi şart koşuyordu. Girdiklerini biliyoruz.
Bu küçük hatırlatmadan sonra, Kemalist Cumhuriyet –Osmanist Cumhuriyet dizilişi ile devam ediyorum.
Bu dizilişin bir tarihsel-nesnel diziliş olmadığının altını çiziyorum. Burada Judaik bir öznellik olduğu açıktır. Yani bir Siyonist parmağı söz konusudur. Ve artık saklanamamakta olduğunu görebiliyoruz. Diğer yandan Kürt coğrafyalarındaki hareketlenmeyi de ”Osmanizasyon”un içinde saymak eğilim olmaktan çıkmıştır ve koca bir çıplak gerçek olarak karşımızda duruyor. Hatırlatarak geçiyorum.
Burada bir hatırlatma daha eklemek istiyorum, Emperyalizm teorisini kuranlardan biri olan J.A.Hobson da, Judaizm ile emperyalizmi bir arada görmektedir. Teoreminin dayanağı ise oldukça ilginçtir. (Merak eden olursa onu da arz edebilirim.)
Bugün Siyonist parmaklı ki, Siyonizm’i sadece Yahudilerle sınırlı tutamayız, içinde Hıristiyan siyonistlerin de olduğu aşikârdır ve bu bölgede bir Osmanizasyon denemesi, gerçek olmaya pek yakındır. Türkiye’de iktidara çok yakındır demek istiyorum, hatta iktidardadır bile diyebiliriz. Diğer yandan Osmanlı topraklarının “kutsal toprak” olarak kabul edildiğini de biliyoruz. İlk olarak Moiz Cohen haberini vermişti.
Peki, ama nasıl bir Osmanizasyon?
Hiçbir güçlenmenin kabul edilmediği; aynı zamanda hiçbir yayılmacı politikayı taşıyan politikacıya izin vermeyen; Kutsal Topraklar olarak tarifi yapılmış olan bu topraklarda İsrail’in dışında bütün devletlerin zayıflatılmış olması; yine İsrail dışındaki devletlerde iç karışıklıkların kalıcı olması.
İşte Siyonist eli mahsulü Osmanizasyon budur. Ve bunun Jön-Türk devrimi ile başladığı, Birinci savaşın işaretleri ile ciddiye bindiği ve Birinci savaşın yarattığı başarısızlık ile bu günlere ertelendiği artık daha net anlaşılmaktadır.
Bu politikanın, yani Osmanizasyon politikasının, Osmanlı İmparatorluğundan kalan bu toprakların (sadece Türkiye olmadığı açıktır), etnik ve dinsel cemaatlere bölünmesi olarak formüle edildiği de açıklıkla görülmektedir; yani ulus-devletin ya da modernitenin reddedildiği, cehalet, kayıtsızlık ve uyuşuklukla donandırılmış etnik ya da tarikat türünden bir cemaat sistemi; yani Tanzimat öncesi bir Osmanlı İmparatorluğu; yani pek kurnaz ahmakların yaşadığı bir diyar!
Neredeyse kör gözler bile görebilecekken, cin gibi bakan gözlerin bunu görememesi düşündürücüdür, bir kez daha altını çiziyorum.
Kim bilir belki de, Kemalizasyon, Osmanizasyon politikasının başarısızlığa uğramasının sonucudur. Ya da belki de, Osmanizasyonu, Kemalizasyon içinde biriktirmek olarak düşünmek gerek!
Evet, düşünmek gerekiyor. Kim bilir belki de Kemalizasyondan bu kadar çabuk vazgeçebilmek bundandır! Yani Osmanizasyon için şartların ve hazırlıkların birikiminin tamamlandığına hükmedilmiş olabilir. Bu da düşünülmelidir. Tabii düşünmeyi unutmadı isek veya “öğretilmiş düşünceler” taşımıyorsak.
Diğer yandan, Türkiye’de çok kolay kazanıldığını söyleyebileceğimiz Kemalist Devrim ile Kemalizasyon çok fazla ciddiye alınmış ve hala da alınmaktadır. Batı’nın ve Sovyetlerin de aynı yüceltme içinde olduklarını biliyoruz. Bu abartmanın mantıksal uzantısı olarak, ordunun Kemalizm’e sonsuza dek bağlı olduğu abartması bir dogma misli orta yerde kalmıştır. Oysa Türkiye’deki dinsel deformasyon, TSK eli mahsulüdür ki bunu, TSK’daki Fethullahçı generallerin varlığının tescillenmiş olmasıyla daha net görebiliyoruz.
12 Eylül Faşist darbesi ile birlikte mevcut İmam Hatip Okulları hem sayı olarak, hem müfredat olarak genişlemiş ve beraberinde, öteden beri büyütülen tarikatlar ortalığa saçılıvermişlerdir ve devletin şemsiyesinin altına daha fazla girmişlerdir. Bunu hepimiz biliyoruz. Artık şemsiyenin altına sığmamakta, hatta aralarında da içlerinde de kavgalar dışa vurmaktadır.
Öyleyse Kenan Evren’i bir Kemalist saymak ve böylece Kemalizm’in devam ettiğini kabul etmek ve bunu kabul ettirmeye çalışmak, son derece manidar ve son derece sığ bir düşünce ve dar bir politikadır. Hatta çıkmaz sokaktır.
Acaba siz “Devrimci” ve tarihe ve daha çok da Kemalin ve Kemalistlerin yediği haltların tarihine meraklı Karadenizliler, bu gerçeği biliyor ve bununla ilgileniyor musunuz?
Bunu bilmiyorum, fakat vurgularınızdan, tarihe yedikleri haltlardan başka iz bırakmadığına inandığınız Kemal ve Kemalistlerden başka karga tanımadığınızı görebiliyorum. Burada, bazılarının gördüğü gibi, Kemalizmin Evrimi görülmüyor, görülenler, olsa olsa Judaizmin Kemalist kalıptan sıyrılıp, yeni ve belki de kendi kalıbına dönmesi olarak nitelenebilir.
Dün aşırı bir abartma ile Kemalizmin ideologluğunu yapan ve sosyalist hareketi, onu terbiye ederek ilerleteceğinden hareket eden politikalarını sürdürenlerin, bugün ve hala aşırı bir abartma ile Kemalizm’den başka deccal tanımamaları bundan olsa gerektir
İşte baylar tarih budur ve derine bakmak veya eğer bunu kastediyorsanız, Kemalist tarihle hesaplaşmak böyle olmalıdır.
Marx’ın dediği gibi, bir kez daha “Cacatum non est pictum.” 
Kemal ile ve Kemalistlerle gerçekleri örtmek veya gerçekleri görmezden gelmek anlamına gelecek bir hesaplaşma, hesaplaşma değildir; bunu, egemen sınıf ve onun yönetimi, yepyeni ve ABD-AB emperyalizminin Kozmopolitizm ideolojisiyle uyumlu olan ideolojik hegemonyasını kurarak yapmıştır ve hala yapmaktadır ve hemen hemen bu hesaplaşmayı tamamlamıştır.
Bu hesaplaşma ise, en başta Kürt halkının ve Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin çıkarına değildir; tam tersine, vazgeçilmez tarihsel –sınıfsal çıkarlarının büsbütün zararınadır!
Çünkü egemen sınıfların egemen ideoloji ve politikalarının birisi ile hesaplaşıp, defterini dürerek, başka bir ideoloji ve politikanın egemen kılınması, ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların değil, ezen ve sömüren egemen sınıfların çıkarınadır; ezilen ve sömürülenlerin ise büsbütün zararınadır!
Ayrıca bu bölgedeki ezilen ve sömürülen diğer halkların, işçi ve emekçilerin de vazgeçilmez tarihsel –sınıfsal çıkarlarına büsbütün karşıttır.
Sırf  Kürtlere ve Kürtlerin bulunduğu parçalarda yaşayan, ezilen, sömürülen, haksızlığa, mezalime, tehcire, soykırım misli katliamlara maruz kalmış, irili ufaklı halklara verilecek, emperyalizmin ve Siyonizm’in egemenliğini büsbütün artırarak gücüne güç katacak bir manda misli “kurtuluş” pahasına; kurtuluş getirmemesi bir yana, hem de bölgedeki diğer bütün halkların, işçi ve emekçilerinin daha güçlü ve daha acımasız bir emperyalist boyunduruğa mahkûm edilmesi yanında, bu bölgede yobazlığın güçlenmesi, hatta iktidar olması pahasına bir “kurtuluş”, Kürt halkının da, diğer halkların da kabul edeceği bir seçenek olamaz!
Sosyalistler için ise bu, diğer bütün halkların zararına, hatta önü alınmaz bir köleliğine rağmen elde edilmiş bir kurtuluşsuz “kurtuluş” olacaktır ki, böyle bir “kurtuluş”a sosyalistler, gözleri göre göre izin vermeyeceklerdir.
Şu gerçeklik unutulmamalıdır, ya da unutulduysa hatırlanmalıdır ki, Cumhuriyet, cumhuriyettir ve sınıfsal bir mantığı vardır. 
Kemalist cumhuriyetin de böyle bir mantığı ve bu mantığın belirlediği bir gelişme doğrultusu vardır. Cumhuriyetin gelişme doğrultusunu, toplumdaki sınıfların karşılıklı güç dengesinden ve bunlar arasındaki mücadeleden ayrı düşünemeyiz.
Beğenilsin beğenilmesin, inanılsın inanılmasın bu ayrıdır ki Mustafa Kemal, kendi sınıfsal konumunda, liderliğini yaptığı burjuva demokratik devrimde gerçek anlamda büyük bir liderdir.
Ve bu bir güzelleme değildir, bir tespittir.
Ancak, bugün Mustafa Kemal’i, zamanının mümkün olan tek devrimcisi görmek ve göstermek ne kadar bilim dışı ise, Mustafa Kemal’in bir “Lenin” olamayışına, yani sosyalist düzen değil de, burjuva düzen kurmak üzere hareket etmesine bakıp dövünmek ya da Mustafa Kemal gerçeğini inkâr etmek de o derece bilim dışıdır.
Diğer yandan Cumhuriyetin kuruluş mücadelesinin başlangıcında, işçi sınıfının politik hareketin içinde olanlar ve yönetici kadroları vardı. Bunlar olmasaydı, işçi sınıfının politik hareketi, bugünkü durumuna çok daha önce sürüklenebilirdi, ya da sürüklenmesine gerek kalmadan, bugün ABD-AB emperyalizminin ve işbirlikçilerinin bu bölge üzerindeki ve haliyle Türkiye düzeni üzerindeki planları çok daha erken ve çok daha az zahmetle ve daha ucuza gerçekleştirilebilirdi.
Dahası bugünkü haliyle bile işçi sınıfının politik hareketi, müttefiki emekçilerle birlikte kuracağı sosyalist cumhuriyet için, en azından sosyalizmi dışlamayan bir emekçi cumhuriyeti için öne çıkamaz, kararlı olamazdı.
Bu dönem mutlaka gelecek ve geldiği zaman resmi tarih de yeniden yazılacaktır. Bu tarihte Mustafa Kemal’in yeri ve konumu, zamanında işçi sınıfının politik hareketi içinde yer alan ve zindanlarda çürütülenlere, karanlık denizlerde boğdurulanlara, Kemalist Cumhuriyet düzeninin oturtulmasına yönelik kanlı tasfiye hareketlerine maruz kalanlara göre değerlendirilecektir.
Ancak bunun bir gün mutlaka yapılacağını bilmek, burjuva demokratik devrimin ve Kurtuluş Savaşı’nın lideri olarak Mustafa Kemal’in “büyüklüğünü” ve üstün politik yeteneğini inkâr etmek anlamına gelmiyor; daha önemlisi Cumhuriyetten vazgeçmek anlamına hiç gelmiyor.    
Burjuva ya da Kemalist damgalı da olsa cumhuriyetten vazgeçmemek, cumhuriyetin gerisinde bir ortaçağ düzenine dönüşün dayatılmasına göredir ve vazgeçilmeyen, cumhuriyet olgusudur; ne işçi düşmanı tekellerin cumhuriyetidir, ne de hala tekellerin düzeni olmaya devam eden ama tekellerin de istediği bir ortaçağ düzenine dümen kırarak kurtulmaya çalışacağını sanan çürümüş, kokuşmuş cumhuriyettir!
Öyleyse bu, tekelci burjuvaların damgasını taşıyan cumhuriyete sahip çıkmak da değildir, ondan vazgeçmemek de değildir; sosyalistler için söz konusu olan burjuva damgalı olsa da bu cumhuriyetin gerisine düşmemektir; dolayısıyla mücadele, tekellerin çoktan çürümüş olan ve bu çürümüşlüğü ile devam edebilmek için kendi tarihinin bile gerisine dönmekte çare gören cumhuriyeti kurtarmak için değildir, yani onun yırtık ve söküklerini dikmek için değildir; yepyeni bir cumhuriyet için, sosyalist bir cumhuriyet kurmak için, en azından sosyalist iktidarı dışlamayan bir emekçi cumhuriyeti kurmak için mücadeledir ki bu mücadele, cumhuriyetin gerisine düşmeme mücadelesini de kapsar.
Ancak böyle Kemal’in ve Kemalistlerin haltları ile hesaplaşılabilir ve bu hesaplaşmaya emekçi kitleler dâhil edilebilir ve ancak böyle emekçi kitleler, daha ileri bir cumhuriyet için, sosyalist cumhuriyet için mücadeleye çekilebilir; ancak böyle eski, kokuşmuş, çürümüş cumhuriyetin paçasında hareket etmekten vazgeçirilebilir.  
Bir kez daha unutulmamalı ve hesaba katılmalıdır ki, Kemalizm, artık egemen sınıfların yönetici ideoloji ve politikası değildir; ama artık hissedilir derecede halka inmiştir, hatta büyük büyük zenginler dışında toplumunun ezici çoğunluğuna inmiş, onu azımsanmayacak düzeyde sarmalamıştır; bu durum, tümüyle vazgeçirmese de, resmi politikaları son derece sarsmış, bu politikanın sahiplerini telaşlandırmış ve Kemalize olmuş kitleleri kandırmak üzere, kendilerini Kemalist renkle donanmış gibi göstermek için her türlü çabayı göstermek zorunda bırakmıştır!
Bu ortaya koyduklarımdan sonra kendiliğinden anlaşılmalıdır ki, bütün bunlar, siz “devrimci” Karadenizlilerin kuruntusundaki bir pragmatik politika, ya da yaklaşım değildir; yani AKP iktidarına karşı olmak adına, iyi niyetle ya da kötü niyetle hâlihazırda mevcut ve egemen olan herhangi bir Kemalist cepheye karşı sessiz kalmak gerektiğini düşünmek değildir; çünkü ortada “egemen” olarak mevcut olan herhangi bir “Kemalist cephe” yoktur; bir Kemalist cephe varsa bu, halka inmiş, sirayet etmiş ve inerken sol renk almış ve dinci-gericiliği ve işçi düşmanlığı yanında, laiklik düşmanlığı da, cumhuriyet düşmanlığı da tescillenmiş olan dinci-gerici “yeni” 12 Eylül rejimine karşı duran bir “Kemalizm”in ifadesi olmalıdır; bu “Kemalizm”, hem o Kemalizm değildir (yani, ezilen ve sömürülen halkların, işçi ve emekçilerin vazgeçilmez tarihsel çıkarlarına kasteden egemen sınıfın ideoloji ve politikası olan Kemalizm değildir) ; hem de halk onu Kemalizm olarak değil, laiklik olarak, aydınlanma olarak, devrimci-demokratik cumhuriyet, emekçi cumhuriyet olarak, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik olarak, sosyalist cumhuriyet olarak görmektedir.
Demek ki bu kuruntunuz, son derece komik olması bir yana, daha çok, bu komik duruma düşmeye bile razı olmanıza sebep olan bir mahkûmiyet içinde olduğunuzun göstergesidir; gönüllü olarak resmi politikalara biat etmeye mahkûm olmanın ifadesidir demek istiyorum. Değilse, ortada gerçek ve tedavisi mümkün olmayan ahmakça bir politik kurnazlık var demektir!
Mesele, ortada olmayan, egemen hiç olmayan, hatta onun üzerinden, ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların zapt-ı rapta alınmak istendiği ve bu sebeple tasfiye edilmiş olan bir “cepheye” karşı olmakta ya da olmamakta değildir; mesele, egemen olan, iktidar olan ve ezilen, sömürülen halklara, sınıflara karşı eskinin devamı olan ve dozu misliyle artırılmış bir saldırı içinde olması yanında, ortaçağ karanlığında bir düzeni dayatan cepheye karşı sessiz kalmaktadır; birincisine “sessizlik” in kıymet-i harbiyesi yoktur ve sesliliğin kıymet-i harbiyesi ise resmi politikaları güçlendirmededir ama ikincisine, hem de birincisine hücum ediyor diye sessizlik, ihanetin en büyüğü ve affedilmezidir! 
Öyleyse, “Kemalizme yüklenen antiemperyalist misyon ve olduğu iddia edilen bir Kurtuluş savaşı değerlendirmesinin… İktidar olanla savaşmak yerine, nerde olduğu belirsiz bir emperyalist güce karşı mücadeleden söz etmeye” varacağını vurgularken, yanlış yere varsanız da, ihanetinizin farkında olduğunuzu tescillemiş oluyorsunuz ki bu daha bir vahimdir!
Çünkü ortaya koyduğunuz fotoğrafınızda görüldüğü gibi, bütün oklarınızı ve hışmınızı çoktandır ve hala devam eden 12 Eylül dinci- gerici, faşist rejiminin yönetiminde olmayan Kemalistlere ve Kemalist ideoloji ve politikalara yöneltirken, Kürt, Türk, Ermeni, Rum, Laz, Gürcü, Abaza, Çerkez vb. ayırt etmeden Türkiye’nin ezilen ve sömürülen bütün halklarını, işçi ve emekçilerini iliklerine kadar sömüren ve ezen aynı rejime, onun yönetimine bir itirazınız yoktur; aranızda kavga da yoktur, sorun da yoktur; altın çağlarını yaşayan, büyük zenginlerle ve dinci akımlarla da bir kavganız yoktur!
Oysa bu bölgede cirit atan, egemenliğini pekiştirmek için her türlü hokkabazlığı yapan emperyalist gücün de, asıl kavga edilmesi gereken güçlerin de nerede oldukları ve nemenem bir şey oldukları besbellidir.
Var mı bir kavganız? Yoktur!
Varsa veya olmuşsa, yani kavga ediyormuş gibi bir görüntü verseniz de bu, ölmüş atı canlandırmak için kırbaçlamak veya öldürüyormuş gibi tekmelemek mislidir; bugün bu genişçe bir alanda, hatta uluslararası bir alanda bile kabul gören bir “resmi” politika mislidir ve kırbaçlar da tekmeler de, kesinlikle ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların, vazgeçilmez tarihsel-sınıfsal çıkarları için değildir; kurtuluşuna yönelik hiç değildir; aksine egemen sınıfların sömürü düzenlerinin selameti içindir; başka ifadeyle emperyalist kapitalizmin, bu bölgede kurmak istediği bin yıllık bir sulh düzeni demek olan yenidünya düzeninin selameti için; bu temelde kat edilen noktada toplanmış olan bir çuval incirin berbat olmaması içindir.
Gelelim başta Kürtlerin ve diğer irili ufaklı ezilen halkların sorunlarına.
Emperyalizm ve Siyonizm ve elbette bilumum işbirlikçileri, Kürtlerin ve diğer başka irili ufaklı halkların sorunlarının çözümüne, meseleye sınıfsal olarak bakanların, bilinçli işçi ve emekçilerin velhasıl egemen sınıfla ve egemen ideoloji ile ve de iktidarı ile son derece nesnel zıtlıklar taşıyan, ancak bunun yükselttiği çelişkileri çeşitli etmenler yanında, daha çok egemen sınıfın ve yönetiminin dayattığı ideolojik hegemonyanın yarattığı illüzyonun etkileri ile uzun süre göremeyen ama artık önemli oranda görmeye başlayan toplumun ezici çoğunluğu adına, hatta azınlığı adına dahi ve hatta ve hatta kendine yandaş, hatta “dost” yaptığı kesimler adına ve onların mutluluğu için yaklaşım göstermiyorlar; elbette kendilerinin ve bağlaşıklarının çıkarları için yaklaşım gösteriyorlar; yani tümüyle emperyalist küresel politikaların gereği, yani emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarları ve ezilen ve sömürülen halklar karşısında daha çok güçlenmeleri için yaklaşım gösteriyorlar.
Ve bu yaklaşımın kıymet-i harbiyesini, toplumun ezici çoğunluğu, tam olarak ve bütün gövdesiyle çözümleyemese de, ters giden bir durumla karşı karşıya olduğunu düşünecek kadar tartabiliyor ve kendi savunma mekanizmasına sahip olabilmek ve dört elle tutunabilmek için çareler ve dayanacak bir politik güç arıyor.  
Bu ezici çoğunluğun içinde, bu politikalara ve yaratılan illüzyona kanmamaya başlayan ve bunun mantıksal sonucu olarak, Kemalist olup-olmamaktan ve hatta Kemalist kadrolardan bağımsız olarak, toplumun yüzünü yeniden Kemalizme dönen önemli bir kitlesi de söz konusudur.
Bu dönüşte Kemalist ideolojinin ve Kemalist kadroların etkisi birinci planda etkili değil; asıl etkili olan ve asıl sözünü ettiğimiz, hem ABD-AB emperyalizminin kendi çaresizlikleri nedeniyle çıkmaz sokaklarda dolaşmasının daha belirginleşmesi ve işbirlikçilerinin ise, onlardan daha çaresiz olduklarının ve üstelik ABD-AB emperyalizminin politikalarına mahkûm olduklarının belirginleşmesi nedeniyle toplumu esir alan illüzyonun yırtılmaya ve dolayısıyla kitlelerin bu gördüğü gerçeklik karşısında, kendiliğindenliğin ağır bastığı - ki kendiliğindenliğin bilincin embriyon hali olduğunu biliyoruz - bir bilinç sıçramasının başlamasıyla Kemalistlere ve Kemalizme karşı sistemli bir savaş yürütenlere karşı, tam da Kemalistlerin durduğu yerden karşılık vermeye başlayan kitlelerdir.
Bu bir toplumsal güçtür ve tarihin mantığı, bu gücün daha da ve kitleselleşerek büyüyeceğine ve daha ilerisini aydınlatarak yakınlaştıracak fenerlere ihtiyaç duyacağına işaret etmektedir. 
Öyleyse bu gücü, Kemalize renk taşıyor diye yok mu sayacağız, karşımıza mı alacağız, fenersiz mi bırakacağız?  
Demek ki ya Kürtlerin de senkronize olduğu, emperyalizmin ve Siyonizmin ve elbette bilumum işbirlikçilerinin siyasetine kendimizi uyduracağız, veya teslim olacağız, ya da bu siyasete karşı Kemalize bir renkle biriken halkın hareketini, kitlelerin hareketini destekleyecek, ileri taşıyacağız!
Öyleyse bu hareketi destekleyen, hatta sahip çıkan, ileriye götürmek için öne çıkan Kemalistlere “sizi istemiyoruz” diyebilir miyiz? Ya da bu destek için öne çıkanlara, “Kemalist’seniz desteğinizi istemiyoruz” diyebilir miyiz?
Elbette diyemeyiz ve şimdi,“diyemeyiz” dediğimiz için bütün, hatta yakası açılmamış melanetleri üzerimize fırlatacaksınız; kendinizi ise en “devrimci”, en “devrimci-demokrat”, en “halkçı”, en “kurtuluşçu”, en “sosyalist”, hatta en “akıllı” sayacaksınız; halk da bunu yiyecek öyle mi?
Hayır, baylar, halk almış başını gidiyor ve siz o kadar gerisinde kalmışsınız ki, size “ne duruyorsunuz, yanımıza gelsenize” dese de artık onlara yetişemezsiniz ve bir yere not etmelisiniz ki, siz de halk da bunun için pek de üzülmeyecektir; hatta eninde sonunda, onların karşısında bir cephede yer almanızın kaçınılmaz olduğunu anlamakta pek zorlanmayacaktır!

III-Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının Katledilmesindeki Gerçekler ve Kemalin Politikası
Bir kere Mustafa Suphilerin tasfiyesini yani ölüm fermanının verilmesini Mustafa Kemalden ayırmamız mümkün değildir, bunu yadsıdığımız yok; bunu hemen belirtmeliyim; ancak bunu kanıtlamak için son derece abartılı bir yarışa uyacak şekilde, Kemal Tahir’in tarih bilincini ve anlayışını geçmeyen bir yaklaşımla, salt Kemal düşmanlığı üzerinden hareket etmek doğru değildir, yararlı da değildir.
Evet, Suphilerin tasfiyesinin Mustafa Kemal düşüncesi ve yönlendirmesi içinde gerçekleştirildiği doğrudur ama bu bilinen ve sosyalistlerin reddetmediği doğrunun üzerinde ve başka bütün gerçeklerin üzerini açmayı tatile göndererek tepinmek doğru değildir.

Ve ekliyorum ki, Mustafa Kemal bunu yaparken, son derece sınıfsaldır ama Mustafa Suphi ve arkadaşları ise yeterince sınıfsal bakamadıkları için, Mustafa Kemal hareketinin İttihat ve Terakki hareketi ile aynı ve onun devamı olduğunu hesap etmemişlerdir; bunu hesap etmeyince, başka hesap edileceklerin de eksik hesap edilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Mustafa Kemal, o sırada Ankara’da kurulu bulunan Komünist Partisinin, yani Halk İştirakiyun Fırkası’nın yöneticisi Nazım beyin TBMM tarafından içişleri bakanı seçilmesine karşı çıkıyor ve peşini bırakmıyor ve bu olay Kemal ve arkadaşlarının eylem programlarının nasıl olması gerektiği konusunda önemli açıklık sağlıyor, Kemal’in özellikle sosyalist harekete karşı nasıl hareket etmeyi planlayacağı konusunda önemli ipucu veriyor.
Aynı tarihlerde “resmi” komünist Fırkası da Kemal tarafında kurdurulmuştur ve Nazım beyin seçilmesinden sonraki beyanatları var.
Bu dönemde, Bolşevizmin prestiji en yüksek düzeydedir ve Anadolu’da kurtarıcı olarak görülüyor, adeta herkes “Bolşevik”tir ve en yetenekli aydınlar kendilerini “komünist” addedip, Komünist Partisine katılıyorlar.
Ve çoğunluğu, sonradan adı konacak olan bir akımın, yani Kemalizm’in taraftarı olarak komünist partisine giriyorlar. En fazla öne çıkanları, ünlü hain ve dönek V.N.Tör ile Şevket Süreyya Aydemir’dir. Biri yönetiminde olan partiyi ve arkadaşlarını polise teslim ediyor, diğeri TKP’yi Kemal hareketinin peşine takmaya çalışıyor; başarılı olamayınca, ikisi de Kadro dergisi bünyesinde Kemalizmin gönüllü ideologu oluyorlar ve Kemalizmi kodifiye etmeye başlıyorlar.
Ayrıca, bu ikilinin her ne kadar dönekliklerini ve hainliklerini dudak ucuyla da olsa vurgulasalar da, TKP’nin son genel sekreteri Nabi Yağcı yönetimi dâhil, hemen hemen bütün yönetimleri onların yaptığından farklı hareket etmemişlerdir; onlar Kemal için Kemalizmi kodifiye ederken, TKP yönetimleri, TKP’yi ilerletebilmenin yolunu genişletmek için Kemalist devrimin eksiğini tamamlamayı programlarına almışlardır.
Bu gün baktığımız yerden daha net görülüyor ki, ikisi de aynı yere çıkıyor.
Şimdi TKP’den artanların pek çoğu, hala ne Kemalist bir programın dışına çıkabilmiş ve ne de ünlü dönek Tör’ün de, suyu arayan adam Aydemir’in de, aydın katındaki “şerefli” yerlerine dokunabilmişlerdir ama “Kemalizm düşmanlığında” sınır tanımamaktadırlar!
Kemalin tasfiye hareketi içine sokulan bir başka yüksek prestijli olarak, Mustafa Kemal’in her defasında Ankara’da kapılarda karşıladığı Çerkez Ethem ve gerillalarını da unutamayız; o da İttihat Terakkinin ve Teşkilatı Mahsusa’daki yetiştirmelerindendir.
Bu arada, öncesinde Mustafa Suphi’nin de, sizin de vurguladığınız gibi, İttihat ve Terakki mensupluğu olduğu ama sonrasında, nedeni ayrıdır, bu harekete ve kadrolarına son derece kızgın ve nefretli olduğu gerçeğinin bir kez de ben altını çizmek isterim.
Kemal ve arkadaşlarının kafasında oluşan eylem programı, Mustafa Suphi’nin Bakü’de kurduğu TKP ile Anadolu’daki komünist örgütlenmelerini ortadan kaldırmak ve Çerkez Ethem’ in komutasındaki Kuvvay-i Seyyare’yi zaptı rapta almaktır; hayata geçirildiği ortadadır. 
Ancak bununla bitmiyor; mantıken yerlerine yenilerinin konması gerekiyor ve o da oluyor; Suphilerin partisi yerine resmi komünist fırkası konuluyor; Başkanı Mustafa Kemal oluyor. Ve Çerkez Ethem’in Kuvvay- i Seyyare’sinin yerine Yeşil Ordu kuruluyor.
Bütün bunlar, 1920 sonbaharı ile 1921 kışı arasında gerçekleşiyor, tarih sahnesine çıkıyor ve sonra işlevleri biterek kayboluyorlar.
Somut durumun somut çözümlemesi son derece önemlidir; bunun için ideoloji ve politikada hüner gerekiyor; başka ifadeyle mücadele programı gerekiyor. Somut durumun her çözümlemesinden bir eylem programı çıkar. Çözümleme doğru ise doğru bir eylem programı çıkıyor. Yanlış çözümleme ise yanlış eylem programına neden oluyor.
Mustafa Suphilerinki böyledir; somut durumun tahlilini doğru veya tam yapamamışlardır; İttihat ve Terakki düşmanlığını hep taşıyan Mustafa Suphi,  İttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal hareketinin aynı nitelikte olduğunu kavrayamıyor. İkisi de burjuva hareket idi ve sınıfsal bir fark yoktu; fark, o da çok az, politikada idi.
Ancak bu fark, acil hesaplaşmayı getirmiyordu ve hesaplaşma, Kemal Tahir’in romanına da konu olan ünlü İzmir suikastine kadar bekledi; çünkü acil hesaplaşma Suphi’nin partisi ve Anadolu’daki komünist örgütlenmelerle ve Çerkez Ethem’ in gerilla örgütü için gerekiyordu ve her ikisi de tasfiye edildiler.
Mustafa Suphilerin katledilmesi önce gerçekleşiyor; ardından ve uzun zaman sonra, İttihat ve Terakki hesaplaşması tamamlanıyor.

Mustafa Suphi, bu hesaplaşmanın bekleyeceğini hesap etmiyor ve hatta Mustafa Kemal’in kurdurduğu “resmi” komünist fırkasının, İTC taraftarlarının bir hazırlığı olduğunu düşünüyor, diğer işaretleri de görmüyor ve Türkiye’deki komünist örgütleri, Bakü’de kurduğu partiye bağlayıp, partiyi derleyip toparlamak ve Mustafa Kemal’in burjuva demokratik hareketine yardım etmek için ve de bazı kaynaklara göre,“gitme” uyarılarını dikkate almadan, Türkiye’ye dönüyor.
Haklarındaki hükmün ve Kemal’in eylem programının bilgisine vakıf olması mümkün değil ama diğer işaretlerin mantıksal sonucunun bu olacağını da sezemiyor. Sonuçta katlediliyorlar.
 Ancak bunlar, bu kanlı katliamın günahını Mustafa Suphi ve arkadaşlarına yüklemek demek değildir; Mustafa Kemal ve arkadaşlarını masum ve masun kılmak da değildir.  
Yukarda vurguladım, hatırlatmak gerekiyor; kurtuluş savaşı başında ve içinde Kemal ve arkadaşları, Batı ile değil, Sovyet hükümeti ile dost olabilmek için Anadolu’daki komünist hareketi kontrol etmek ve bastırmak ve de gerekirse komünistleri öldürmek gerektiğini düşünüyorlar; sınıfsal nedenlerle ve dış politika anlayışları nedeniyle komünist harekete karşı kesin bir tutum takınıyorlar.
Bu sırada, genç Sovyet hükümetinin barış ve dostluk anlaşmaları yanında, başa güreşen İngiltere ile ticaret anlaşması var; hepsi aynı tarih aralığını dolduruyor; Lenin’in liderliğindeki Sovyet yönetimi, geri topraklarda ileri bir devrim gerçekleştirerek kurdukları tek ülkede işçi düzenini korumak için öncelikle emperyalistlerin saldırısını geciktirmek ve etrafında tampon dost devletler oluşturmak üzere, ol tarihin en güçlü emperyalist ülkesi ile ticaret anlaşması imzalarken, Türkiye, İran ve Afganistan ile dostluk ve saldırmazlık anlaşması imzalıyor. Ve hemen içeriye dönerek, içerdeki burjuvazi ile mücadeleye başlıyor.
Pratikte küçük burjuvaziye ekonomik olarak alan açarken, ideolojik olarak mücadele başlatıyor ( Lenin’in “sol komünizm” çalışması bu dönemdedir ve özellikle Komintern’in 2. kongresine yetiştirmek üzere yazılıyor)içerde ekonomik alanda “NEP” politikasını, dış politikada ise “Barış İçinde Bir arada Yaşama” politikasını acilen öne koyuyor ve bu geçici “sağ” politikalar nedeniyle ideolojik olarak sağa kaymanın önünü tıkamak üzere, hem ideolojik mücadele başlatıyor ve hem de proletarya diktatörlüğünü işletiyor.
Bu tarih aralığında bir de, Sovyetlerin, Türkiye ile imzaladığı dostluk antlaşması ile Misak-ı Milli sınırları içindeki Türkiye’yi tanıması ve buna göre, iki devletin, Doğu milletlerinin milli kurtuluş hareketleri ile Rus işçisinin yeni düzen kurma mücadelesi arasında ortak noktalar olduğu kabul ediliyor ve bütün milletlerin bağımsızlık, hürriyet ve arzu ettikleri hükümet sistemini seçme hakkını tanıyorlar.

Bir diğer konu da, Mustafa Kemal’in, Mustafa Suphi’ye yazdığı ve aynı tarihlerde Ali Fuat Paşa’ya yazdığı mektuplardır.
Suphi’ye Mustafa Kemal şöyle yazıyor ve bunu yazarken Nazım Bey ile hesaplaşmasını bitirmiştir ; ” Aynı hedefe yürüyen Türkiye İştirakiyun Fırkası teşkilatı ile tamamen işbirliği yapabilmek için, TBMM’ne tam yetkiye sahip bir temsilci göndermenizi rica eder ve bu vesile ile samimi hürmet ve selamlarımı sunarım”
Ve Suphi, Süleyman Sami’yi bir mektupla Mustafa Kemal’e göndererek, Anadolu’da açık bir örgütlenme için izin verilip verilmeyeceğini sormasını istiyor.
Mustafa Kemal, Eylül 1920’de,“ amaç ve ilke yönünden bizimle tamamen birlik olan Türkiye İştirakiyun Teşkilatından maddi ve manevi yönden hakkıyla yararlanabilmemiz için, teşkilatınızın sadece BMM Başkanlığıyla irtibat kurma ve muhafaza eylemesi gerekir.” Şeklinde cevaplıyor ve şöyle devam ediyor; “Aynı hedefe yürüyen Türkiye İştirakiyun Teşkilatıyla tamamen işbirliği edebilmek için, TBMM’ne tam yetkiye sahip bir temsilci göndermenizi rica eder ve TBMM tarafından Azerbaycan Hükümeti’ne temsilci olarak Bakü’ye gönderilmiş Memduh Şevket Bey’le ilişki kurmanızı ve işbirliği eylemenizi rica eder, bu vesile ile samimi hürmet ve selamlarımı sunarım”
Rasih Nuri İleri’nin “Atatürk ve Komünizm” başlıklı kitabında yazdığına göre, Kemal’in (Ali Fuat)Paşaya yazdığı mektubunda, “ Bolşevikler aynı zamanda memleketimizde Bolşevik teşkilatı kurmak için olağanüstü faaliyete başlamışlardır. Bakü’ye gönderdikleri Mustafa Suphi ve arkadaşları ile TKP genel merkezini kurdular. Tamamen Bolşevik fikirlerine kazanılan saf ve saf olmayan kişileri sahilin her noktasına çıkardıkları gibi, içeride de Eskişehir ve Ankara’ya kadar göndermişlerdir. Amaçları memlekette bir sosyal devrim yapmaktır. Bu halde memleket doğrudan doğruya 3.Enternasyonale yani Rusya’ya bağlı olacağından, Bolşevikler hiçbir taahhüt ve yardıma lüzum kalmaksızın bizi kendilerinden ayırmış bir hale getirmiş ve Batılılarla politik pazarlıklarında daha güçlü duruma geleceklerdir. Memleketimizin fikir ve devrim taraftarı olan veya bu perde altında türlü amaçlar peşinde koşan adamları da bu durumu fark etmeksizin Bolşevik teşkilatını kolaylaştırmaktadırlar. “ diyor.

Ali Fuat Paşaya yazdığı mektubunda devam eden ifadeleri ise şöyledir;
” Açıklamamdan anlaşılmıştır ki, kayıtsız şartsız, Rus tabiyeti demek olan dâhildeki komünizm teşkilatı, amaç olarak tamamen bizim aleyhimizedir. Gizli komünizm teşkilatını her surette durdurmak ve uzaklaştırmak zorundayız. “ dediği anlaşılıyor.
Bir de TKP’ nin Bakü’de toplanan 1.Kongresinde Mustafa Suphi’nin konuşması var ve şöyle diyor;
“Türkiye’de son vakaları tetkik etseniz, gelen arkadaşları dinleseniz, fırkanıza gönderilen mektupları görseniz, memleketimizin son ümidinin Bolşevizm’de olduğu kanaatini anlarsınız… Rusya proletaryası öyle bir inkılâp ordusu vücuda getirdi ki, cihanı hayran bıraktı. İşte bu inkılâp şimdi demir ellerini Şarka uzatıyor, şark siyaseti, Üçüncü Beynelmilelin ruznamesinde birinci maddeyi teşkil ediyor… Türkiye Komünist Kongresi Rusya’dan uzanan bu demir elleri tutabilecek kuvvetler yetiştirecek ve Fırkamız yalnız Türkiye’de değil, bütün şarkta inkılâbın âlemi olacaktır.”
Açıkça görülüyor, Mustafa Suphi, Komintern’in gündeminin birinci maddesinde Doğu siyasetinin bulunmasını Türkiye’de devrimci durumun varlığının bir kanıtı olarak değerlendiriyor ve bu coşku ile bütün uyarılara rağmen Türkiye’ye dönme kararı veriyor.
Velhasıl Mustafa Kemal, TKP’nin Bakü’de toplanan birinci kongresinden hemen sonra,13 Eylül 1920 tarihinde Mustafa Suphiye bir yetkili göndermesi haberini gönderiyor. Türkiye’ye dönme kararı olsa da Suphi, Kemalin davetini aldıktan sonra harekete geçiyor. Kazım Karabekir, Suphi’nin Ankaraya gitmesini önleyerek Trabzon’a çeviriyor ve aleyhte gösteriler düzenletiyor. Suphi ve arkadaşları çaresiz Trabzon’a dönmek durumunda kalıyorlar, iskele kâhyası Yahya, Suphi ve arkadaşlarını boğarak öldürüyor.

Mustafa Suphiler,28 Ocak 1921 yılında gece yarısı veya sabaha karşı boğularak öldürülüyor; aynı tarihte Ankara’da Halk İştirakiyun Fırkası mensupları tutuklanıyor ve aşağı yukarı aynı tarihlerde Yeşil Ordu ve mensupları hakkında kovuşturma dosyası İstiklal mahkemesine veriliyor.
Mustafa Suphi’yi son olarak gören komünist, Sovyet Sefareti ile irtibatlı Şerif Monatof’un yazdıklarına göre;
“ 1920 senesi güz aylarında, Suphi’ye Bakü’de tesadüf ettim. Teşkilatı büyümüş, arkadaşları çoğalmıştı. Suphi, Türkiye’ye gitmek fikriyle hastalanmış fakat bir parça tereddütlüydü. Kemal tarafından benim mevkufiyetim ve Türkiye’den nefyolunmam meselesi onun tereddüdünü daha da artırdı… ‘fakat ben K.Karabekir Paşa ile muharebe ediyorum, o beni davet ediyor’ diyordu. Türk paşalarını siz bilmiyor değilsiniz, onların sözüne inanmaya gelmez, onlar eski kurtlardır. ” diyor ve Suphi’nin bunun üzerine, “o halde biraz bekleyelim dediğini” ekliyor. Ancak Suphi’nin pek fazla beklemediği anlaşılıyor.

Monatof devam ederek,” Suphi’yi arkadaşlarının ikna ettiğini ve kendisinin uyarısının hiç tesir etmediğini anladığını ” yazıyor.
Bu tarih aralığında, gelişmiş kapitalist ülkelerde devrim dalgası geçmiştir, Rosa Lüksemburg ve arkadaşları, Spartaküsler artık yoktur. Macar Sovyeti de yıkılıyor. Batı’dan beklenen devrim ise ricat etmiştir. Genel durum bu. Ve aynı yılın ortalarında Komintern’in ikinci toplantısı var. Lenin buna hazırlanıyor. Bu hazırlığın en önemli maddesi, komünist partilerinin ilk Sovyet iktidarını yaşatmayı birincil önemde sayma görevini öne çıkarıyor. Ve Leninin kongreye sunduğu bu hazırlığında, “ Tüm komünist partileri burjuva-demokrat kurtuluş hareketlerine yardım etmelidir” diyor ve devam ederek;” geri ülkelerdeki burjuva-demokrat kurtuluş eğilimlerine bir komünist renk verme girişimleriyle kararlı bir biçimde mücadele etme zorunluluğu” nu vurguluyor. Yani sosyalistlerle demokratları karıştırmamak gerektiğine işaret ediyor.

Leninin tezlerinde şu da var; “ Avrupa ve Amerikan emperyalizmine karşı kurtuluş hareketini, hanların, toprak sahiplerinin, mollaların ve benzerlerinin durumlarını sağlamlaştırma girişimleriyle birleştirmeye çalışan Panislamizm ve benzeri eğilimlerle mücadele zorunluluğu vardır.”
Lenin, tezlerinin özünü şu cümle ile açıklıyor; ” Komünist Enternasyonal, kolonyal ve geri ülkelerde burjuva demokrasisi ile geçici bir ittifak yapmalıdır, fakat onunla birleşmemelidir ve her şart altında, en embriyonik halde bile olsa, proleter hareketin bağımsızlığını korumalıdır.”
Açıkça görülüyor, Lenin, Mustafa Kemal’in liderliğindeki burjuva –demokrat hareketle geçici bir ittifaktan yana, komünist partinin bunu desteklemesini istiyor; ancak, Mustafa Kemal ve diğer demokratların komünist renk çalmalarına kesinlikle karşı çıkıyor; bu nedenle de Mustafa Kemal’in kurdurduğu “resmi” komünist partisi Komintern’e alınmıyor; bu durumda, Mustafa Suphi’nin Mustafa Kemal’i desteklemek istemesi, doğrudan doğruya Lenin’in politikasına uygun düşüyor.
Ama belli ki bu, Kemalin düzeni oturtmaya dönük tasfiye politikalarına uygun düşmüyor!
IV-Kurtuluş Savaşı, Kürtler, Ermeniler ve Rumlar
Evet, Kurtuluş savaşı kolay kazanılmış ve Cumhuriyet kolay kurulmuştur; bu şimdi daha fazla açıklıkla görülüyor; İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmemiş olsaydı, kurtuluş savaşı başlayabilir miydi? Soru budur!
Peki, Sevr Antlaşması olmasaydı, bu gün yıkılmış olan Cumhuriyet, bu sınırlarda kurulabilir miydi? İkinci soru da budur!
Sevr, bugün yıkılmış olan cumhuriyet için bir nimetti. Sevr ile bir Ermeni devleti kuruluyordu ve yüksek komutanlar, bunu Kürt şeflerine karşı bir tehdit olarak kullandı; Ermeni kıyımı bundan sonra geldi ve bunu içimizdeki Yahudiler ki İttihat ve Terakki içinde çoktular, planladılar ve uygulamaya soktular; ancak Ermenilerin bütün genç ve güzel kızlarını, tarlalarını ve konaklarını Kürt şefleri aldılar; öyleyse, Sevr’den önce ve mutlaka Sevr eliyle Türkler ile ittifaka mahkûmdular; ya Türklere katılacaklar, ya da Ermeni gelinler ile Ermeni malları ve mülklerinden olacaklardı.
Kürtler ise tek başlarına Ermenilerle mücadele edebilecek güçte değillerdi ve Sevr ile Doğu’dan pek çok vilayet, zenginlikleri ile birlikte Ermenilere geçecekti; ancak buradaki zenginlikler çok büyük oranda Kürt şeflerinin elinde idi. Ermenileri köylerinden kovmuş olan Kürtlerin korkması yerinde idi ve korkuları, Sevr’e karşı Mustafa Kemal’in yanında olmalarını mecbur kılıyordu.
Diğer yandan, Sevr’in 62. maddesinde, Kürtlere özerklik veriliyordu; Dersim havalisi bunu ciddiye alarak hemen uygulanmasını istediler ki, Koçgiri ayaklanması budur ve istedikleri bir muhtariyettir.
Bir diğer tarihsel izdüşümünden söz etmek gerekirse, Hamidiye Alaylarını hatırlamadan olmaz; Abdülhamit tarafından kurulan bu alayların, “vatan” savunmasından daha çok, Kürt ve Çerkez şeflerine, Ermeni mülk ve zenginliklerini transfer etme vasıtası olduklarını biliyoruz ve bir şey daha biliyoruz, Hamidiye Alayları, Kürt milliyetçiliğinin gelişmesi ve güçlenmesinde önemli bir yere sahiptir.
Burada Koçgiri isyanı ile ilgili ayırt edici bir özelliği hatırlatmak yerindedir; Ermeni tehdidi, Kürtleri Türklerle birliğe iterken, pek çok Kürdün katılmadığı Koçgiri isyanı niyedir?
Mantıki sonuç, Ermeni mülklerinin ve kızlarının talanından Sevr’e karşı birliği önleyici şekilde pay alamamalarını çıkartabiliriz ve isyancıların, çok zengin Kürt şeflerini Türk işbirlikçisi olarak tutuklamaları bu sonucu kuvvetlendirmektedir.
Şeyh Sait isyanı ise, Lozan’dan sonradır; Musulsuz Türkiye’de Hükümet, Sait’in isyanını zaten bekliyordu ve “allah!” diyerek karşıladı; bu isyan Musul’u hediye etmiş ve Türkifikasyona davetiye çıkarmıştır.
Rumlar mı, yukarda aktardım, Rumların göç ettirilmesi, yerlerinden yurtlarından ettirilmesi, daha çok İbrani asıllılara yer, yurt edindirmek içindi; Ermeni kıyımı, Rumlarla Selaniklilerin mübadelesi, varlık vergisi, 6-7 Eylül pogromu ve özelleştirme; bunların hepsi Türkiyenin yaşadığı primitif akümülasyon dönemidir.
Marx’ın ekonomi politiği eleştirisinde var; Primitif akümülasyon, yani ilkel birikim diyor; Marx’tan sonra Proudhon’da var; ”mülkiyet hırsızlıktır” diyor. Türkiyenin zenginlerinin hemen hepsi bunun içindedir.
Öyleyse tekrarlıyorum, Türkiyenin kurtuluşu kolay olmuştur ve bir tampon rengi var. Kolay olan, kolay yıkılıyor.
Pontus mu?
Hemen öncesinde isyancılarının Sevr’e dayandığı Koçgiri isyanı var ve Kürtlerin çoğu Sevr’i tehdit saydılar ve zamansız buldular, katılmadılar. Pontus isyanı bu sırada patlak verdi ve Kürtler değil, Pontus’lular kırıldı.
Koçgiri isyanını bastırmada da, Pontus isyanını bastırmada da Karadeniz’de Rum kırımında ünlü Topal Osman’ı görüyoruz.

Pontus ayaklanmasının baş yeri Trabzon idi ve devasa bir zenginliğe sahipti. Ayaklanma kanla bastırıldı ve daha sonra zenginlikleri mübadillerimize verildi; şimdi büyük zenginlerimizdendirler. Primitif akümülasyonu burada da görebiliyoruz. Primitif akümülatörler Kürtler ve mübadillerdir; hepsi AKP’ de birleşmişlerdir ve pek çoğu artık karşısında görünmektedir.
Bu iki isyan, yer ve tarih ve başlıca aktörleri açısından iç içedir; Pontus isyanını da,Koçgiri isyanını da bastırmak için gönderilen “Merkez Ordusu”dur ve komutanı, Nurettin Paşa emrindeki Topal Osman’dır.
Anti parantez, Topal Osman, TBMM’deki muhalif milletvekillerinden Trabzon milletvekili Ali Şükrü’ yü boğarak öldürmüş ve yargılanmasına meydan vermeden öldürülmüştür.
Pontus Rumlarının son derece zengin ve geniş bir alanda ticaret yaptıklarını biliyoruz. Yalnız hiçbir yerde çoğunlukta değillerdi Ve Venizelos’un, en çok nüfusu barındıran Trabzon’u bile Ermeni mandaterliğine bırakması bunu göstermektedir.
Pontus’çular, İsviçre’den örnek aldıkları cumhuriyet misli bir kanton devlet idi. Trabzon’da Ermenistan içinde bir Pontus Cumhuriyeti istiyorlardı. Demek ki büyük bir Pontus bölgesi yoktur. Çeteleşerek silahlandıkları ve çatışmaya sürüklendikleri kuvvetle muhtemel görünüyor; Silahlarını teslim etmeye zorlanıyorlar ve topluca tutuklanıyorlar; “ Merkez ordusu, bu arama taramalarda, 10.886 çeteciyi kısmen sığınmalarını temin etmek ve kısmen affedilmeleri suretiyle zararsız hale getirdi. Çarpışmalar sırasında 11.188 asi Rum’u da öldürdü.” Genelkurmay harp Tarihi yazımı bunu aktarıyordu.
Sonuç olarak, binlerce Rum’un öldürülmesi yanında, Trabzon vilayetinde çok büyük Rum zenginlikleri bırakılarak, Rumlar yaşadığı topraklarından sökülmüş ve sürülmüş oluyor.
 Benim doğduğum köy de bir Rum köyü idi ve ipekböcekçiliği ile uğraşan çoğu zengin Rumların önceden göç ederek bıraktıkları arazilerinin, Selanik’ten mübadele yoluyla Türkiye’ye gelenlere, orada bıraktıkları toprakları karşılığında verildiğini hatırlıyorum ve anlatılanlardan anladığım kadarıyla, birlikte gelenlerin bazıları verilenlerle yetinmeyip, hala orada kalan Rumları korkutarak kaçırdıkları ve muhtemelen daha zengin olan bu Rumların yerlerine ve bıraktıkları teneke teneke altınlara konduklarını biliyorum.
Onlar, o bölgenin hep en zenginleri olmuştur.
Ol tarihlerde zengin Rumlar, Selanik’ten gelen mübadillerin yerleştirildiği yerlerde yaşıyorlardı ki, mübadillerin pek çoğu, özellikle de şimdi hala çok zengin olanlar, İbrani asıllı idiler; bazı tarihçiler Sabetayistler olduklarını kitaplarına geçirmişlerdir. Demek ki, zengin Pontus Rumları bir taraftan öldürülürken, diğer taraftan kalanları topraklarından ve zenginliklerinden sökülüp atılmışlar, mülklerine ve zenginliklerine, Selanik’ ten getirilen ve çok büyük oranda İbrani asıllı olanlar yerleştirilmişlerdir.
Öyleyse bir kez daha altını çizelim ki, her iki isyanda da, Koçgiri ve Pontus İsyanları, aynı tarih aralığında kurulan Merkez ordusu ve komutanı, ”Sakallı Nurettin” olarak da anılan Nurettin Paşa, önemli rol oynamıştır.
Pontus’luların ve hem de silah bırakmaya ikna edilenlerin çoğunu idam ettirdi ve çok Pontus’lu da çarpışmalar sırasında öldürülmüştü; kalanlar ise sürgün edilmişti. Demek ki nafile çaba sayacağımız bir isyanla ve muhtemelen buna zorlanılan Pontus’lularla karşı karşıyayız.
Sonunda 8 Şubat 1922 de, Merkez Ordusu lağvedilmiş ve iki gün sonra da Meclis Kürtlere verilecek özerk bölgeyi tartışmaya açmıştı. Yani milli meclis, Kürtler için muhtar bir yurt kurulmasını, ilke olarak benimsemişti ve Trabzon’dan Sivas’a kadar uzanan bölge, Pontus Rumlarından temizlenmişti.

V-Kemalist Cumhuriyetin Çöküşü ve İki Geri Dönüş Ya da Cumhuriyet Düşmanları Tanzimat Öncesine Dönerken Kemalizmin Halka İnmesi
Cumhuriyet, Kemalistlerin Kemalizme inancını kaybetmeleri nedeniyle çöktü.
12 Mart ve ardından gelen ve yıkımı garantiye alan 12 Eylül darbesi ve ensonu 3 Kasım 2002 seçim darbesi, Cumhuriyeti yıkan zincirin üç halkasıdır. Son halka AKP’dir ve 12 Eylül’ün mahsulü ve devamıdır.
Yanlarında, bilumum devrim kaçkınları, her dönem sol/sosyalist gömlekle yükselen konumdaki sol/sosyalist hareketin kanatlarına binen sahtekâr kadrolar ve çoğu liberal gömlek giymiş yer yer sol adına yeni düzeni güzellemeye çalışan sahtekârlar ve her dönem ortaya çıkan liberal gömlekli düzen yandaşları ile cumhuriyet düşmanlığında ikbal arayan Kürtler, yıkım ekibi olarak üzerlerine düşen rolleri oynamışlardır!  
Kemalizm en başından kendine yabancı unsurlar ile yüklüdür; sürekli olarak kendisine, yaban, başka ifadeyle barbar unsurları almakta tereddüt etmedi; demek ki, barbarlığın, ilkellik ile tasfiye edildiği, doğru bir tespit oluyor.
1926 -1936 dönemi, düzenin oturtulmaya çalışıldığı bir tarih aralığıdır. Kemalizmin oturtulduğu tarih aralığı olarak da kabul edebiliriz. Ancak bu dönemde de tarikatların kapanmadığını biliyoruz; Mevlevihaneleri biliyorduk, şimdi Tacettin Dergâhı’nı ve Özbekler Tekkesini de öğrendik. Tarikatlarda sufizm ile kabalanın birleştiğini de biliyoruz. En son eklenen Yunus dergâhıdır; Yunus Emre‘den söz ediyorum ve Hurufi olduğunu ekliyorum.
Çöküş mü?
Yukarda, Kemalistlerin Kemalizme inancını kaybetmeleri nedeniyle olduğunu ve
12 Mart ile ardından gelen ve yıkımı garantiye alan 12 Eylül darbesi ve ensonu,3 Kasım 2002 seçim darbesinin, çöküş zincirinin üç halkası olduklarını ve son halkanın, 12 Eylül’ün mahsulü ve devamı olan AKP olduğunu vurgulamıştım.  
Şunu da eklemek gerekir ki çöküş, hem ulusal, hem de ve öncelikle sınıfsaldır. Tarihimizin bir sayfasını, hatta yalnızca bir anını oluşturan 15-16 Haziran’da büyük zenginlerin yaşadığı korku, onlara fabrikalara “sulh” getirme andı içirmiştir ve antlarına ABD emperyalizmi sahip çıkmış,12 Eylül faşist darbesine kol kanat germiştir ve o zamandan beri getirilmeye devam edilen “sulh” için bugün de elinden geleni yapmaktadır.
Sulh ise, islamlaştırmadır, işçileri çıkarıp, sürüleri yerleştirdiler; islamlaştırma son çareleridir. Kemal ve Kemalizm düşmanlığı ile birlikte yerleştirildi.
İslamlaştırma, bir resmi politikadır ve sınıfsaldır; ABD-AB emperyalizminin ve onunla binbir bağ içindeki Türkiye’nin büyük büyük zenginlerinin, tekellerin ihtiyacı ve keşfidir; fabrikalardan sınıf bilincini kovup, tarikat bilincini yerleştirmektir.
İslamlaştırma tarikatçılıktır; tarikat ise eninde sonunda dini bozmaktır; Türkiye’de tarikatların İslamı bozduğunu görebiliyoruz; burada parola, ılımlı islam oluyor ve hepsi cumhuriyet düşmanlığı ile senkronizedir.
Velhasıl-ı kelam İslamizasyon, solun yükselişine karşı bulunan en ucuz disiplinin, tertibin adıdır.
Bunu, ünlü CIA şefi Graham Fuller bile ve böbürlenerek itiraf etmektedir.
Yani islamlaştırma, İslamcıların eli mahsulü değildir demek istiyorum; ancak mutfağında, soldan, hatta komünistlikten bozma yeni mürteciler de vardır; pek çoktur ve AKP’nin siyaset akademisinden, Fethullahi Zaman gazetesine savrularak, yeni mürteciliğini ilan etmiş olan TKP’nin son genel sekreteri, en çapsızlarındandır.
Marxizmin kurucularından öğrendik, ihtiyaç keşfin anasıdır.
Cumhuriyet düşmanlığı, ama daha çok sol/sosyalizm düşmanlığı,Kemal ve Kemalizm düşmanlığı üzerinden yükseltilmiştir.
Kemalizm üzerinden cumhuriyet düşmanlığında ısrar etmek, gericilikle köprü kurmaktır!
Kemalizm düşmanlığı üzerinden yükseltilen cumhuriyet düşmanlığı, yapısızlaştırma, kurumsuzlaştırma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, akılsızlaştırma, tabileştirme, çapulculaştırma, ümmileştirme, aydınsızlaştırma, millisizleştirme, vatansızlaştırma, devrimcisizleştirme, politikasızlaştırma, gericileştirme, nihilistleştirme, köleleştirmedir.
Kemalizm ise eninde sonunda modernizmdir.
Kemalist cumhuriyet modernist ve aydınlanmacı idi. Kemalist cumhuriyette, 1926-1966 döneminde, pek çok modern yapı ve kurum ortaya çıkarılmıştır;  altmışlı yıllar, Türkiye’de hem aydınlanmacılığın ve hem de aydınların altın çağıdır; şimdi bunlar kazınıyor, belki de artık kazınmıştır.
Aydınlanma mı? Ortalama insanın aydınlanmadan anladığı, parlak ve aydınlanmış devlet yöneticileri, hep gelişen bir ekonomi, zenginleşme, geleneklerin, hukuk ve savaşın hümanizasyonu, durmaksızın ilerleme, aklın önündeki engellerin yıkılmasıdır.

Ancak sosyalistler, bunlara tav olup, Kemalist cumhuriyete de ve şimdi dinci- gerici, İslamik- Osmanik temelde konuşlandırılan, yani egemen olan ideolojisi dinci-gerici ideoloji olarak biçimlendirilen  “yeni” “cumhuriyet”e de aşkla yaklaşmadılar, yaklaşmıyorlar, hatta hep karşı durdular, karşı duruyorlar; bir emekçi cumhuriyeti kurana kadar, sosyalist bir cumhuriyeti inşa edene kadar karşı duracaklardır. Ama moderniteyi reddeden, etnik ve dinsel cemaatleri yönetici unsur haline getiren bir sistemin; başka ifadeyle, herbir dini ve etnik grubun( Ermeni, Rum, Dürzî, Süryani, Laz, Çerkez, Abaza vb.) bir üst yönetim altında kendi içsel yönetimlerine sahip oldukları bir sistemin, yani bir tür Osmanlılaştırmanın peşinde Tanzimat öncesine koşan bir dinci-gerici “cumhuriyet’ e karşı, emekçi bir cumhuriyet kurana kadar, burjuva ya da Kemalist damgalı olsa da cumhuriyetten daha geriye gitmeyeceklerdir. 
AKP’yi bunun için, yani Türkiye’yi cumhuriyetten geriye götürmek için icad ettiler, daha önce yoktu ve olsaydı keşfetmiş olurlardı; keşfettiklerinin ise, bir tarafları mutlaka biraz kısa veya az idi ve yetmiyordu; şimdi AKP yetmektedir ama artık ve biraz uzunca bir süredir, büyük zenginlere de “yetti artık” dedirtmektedir; icad edenler, en başta İsrail ve yüksek komutanlar ile çok büyük zenginlerdir. Şimdi ve hala plütokrasinin AKP eliyle dayattığı diktatörlüğü yaşıyoruz ve hala bunu görmezden gelip, günde üç doz AKP’yi ve plütokrasiyi ayrı tutup, Kemal ile Kemalizme vurmadan duramıyorsunuz.
Üstelik Abartmada ve kurnazlıkla ahmaklığı bir potada taşımada üstümüze yoktur.
Böylece, Türkiye’de Kemalizmi aşmaya çalışanlarla yok etmeye çalışanların mücadelesini, Kemalizmi çökerterek ortadan kaldırmış bulunmaktadırlar; en azından minimize etmişlerdir.
Bu mücadele sırasında, Kemalizmi aşmaya çalışanların büyük çoğunluğu, Kemalizmi kodifiye ederek Kemalizme bulaştı veya sığındı, gücünü ve kadrolarını abartarak, yanı başımızda büyüyen global çöküşü göremedi.

Bunun yanında, Kemalist kadroların ilkesizliğini ve oynaklığını hiç dilinden düşürmeyenlere kulak tıkayanlar, şimdi Kemal ve Kemalizm düşmanlığında sınır tanımazken, düşmanlıklarının sivri ucunu onlara yöneltmektedirler.
Ancak şimdi, Kemalizmi aşmaya çalışmış olanlar, hala Kemalizmin ilkesizliğine ve oynaklığına vurgu yapmakta ve kemalizmin sosyalistleri ilerletmeyeceğini, buna karşın sosyalistlerin Kemalizm’den daha geriye gitmeyeceklerini vurgulamaktadırlar.

VI-1908 Devrimi ve Modernizm mi Postmodernizm mi Yoksa Karanlıkla Katolik Nikâhı mı?
Ortaçağ ile tekellerin düzeninin bir ve aynı renkleri taşıdığını, en azından onun için çabaladığını biliyor ve görüyoruz; ikisinin de rengi aynıdır ve en önemli rengi dinselleşmedir ve böylece sürü imalatı kolay oluyor; ikincisi tüccar ve kervansaraylar çağıdır; üçüncüsü ise bütün kazanımların, ekonomik, demokratik, politik, hepsinin kazınması ve bütün kabiliyetlerin tükenmesidir.
Artık buradayız, hangi oranda bilemiyoruz ama artık ortaçağa girdiğimizin resmidir diyebiliriz!
Peki, çıkabilir miyiz? Daha önce çıkıldıysa, şimdi çok daha kolaydır ama her işin bir zorluğu elbette vardır.
Tarih mi? İşte tarih budur, resmi tarihle hesaplaşmak da budur!
Tarih, teorik bir bilimdir ve her zaman teori öndedir ve demek ki tarihin de bir mantığı vardır.
1908 mi? Devrimdir ama burjuva devrimidir. Halkın katılımını göremiyoruz.
Lenin, 20. yüzyılın başında gerçekleşen “Portekiz ve Türk ihtilalleri, kuşkusuz burjuvadır” diyordu ve her ikisinin de “halk” ihtilali olmadığını ekliyordu; çünkü ” halk yığınları, çok büyük çoğunluğu, aktif ve bağımsız olarak, kendi ekonomik ve siyasal talepleriyle, bu devrimlerin her ikisine de ve gözle görülür biçimde katılmadılar.” diyerek devam eden Lenin,” Genç Türkler’in (Jön-Türk) tedrici ve ölçülü hareket etmeleri ile övündüklerini” belirtiyordu.
1908 devrimi, Sultan Abdülhamit`in baskıcı yönetimine karşı, meşrutiyet yönetiminin yeniden kurulmasını isteyen gizli muhalefet hareketi olarak ortaya çıkan, Jön Türkler adı verilen aydınların, Abdülhamit`e karşı başlattıkları muhalefet sonucu, Sultan Hamid’e askıda olan anayasanın kabul ettirilmesiyle, kapalı bulunan parlamentonun toplanması ve mebus seçimlerinin yeniden yapılmasını kabul ettirerek 2.Meşrutiyet’in ilanını sağlayan ve Sultan Hamid’i tahttan indiren ve parlamenter sisteme geçilmesini sağlayan silahlı ayaklanmanın adıdır. Ayaklanmanın örgütü ve lideri ise, bir Jön Türk hareketi olan İttihat ve Terakki Cemiyetidir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan Jön-Türk hareketinin en yüksek noktasıdır. İttihat ve Terakki zamanına göre son derece disiplinli bir siyasi harekettir; orduda, mülkiyede, tıbbiyede derin kökler bulabilmiş bir harekettir. Çeşitli ırktan yönetici ve militanları bir araya getirebilmiş bir harekettir. Cumhuriyetin kurucu kadroları, bu büyük politik okuldan geçmiş kişilerdir.
Peki, Kürtleri, kitleselliğini sağladığı(Örneğin Muş ve Bitlis’teki İttihat ve Terakki kulüplerinin “Kürt kulüpleri” olduğu biliniyor) bir iç savaş örgütlenmesi olan İttihat ve Terakki’den daha az günahkâr sayabilir miyiz?

Ya Ermeniler ve Rumlar, Pontus’çu Rumlar, onlar ne kadar masum olabilirler ki?
Seçimlerin ardından oluşan yeni Meclis-i Mebusan, 17 Aralık 1908`de padişahın nutkuyla açılarak çalışmalarına başladı. Ama meclisin çalışmaları, bu kez de dinci çevreler ile İttihatçı karşıtlarının 13 Nisan 1909`da İstanbul`da ayaklanmasıyla kesintiye uğradı.
31 Mart Olayı olarak anılan bu ayaklanma, Selanik`ten gelen “Hareket Ordusu” tarafından 24 Nisan 1909`da bastırıldı. 27 Nisan`da yeniden toplanan meclis, Sultan Hamid`i bu ayaklanmadan sorumlu tutarak tahttan indirilmesine ve yerine, V. Mehmet Reşat’ın ve yürütme yetkisini büyük ölçüde sınırlayarak, geçirilmesine karar verdi.
Ardından 1876 Anayasası olarak da bilinen Kanun-i Esasi üzerinde değişiklikler yaparak siyasal ve hukuksal kurumları yeniden düzenledi. Bu dönem, ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki hükümetlerinin ve İttihat önderleri, Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşaların etkili olduğu yönetimleri ile geçti.
Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya savaşlarına girdi. Üç savaştan da yenilgiyle ve toprak kayıplarıyla çıktı. I. Dünya Savaşı`nın hemen ardından VI. Mehmet, İtilaf Devletleri`nin baskısıyla 21 Aralık 1918`de parlamentoyu kapattı.
Bu tarihten yaklaşık 4 yıl sonra da Osmanlı Devleti tarihten silindi.  
İttihat ve Terakki, ilerleme ve birlik demek ve aynı zamanda, Osmanlı imparatorluğunu kurtarmak ve kurmak için Batılılaşma ülküsüne inanan İttihat ve Terakki, Türk burjuvazisi yaratma misyonunu da üstlenirken, bir yandan kitlelerde destek bulabilmek için ve diğer yandan emperyal hülyalarına yardımcı olacağı düşüncesiyle hem İslamcı ve hem de hilafetçi bir programa da mahkûm oluyor. Dolayısıyla Temmuz ihtilaline İslamcılar da seviniyor.
İttihat ve Terakki, herkesi, her akımı toplamak istiyor.
Doğan Avcıoğlu bu konuda şöyle diyor:
” İttihat ve Terakki, bütün beceriksizlik ve başarısızlıklarına rağmen, anti- emperyalisttir; hürriyet ve İtilaf ise işbirlikçidir; birincisi İngiliz emperyalizmi ile savaşır; ikincisi İngiliz uyduluğunu ister. Emperyalist Batı’ya karşı çıkan İttihat ve Terakki, Batılılaşmadan ve modernizasyondan yanadır. Şeriat düzenini kaldırmaya ve laik bir düzen kurmaya yönelmiştir. Emperyalizmin dümen suyunda, Batı uyduluğundan yana Hürriyet ve İtilaf ise, Batılılaşmaya karşıdır, şeriat düzeninin savunucusudur. “
Kemalizmle veya Resmi tarihle hesaplaşmak mı? Bunun manasını mı arıyorsunuz?
Görüldüğü gibi pek uzakta değil ama siz başka yerlere bakıyorsunuz ve resmi tarihle hesaplaşmayı, intikamcı bir halet-i ruhiye ile hiçbir kurumda etkisi ve egemenliği kalmamış olan Kemalistlerin ve Kemalizmin düşmanlığı sayıyorsunuz!
Düzenin oturması, dolayısıyla Kemalizm’in kodifiye edilmesi, başında TKP nin sabık Genel sekreteri V.N.Tör ile Yine TKP’nin müstafi üyelerinden olan Ş.S.Aydemir’in de bulunduğu Kadro dergisi ile Ahmet Hamdi Başar’ın Kooperatif Dergisi son derece heyecanla yayın yapıyordu. Ancak bu iki kodifiye elemanı kalemşörün, daha çok Aydemir’in yayınlarından, yeni rejimin çaresizliğinin döküldüğü anlaşılıyordu. Başka ifadeyle Osmanlı’dan gelme egemen sınıflar koalisyonunun burjuva cumhuriyeti olarak sürdürdükleri Kemalist rejimin yalnızlığını gösteriyordu. Yalnızlık daha çok aydınlar yönündendir ve Kadrocular özellikle bu yönde yani Kemalist rejime sadık yeni aydınlar yetiştirmek üzere yayın yapıyorlardı. Bunun anlamı, Türkiye aydınından sınıf kavramını kazımaktı.

Buradan da anlaşılıyor ki, Kemalist rejim, aydınlara ve en başta ilk on yıl dokunulmayan, Darülfünun’a (üniversite) savaş açarak düzenini oturtmuştur.
Tetikçilerin başında ve belki de tektir, Suyu Arayan Adam, Ş.S.Aydemir geliyor. Tetikçiliğinin sonucunda, Darülfünun’da tasfiye değil, Darülfünun’un ortadan kaldırılması gerçekleşiyor. Yıl 1933 tür. O zaman’a kadar hem ordu içinde ve hem de sivil bürokraside tasfiye hareketi yürütülüyor. Demek ki,1933 tasfiye hareketinin tamamlandığı tarihtir. Henüz oturmamış olduğunu düşünen cumhuriyet, kendisini oturtmak için özel heyet kuruyor. Milli mücadele sırasında milli hareket aleyhinde bulundukları saptananlar tasfiye ediliyor. Ancak 1933 yılında bir genel af ile 1930 yılında başlayan tasfiyelerin tasfiyesi tamamlanmış olurken; tam bu sırada tasfiye yapılmadan kapatılarak üniversite olarak yeniden açılan Darülfünun’da tasfiye hareketi başlıyor; bir kısım öğretim üyeleri dışarda bırakılıyor.
Sonuç olarak, Serbest Fırka fırtınasının geride kaldığı, kapitalist dünyanın büyük bir bunalım içine girdiği, Sovyetler Birliğinde büyük sanayileşme atılımının yapıldığı bir dönemde, Türkiye devletçi oluyor ve düzen bu dönemde oturuyor.
Ve ortaya önemli ve üzerinde durulması gereken bir yasa çıkıyor; Ticaret burjuvazisi, sanayi burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinden oluşan egemen koalisyon bir sarsıntı geçirdiği zaman, yığınlardaki desteği sallanmaya başladığı zaman, biraz daha köye doğru eğiliniyor. En geri olan en kazançlı çıkıyor.
Serbest Fırka’dan sonra, ikinci dünya savaşından sonra,12 Martta hep böyle oldu; 12 Mart döneminde büyük araziler üzerindeki vergi oranları azaltıldı. 
Başka yasa ve eğilimler de ortaya çıkıyor; Serbest Fırka ile birlikte iki sol parti kuruluyor ve ikisi de kapatılıyor; (Ahali Cumhuriyet Fırkası ve Amele ve İşçi Partisi) Demokrat Parti ile birlikte iki sol parti (Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi) kuruluyor onlar da kapatılıyor; 12 Mart mevcut sol partiyi kapatıyor; Ecevit, “ortanın solu” diye diye yığınlara içerilmiş sol düşüncenin kökünü kazımaya çalışıyor; egemen koalisyonun en geri ortağı ile büyük toprak sahipleri ile bağları güçlendirmek, yığınlara yönelen veya yönelecek olan sol eylemin önünü kapatmakla birlikte geliyor; böylece ortaya bir yasa çıkıyor; her sarsıntılı dönemin sonunda, sol iktidara gelemezse, iktidarın çok uzağına itiliyor.
Evet, düzen bu dönemde oturuyor; 141-142 bu dönemde ortaya çıkıyor; Köy enstitüleri bu dönemde geliyor. Grev bu dönemde yasaklanıyor. Türk Ocağı bu dönemde kapatılıyor. Taban fiyatları bu dönemde keşfediliyor. TKP bu dönemde kendini tasfiye ediyor. Sanayileşme planları bu dönemde yapılıyor. Bütün dillerin Türkçeden ve bütün kavimlerin Orta Asya’daki Türk boylarından geldiği yalanı bu dönemde uyduruluyor. İngiltere ve Fransa ile ittifak bu dönemde imzalanıyor.
Düzen bu dönemde oturuyor. Kemalizm 1930 yıllarında keşfediliyor ve ideolojisi yapılıyor; Kemalist düzen bu dönemde oturuyor; dönüyor ve hızı kesiliyor.
Şimdi ne Kemalist düzen var, ne de Kemalizm ideolojisi; şimdi egemen sınıfın egemen ideolojisi Kemalizm değil, egemen olan düzen de Kemalist düzen değil!
Ama artık Kemalizmin halka indiği ve sola yaklaştığı görülüyor; Kemalizmin, hatta Kemalin bile en azılı düşmanları ve ondan kurtulmayı temel bir politika olarak sürdüren 12 Eylül rejiminin yeni yönetimi bile Kemalizme ve Kemal’e açıktan saldıramıyor ve hatta Kemalizm’den rol çalmanın telaşını yaşıyor.
Öyleyse buna rağmen en başa artık mevcudiyeti söz konusu olmayan Kemalist düzenle, Kemalist cumhuriyetle ve onun ideolojisi ile hesaplaşmayı koymak, resmi politikalara biat etmiş olmak bir yana, sömürü düzeni ile tekellerin düzeni ile hesaplaşmaktan vazgeçmek demektir.
Bu hesaplaşmadan vazgeçmek ise, iliklerimize kadar yaşatılan dinci-gerici –baskıcı atmosferin edilgenleştirici ve korku üreten etkisinden beslenerek sömürü çarklarını yüz kat güçlendiren ve devasa zenginleşen tekellerin düzeni ile ve resmi politikalarla çelişkileri son derece hissedilen oranda keskinleşen Kemalizme ve sola yakınlaşan işçi ve emekçi kitlelerle hesaplaşma içine girmek demektir. 
Egemen sınıf tekellerdir, çok büyük zenginlerdir ve düzenleri tekelci düzendir ve 12 Eylül faşist darbesiyle, üstelik “Kemalizm” diye diye yerleştirilen ve hala devam eden 12 Eylül rejimidir; ideolojisi tekellerin biat ettiği, ABD-AB emperyalizminin “küreselleşme” diye de anılan, kozmopolitizm ideolojisidir; yönetimi ise dinci akımların elindedir.
Resmi tarihle hesaplaşmak mı, işte hesaplaşmak budur. 
Burnumuzun ucundaki bu gerçekliği göremezken, çok uzak mesafede kalmış olan “Kemalist düzen”,  “Kemalist cumhuriyet” ve “Kemalizm ideolojisi” ile hesaplaşma rüyaları görmek, alkol duvarını aşmak mislidir.
Burnumuzun ucundakiler ise çok nettir ve çok daha fiziksel olarak canımızı yakmaktadır; içimizi karartmaktadır; geleceğimize hücum etmektedir ve hepsini çok uzaklara gömdüğü Kemalistlere, Kemalizme ve Kemalist cumhuriyete düşmanlık üzerinden yapmaktadır.
Överken de, söverken de en geriye sürüklüyor ve en geri olan ile en çok kazançlı çıkmaya çalışıyor. Bu, solun Türkiye’nin sarsıntılı döneminden yenik çıkmasının sonucu olarak, topyekün iktidarın çok çok uzağına itilmiş olmasıdır.
İşte aradığınız (gerçekten arıyorsanız) mana buradadır.
Şimdi hesaplaşmanın manası, iktidarın çok uzağına itilmiş olan solun yaralarını kanatarak daha da mecalsiz bırakmak değildir; yaralarını süratle iyileştirilip, hesaplaşmayı da sürdürerek, solu topyekün ayağa kaldırmaktır.
Sol ayağa kaldırılmadıkça egemen sınıfın iktidarı ile de ideolojisi ile de mücadele edilemez.
Emperyalizm mi?
Adresini mi bulamıyorsunuz, yoksa dediklerimize kulaklarınızı tıkadığınız, gözlerinize perde indirdiğiniz için mi duymuyor, görmüyorsunuz?
Emperyalizmin nerede olduğu bellidir, adresini beş yaşında bebelere bile sorsanız tarif eder ve iktidar ondan ayrı değildir, Türkiye’nin büyük büyük zenginleri, egemen sınıfları, tekeller, plütokratlar, oligarklar da buna uyuyor, hepsi ama hepsi, başını ABD’nin çektiği emperyalizmin çok uluslu tekellerinden ayrı değildir ve emperyalizmin ideolojisi ile beslenmektedirler ve kaderleri ABD-AB emperyalizminin küresel düzenindedir.
Öyleyse iktidar olanla, yani egemen sınıfla mücadele etmek, ABD-AB emperyalizmi ile mücadele etmektir; bundan ayıramıyoruz ve emperyalizmin yeri de, yurdu da bellidir, işbirlikçileri de, ona insancıl misyon yükleyerek solun topyekün ona biat etmesi için çabalayanlar da bellidir ve tabii adresini şaşıranlar da veya adresini unutturmaya çalışanlar da bellidir.
Öte yandan, antiemperyalizm Kemalizm sınırına indirgenemez, indirgeyen de yok; ancak sizin bu tür hayaller kurmanızın kıymeti harbiyesini görmezden gelen de yok; yani antiemperyalizmi Kemalizme indirgeyerek emperyalizmi buharlaştırmanın mümkün olabileceğini kimse düşünmüyor. Akıl taşıyanlar düşünmüyor demek istiyorum. Bu olsa olsa, Kemalizmi de, düşmanlığını da abartmakta sınır tanımamanın ifadesidir.

Evet, kurtuluş savaşı kolay kazanılmıştır ancak o kadar da kolay değil.
Kolay kazananlar bellidir ama zorluk halktadır, komünistlerde ve antiemperyalist mücadele verdiği bilinci ile hareket eden yurtseverlerdedir.
Kayıplar da buradadır ve bu kolay kazanıma karşın, dinci akımlara da dayanan ve eksikli kalan ulusal kurtuluş, antiemperyalisttir ve ulusal bir mücadeledir.
Ve Kemal, kurtuluşu başlatanların başında gelmiyor; sonradan, hatta İzmir’in işgalinden de sonra katılıyor, bu doğrudur ama sizin ağzınızdan, bir totolojiden öte değildir ve iktidara geldiğinde, kurtuluşu başlatanların ve önünde savaşanların, neredeyse hepsini şiddet yoluyla tasfiye ediyor.
İhtiyaç keşfin anasıdır ve Kemalizm, yöneten gücün ihtiyacı olan ideolojiydi ve en başta TKP ‘den kopan veya kaçan kadrolarca kolektif olarak yaratılıyor. Bu nedenle hep ve hala abartılıyor ve hep cumhuriyetin kopuştan daha çok, bir devamlılığı anlattığının üzeri örtülüyor ama buna karşın, Kemalizm düşmanlığı, Kemalizm iktidarda imiş gibi, günde 24 saat yüksek dozda pompalanıyor; pompanın sivri ucunun sosyalist harekete, sınıf hareketine yönelik olduğu ise görülmüyor veya görülmek istenmiyor.
Pek muhterem “Devrimci” Karadenizliler, işte tarih budur ve bu kadar değildir; ancak örtülerin üzerini açmaya yeterlidir ve sizinkinin ise, örtüleri açmak değil, kapamak olduğunu göstermeye de yeterlidir; diğer yandan, kaçacak mısınız, aman mı dileyeceksiniz, özür mü dileyeceksiniz, yoksa bizi yanlış anladınız falan mı diyeceksiniz hiç ilgilenmiyorum, başında dediğimi tekrarlıyorum; yazdıklarım, en nihayetinde tarihe nottur, yanlışı da, doğrusu da bana aittir; çürütülmeyi ya da üzerinde düşünmeyi bekliyor; çürütülmesi de düşünmeye bağlıdır; ikisi de kabulümdür,
Ancak şimdiye kadar dediklerimi çürütmek için, kimse düşünmedi ve düşünmeden en kolayını seçti, ya “Kemalist” yaftası astı ya da “ulusalcı” yaftası fırlattı ama hiçbirini uyduramadılar; çünkü düşünmeden yaftaladılar ve yaftaları kendilerine döndü.
Kabadayılık mı?
Onu da en başta işaret ettim; siz “devrimci” Karadenizlilerin kabadayılığı iktidarda bellediğiniz ve belletmeye çalıştığınız çökmüş, yönetimle hiçbir ilgisi kalmamış Kemalistler ve ölü bir Kemal yanında çökmüş bir Kemalist cumhuriyetedir; oysa egemen sınıf ve onun yönetimi, iktidardaki eli, kolu, sopası, capcanlıdır ve hem Kemalistleri döve döve püskürtmüş, cumhuriyetini çökertmiş, hem de sosyalistleri onlarla birlikte tarihten kazımanın eşiğine sürüklemiştir.
Eşiğin ötesinde Tanzimat öncesi var.
Asıl, yani olması gereken kabadayılık buradadır, buna karşıdır ve “yok- Kemalistler” e, ölü Kemale ve dahi çökertilmiş bir Kemalist cumhuriyete kabadayılık, ucuz kabadayılıktır; bu kabadayılık, elini taşın altına sokmak istemeyenler için en güvenli yoldur; bu kabadayılık, onlarla birlikte sosyalistleri de dövenlerin, daha önemlisi işçi ve emekçileri dövmekten beter edenlerin sopasına sarılmaktır; bunun iktidara karşı mücadele açısından, getirisi de, götürüsü de yoktur; ama iktidar açısından getirisi de götürüsü de çoktur; getirisi ucuz kabadayılara ve iktidaradır; götürüsü ise, Kemalistler ve sosyalistler bir yana, işçi sınıfına ve emekçi halklaradır; kazanan ve kazanımlarını pekiştiren ise, egemen sınıftır, yerel ve küresel büyük büyük zenginlerdir, onlarla bin bir bağ ile bağlı bilumum feodal artıklardır ve bilumum sahte sol gömlekli ideolojik tetikçilerdir.
Ancak sol hiçbir zaman toptan öldürülememiştir, öldürülemez; ölüme yaklaştırıldığı anda, ölüme sürüklenirken biriktirdiklerini fışkırmasını görürüz; ancak solun ölüme sürüklenmesi, ilerleme çizgisinin tahrip olması ile bağlıdır ve fışkırması, bu çizginin tersine bükülmesi demek oluyor; bu, sosyalizmin kurulmasının kaçınılmazlığı ile bağlıdır ve ucunda özgürlük var; özgürlük, kaçınılmazı ve ortaya çıktığı zamanı görüp, müdahale etmektir, müdahale demek irade göstermek demektir ve işte sol, müdahale demektir; ancak müdahale ve irade göstermek, teorisiz olmuyor; teori ise aydınlanmadan geliyor ve ütopya ile yakın duruyor; aklın yaratıcılığı olarak kullanıyorum ve ü-topya ,”yok-ülke” demektir; bu olmayan ülkeyi, olan ülke yapmanın teorisi ile bağlıyorum ütopyayı; ancak bunu bağlamak için aklın yaratıcılığı gerekiyor ve aklın yaratıcılığı, son tahlilde akıldakilerle mümkün oluyor; akla girmeyen, akıldan süzülemiyor ve dökülemiyor.
İşte teori budur, akla girenlerin, akıldan süzülerek maddeye ulaşması ve maddeyi harekete geçirmesidir; aydınlanma ile besleniyor; öyleyse sol her halükarda aydınlanmanın kaçınılmaz çocuğudur ve Marx’tan önce var olduğunu biliyoruz; ütopyacılar, Marx’tan önceki soldur ve başkalarının da olduğunu biliyoruz; sol aydınlanma oluyor; aydınlanma insana ve aklına güven üretiyor ve buradan insanın güvendiğini sevmesinin kaçınılmazlığı çıkıyor; işte kardeşlik buradadır; birbirine güvenmeyenler kardeş olamazlar; kardeş olamayanlar birbirlerine güvenemezler;
Öyleyse insan, aklını seven yaratıktır; kendi aklına güvenen ise, başkasının aklına güvense de, kendi aklını kullanıyor; bugün ABD-AB emperyalizminin söylediklerine, daha genel konuşursak, kendimize ait olmayan düşüncelere karşı çıkabilmek, kendi aklımıza güvenmek oluyor ve eninde sonunda hepsi teorisiz kalmamak içindir; ilerleme çizgisini anlamak ve doğrusal ekseninde ilerletmek için gerekiyor; ama şimdi dünya, teorisiz bir zamanda ve teoriye en çok ihtiyacı olan bir zamanda yaşıyor.
Öyleyse, gecikmiş ve ihmal edilen ilk adım, elbette diğer hiçbir adımdan özerkleştirmeden, tez vakit dünyayı teoriye kavuşturmaktır! 
İlerleme çizgisinin arkasında ise, yapısalcılık var; ilerleme teorisi buna dayanıyor; kaçınılmazlık buradan çıkıyor; birbirine bağlanarak, perçinlenen yapıların çizdiği yol oluyor; bu yoldan çıkmak mümkün görünmüyor; bu çizginin tahrip edilmesi, teoriyi bozmuyor; bu çizgiyi, dolayısıyla yapısalcılığı reddetmek oluyor ve adına postmodernizm deniyor; öyleyse postmodernizm yıkıcılıktır; bu ise tamı tamına ortaçağı çağrıştırıyor!

Yukarda da işaret ettiğim gibi, artık buradayız ve ileri gitmek, ilerleme çizgisini buradan ilerletmek mümkün görünmüyor; öyleyse ilerleme çizgisini kendi ekseninde ilerletmek için, bu çizgiyi tersine bükmek gerekiyor; bunun için teorisizlikten kurtulmak gerekiyor; ancak teorisizlikten kurtulmak için de teori gerekiyor.
Öyleyse teorisizlikten kurtaracak teori, postmodernizm ile şiddetli bir ideolojik-politik kavgayı içeriyor; başka ifade ile postmodernizm dururken, modernizm ile hesaplaşmayı içermiyor.
Postmodernizm ise, ABD-AB emperyalizminin YDD’si için gerekli olan yıkıcılığın adıdır; içinde BOP ve onun içinde BİP var; BOP ve BİP ortadoğu ve Kafkaslardaki yıkımın adıdır. Emperyalist ABD-AB, yıkarak, bütün yapıları kazıyarak, bütün kaleleri dümdüz ederek ilerliyor; bununla mücadele etmeyi göze almayanların, modernizm ile kavgası hem inandırıcı değildir ve hem de ilerleme içermez.
Postmodernizm, ortaçağa dönüş kervanını ilerleten bir maniveladır; dolayısıyla, afilli ismi var ama bir geriliğin ifadesidir; modernizmin ilerisini değil, gerisini temsil ediyor; ortaçağ, antik kentleri yıkarak, antik kültürü ve bilim taşıyan aydınları gömerek düzenini kurdu; öyleyse postmodernizm, modern çağın sonunu getiren bir maniveladır ve insanlığın sonu demektir; köleliğe geçiş oluyor; daha doğrusu insan ölüyor, yerine köle olarak koşullanmış insan geliyor; bu “yeni” insan doğuştan köleliği içermiş insandır.
Eskiden insanların düşünmeye yetenekleri vardı ama düşünmeye korkuyorlardı. Manivelası postmodernizm olan “yeni” insan ise özgürce düşünmeyi unutmuştur; hep, ortaçağı çağrıştırıyor; postmodernizm, tarihin ilerleme çizgisinin tahribatının mekanizmasıdır; tarihin ilerleme çizgisini, doğrusal ekseninden saptıran maniveladır.
 Öyleyse tarihin ilerleme çizgisini tersine bükecek ve öyleyse postmodernizmi düzleyecek bir teoriye ihtiyacımız var ve bu, teorisizliğimizi ortadan kaldıracak bir teori olacaktır.
Öyle görünüyor ki, bu teorinin ipuçları, hem yeni bir aydınlanmayı haber veriyor ve hem de bu yeni aydınlanmanın içinden çıkacağını!
Dünya şimdi buradadır ve ilerlemeye kararlı olduğunun işaretlerini veriyor; duyanlara sivrisinek saz, duymayanlara davul zurna azdır…
(*) Bu mektubu, “devrimci” Karadenizliler adlı grubun 2014’de hala topyekün “soykırıma” uğramış olan Pontus’lu Rumlara kalkan olmak için sürdürdükleri https://www.facebook.com/devrimci.KARADENIZ sayfalarına astıkları ve öz olarak bugün SF’de tartışmaya açılmış olan yazıdan farklı olmayan bir yazıya cevaben yazmıştım; biraz elden geçirerek, eklemeler, eksiltmeler yaparak tartışmaya katkısı olur düşüncesiyle, uzunca bir süredir ve hala tartışmalara katılmayı düşünmediğim halde paylaşmayı bir borç bildim.
Boşlukları dolduran, eksikleri tamamlayan, fazlalıkları törpüleyen ve yanlışları düzelten bir katkı sunduğuma ve eksiklerimi ise niyetleri bugünün sorunlarını ve sınıfsal olarak çözmeye ayna tutacak bir tarih bilinciyle tarihin taşıdığı gerçekliklerin peşine düşenlerin tamamlayacağına bütün kalbimle inanıyorum.
Fikret Uzun
07-11-2017

Hiç yorum yok: