“Amerikan Füzelerini
Konuşalım” Tiradından Fışkıran Sorular: Bizim Kürtler Slavofil mi Zapadnik mi
Kürdist mi Yoksa Nihilist mi ya da Yoksa Otaçağa Yönelişin Modern bir Resmi mi?
Ve Bu Resmin Prototipi Pek “Slavsever” BORGA mı?
Bir süre önce, bu forumda, yani adında ”sosyalist”
yazan, içinde ise sosyalist düşüncenin üzerine cirit atma yarışı yapan
“birbirini bilen kırk kişi”nin, yani karanlığın ideolojik tetikçilerinin
“tartışma tiyatrosu” oynadığı “Sosyalist Forum”da, bazılarınca“SSCB’nin yerine
konulduğu”na hükmedilen Rusya’nın yerinde deyişiyle, Trump açısından Amerikanın
bir iç politika oyunu olduğunun çok net olarak görüldüğü, Suriye’nin, ABD
yetiştirmesi dinci çeteleri bertaraf etmek üzere konuşlandırdığı askeri üslerin
üzerine fırlattığı ABD damgalı füzeler etrafında, gerçeklerle ilgiyi,alakayı
kesmenin sinsi bir vaveylası koparılmıştı!
Ben bu sinsi ve acz içindeki “tartışma”
tiyatrosuna “ABD FÜZELERİNİ
kONUŞALIM”
tiradı adını verdim, tarihe böyle not düştüm demek istiyorum!
Esad’ın kimyasal bomba fırlattığına
inanmanın ve inandırmaya çalışmanın, açık olmayan, yani sinsi bir ahmaklık
gösterisi olduğunun görülmüş olması ve ortada bir savaş olmadığının, acz içinde bir
emperyalist savaş show’u olduğunun akıl taşıyanlarca ve kendi akıllarıyla fikir
yürütenlerce görülmüş, anlaşılmış olması bir yana;16 Nisan'dan sonra Ezilen ve
sömürülen halkların, sınıfların üzerine çöreklenmenin ifadesi olacak olan bir
otokratik “Başkanlık sistemi”ne kesin gözüyle bakıp dört gözle yolunu bekleyen
aklıevvellerin, bu ihtimali önlemenin ifadesi olan “HAYIR”ı nafile çaba
gördükleri için, “bunu konuşmayalım, ABD FÜZELERİNİ
kONUŞALIM”
tiradına dört elle sarılıp üfürdükleri üfürükleri iplere dizerek, aklıevvelleri
sıra, zevahiri kurtaracaklarını sandıklarını ki, asıl nafile çabanın bu
olduğunu; ama gerçeklere beddua ederek gerçekleşeceğine inandıkları bu nafile
çabanın gerçek olması durumunda, Kürt halkına ve Türkiye’nin Kürt-Türk bütün
işçi ve emekçilerine uzun yıllar taşıyacakları ateşten bir gömlek giydirileceği
gerçeği ile ilgilerinin, alakalarının hiç olmadığını da gördük ve anladık!
Şimdi, bu gerçekle ilgi ve alakaları olmayan
aklıevveller, bu gerçeğin korkusunu iliklerine kadar yaşadıkları için ilgileri
ve alakaları eksik olmayanların, bu gerçeği, yani “HAYIR”ın nafile çaba
olmadığını görmezden gelmediklerini ve içine “HAYIR” atılan sandıklardan bir
tavşan misli “EVET” çıkmasına talim ettiklerini ama “HAYIR”ı kovamadıklarını
gördükleri için sevinçlerinin buruk kaldığını da görebiliyoruz!
Tıpkı, Slavofil (belki de panslavist
demeliyiz) BORGA'nın yâd ettiği Slavseverlerin ve panslavistlerin ütopyalarında
olduğu gibi, masanın devrilmesinden önceki müzakere sürecine dönmenin ütopyası
ile gözleri kör olmuş gibiydi.
Panslavizm mi? Felsefe olmaktan çıkıp
politika olmaya dönüşen Slavseverliğin bir halidir; tıpkı panislamizm,
pantürkizm gibi!
O kadar kör olmuşlardı ki, müzakere
masasındayken görmedikleri faşizmi, masa devrildikten sonra, hem de feryat
figan görmekle birlikte, yine de bu aynı faşizmden “kurtuluş” için şifa
geleceğine inanarak, her taraflarından ikircim ve buna bağlı köylü
kurnazlıkları akan tutumlarından vazgeçmemişler, vazgeçmeye niyetleri
olmadığını göstermişlerdi!
Bu körlüğe katkı, “Bir meselenin
esasını gizleme derdi olmayan, onun içindeki yan sonuçlardan herhangi birini
öne çıkarmaya kalkmaz” diyen ve asıl meselenin esasını gizlemek için meseleyi
“Slavsevmezliğe” indirmeye çalışan “Slavsever” BORGA’dan gelmişti!
Bu tür katkıları, üfürüklerin filozofu
BORGA bey hiçbir zaman esirgememiştir!
Yani göz göre göre, hatta dillerinden
düşürmeye düşürmeye, burunlarının ucundaki gerçeklerle taban tabana zıt ve çok
uzak geçmişte kalan, başka ifadeyle geçmişe yerleştirilmiş bir toplumsal
idealin düşünü kurmakla kalmayıp, üstelik gerçek imiş gibi bütün gerçekleri
karartmaya çalışarak, dünya âleme dayatmışlardı ve görünen o ki, dayatmaktan
vazgeçmeyeceklerdir!
Yani,
tıpkı Slavseverler gibi, geleceğin bir toplumunun özenle düşünülüp kurulmuş bir
modeli anlamında bir ütopyayı değil; geçmişin çoktan yitip gitmiş bir ideal
toplumuna duyulan derin özlemi ya da düşü üzerinden, tekelci sermayenin gerici
milliyetçiliğinin öteki yüzü olan Kozmopolitizmi ve ulusal-nihilizmi dayatmakta
kararlı görünüyorlar; yani hâlâ özünü sınıfsal ilişkiler belirleyen Proletarya
enternasyonalizminin yerine, özünü ulus-üstü, sınıf üstü ilişkilerin
belirlediği kozmopolitizmi ve ulusal nihilizmi koymakta kararlı görünüyorlar;
gericilikleri ve dincilikleri cabasıdır!
Yani, büyük emperyalist güçler
arasında yer alan burjuvazinin egemen olan bölümünün, egemenliği altındaki ya
da egemenlik altına almak istediği küçük ve daha da küçültmek istediği halkları
denetimi altında tutmasını kolaylaştırmak için, tüm emekçileri ”ulusal
değerlere, ulusal özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna”,
“direnmesinin beyhude olduğuna” inandırmaya çalışmak ve böylece Kürt-Türk bütün
halkları, emperyalizmin gerçekte yabancı halkları egemenlik altında tutabilmek
için kullandığı kozmopolitizm ve ulusal-nihilizm silahının karşısında
savunmasız bırakmak için “demokratik” sosuna batırılmış, yer yer “sosyalizan”
renkle parlatılmış bir geri ve gerici aşiret komünü üzerinden, dünya âleme,
Kürt renginde bir sınıf ve ulus üstü ideolojiyi dayatmışlar ve hâlâ bu
dayatmanın ısrarcı muhipleri olacakları anlaşılmaktadır!
Kendilerinin pek sevdiği böyle bir
Kürtseverliği dayatanların, bu dayatmayı kabul etmeyenleri “Kürt düşmanı” ya da
“Kürt-sevmez” ilan edenlerin Slavofil halet-i ruhiyeleri elbette anlaşılır bir
şeydir; fakat bu halet-i ruhiye, akıl taşıyanların ,”Kürt düşmanı” ilan edilme
korkusu ile kabul edebilecekleri bir şey değildir!
Velhasıl, bu dünya âlemi, bin yıl
sürecek ve Ortaçağ renkleri ile donatılmış bir PAX’ın içinde, huzurla ve sulh
içinde gütmeyi, iliklerine kadar sömürmeyi, palazlanıp da palazlanmayı
kafalarına koymuş olup, Kürtleri de bunun bahanesi ve maşası yapıp, hızlı
adımlarla oyun kurup oyun bozarak, kısa kalan adımlarını geri çekip, daha uzun
atmanın planlarını yaparak ama en çok da bir “Kürtseverlik” türküsü tutturarak,
Kürt renkli bir atlama tahtasıyla içinde bizim de yaşadığımız bu geniş
coğrafyanın halklarını dönüştürmeye, devletlerini parçalayarak kendine vilayet
yapmaya çalışan dünyanın en kara sicilli emperyalist bezirgânının şefkatli
kollarında, geçmişte kalmış bir “kabile partizanlığı” ile Kürt parçalarının hem
sahte “kahraman”ı ve hem de emperyalizme dost bir despotu olmakta yarış etmekte
ve Kürt halkına onursuz bir barışı, onursuz bir köleliği, onursuz bir reddi,
yani Amerikan damgalı bir ulusal nihilizmi ve kozmopolitizmi dayatmakta, bunun
için bütün gerçeklere ve daha çok da bu gerçeklere sahip çıkanlara, yine
Amerikan damgalı bir dünya devleti ya da hükümeti adına, kısaca “yenidünya
düzeni” adına savaşmakta kararlı oldukları, bu dünya âlem tarafından daha bir
açıklıkla görülmüştür!
İşte Berkeley'in komiği BORGA
beyefendinin kutudan çıkarıp gerçeklerin üzerine fırlattığı Slavofilizmin
kıymet-i harbiyesi buradadır; Yani
Kürtlerin Amerikan emperyalizminin politikalarıyla senkronize olan
politikalarını ve tutumlarını eleştiren herkesi “Kürt düşmanı” göstermek, en
azından meseleyi Kürtsever olmakla - olmamak eksenine sürükleyerek gerçekleri
örtmek içindir!
Slavofilizm mi?
Etimolojik anlamı,”Slavları
sevmek”tir.
Bu yüzden Kürtler, Batının her
şeyinden, en çok da olmayan “demokrasi”sinden medet umma konusunda yarış
ederlerken, “Slavları sevmemek” olarak nitelendirdikleri ve daha traji komiği
Kürtlere en küçük bir eleştiri ile bile karşı çıkanları içine doldurdukları
Batıcılık(zapadniçhestvo) ve “Kürtleri sevmemek” yaftası üzerinden romantik
eleştiriler yönelterek dayattıkları Slavseverlerden daha dar görüşlü olan bir
kabile partizanlığını kabul ettirmek için “Kürtleri sevmeyen ölsün” yaklaşımını
gütmüşler ve hâlâ da bu yaklaşımı bırakmamaktadırlar!
Yani, sadece bu değil elbette ama çok
zaman bütün meseleyi “Kürtleri sevmek” ya da “sevmemek” meselesine indirgemiş
ve indirgemeye devam etmektedirler!
Tıpkı Slavseverler gibi, özgürlüğün,
politikadan özgür olma, yani inancın ve geleneğin yazılı olmayan yasalarına
göre yaşama ve devletin “çiğneyemeyeceği” bir ahlak alanında, kişinin
yeteneklerini tam olarak geliştirme hakkı olduğu yaklaşımını referans almakta
ve halkın siyasal olaylara etkin olarak katılmasını gerektiren siyasi
özgürlük’ü reddetmekte, hatta bununla cenk etmekte, en azından cenk edenlerin
ellerini kuvvetlendirmektedirler!
Her türlü siyasal ve hukuksal ilişkiyi
özünde kötü saymak ama bu ilişkilerin de paçasını bırakmamakla birlikte, salt
güvene, görüş birliğine dayanan eskide kalmış bir köy komününde somutlaşan
komünal ilkeleri referans almaktadırlar; yani fetişleştirilmiş bir kabile
partizanlığı yapmaktadırlar; başka ifadeyle yitip gitmiş bir ideale yani
geçmişin ideal toplumuna duyulan ülküleştirilmiş bir özlemin partizanlığını
yapmaktadırlar.
Bir nevi, yitip gitmiş bir ideal
toplum düşü üzerinden, mağduriyet şemsiyesi yaratmaya çalışmaktadırlar!
Bu yüzden, sürekli “kandırıldıkları”
ama bol bol “söz”ler aldıkları müzakere masasının devrilmesiyle birlikte, hayal
kırıklıkları bir yana, “sözlerin tutulmadığı” yollu feryat figan ağıt yakmaktan
helak olmuşlardır; ama ne masanın öteki tarafından, velhasılı kelam, ne
konuşlanmasının zirvesine yaklaşan dinci-gerici 12 Eylül faşist
diktatörlüğünden; ne de bugüne kadar ezilen ve sömürülenlere yaptıkları, bundan
sonra yapacaklarının teminatı olan onca zaman ezilen ve sömürülenlerin kana
susamış nesnel bir düşmanı olan ABD-AB emperyalizminin “dost” belledikleri
ellerinden kurtuluş emellerine şifa bulacaklarını sanmaktan vazgeçmemişler ve
vazgeçmemektedirler!
Bu yüzden, dinci-gerici 12 Eylül
faşizmine ve elbette ABD-AB emperyalizminin, kestaneleri ateşten aldırma
çerçevesinde sürdürdüğü oyunlarına dur diyebilmenin kapısını açmanın bir
anahtarı olacak olan “HAYIR”ı konuşmak yerine, oldum olası halk düşmanı olan
Amerikan emperyalizminin “dost” elleriyle, oldum olası kapkara olan ”Kürtsever”
ya da “halksever” vicdanıyla ve oldum olası sadece kendi çıkarına kullandığı
“köylü kurnazlığı”yla ve yine kendi çıkarına yarattığı dinci- gerici
çeteleriyle oynaşmak, sıkışmışlığını aşmak ve içerde yükselen fırtınayı
dizginlemek için çaresizce fırlattığı füzeleri konuşmak ve lafı “bu füzelerin Amerikan
damgalı Kürt ‘kurtuluşu’na şifa olacağına” getirmek için laf üstünde laf
bırakmayan bir tiyatro sergilenmiştir!
Bu tiyatroyu başlatan ve asıl gerçeği
“Füzelerin reklamına” indirgeyen Karataş adlı üyenin ortaya serdiği “doğrular”
ise, hem tam değildir ve hem de, gerçeklere sahip çıkarak gerçeklerin önündeki
engelleri engellemenin ifadesi değildir; yani gerçeklerle taban tabana zıt
“doğruları”ın, yani sinsi yalanların ipliğini pazara çıkarmak için güç
toplamanın ve “doğru” yanılsamasıyla dayatılan yalanlara karşı savaş vermenin
ifadesi olmamıştır!
Tıpkı geçmişte olduğu gibi günümüzde
de devam eden totolojilerle, herkesçe malum olan ya da iliklerine kadar
hissedilen nesnel gerçekliğe sahip çıkıp, ona karşı engel teşkil eden gerçek
dışı oyunların karşısında durma katsayısını yükseltmeye değil, tam tersine bu
nesnel durumun korkutucu, tehdit edici karakterine biat etme ve/ya da
karşısında sessiz kalma katsayısını yükseltmeye hizmet edilmiştir!
Böylece,
bu nesnel durumun somutluğunu tahlil edip, yani soyutlayıp, bu nesnel durumun
somutluğunda boylu boyunca uzanan ve bulunup çıkarılmayı bekleyen tehlikelerle
fırsatların uzlaşmaz karşıtlık içindeki diyalektik bütünlüğünü ortaya çıkararak
gözler önüne serip, bu uzlaşmaz karşıtlığın bu aynı nesnel durum içindeki
güçler dengesinin eğilimine bağlı olan ve tehlikelerle yan yana olan fırsatları
öne çıkarmak ve gücünü kuvvetini, gerçekleşebilme katsayısını artırma olanak ve
formüllerini açığa çıkararak, güçler dengesindeki eğilimin fırsatlar lehine
güçlenmesini sağlamanın asıl mesele olduğu gerçeğinin ıskalanmasına hizmet
edilmiştir!
Yani, anlatılmasının gerekli olduğu
yadsınmayan Ortadoğu ve Kafkaslarda Amerikan damgalı bir düzenin kurulmasındaki
sıkışıklıkları aşmaya yönelik olarak fırlatılan Amerikan damgalı füzelerin,
belki de ondan daha gerekli olan ama ondan kesinlikle ayrı olmayan bir “HAYIR”
eğilim ve iradesinin üzerini örtmenin ve Amerikan emperyalizminden ayrı olmayan
bir dinci-gerici 12 Eylül faşist rejiminin taşıdığı gerçekliği ters yüz etmenin
aracı yapılmasına sessiz ve seyirci kalınmasına hizmet edilmiştir!
Diğer yandan, somut tahlilinin
yapılmasındaki güçlükleri önemli oranda ortadan kaldırılmış bir nesnel durumun
taşıdığı bütün gerçekliklerin, diğer yanıltıcı torbalar yanında, “slavsever” ya
da “zapadnik” , “Kürtsever” ya da “Kürt-sevmez” çuvallara doldurularak, gerçekliğinden
uzaklaştırılmasına da izin verilmiştir!
Ve böylece, somut durumun taşıdığı
gerçekliğin ve bu gerçekliğin belirleyeceği fırsatların üstünün
örtülemeyeceğini bizzat bu gerçekler gösterdiği halde, en sonunda, “onca fırsat
ziyan edildi, varsın ‘HAYIR’ fırsatı da ziyan olsun; bu irade kazansa ne olur,
kazanmasa ne olur; egemenler bir kere diktatörünü tayin etmiş; bunu
değiştirmeye kimse muktedir olamaz; öyleyse en akılcı tutum, ‘HAYIR’ eğilim ve
iradesinden uzak durmak, tartışmasına bile girmemek; hatta ‘HAYIR’ iradesinin
kazanacağına bile inanmamak ve ‘EVET’eğiliminin güçlenip kazanmasına göz
yummaktır; öyleyse daha da iyisi, ya egemenlerin oyununa dâhil olmak, ya da bu
olmazsa, hiçbir şey yapmayarak, egemen sınıfların oyunları önünde eğilerek
sessiz kalıp teslim olmaktır” noktasına gelinmiştir!
Ancak bu, tarihe, gerçekler karşısında
azc içinde olup da mangalda kül bırakmayanların halet-i ruhiyesini gösteren bir
tuhaf ve tuhaf olduğu ölçüde bilinçli bir anomali olarak kaydedilmiştir!
Oysa
başarmak, kazanmak, zafere ulaşmak için ilk şart, bilimsel bir iyimserlikle
buna inanmak, bu inançla gerçeklere sıkı sıkı sarılmak ve bu gerçeklerin
içindeki fırsatları bulup çıkarmak, tehlikeleri savuşturmanın ve fırsatları
egemen kılmanın formülünü ortaya koymaktır!
Bu
nokta ise, sözün bittiği yer değildir; bu noktaya kadar onca gerçeklikle bağlı
sözlere rağmen kitlelere bilincin verilememesinin müsebbibi olan, bitmiş
tükenmiş sözlerin ipliğini pazara çıkarmak ve sözle verilememiş bilincin
eylemli bilinç olarak kitlelerin zihnine girmesi için, sözün bittiğinin
sanıldığı bu noktada, sözlere içerilmiş politikanın, ideolojinin, teorinin
şiddet katsayısını yükseltme noktasıdır!
Ancak
böyle, tam da tarihin böyle dönemeçlerinde, teslim olmak yerine direnmek ve bu
direncini yönetecek örgütü ile buluşmak ya da örgütünü bulup çıkarmak eğilimi
göstermesinin işaretlerini veren kitlelerin boyun eğmeye, teslimiyete,
çaresizliğe ve örgütsüzlüğe itilmesine engel olunabilir ve kitlelerin, kendi
kaderini tayin etme hak ve iradesinin yalnızca kendilerinin, kendi güçlerinin
eseri olacağı gerçeği ile yüzleşmesi ve bu gerçeğe sıkı sıkıya sarılıp,
kurtuluşuna ciddi kapılar açması sağlanabilir!
Reformizm mi, devrim mi,
karşı-devrime hizmet mi?
“Devrim”
sözcüğü ile “Rojava” (Batı)sözcüğünü bir araya getirerek Rojava’da bir “Kürt
devrimi” olduğu yanılsamasını pompalamak ise, “son derece ahmakça bir
sahtekârlıktır” demeye dilim varmadığı için, kandırmacadır diyorum ki, bir
devrimin, halka dayanarak değil de, o devrime cepheden ve müzmin bir
düşmanlıkla engel koyması, saldırması, boğmaya çalışması tabiatının gereği olan
bir emperyalizmin gücüne ve “dost” luğuna dayanarak mümkün kılınabileciğine
kimseyi inandıramaz!
“Devrimci”liği
bir “politik akım” sanan bazı “çokbilmiş” cahillerin “devrim” deyince
anladığının "Köhnemiş üretim tarzından yeni bir üretim tarzına geçiş"
olduğu yollu vaazlarına ise, ancak “inanıyorum öyleyse doğru söylüyor”
şeklindeki yönetim doğmasına esir edilen ya da gönüllü biat eden faniler
inanırlar.
Çünkü
bu vaazda ikna edici bir doğruluk yoktur; zaten devamındaki vaaz bunu kendi
çelişik kurgusu ve vurgusu ile apaçık göstermektedir:
(Vurguya
dikkat edelim; büyük harfle başlayan )”Devrimcilere göre, Kapitalist üretim
tarzına alternatif üretim tarzı ve kapitalizmin çöküşü ile iş bu üretim
tarzına, yani Komünal üretim tarzına geçilir”miş.
Dahası
da var, Öyle ise "Köhneye karşı verilen
mücadele devrim değil mi?” imiş!
İkisinde de bir devrim görülmediğini,
kurgulanan ve vurgulayan demagojik cümlelerin bizzat kendileri gösteriyor.
Sözü
edilen “komünal üretim tarzı”nın geçmişte kalmış bir idealin ütopyası olması
bir yana, ortada çökmüş ve yıkılmış bir kapitalizm de yoktur; çökmüş bir
kapitalizm üzerine inşa edilen komün de yoktur; başka ifadeyle ortada geleceğin
bir toplumunun özenle düşünülüp kurulmuş modeli anlamında bir ütopya da yoktur;
hatta kapitalizme alternatif olabilecek bir ortakçı düzenin düşü bile yoktur;
ama gidecek başka yeri kalmadığı için, geldiği en son noktada, önünde tüm
korkutuculuğuyla duran sosyalizmi, bu geldiği noktadaki güçsüzlüğüyle
aşamayacağı, bertaraf edemeyeceği için, çareyi bir ortaçağ düzenine tornistan
yaparak sosyalizmi ve korkusunu uzaklaştırmakta bulan emperyalist kapitalizmden
bağımsız olmayan bir tekelci kapitalist düzen ile korelâsyon kurup,
politikalarıyla senkronize hareket ederek cehaletle donatılmış, etnik ve/ya da
tarikat türünden bir Tanzimat öncesi karanlık düzenin kurulmasına ki bu bir
karşı-devrimdir, hizmet aşkı vardır!
Diğer yandan ortada,“köhnemiş, can
çekişen bir sömürü düzenine karşı, onu yıkıp, yerine yenisini, ortakçı bir
düzeni koymak üzere verilen Kürt renkli bir mücadele” hiç ama hiç yoktur; daha
doğrusu Kürtler, bu hep var olan mücadelenin içinde yokturlar; öyleyse
kendiliğinden ve hem de iki kere anlaşılır ki, ortada ne bir devrim, ne de bir sürekli devrim vardır; olsa olsa,
verilen mücadelenin niteliğine bağlı olarak, reformist bir “mücadele” vardır
ki, reformist bir “mücadele” devrim olmadığı gibi, bundan devrimin çıkmayacağı
da apaçık bir gerçekliktir; reformizm ise devrimci mücadelenin önündeki en
sinsi engeldir!
Ayrıca,
Kürt sorununun, devrim yolunu tıkayacak bir reformist yoldan çözülmesi, egemen
sınıfların, başka ifadeyle ezen ulusun egemenlerinin tam da istediği bir yoldur
ki onca yıl bunun kavgasını verdiği için Kürt renkli bir devrim yolunu tıkamak
için en çok şiddet içeren politikaları izlemiş ve dayatmış ve sonunda Kürt
siyaseti de ulusak kurtuluş hareketi de bu reformist yola girmiştir; oysa bunun
için onca kanın dökülmesine hiç gerek olmadığı kendiliğinden anlaşılır bir
açıklıktır!
Dökülüyorsa
ortada bu reformist yolu her iki tarafın işçi ve emekçilerine, ezilen
halklarına devrim gibi, devrimci bir mücadele gibi göstermek için sürdürülen
bir kanlı savaş show’u var demektir!
ABD
emperyalizminin Afganistan’da sosyalizmin önüne bir tampon misli diktiği
yetiştirmesi Taliban misli, Kürt kurtuluşunun devrimci yolunun önüne, “ılımlı
islam” politikasına uygun olarak diktiği; başka ifadeyle ABD emperyalizminin
40-50 yıldır hazırlandığı “BÜYÜK KÜRDİSTAN” kuruculuğunu garanti etmek için
yarattığı ve büyüttüğü bir gerici-dinci çete olan IŞİD ve türleri ya da
parçaları ile sürdürülen savaş ise, hiç de Rojava’da bir devrim olduğunun
işareti de, kanıtı da değildir; aksine olmadığının kanıtıdır!
Çünkü
Kürtler bu gerici-dinci çetelerle savaşırken, bunu bir laik refleksle,
gericiliğe, dinciliğe, emperyalist bir damga taşıyan “ılımlı” kod adlı bir
siyasi islamın “ılımlı” olamayacak denli dinci ve gerici refleksine karşı
savaşmıyorlar ( savaşıyor olsaydılar, Türkiye’de devam eden dinci-gerici, osmanik
islamik konuşlanmayla senkronize hareket etmez, buna karşı net bir karşı duruş
sergilerlerdi); ABD emperyalizminin verdiği sözlere güvenerek, ABD
emperyalizminin “Büyük Kürdistan” projesinden fışkıran fırsatlardan daha fazla
yararlanmak isteyen ve haliyle ABD emperyalizminin gücünden istim alan
dinci-gerici çetelere karşı ve ABD emperyalizminin bu bölgedeki karakol hakkını
garantiye almak ve de ABD emperyalizminin “Büyük Kürdistan” projesini sağlama
almak için ve buradan fışkıran fırsatları, ABD emperyalizminin “Büyük
Kürdistan” projesi ile senkronize bir biçimde kullanmak için savaşıyorlar!
Bu fotoğrafta bir devrim görünüyor mu?
Kesinlikle görünmüyor!
Öyleyse
ortada bir devrim olmadığı gibi, Kürt renkli bir devrimci mücadelenin de
olmadığı, aksine vıcık vıcık bulaşıklık akan bir reformist köylü kurnazlığının
olduğu apaçık ortadadır!
Masada müzakere yoluyla, daha çok
köhnemiş düzeni tahkim etmek üzere yapılan ve “demokratik” ön eki konulması
ihmal edilmeyen “reform”larla ve restorasyonlarla devrim yapmış olmak hiçbir
zaman söz konusu değildir!
Böyle bir hüsnü kuruntu, beş yaşında
çocuklar için bile alay konusudur!
Hele Altan Tan gibi tescilli ve resmi
mürteciler üzerinden dinci-gericiliğe prim vererek, devrim yapmayı bırakalım,
devrim ve devrimcilikten konuşmak bile söz konusu değildir!
Köhnemiş
düzenlerin ağa babaları olan emperyalistlerin dört koldan saldırısına maruz
kalan Afganistan’da olduğu gibi, dinci-gerici çeteler oluşturulup
silahlandırılarak iç savaşa sürüklenen bağımsız bir devletin meşru sınırları
içinde yaşayan çeşitli halklardan işçi ve emekçileri ezmeyi ve sömürmeyi
garantilemek ve emekçileri ile birlikte bu devletin seçilmiş siyasi kadrolarını
da bir ortaçağ karanlığı içinde zaptı rapta almak için, hiçbir insani yanı
olmaması bir yana, burjuva açıdan da hiçbir meşruiyeti, hiçbir hakkı ve hukuku
olmadan saldıran bir emperyalistin “gücü”ne ve “dost”luğuna, ”müttefik”liğine
dayanarak, “burası benim” deyip bu emperyalistin bayrağının yanına bayrak
dikmek, sonrasında ise aynı emperyalistin yetiştirmesi olan dinci-gerici
çetelerin saldırısına maruz kalınca, insanlık adına gene aynı emperyalistten ve
müttefiklerinden, işbirlikçilerinden yardım dilenmek, bu aynı emperyalistin
silah ve mühimmatı ve askerleri ile bu gerici-dinci çetelere karşı savaşarak
“kahramanlık” kazanmak devrimcilik de değildir, devrim de değildir!
Kaldı ki, zaten
bu bölgede bir “büyük Kürdistan” kurmak üzere ABD emperyalizminin kırk-elli
yıldır, oyun kurup oyun bozduğu sır değildir; bir emperyalist devlet buraya,
adı “Kürdistan” olsun, ya da başka bir şey olsun, bir büyük devlet kurmak için
giriyorsa, buradan devrimi de, devrimciliği de kovmadan, dahası sömürüsünü ve
ezgisini yerleştireceğine ya da kabul ettireceğine inanmadan bu işe soyunmaz,
soyunamaz; kovamadığı devrimcilerle de, sömüremeyeceği halkla da hiçbir zaman
müttefik olmaz; olsa olsa “devrimci” kılıktaki ve kendisi adına emekçi halkı
kandıran azap zebanileriyle ittifaklar kurar; kuracağı emperyal devlet için
emperyalistlerin hizmetinde çalışmakta, politikalarına teşne olmakta beis
görmeyen sahtekâr “devrim” tüccarlarıyla karşılıklı çıkara dayalı onursuz
ittifaklar kurar!
Kürtlerin tarihinde bu örnekler çoktur ve sonu hep hüsranla
bitmiştir; şimdi de öyle olacağını bu örnekler bağıra bağıra anlatmaktadır; ama
Kürt halkının, kürt siyasetinin ve hareketinin tepesine çöreklenmiş,
bürokratlığı dış görünüşlerine bile vurmuş ikiyüzlü kadrolar, bu gerçeklikten
ölümüne korkmaktadırlar ve korktukça da ABD emperyalizminin şefkatli kollarına
koşmaktadırlar!
“Azap
zebanileri” mi?
Osmanlı ordusunda, kazanma şansı az,
ancak ganimeti büyük savaş oyunlarına hazır olan ve ilk engelle
karşılaştıklarında kavgayı bırakıp gerisin geri kaçan fakat karşılarında
palalarıyla bekleyen yeniçerileri bulan Azaplar, günümüzün büyük ganimetler
için mücadeleye giren ve en önde yer alan ama ilk mukavemette geri kaçan ve bu
kez mücadeleye devam etmek isteyen arkadaşlarına saldırarak daha önce ganimet
için saldırdığı tarafın karasularına sığınan “devrimci” kılıktaki sahtekârlara
benzemektedirler ya da tersidir!
Kürt siyasetinin ve hareketinin içine,
hatta tepesine bile çöreklenmiş böyle pek çok devrim kaçkını azap zebanisi
vardır!
Devrim mücadelesinden dönen, sığındığı
tarafta albenisini kuvvetlendirmek için sahte “sol/sosyalist/devrimci”
gömleklerini bırakmayan bu azap zebanilerinin, mücadeleye devam edenlerden
nefret etmeleri kaçınılmazdır!
Bu yüzden, zaman zaman bu devrim
kaçkını, kendi mücadele arkadaşlarının zebanisi sahtekârları kestirmeden tarif
etmek için “azap zebanileri” nitelemesini kullanmışımdır!
İşte bu yüzden, mücadeleye devam etmek
isteyen devrimciler, bu sahte “devrimci” gömleği ile dolaşan azap zebanileri
ile hesaplaşıp, defterlerini dürmeden devrimci bir mücadele kazanılamaz;
kazanılsa bile, bu kazanım elde tutulamaz!
Çünkü bu sahte “devrimci”
gömlekleriyle sol/sosyalist, devrimci alanlarda dolaşarak, sığındıkları öteki
tarafın, yani köhnemiş bütün düzenlerin ağababası egemen sınıfların, onların en
kanlı, en sömürgen, en sahtekâr, en gözü dönmüş, en korkak ve bu korku ile
dünyaya bir korku imparatorluğu dayatan düzeneği emperyalizmin truva atı olarak
azap zebanileri, sınıf mücadelesinden ayrı olmayan anti-emperyalist,
anti-kapitalist mücadelenin önündeki en sinsi engellerdir!
Çünkü bugün Türkiye’de hâlâ en büyük sektör solu bırakan, daha
doğrusu hiçbir zaman sol/sosyalist olmadfığı halde ganimet aşkına yükseklerde
olduğu için kanatlarında olmaya çalıştığı sol dalganın aşağıya inmesi ile solu
bırakıp, yeni-mürtecilik dalgasının kanatlarına binen bu sahte “sol” gömlekli
azap zebanilerinden oluşmaktadır; yani, sol hâlâ büyük onur olduğu için, solda
görünmeyi sürdürmeye mahkûm olan yeni-mürtecilerden oluşmaktadır; bu sektör tam
bir bataklıktır; bu bataklıkta tüm bu sahte “sol” gömlekli azap zebanileri,
birbirlerinin zebanisidir; “şeytana” uyup, bataklıktan kurtulmak isteyenleri,
paçalarından tutup bataklığa çekmektedirler!
Ne kıyak “sol”culuk değil mi?
Böyle bir solculuk, solcu olmanın risklerini taşımaz; ayrıca, pek
çok çıkarı da beraberinde getirir; bu yüzden 12 Eylül faşist rejimi, solu
bırakanların solda görünmelerini özendirmiştir; çünkü bataklığa ihtiyacı
vardır.
İşte bu yüzden bu zebanilere karşı
mücadele, emperyalizme karşı mücadeleden ayrı değildir; dolayısıyla
emperyalizmin (elbette işbirlikçilerini de ayırmıyoruz) ve onun şefkatli
kollarında huzur bulan bu zebanilerin sinsi oyunlarından kurtulmadan ne bir
devrimci mücadele verilebilir, ne de bir devrim kazanılabilir; bu iki aktör,
devrimci mücadelenin de, devrimin de önündeki en büyük engellerdir; bunlara
karşı mücadeleyi göze almadan bu topraklarda, değil devrim, mutluluk getiren
bir reform bile mümkün olmaz!
Bugün, ABD-AB emperyalizminin
dayattığı, bilumum işbirlikçilerinin ve bilumum müttefiklerinin ve bilumum
ideolojik tetikçilerinin kolaylaştırmak için deli-divane olduğu sömürünün
yenidünya düzenine götüren, kimimizin zorla bindirildiği, kimimizin bindiğinin
bile farkında olmadığı, kimimizin de arkadaki vagonlarına doğru koşarak
kurtulunacağının yanılsamasını pompaladığı, kimimizin ise bu trene binmemek
için direnerek kapılarının tutamaklarında, içerde nereye gittiğinin farkında
olmayan varsa inmeleri gerektiğini haykırarak dışında kaldığı ortaçağ treninde,
son derece belirleyici bir karanlık tünelin içinden geçmiş, çıkış kapısına
varmış bulunmaktayız!
Çıktık mı, hâlâ karanlıkta mıyız, bunu
zaman gösterecektir!
Fakat ak ile kara, her ne kadar
muallâkta kalınmış olsa da, tıpkı bir süre önce de aynı tür bir trende aynı tür
bir gruplaşma içinde girdiğimiz karanlık tünelden karanlığı ile birlikte
çıktığımızda belli olduğu gibi, gene belli olmuştur; yani aydınlığın mı,
karanlığın mı hükümranlığı galip gelecek, en azından hangisinin kapısının daha
çok açılacak, hangisininki daha çok kapanacak belli olmuştur!
Defacto hüküm süren bir karanın ya da
karanlığın hükümranlığını, ya da bu hükümranlığın egemenlik alanını
genişletmesini dejure hale getirmiş görünen bir “zafer”in dayatılması ile bu
dayatmaya karşı durmaktan geri durmayacağının işaretlerini veren aydınlığın
mücadelesinin karşı karşıya geldiği bu süreçte, karanlığın, aydınlığa, çok daha
büyük bir zorla ve çok daha büyük engellerle karşı karşıya kalacak olsa da, bir
pünik zaferi kazandırması kuvvetle muhtemel olan bir Pirus zaferi kazandığını
görebilmek pek zor değildir!
Öyleyse karanın ya da karanlığın
hükümranlığına açılan tüm kapıları kapatacak ve bu hükümranlığı büsbütün
ortadan kaldırmanın imkânlarına kapıları açabilecek olan bir aydınlığın
mücadeleyi kolaylaştıracak imkân ve fırsatlarıyla karşı karşıya kalınmıştır ki
işte şimdi yepyeni bir sınav, yepyeni bir tazelenme ve ayrık otlarından, azap
zebanilerinden, onların ağa babası emperyalistlerden ve işbirlikçilerinden ve
elbette onların sinsi oyunlarından kurtulmanın ve bu oyunlara açık kapıların
kapatılmasının imkânları doğmuştur!
Çünkü dizüstünde dururken büyük
görünenlerin, güçlü görünenlerin, hiç de büyük olmadıklarını, güçlü dahi
olmadıklarını, yani bu yanılsamanın dizüstü durmaktan, yani kendi
güçsüzlüklerinden kaynaklandığını görme imkânı bulan kitlelerin, hatta abartılı
bir şekilde bu güçlü görünenleri yenilmez gören pek çok işçi ve emekçi, onların
dürüst, namuslu sendikal ve/ya da siyasal liderleri dahi, bunların yenilebilir
olduğunu görme, idrak etme ve kendi gizilgüçlerine dönüp dizlerinin üstünden
ayağa kalkarak belirleyici güçlerini gösterebilme, imkân ve insiyatifine sahip
olma fırsatını yakalamışlardır!
Öyleyse, ne anlama geldiği zaten
bilinen “Amerikanın füzelerini konuşalım” tiradının kıymeti harbiyesi ile
“EVET”in kıymeti harbiyesinin çakıştığı, “HAYIR” ın kıymet-i harbiyesinin ise
fena halde çatıştığı bir atmosfere girilmiş olup, yavaş da olsa, ilerlemesi
kuvvetle muhtemel görünmektedir!
İşte bu yüzden adında “sosyalist”,
hatta “sosyalizm okulu” yazan forum’da, sosyalizme, sosyalist düşünceye ve
elbette aydınlığa karşı velhasıl bu aydınlığın ilerleme ihtimaline karşı,
karanlığın ötedenberi akıl bozucu tetikçiliğini sürdüren “birbirini bilen kırk
kişi”lik “tartışma” korosu, işbaşındadır ve hatta kemikleşmiş bir “ inanıyorum
öyleyse doğru söylüyor” doğmasının gönüllü müridleri dışında pek kimsenin
kalmadığı bu forumda, karanlık adına aydınlığın, aydınlık düşüncelerin üzerine
ideolojik sis bombaları atmak için çaresizce fazla mesai yapmaktadırlar!
Yani nafile çaba içindedirler demek
istiyorum!
“Birbirini
bilen kırk kişi” mi?
Bunlar, kırk kişiyi bile bulamayan ama
birbirlerini bilenlerdir; ayrı öbeklerde ya da ayrı sathı mahallerde görünseler
de, hep aynı öbeğe hizmet edip, hep aynı sathı mahallin tetikçiliğini
yapanlardır; örnek olsun, TC ile dertleri olmayan ama cumhuriyetle olanlardır!
Clara
Zetkin’in deyişiyle, faşizmin, “sosyalizmin saati gelip çattığı halde”, sosyalizme
inanmayı bırakan sosyalistlerin proletaryaya çektirdiği ceza olduğu gerçeğinin
ve yeterince güçlü olmadıklarını pompaladıkları sosyalistlerin güçlenebilmesi
için, bugün üzerinde yaşanılan tarih alanından daha uygun bir zemin olmadığı
gerçeğinin üzerini örtmeye çalışan, sahte “sol/sosyalist” gömlekli azap
zebanileridir!
Devletçiliğe,
hatta laikliğe faşizm diyen; halkın çıkarı yerine doğuştan gelen hakları;
cumhuriyetin yerine demokrasiyi; sınıfın yerine kimliği koyan “solculuğu” model
yapmaya çalışanlardır!
Emperyalizmin
kendine karakol kurma “hakkını”, halkların kendi kaderini tayin etme hakkı
olarak tanıtmaya çalışanlardır!
12 Eylül
rejimi ile TC ile faşizm ile hiçbir kavgası olmayıp laiklik ile kavga
edenlerdir; emekçilerin haklarının son kırıntısına kadar çiğnenmesiyle hiçbir
kavgası olmayıp, bu hakların daha kolay çiğnenebilmesi için cumhuriyetçi
reflekslerin silinmesine hizmet edenlerdir; Kürt emekçilerinin sömürülmesiyle,
Kürt hareketinde emekten ve anti-emperyalizmden yana damarın ezilmesi ile hiçbir
kavgası olmayıp, Kürt sorununun emperyalizm lehine “çözülmesine” karşı
çıkanlarla, emekten ve anti-emperyalizmden yana olanlarla,“Tam bağımsız
Türkiye” diyenlerle kavga edenlerdir!
Kürt siyasi
hareketinin, bu ülkenin cumhuriyetçileri tarafından kabul görmemesinin,
“Kürtlük”le bir ilgisi, alakası olmadığının üzerini örtmeye çalışanlardır!
Simgesini
Diyarbakır cezaevinde bulan “TC” ile cumhuriyeti, açıkça ve bilinçli olarak,
sap ve saman misli karıştıran ve hem içeride hem de dışarıda cumhuriyet
düşmanları ile birlikte saf tutmada hiçbir beis görmeyenlerdir!
Hem
dinci-gerici ve hem de ABD emperyalizminin yetiştirmesi olan IŞİD’e karşı
Rojava’da ABD emperyalizmi ve tescilli işbirlikçisi Barzani ile birlikte
verilen savaşı “devrim” olarak belletmeye çalışırken, Türkiye’de laikliğe ve
laik cumhuriyete karşı Kürtlerin “TC” dediği 12 Eylül faşizminin dinci-gerici
temelde konuşlanmasına uygun olarak Kürt siyasetinin de dinci-gerici bir renk
kuşanmasına çalışanlardır!
Adına
“demokrasi” densin, “çözüm” densin, “barış” densin, cumhuriyet düşmanlığının
cumhuriyet düşmanlığı olduğunu; cumhuriyet düşmanlığının, emekçi halkların
geleceğine de kardeşliğine de çekilmiş bir silah olduğunu; cumhuriyet
düşmanlığının, Berkin’in, Özgecan’ın, Nuh’un, Kübra’nın, Hüsne’nin katli demek
olduğunu zihinlerden uzaklaştırmaya çalışanlardır!
Bu kavganın
cumhuriyet kavgası olduğu gerçeğinin; bu kavga verilmezse; laikliğin,
cumhuriyetçiliğin, halkçılığın, bağımsızlıkçılığın, gerçek, yüksek, acil ve
öncelikli kavgası verilmezse, sosyalist cumhuriyetin de olmayacağı gerçeğinin
üzerini örtmeye çalışanlardır!
En başta
marksizm, laisizmi, halkçılığı, anti-emperyalizmi, Türk halkının faşizme karşı
mücadelesini “yük” gördüklerini; ellerinde kazma, ABD emperyalizmine ve
dinci-gerici 12 Eylül faşizmine verip kurtulmak için ilerlemeye mahkûm
olanlardır!
Cumhuriyeti
AKP’ye, Türk halkını gericiliğe ve faşizme “verip” “kurtulmak”ta ikbal
görenlerdir! Ne olduğu belirsiz bir “çözüm” uğruna, Türkiye’nin
İslamlaştırılmasına destek verirken kendilerini de İslamcılaştıranlardır!
Amerikancılıkta
ve tarikatçılıkta 12 Eylülcü paşalarla, AKP’cilikte büyük sermaye ve Amerika
ile yarışanlar; halkçılık karşıtlığı ile Batı hayranlığında sınır tanımazken,
Batıcılık karşıtı bir Slavofilizm için hâlâ ağlayanlardır!
Velhasıl-ı
kelam, listeleri uzayıp giden bu “birbirini bilen kırk kişi, bütün bunları
yaparken, aralarında “tartışma” tiyatroları oynayanlardır!
Ne diyelim, bundan sonrası Şam’da
kayısı diyelim ki ağzımızın da, aklımızın da, fikrimizin de tadının yerine geldiğini
hissedelim!
Bir kez daha anlayana sivrisinek saz,
anlamayana davul zurna az; anlamak istemeyene ise atom bombası bile çok az
diyorum!
Fikret Uzun
26-Nisan-2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder